28 Kasım 2019

,

Kıvam


Hendek savaşları yaşandı, 2016’da ilk kayyımlar atandı, Filiz Kerestecioğlu, “atanan kayyımlar içinde tek bir kadın yok” diye şikâyetlerini dile getirdi.[1]
Devlet, tanklarıyla obüsleriyle “Şanlı Rojava Devrimi”nin üzerine yürüdü, komutanların ve devlet erkânının bulunduğu harekât merkezinin fotoğrafını paylaşan sosyolog Veli Saçılık, “şu fotoğrafta tek bir kadın yok” diye şikâyetlerini dile getirdi.
Burada bir gariplik yok mu?
“Kadın”, mızrak ucuna takılmış Kur’an sayfası olabilir mi? Ve bu "Kadın", oryantalist, sömürgeci bir imge olarak, geri kalmış Doğu’nun suratına sallanıyor olabilir mi?
Peki bu hareketin Muaviye’si kim, kim takıyor sayfaları mızrak uçlarına ve ne için?
Hangi örgüt, tekellerin fonladığı, finanse ettiği “anti-kapitalizm”in, solculuğun öncülüğünü yapıyor buralarda?[2] Peki hangi örgütün istihbaratla, Fethullahçılarla doğrudan ilişkisi var? Bu konuda kimsenin içinde neden hiç şüphe yok?
* * *
Tekeller, yetmişlerde eşcinselliği hastalık, seksenlerde AIDS üzerinden bir tür veba olarak takdim ederken, ölümle birlikte kodlarken, bugün eşcinsellik, neden insanın ulaşması gereken en yüce mertebe olarak pazarlanıyor? Nasıl oldu bu? Bu yüceltme çabasının arkasındaki güçlere karşı çıkmak, homofobiklik midir?
Sol örgütlerin yayınlarında, “beş bin yıl önce köle sahiplerine karşı mücadele etmiş translar” diye yazılar nasıl çıkıyor? Bu idealizm, bu özcülük, ne için harlanıyor? Emperyalizmin cinsel kimlikler temelli siyasetle ilişkisi, neden sorgulanmıyor?[3]
* * *
Simone de Beauvoir, bir arkadaşıyla İran’a gidip çarşafı protesto eylemi yapmak istediğini söylüyor. Edward Said, bu fikri “küstahça ve aptalca” buluyor.[4]
Bugün solu bu küstahlık ve aptallık tanımlıyor, o yönetiyor. Sol, emperyalizmin ayak izlerine basıp ilerleyebileceğini düşünüyor. Edward Said’in oryantalizm eleştirisi, terse çevriliyor. 
Sol için Doğu, ancak ABD geldiğinde değer ve anlam kazanabiliyor. Örgütlerin Doğu’ya yönelik alakası, ancak ABD ile birlikte yoğunlaşabiliyor.
Yerelliklerde, belirli ülkelerde ise milliyetçi, sağcı, faşist dinamiklerin İslam karşıtı, Müslüman düşmanı söylemi, solda karşılık buluyor. Sol, Ukrayna’ya gelmiş Neonazilerin Suriye’ye akın etmesi karşısında, düşüncesini onlara uygun hâle getiriyor ve onlar gibi emperyalist dili benimsiyor. O Neonazileri sahipleniyor.
Spike Lee’nin Black Klansman adında bir filmi var. Filmde Ku Klux Klan örgütü üyeleri, siyahların beyaz kadınlara tecavüz ettiklerinden, etme ihtimalinden bahsedip, birbirlerini gaza getiriyorlar. 
Bugün Müslüman karşıtı dil, bu sağcılarda görülen cinsellik temalarını kullanıyor. Egemenler, sarıklı veya başörtülü biri gördüğümüzde cinsellikle alakalı suçların akla gelmesini sağlamaya çalışıyorlar. Bakirlik, saflık, yücelik, egemenlerle tanımlı kılınıyor, ancak onlara tabi olduğumuzda saf, bakir ve yüce olacağımıza inandırılıyoruz. Gelgelelim, bu işlerin altında, küçük çocuk sömürüsü üzerine kurulu seks turizmi için Tayland’a gidenlerin, pedofiliyi savunanların imzası var.
* * *
12 Eylül’de paşalar, yılbaşında televizyona dansöz çıkartıyorlar. Nesrin Topkapı ne ise aynı dönemde küçük köylerde kasabalarda pıtırak gibi çoğalan festivaller de o.
Faşizm, içe dönük bir emperyalizm, sömürgecilik pratiği olarak fiilileşiyor. Bu anlamda, dansöz de festivaller de zihinlerin, bedenlerin sömürgeleştirilmesi sürecinin bir parçası.
* * *
YDG eliyle düzenlenen festivali ve orada dans ettirilen trans dansözü, bu bağlamda ele almak gerek. Festivalleri Kenan Evren’in festivallerine, dansözleri Nesrin Topkapı’ya benziyor. Ve tabii ki bölgesel manada.
Bu festival ve dansöz, sömürgeciliğin, oryantalizmin, emperyalizmin Doğu halklarını hedef aldığı bir dönemde anlam kazanıyor. YDG, Ortadoğu’ya ancak bu şekilde ve bu sayede adım atabiliyor.
Mızrak ucuna Kur’an sayfası asıldığı için yapılan eylem de doğal olarak eleştirilemiyor. Eleştiriler, LGBT ve Kadın düşmanlığı olarak kodlanıp, Ku Klux Klancıların linç pratiğine kurban ediliyorlar.
Bu son olayla ilgili eleştirilere yönelik saldırılardan anlaşıldığı kadarıyla, Feminizm, Veganizm, LGBT’cilik, anti-komünizmin alt liberal versiyonu olarak icra ediliyor. Esasen tekellerin derdi, kadın, doğa, hayvanlar, eşcinseller değil, sosyalist imkânların alan bulma ihtimali. Tekellerin bireyi ile Kenan Evren’in imal etmek istediği birey, aynı hamurdan. Egemenler, o bireyin dışına, ötesine hiç tahammül edemiyorlar.
* * *
Bugün o festivaldeki “oryantalist maoizm”i artık kimse eleştiremez. Bu tür düşünceleri fonlayanlara, finanse edenlere herkes bağlı olduğu için, kimsenin ağzından başka bir söz çıkamaz, çıksa hemen boğarlar.
Tekeller, belirli bir biyopolitika ile hareket ediyorlar. Genel sol siyaset, bu biyopolitikaya uyumlu kılınmaya çalışılıyor.
Artık ilerici olan, şehit resminin önünde dansöz oynatılması. Çünkü, Bandista’nın dediği gibi, onlarda “şehit yok insan var” ve kimse, o insanı eleştiremez, asıl eleştirilmesi gereken, “şehit” gibi gerici kavramlar.[5] Onun karşısına çıkartılan İnsan ise üretim güçlerine uyumlu olarak imal ve inşa edilmiş yüce bir değer! Üretim güçlerinin ilerleyişi, belirli bir yere ve zamana ait derde-öfkeye örgütlenmeyi gereksiz kıldığı için önemseniyor aslında.
O imal edilen insan, bugün tankı topuyla Doğu’yu sömürgeleştiriyor, yeniden kurguluyor, pazara uygun hâle getiriyor. Festival, bu pazarın tezahürü, imgesi. Dansöz de öyle… Neticede demek ki yeni prenslerin, jön türklerin, jön kürtlerin vs. ağalar-paşalar gibi eğlenmeleri lazım!
Sonuçta o pazar, dansözlüğün ötekileştirilmemesini, sanatsal değerinin teslim edilmesini istiyor. Dolayısıyla, festivali düzenleyenlerin bir sonraki ilerici adımı şu olmalı: 18 Mayıs’ta düzenlenecek Kaypakkaya anmasında kapıda bilet kesip, içeride seks işçilerine performans yaptırmak! Öyle ya seks işçiliği de ötekileştirilmemeli, hak ettiği değeri görmeli![6] Sonuçta herkes, “pezevenklerin ve fuhuş müşterilerinin “haklar”ını korumakla ilgili karar alan Uluslararası Af Örgütü çalışanı.[7]
* * *
Herkes, tam da bu bağlamda, tam da bu koşullarda yumuşamalı, gerekli kıvama gelmelidir. Hiç örgütü yokmuş, hiç örgüt yayını yokmuş gibi, Grup Yorum’a küfreden yazılar döşenmiş, Suriye’de emperyalizme çalışanlarla röportaj yapmış liberal Duvar gazetesine[8] Selçuk Kozağaçlı, Ebru Timtik (ve tabii Selim Açan) yazılar yazmalıdır. Kimse bu durumda bir gariplik görmemelidir.
Çünkü bu dönüşüme kimse bigâne kalamaz, o, ne yapar ne eder sızacak bir yer bulur, herkesi içine çeker. Eylem tarzları, teorik algı-bilgi, örgütlenme pratiği dirhem dirhem azalır, değişir, hafifler. Tekeller, pazar, devlet çamuru karmış, ruhunu üflemiştir. Bugün can bulan bu “insan”ın hangi örgütün bayrağını taşıdığının bir önemi yoktur. O, efendilerinin dediğini yapmaya mecburdur.
* * *
Mao, 1938’de “soyut marksizm yoktur, sadece somut marksizm vardır” diyor.[9] Başka bir yerde aşırı solcuları eleştirirken, bu insanların dogmalarının “boktan değersiz olduğunu, en azından bokun tarlada gübre olarak kullanılabildiğini” söylüyor.[10]
Bugün bu “soyut marksizm”, soyut ultrasolculuk, bok kıvamında ve her yere sürülüyor. Tekeller, yerelde, yerelin öfkesi ve derdiyle yüklenip kavgayı somut bir satıh ve somut bir kesitte yükseltme imkânlarını buduyorlar. Soldaki yağmacı, sömürgeci, emperyalist dil, giderek güçleniyor. Yol ayrımı netleşiyor.
Eren Balkır
28 Kasım 2019
Dipnotlar
[1] “Kayyım Aslında Kadınlara Atandı”, 16 Eylül 2016, Cumhuriyet.
[2] Michel Chossudovsky, “İmparatorluğun Solcu Aydınları”, 4 Mart 2018, İştirakî.
[3] “Joseph Massad Söyleşisi”, 22 Ekim 2019, İştirakî.
[4] Edward Said, “Günlük”, 16 Kasım 2019, İştirakî.
[5] Eren Balkır, “Zaten”, 1 Ekim 2014, İştirakî.
[6] “Oryantal Dansın Politikası”, 26 Kasım 2019, Özgür Gelecek.
[7] Mickey Z, “Seks İşçiliği”, 8 Eylül 2015, İştirakî.
[8] Kavel Alpaslan, “Grup Yorum’dan”, 14 Eylül 2019, Duvar. Yazar, “90’larda yıldızı parlayan Grup Yorum’u” göklere çıkartmıyor, yerin dibine sokuyor. Şarkıları çalıntıymış gibi bir izlenim yaratıyor, başkalarının şarkılarını aşıran bir grupmuş gibi takdim ediyor onu. Bunu da yazının başında övdüğü Bandista adına ve onun için yapıyor.
[9] Mao’dan aktaran: Ross Terrill, A Biography: Mao, Harper & Row, 1980, s. 173.
[10] Ross Terrill, a.g.e., s. 172.

22 Kasım 2019

,

Aslanlı Yol


Alper Taş, 10 Kasım günü önce, “O’nun kurduğu Cumhuriyeti her türden gericiliğe karşı ileri bir değer olarak gördük ve savunduk. Ama O Cumhuriyeti Sosyalist bir Cumhuriyete dönüştürme azim ve kararlılığımızdan vazgeçmedik” dedi.[1] Ardından gelen eleştiriler üzerine, “1923 Cumhuriyeti neye göre ilericidir? Saltanata, halifeliğe, feodalizme (her türden gericilik) dayanan Osmanlı İmparatorluğu’na göre... Tarihsel olarak 1789 Fransız Burjuva devrimi ne kadar ilerici idiyse, 1923 Cumhuriyet devrimi de o kadar ilericidir.”[2] tespitinde bulundu. Tabii bu tespiti Mahir Çayan’ın şu sözüyle desteklemeyi ihmal etmedi.

“Kemalizmin özü emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır. Kemalizm, küçük burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.”[3]

Alper Taş’ın bir takipçisi de Devrimci Yol dergisine ait bir görüntüyü paylaştı. Orada şöyle söyleniyordu:

“Kemalist diktatörlük dönemi, hem emperyalizmden nisbi bağımsızlaşmanın hem de emperyalizme kaçınılmaz bağımlılığın gerçekleşmesinin bir arada yaşandığı bir dönemdir.”[4]

Alper Taş’taki azimli ve kararlı politik teorik hata, Paris Komünü ve Ekim Devrimi’nin hesaba katılmamasıyla alakalıdır. İlericilik-gericilik tasnifini burjuvaziye göre ve burjuvazi için gerçekleştiren Alper Taş’ta ne Komün ne de Ekim mevcuttur. Bu anlamıyla Taş, onları görmeyen liberal ve/veya sosyal demokrat çizgiye mensuptur. Tartışmanın Marksizmle, sosyalizmle veya devrimcilikle bir alakası yoktur. CHP bağlamında yer kapma kavgası ile alakası vardır. Mesele, kim sendika başkanı olacak, kim milletvekili yapılacak, kim hangi odanın, STK’nın rantını yiyecek meselesidir. (Alp Altınörs ise solculuk bağlamında başka uluslararası güçlere hoş görünme derdindedir ve bu polemiği mesaj verme fırsatı olarak görmektedir. Ulusal da uluslararası da egemenlere ait kurgulardır. İkisini sınıfsal anlamda bölmeden ilerlemek, oportünizmdir.)

* * *

Mahir, hem “Kemalizmi küçük burjuvanın ideolojisi saymamak gerek” diyor hem de onun “küçük burjuvazinin en solu vs. olduğunu” söylüyor. Buradaki “çelişki”, genel ve dönemsel politika arasındaki gerilimle alakalıdır. Mahir, kendi gününe, kendi gününde konuşuyor. Hem Kemalizmin o dönemde emekçi-proleter olanla kesişen yanını sosyalist olarak örgütlemek istiyor hem de onun küçük burjuva ideolojisine doğru kapanmasını istemiyor. Bir arayış dâhilinde devrimci bir ayıracı örgütlemeye çalışıyor. Mahir’i savunan ve eleştiren kesimde ise bu arayışa ve kavgaya rastlanmıyor.

Bu anlamda Alper Taş, Mahir’e bugünde atıfta bulunarak en yalın ifadeyle, “terbiyesizlik” ediyor. Daha doğrusu, Kemalist tedrisatı, eğitimi sosyalizm diye yutturma gafletinde bulunuyor.

Alper Taş, ne bir arayışta ne de elinde bir devrimci ayıraç var. Olmuş bitmiş bir cumhuriyetin dümenini nafile yere sosyalizme kırmaya çalışıyor. O bu düzlemde, Kemalizmin küçük burjuva ideolojisine kapanmış hâlini seviyor, çünkü emekçi olana açık kısmından tiksiniyor. Çünkü geçmişte KOBİ’lere, AB fonlarına örgütlenmiş bir örgütün üyesi o.

Çünkü Mahir genel bir değerlendirmede bulunmuyor, içinde bulunduğu konjonktürde Kemalistlerde varolduğunu düşündüğü anti-emperyalizmle ittifak kapısını açık tutmaya çalışıyor. O dönemde milliyetçi devrimcilik veya devrimci milliyetçilik, sosyalist hareketlerin pek de uzak olmadığı alanlar. Bu anlamda Mahir, bölgede ve dünyada varolan, emperyalizmi karşıya atmış dinamikler gibi kendi toprağında bir kök bulmak istiyor. Eksikliği, ona eskilerin yanlış kökü göstermiş olmasıyla ilgili. Çünkü Kemalizm, zaten Mahir’in besleneceği kökleri budamak demek. Aynı budama işlemi Kızıldere’de de ifa ediliyor. Aslında Alper Taş, o katliamı yapanların yanından konuşuyor.

* * *

Sonuçta bir vakitler “Denizler darbeciydi” diyen Rasim Ozan Kütahyalı’yı gençlik kamplarında ağırlamış olan Deniz Yılmaz nam yazarın Alper Taş’ı eleştirmesine de pek kanmamak gerekiyor.[5] Yazar, Deniz Gezmiş’e “darbeci”, “Kaypakkaya Marksist değil” diyen geleneğin parçası olarak konuşuyor. Dolayısıyla, onun “Deniz ve Mahir’in devleti yıkmak için savaştıklarını” söylemesinin bir anlamı bulunmuyor. Yılmaz’ın “devlet” dediği, bugün için basit bir burjuva hükümeti olarak AKP! Herkes gibi bu tarafçı çizgi de “devlet değil hükümet eleştirilir” diyor.

Liberal çizginin parçası olarak yazarın Kemalizm eleştirileri, başka bir yere hizmet ediyor. O yer, ezilenlere, işçilere ve yoksullara kesinlikle kapalı. Onlara asla güvenmediği için liberal çünkü. Bu hâliyle, AKP’yi Kemalizmin dışına atıyor. Alper Taş devletin laikliğinden; Deniz Yılmaz ve çizgisi, bireyin laikliğinden bahsedip bunları savunacağına dair yeminler ediyor.

Bu tartışma bağlamında makro birey olarak devletle mikro devlet olarak birey karşı karşıya getiriliyor. Bu tartışmanın hiçbir anlamı bulunmuyor. Deniz Yılmaz’ın Kemalizm diye eleştirdiği şey, bu bireyin dışındaki her tür bütünlük. Böylelikle sessizce o Kemalizmi o bireyde tamama erdirmek istiyor. Büyük anlatılara düşman kesilen biri olarak, bireyi aşan her şeye kılıç sallıyor. Bir taraf sınıflara ayrılmamış, kaynaşmış kitle, diğer taraf da sınıfları aşmış, kaynamış kitleden dem vuruyor. Görmedikleri şu: devlet, o bireyde kendisini yeniden örgütlüyor. Kendi kitlesini oradan örüyor.

* * *

Deniz Yılmaz da Alper Taş da cumhuriyetin ilericiliği konusunda oydaşıyorlar. Biri kendisine miras kalmış dükkânı koruma, diğeri büyütüp market ve marka yapma derdinde. Aralarındaki tartışmanın seviyesi bu. Yöntemde anlaşamıyorlar sadece.

Biri CHP’nin sağ, diğeri sol kanadı. İki taraf da aslanlı yolu tek yol belliyor, sadece bir taraf, “eril dil kafeslerine hapsedilen kadın refleksi”nden dem vurup pazarın, tekellerin yoluna bağlanıyor. Aslında aslanlı yol, tekellerin yoluyla kemale eriyor. Halktan gizledikleri gerçek bu. AKP’yi vareden, iktidara getiren, işlerini yaptıran CHP, ama AKP eleştirisini tekeline alan da CHP. Bu son tartışmayı bu bağlamda ele almak gerek.

Oysa CHP’de veya Perinçek çizgisinde varolduğu düşünülen ABD karşıtlığı içeriksiz, karşılıksız. Perinçek de liberaller kadar Amerikancı! Sadece meselenin başka bir yerinde olması, bir yeri tutması gerekiyor. Görevi bu. Devlet, bu ülkedeki NATO, AB ve ABD eleştirisini kontrol altında tutmaya mecbur.

* * *

Sonuçta aslanlı yolun iki kanadı da devrimi sınırsız-sınıfsız bir varoluşa hapsediyor. Devrim sınır çizemiyor, sınıfsal karşılığını bulamıyor. Liberal kanat da sağcı kanat da bu yüzden var. Biri tarihsel, diğeri toplumsal bağları kopartıyor. İkisi birlikte devrimi köksüz ve zeminsiz kılmaya çalışıyor.

Yani Kızıldere’den Anıtkabir’e uzanan bir yol olmadığı gibi Suriye’deki petrol kuyularına, ABD üslerine uzanan bir yol da yok! “Özgüç” dedikleri ABD silâhı, ABD eğitimi çünkü. Geriye de laf edilemeyecek düzeye taşınmış, tartışma dışında duran şehitler, feda edilmiş canlar kalıyor. Çünkü Türkiye NATO üyesi, sosyalist hareketin de bu üyeliğe uygun hâle getirilmesi gerekiyor, tüm sancı bununla ilgili.

* * *

“Gelin, CHP’yi içeriden değiştirin” söylemi, her on yılda bir sosyalistlerin gündemine giriyor. Her on yılda bir krize giren CHP’yi sosyalistler kurtarıyor. Ona nefes oluyor. Bu anlamda Ali Erkılıç’ın silahı yerde kalmıyor, CHP’ye teslim ediliyor. Zaten CHP’li olanlar 1974 affı ile örgütlerin tepesine kuruluyorlar, bir süre kitleleri oyaladıktan sonra ilk fırsatta yuvalarına, bürolarına geri dönüyorlar. Olan bu.

Bu süreçte dükkân sınıftan arındırılıyor, kaynaşmış kitleye göre inşa ediliyor. Liberalse gelip sınırsızlığı öğretiyor. Dükkân büyüyor. Her iki kanat birlikte çırpınıyor, devlet ve sermaye bu kanatlarla havalanıyor. O dükkâna girenle o dükkânı dışarı doğru büyütmek isteyen arasında pek bir fark bulunmuyor. (Bu açıdan liberal kanadın mensubu olarak Ayşe Düzkan, bugünlerde işçilerden bahsetmeye başlamışsa, hegemonya ve kontrol sahası olarak sınıfa yönelmişse, vay o işçilerin hâline![6])

Çünkü devlet ve sermaye, kendisine uygun, kendisine göre bir sol inşa ediyor. Bu sol içi tartışmalara pek kanmamak gerekiyor. Her ikisi de egemenlere hizmet ediyor. Bir taraf CHP’ye halel gelmesin diye gidilmeyen, görülmeyen köylere uzanıyor, bir taraf da o köylerden gelen bireyleri CHP bürolarına hapsediyor. Devrim ve sosyalizm, CHP’siz olamayacağı, CHP’ye rağmen varolamayacağı bir zamana ve mekâna bağlanıyor. Egemenler, “bu ülkeye komünizm lazımsa biz getiririz” diyorlar çünkü.[7]

* * *

Bolivya’da sağcı, darbeci güçler, kitleleri Morales’in yoksulluğu ve yerli oluşu üzerinden harekete geçiriyorlar. Orta sınıf, kendisine layık bir hükümet istiyor ve yerli, beyaz olmayan, cahil sürüsünün ülkeyi yönetmesine kızıyor. Bolivya’daki sağ, Türkiye solu gibi konuşuyor. Avrupa’da görülen mülteci karşıtlığı veya geçmişte ve hâlâ ABD’de görülen Latin ve Siyah düşmanlığı, orta sınıf öncülüğünde politikleştiriliyor.

Türkiye bahsinde ise sol, AKP’ye yönelik bu üstenci orta sınıf öfkesine örgütleniyor. O öfkeyi sivrilttiğinde, güçlendirdiğinde, harekete geçirdiğinde devrim olacak sanıyor. AKP karşıtlığı, bu tür bir orta sınıf siyaseti olarak örgütleniyor. Aslında Bolivya’da ve başka yerlerde görüldüğü üzere, devlet o öfkeyle pekişiyor, güçleniyor. Dolayısıyla AKP karşıtlığını beyaz, ırkçı, şoven orta sınıf duygularıyla beslemek isteyenler, kütle hâlinde devlete örgütleniyorlar. Aslanlı yolun tek bir kaldırımı yok. Yolun sağında ve solda iki kaldırım uzanıyor!

* * *

Syriza örneğinde görüldüğü üzere, bugün ülkenin başında Deniz Yılmaz da Alper Taş da olsa, aşağı yukarı Tayyip’in yaptıklarını yapacaktı. El mecbur!.. Gerçek bu: Komün ve Ekim ölçü olmaktan çıkmış, ezilen, yoksul, işçi ağırlığını yitirmiş, sınırsız-sınıfsız bireyden dem vuruluyor, egemenlerin putlarına tapılıyor vs. O hâlde bu türden polemikler, sağ ya da sol kaldırıma insan toplamakla ilgili. Ayıraçların silindiği, zeminin parçalandığı koşullarda belirli öznelerin ve bireylerin didişmesi, karşı kaldırıma laf atılması, kavgaya zerre katkı sunmuyor.

Eren Balkır
22 Kasım 2019

Dipnotlar:
[1] Alper Taş, 10 Kasım 2019, Twitter.

[2] Alper Taş, 10 Kasım 2019, Twitter.

[3] Mahir Çayan, Toplu Yazılar, Boran Yayınevi, s. 408.

[4] Devrimci Yol, Sayı 9, 19 Eylül 1977, s. 10.

[5] Deniz Yılmaz, “Kızıldere’den Anıtkabir’e Uzanan Bir Yol Yoktur”, 20 Kasım 2019, ETHA.

[6] Ayşe Düzkan, “Sınıftan Kaçmanın Yolları”, 13 Kasım 2019, Artı Gerçek.

[7] Eren Balkır, “Komünizm İşi”, 7 Ekim 2017, İştirakî.

21 Kasım 2019

, ,

Álvaro García Linera Söyleşisi


“Kriz Anlarında Ilımlı Liberalin İçindeki Faşist Ortaya Çıkar”

Álvaro García Linera Söyleşisi
Elodie Descamps ve Tarık Bouafia
20 Kasım 2019

2005 yılının sonlarında kazandığı ilk seçim zaferinden itibaren Evo Morales’in liderliğini yaptığı Sosyalizme Doğru Hareket (MAS), Latin Amerika’daki en yoksul ülkelerden biri olan Bolivya’yı dönüştürme noktasında eşi benzeri görülmemiş bir başarı elde etti. Partinin on üç yıllık iktidarında nüfusun dörtte biri aşırı yoksulluk şartlarından kurtuldu, yerliler kamusal hayatın merkezine taşınma imkânı buldular ve Bolivya, bölgede GSMH bağlamında yaşanan artışın keyfini çıkarttı.
Ama tüm bu süreç, ordunun Başkan Morales’i istifaya zorladığı 10 Kasım günü sona erdi. Morales’in zafer kazandığı 20 Ekim seçimi sonrası haftalarca süren sağcı eylemlerin ve seçimin hileli olduğuna dair yaygın işitilen fakat ispatlanmamış iddiaların ardından aşırı sağcı paramiliter güçlerin lideri Luis Fernando Camacho, La Paz’a yürüyüş gerçekleştirdi ve “başkanlık sarayına Tanrı’nın geri döndüğünü” söyledi. Bu noktada, başkenti terk etmeye zorlanan Morales, “umarım istifam, muhalefetin uyguladığı şiddeti ortadan kaldırır” dedi.
Şiddetin dozu bırakalım azalmayı, darbeden sonra daha da arttı. Hatta MAS’a ve onun hizmet ettiğinin düşünüldüğü toplum kesimlerine karşı intikam eylemlerine girişildi. Kendisini başkan ilân eden Jeanine Áñez’in liderliğinde hareket eden, beyazların üstünlüğünü savunan çeteler, polis ve askerle şiddet eylemlerine imza attılar ve darbe karşıtı eylemcilere saldırdılar. Son iki hafta içinde yirmiden fazla insan öldürüldü ve yerlilere, MAS temsilcilerine ve toplumsal hareketlere yönelik saldırılar daha da yoğunlaştı.
Devrik MAS hükümetinin önemli isimlerinden olan ve Bolivya’da 2006’dan beri başkan yardımcılığı görevinde bulunan Álvaro García Linera, Morales’in yürüttüğü toplumsal politikaların başlıca mimarlarından birisiydi. Darbe sonrası Morales gibi Linera da Meksika’ya sığındı. 16 Kasım Cumartesi gibi Linera, Meksika’nın başkentinde verdiği mülâkatta, geçen hafta yaşanan olaylara, darbenin sebeplerine, içteki gerici güçlerle dış müdahalenin oynadığı role dair düşüncelerini aktarıyor.
¤ ¤ ¤
Son gelen haberlerle başlayalım. Son günlerde MAS üyesi eylemciler, parti sempatizanları ve genelde darbeye karşı çıkan tüm kesimler, polisin ve askerin ağır baskılarına maruz kalıyorlar. Şiddetin tırmanması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Kendi hâlinde yedi köylünün öldürülmüş olması karşısında üzüntülü ve öfkeli olduğumu belirtmeliyim. Saldırıdan kurtulan bir kişi şuanda komadaymış. Bu insanları askerler ve polis, otomatik silâhlarla katletmişler, darbeye itiraz eden köylülerin yürüyüşüne ateş açmışlar. Bu, adlı adınca bir katliamdır. Bunun sorumlusu ister asker ister polis isterse sivil güçler olsun adaletin karşısına çıkartılmalı, bu insanlar, yarın, bir ay sonra ya da beş yıl sonra da olsa hesap vermelidirler.
Bolivya halkını kan gölünde boğmaya çalışıyorlar. Bu zulümdür. Yüz on kişi silâhla yaralanmış durumda. Altı yüzden fazla insan gözaltına alınmış. Yaşanan kanlı darbe, ülkeye ateş ve kanla hâkim olmaya, kontrolü sağlamaya çalışıyor.
Başkanla birlikte kan dökülmesin, muhalefetin uygulayacağı şiddetin zemini ortadan kalksın diye istifa etmiştiniz oysa…
Evet. Daha fazla sayıda Bolivyalı ölmesin diye ülkeden ayrıldık. Polis bizleri tehdit etti. Silâhlı kuvvetler, anayasal düzeni ayaklar altına aldı ve yoldaşlarımızı tehdit ederek onlara karşı güç kullanacağını söyledi. Biz de “istifa edeceğiz” dedik, bunun sebebi, polisin ve askerin uyguladığı baskı idi. İstifa edersek yoldaşlarımıza zarar vermeyeceklerini umut ettik. Fakat yönetimden uzaklaşmış olmamıza, seçimde elde ettiğimiz zaferin sonuçlarından feragat etmemize ve yeni seçimlere katılmayacağımızı söylememize rağmen bu insanlar ve düzenbaz hükümetleri, Bolivyalıları öldürmek için sokaklara çıktılar.
Bugün yerlileri hedef alan ırkçı şiddet dalgasına tanıklık ediyoruz. Bir nevi politik elitler geçmişin hesabını görüyorlar. Bu noktada da hükümet olma, iktidarı alma ve son birkaç yıl süresince haklarını elde etme cüretini göstermiş yerliler hedef alınıyor.
10 Kasım Pazar günü, yeni seçimlerin yapılacağını duyurmanızdan bir iki saat sonra istifa etmeye, böylelikle muhalefetin şiddetini sonlandırmaya karar verdiniz. Genelkurmay başkanı Williams Kaliman Romero, size “istifa etmenizi” önerdi. İktidarı bırakma kararına asıl ne sebep oldu? Ordu neden bu kadar kolay darbeden yana saf tuttu?
Darbe üç aşamada gerçekleşti. İlki, seçimi takip eden gün başlayan sivil aşama idi. İkinci sıradaki adaydan on puan daha fazla aldık ki bu, ikinci tura gidilmesini gereksiz kılan bir gelişmeydi. Seçimi kaybetmiş olan Carlos Mesa, zaferimizi tanımadı ve seçimin yenilenmesini (balotaj) talep etti. Bunun üzerine geleneksel orta sınıf isyan etti ve ırksal üstünlükleri temelinde gürültü kopartmaya başladı. Santa Cruz, Cochabamba ve La Paz gibi şehirlerde hükümet karşıtı eylemler düzenlediler. Devlet binalarını ateşe verdiler. Oyların sayıldığı dokuz seçim kurulu binasının beşine saldırı düzenlendi ve bu binalar ateşe verildi. Ayrıca eylemciler, oy sandıklarını ve pusulaları da yaktılar.
Ardından geleneksel orta sınıfın yoğun olarak yaşadığı bölgelerin tamamında iş bırakma çağrısında bulundular. Devamında faşist paramiliter çeteler ortaya çıktı ve sendikacılara saldırmaya başladı. Bu çeteler, köylülere ve sendikacılara ait binaları ateşe verdiler, liderlerine saldırdılar. Yürüyüş yapan köylü kadınlar, beyzbol sopalı, üzerlerinde çiviler bulunan değnekler taşıyan beş yüz-altıyüz kişilik motosikletli çetelerin saldırılarına uğradı. Bu çeteler kadınlara gaz bombası bile attılar.
Bir kasabanın kadın belediye başkanını kaçırıp dövdüler, yerlerde sürüklediler, üzerine işediler, saçlarını tıraş ettiler ve linç tehdidinde bulundular. TV kameralarının önünde belediye başkanının yüzünü kırmızıya boyadılar. Karşılarına çıkan köylüleri öldüresiye dövdüler. Tüm bunlar, darbenin sivil aşamasında yaşandı. Bu dönemde devlet ve yasal zemine sahip kurumların görmezden geldikleri bir tür terörizmi halka dayattılar.
Halk güçleri ise darbeye direnişle karşılık verdi. Ülkenin en önemli sendika federasyonu olan Bolivya İşçi Merkezi mensubu madenciler La Paz’a geldiler. Başkanı savunmak için köylüler, yerliler ve kent sakinleri sokaklara döküldüler. Demokrasiyi savunan sivil güçlerle darbe yanlısı güçler karşı karşıya gelmiş olsaydı bu çatışmadan muhtemelen zaferle çıkardık. Lâkin sonrasında ikinci aşamaya geçildi. Polis müdahalesi gerçekleşti. Bu noktada güç dengesi değişti. Sivillerin komutasından çıkan polis, saldırı altındaki kurumları ve sektörleri korumayı başaramadı. Dolayısıyla genelkurmay başkanlığı, sivillerin idaresini tanımayıp Evo’yu istifaya çağırdı.
Darbe, sivil güçlerden polise oradan da orduya doğru işleyen bir süreç dâhilinde gerçekleşti. Eğer ordu ve polis başka bir tutum takınmış olsaydı, darbeyi henüz sivillerin öne çıktığı aşamada durdurabilirdik.
Asıl her şey, polis ve ordu sırtını bize döndüğü noktada değişti. Sendika liderlerini koruyamayan, düzeni sağlamak için müdahale etmeyen, paramiliter çetelerin kadınlara saldırmasına mani olmayan aynı güçler, ertesi gün meşru kurumları tanımadıklarını beyan ettiler. Köylüleri ve liderleri hapse atan, göstericilerin üzerlerine gaz bombaları yağdıran polis, baskı kurmak için elinden geleni yaptı. Örneğin dün [15 Kasım] yedi insanı katletti. Son beş günde ölü sayısı on sekize ulaştı [16 Kasım Cumartesi günü yapılan bu röportaja dek sayı giderek arttı.]
Darbe yanlısı güçler, tarihsel açıdan Evo’yu iktidara taşıyan kitle tabanını meydana getiren madenciler, köylüler ve işçiler gibi halk kesimlerine saldırıyorlar.
Bence onca çaba harcamış olmalarına rağmen bu noktada da onları yenebilirdik. Güç dengesini esas olarak ordu ve polis değiştirdi. Anayasayı takmayan bu güçler, darbeden ve isyancı güçlerden yana saf tuttular. Darbe de işte bu anda en sert aşamasına geçiş yaptı. Jeanine Áñez bu aşamada kendisini başkan ilân etti, hatta bir general, kadının üzerine başkanlık kuşağını geçirdi. Oysa yeni başkanı tayin eden meclis, bir düzenbazın başkanlık kuşağını birine takması hiçbir anlam ifade etmiyor!
Bu, General Luis García Meza’nın darbe yaptığı seksenlerden beri tanık olmadığımız bir durumdu. Meza, sırf başkan olmak için onlarca madenciyi ve sosyalist lider Marcelo Quiroga Santa Cruz’u öldürmüştü. Yaklaşık kırk yıldır bu tür bir görüntüyle, ordunun ve polisin sarayı işgal edip kendisini hükümet ilân ettiği bir durumla karşılaşmıyoruz. Jeanine Áñez kukladır, gerçek güç ise poliste ve yüksek rütbeli subaylardadır.
2008’de de bir darbe girişimi olmuştu. Onun altında da eskiden beri sağcı olan Doğu bölgesinden gelen muhafazakâr güçlerin imzası vardı ve o darbe girişimini de ABD Büyükelçisi Philip Goldberg destek vermişti. On bir yıl önce başarısız olan darbe neden bu kez başarılı oldu?
İki darbe girişimi arasında iki temel farklılık var. O zaman da “yurttaş komiteleri”nin yönlendirdiği sivil bir darbe söz konusu idi ve Santa Cruz ile diğer Doğu şehirlerindeki muhafazakâr unsurlar, kapitalizm yanlısı güçlerin yanında hizalanmışlardı. Bugün olduğu gibi o gün de her şey bir ayaklanma ile başlamıştı. Ama 2008’de polis ve asker saf değiştirmemişti.
Gelgelelim darbe yanlısı güçlerin kendi deneyimlerinden dersler çıkarttıklarını görmek gerekiyor. Bu sefer polisi ve komutanları satın alarak mevcut sorunu çözdüklerine hiç şüphe yok. Bu güçlerin saf değiştirmelerini sağlamak için yığınla para akıtmışlar. Anayasaya sadakatlerini sonlandırmak için güvenlik güçlerine milyonlarca dolar verilmiş olmalı.
İkinci farklılıksa Latin Amerika’nın birlikte tavır almış olması. O günlerde Brezilya’da Lula, Venezuela’da Chavez, Ekvador’da Rafael Correa, Arjantin’da Cristina Kirchner vardı. Şili, Michelle Bachelet tarafından yönetiliyordu. 2008’deki darbe girişimi esnasında Latin Amerika Ulusları Birliği [UNASUR] üyeleri Santiago de Chile’de acil toplantı gerçekleştirdiler. Başkanlığını Şili Cumhurbaşkanı Bachelet’in yaptığı toplantıda birlik üyesi devletler darbeye karşı çıktılar. Bugünse darbenin üzerinden bir hafta geçmiş, ortada on sekiz ölü var ama UNASUR’dan eser yok. ABD’ye bağımlı olmayan, demokrasiye saygı duyulması gerektiğini, barışın güvence altına alınmasının şart olduğunu söyleyen, egemen devletleri bir araya getiren yapının yerinde artık yeller esiyor. Bunun yerine Bolivya halkının katline dair kararları tasdik etme, onaylama noktasında gayet kötü bir rol oynayan Amerika Devletleri Teşkilâtı’nın vurdumduymaz tavırları güne hâkim oluyor.
Ekim ayından bu yana yapılmış on altı konuşmanın ses kayıtları çıktı ortaya ve bu kayıtlar Bolivya’daki muhalefet liderlerinin (eski Cochabamba valisi Manfred Reyes Villa, eski Cochabamba milletvekili Mauricio Muñoz) eski ABD’li asker ve senatörlerle (Marco Rubio, Ted Cruz, Bob Menendez) ilişkilerini ortaya koyuyor. Bu insanların amacı, Evo yeniden seçildiğinde ülkeyi istikrarsızlaştıracak bir kampanya başlatmak. Bu kampanya dâhilinde askerin ve polisin katılacağı bir ayaklanma tetiklenecek, MAS milletvekillerinin evlerine saldırılacak, böylelikle Evo istifa ettirilecek. Bu türden ifşaatları ciddiye alabilir miyiz?
Evet, bence almalıyız. Çünkü bu ifşaatlar bize, son aylarda siyaset sahnesinin perde arkasında yaşananlara dair çok şey söylüyorlar. Kanaatimce bu insanlar, bizim seçimleri kazandığımızın anlaşıldığı noktada bekledikleri o işareti almışlar.
2014’te biz, oyların yüzde 62’sini almıştık, bugünse oy oranımız yüzde 47. Seçimleri kazandık, ama eskiden sahip olduğumuz muazzam avantajı yitirdik. Oy oranımızın yüzde 50’nin altına düştüğünü görünce bu insanlar, demokrasimizin ve anayasal düzenin zayıfladığını düşündüler. Seçimi takip eden gün “şimdi darbe yapmanın tam vakti” diye düşündüler. Bunun üzerine de bize saldırmaya başladılar.
Sizin de söylediğiniz gibi MAS’ın oyu 2014’te yüzde 62 iken 2019’da bu oran yüzde 47’ye düştü. Demek ki son beş yıl içerisinde bir vakitler sizin başını çektiğiniz dönüşüm sürecine destek sunmuş orta sınıf size sırtını dönmüş. Yoksulluktan kurtulmuş, üniversiteye girme imkânı bulmuş, kamuda iş sahibi olmuş kesimler size verdikleri desteği bugün neden kestiler?
Bu süreçten çıkartmamız gereken birçok ders var ama öte yandan da süreci yüzeysel değil derinlemesine incelememiz gerekiyor. Bir seçimde yüzde 62 oy alıp diğerinde bu oranın yüzde 47’ye düşmesi olağan bir durum. Dünya genelinde birçok hükümet yüzde 33-40’lık oy oranlarıyla, hatta daha azıyla yönetiyorlar ülkelerini. Ama bir ülkenin başında ilerici bir hükümet varsa durum biraz daha içinden çıkılmaz bir hâl alıp karmaşıklaşmaya başlıyor. Eğer elinizde böylesi bir kitle desteğiniz varsa, ülkeyi idari planda yönetmeyi biliyorsunuz ama yüzde 50’nin altında oy alıyor, bir de toplumu dönüştürmeye çalışıyorsanız hükümetiniz o noktada farklı güçlüklerle yüzleşebiliyor. Bu güçlüklerden biri de devletin meşru baskı gücünün tarafsızlaştırılıp dönütürülmesi ile ilgili. Bu anlamda Venezuela, tüm diğer Latin Amerika ülkelerine kıyasla daha ileri bir konumdadır.
Sahip olduğu sorunların ötesinde Venezuela, devlete paralel işleyen devrimci süreç dâhilinde kendi savunmasını oluşturmayı bilmiş bir ülke. Biz bunu başaramadık. Gerekli görmediğimizden değil. Bu yönde adımlar attık ama bu, öyle hemen yapılacak bir iş değildi. Köklü değişimlerin yapılması gerekiyordu. Asıl üzerinde durduğumuz husus da buydu.
Bu, ta Salvador Allende dönemine dek uzanan bir tartışma aslında. Sosyalizme demokratik yoldan ulaşmak mümkün müdür? Evet mümkündür. Fakat demokrasiyi savunmak için belirli yapıların oluşturulması gerekir. Bence demokrasi, salt seçim demek değildir. Burada köklü bir demokrasi anlayışından bahsediyorum. Demokrasi eşitlik, hakların genişletilmesi, devletin ırkçı yaklaşımdan kurtarılması ve herkese haklarının verilmesi demektir. Dolayısıyla bir dönüşüm süreci demokratik değilse bir anlam ifade etmez. Bu dönüşüm sürecinde mevcut kurumlar dönüştürülmeli, ama bir yandan da dış güçlerin tetikledikleri huzursuzluk ve karşılıklıklarla yüzleşildiğinde elde edilmiş olan başarıları savunabilecek örgütsel formlara da sahip olunmalıdır. Şurası açık ki son yaşanan darbede polise ve askere dışarıdan yığınla para akıtılmıştır.
Anayasal düzenin çökmesi ihtimaline karşı halkın kendi savunma güçlerine sahip olması gerekir. Venezuela, bu türden güçleri inşa etmeyi bildi ama biz bilemedik. Çıkartılması gereken ilk ders budur. İkinci dersse şu; işletilen süreç ilerici ise o vakit o sürecin toplumsal akışkanlık, sınıf atlama hususunda kendi iç mekanizmalarına sahip olması gerekir. Çok fakirseniz fakir olanların arasına katılırsınız. Fakirseniz orta gelirli hâline gelirsiniz. Bu olmuyorsa demek ki kolektif kaynaklar yeterince demokratikleştirilmemiştir.
Ama öte yandan da halk katmanlarından gelip orta düzey gelirlere sahip olan insanlar, farklı türde beklentiler dillendirmeye başlamışlardır. Bu konuda kimseyi suçlamaya hakkımız yok. Bolivya’da yaşananların Brezilya veya diğer Latin Amerika ülkelerinde yaşananlarla aynı olmadığını görmek lazım. Bu ülkelerde süreç, orta sınıflardaki zenginleşme durduğu, bu insanlar bir kez daha uçurumdan aşağı yuvarlanacağı riskiyle yüzleştikleri noktada terse döndü. Bahsi geçen ülkeler, muhafazakârlığın hüküm sürdüğü bir döneme girmişlerdi. Oysa Bolivya’da toplumsal akışkanlık yavaşlasa da devam ediyordu. O hâlde bu ülkede ne oldu?
Bolivya’da orta sınıflar, artık üniversite eğitimi alan, belirli miktarda para biriktiren yoksul ve yerli halk katmanlarının “istilasına” uğradıklarını düşündüler. Bunlara göre yerliler ve yoksullar, kamunun her yanını ele geçirmişlerdi ve tüm işlerde onlar çalışıyorlardı. Bu geleneksel orta sınıfın felç olmasının ana sebebi, alt katmanlardan gelen yeni orta sınıfların sahneye çıkmış olmasıydı. Dolayısıyla eski orta sınıf, muhafazakâr bir konum aldı.
Peki biz neyi göremedik, neleri gözden kaçırdık? Söylemlerimizle bu geleneksel orta sınıfı ve yeni orta sınıfın belirli kesimlerini kucaklayamadık. Belki de sözlerimiz, gelişmekte olan gerçeklerin hızına ayak uyduramadı. Maddi planda sınıflar değişti, fakat bizim söylemimizin özü eski gerçeklikte çakılı kaldı.
Ana akım medya Carlos Mesa’yı merkez sağ siyasetçi olarak takdim ederken, Luis Fernando Camacho, halk protestolarının lideri olarak resmediliyor. Bu iki ismin politik-ideolojik çizgisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Carlos Mesa, kısa süre önce başkanlığa adaylığını koymuş Gonzalo Sánchez de Lozada’danın başkan yardımcısıydı. Kendisini merkez sağ çizgide biri olarak takdim eden Mesa, son süreçte tüm geleneksel orta sınıf gibi radikalleşti. Zaferimizi o da tanımadı. Mesa, seçim sonuçlarının açıklandığı gün olan 21 Ekim’de herkesi sokağa çağırdı. Aynı günün gecesi seçim kurulunun binaları ateşe verildi.
Darbenin gerçekleştiği hafta sonunda Mesa, tüm müzakere yollarını kapadı. Bayan Áñez’i ilkin o tanıdı. Áñez’in diktatörlere has tavırları, anayasayı ihlal etmesi ve insanları kıyımdan geçirmesi karşısında tek laf etmedi. Mesa, ılımlı bir liberal olmaktan çıkıp bir darbe destekçisine dönüştü. Tam da bu sebeple, “kriz anlarında ılımlı liberalin içindeki faşist ortaya çıkar” diyorum.
Luis Fernandez Camacho ise hayli muhafazakâr olan bir aileden geliyor. Babası, eski diktatör Hugo Banzer Suárez’in partisi Milliyetçi Demokratik Hareket’in üyesiydi. Bir iş adamı olarak Camcaho, Santa Cruz bölgesinde halkın belirli bir kesiminde mevcut olan hükümet karşıtlığından istifade etmeyi bildi. Dindar bir kişi olarak kitlesini ırkçı bir söylemle harekete geçirme imkânı buldu. O, insanların kendisine dua etmesini isteyen biri. Ayrıca öldürülecek kişiler listesi hazırlayan biri olması sebebiyle Pablo Escobar’ı kahraman olarak görüyor.
Haiti’den Şili’ye oradan Ekvador’a kadar tüm bölge, neoliberal hükümetlere karşı düzenlenen kitlesel gösterilerle sarsılıyor. Meksika ve Arjantin gibi önemli ülkelerde ise ilerici adaylar seçimlerden zaferle çıkıyorlar. Latin Amerika’nın yeniden yapılandırıldığı, çatışmaların yaşandığı bu bağlam dâhilinde yaşanan darbeyi nereye yerleştiriyorsunuz?
Birçok insan, ilericilik döngüsünün kapandığından bahsediyor. Bense bu “döngü” kavramının pek geçerli olmadığını düşünüyorum. Bence kıtada yaşananları “gelgit” olarak tanımlayabiliriz. Meksika ve Arjantin’deki ilerici hükümetleri buradan anlamak mümkün. Bir yerde dalgalar yükselirken bir yerde alçalıyor. Kanaatimce devrimi tıpkı 1848 devrimlerini izah eden Karl Marx gibi bir tür gelgit olarak tasvir etmek, bugünü anlamamızı ve kaotik durumu idrak etmemizi sağlayacak. Bolivya’da bu dalga geri çekiliyor, ama öte yandan Ekvador ve Şili’de neoliberal modele karşı gösteriler düzenleniyor…
Bolivya, Latin Amerika’da ilericiliğin temel dayanaklarından biri olagelmiştir. Sizce Morales karşıtı darbe, yeni bir ilerici dalganın yükselmesini sağlayabilir mi?
MAS başarılı bir proje ortaya koydu, dolayısıyla yeni bir ilerici dalganın bu darbe üzerinden yükselmesi mümkün. Bizim işleyen bir ekonomimiz vardı, zenginliği dağıtma noktasında kurduğumuz mekanizma çalışıyordu, sanayileşme süreci aksaksız ilerliyordu, makroekonomi yönetimimiz çalışıyordu. Bu süreci ne durdurdu? Elindeki şiddet araçlarıyla siyasetin ta kendisi.

18 Kasım 2019

, ,

Majestelerinin Muhalefeti

Fethullah dolayımıyla, özellikle Gezi’den beri içe sızan muhalefet ve siyaset anlayışı, sorgulanmayı bekliyor. Devlet arazisinde kendisini özne zannedenlerin, “özne oldum ben” diyenlerin, o öznelik ehliyetlerini nereden aldıklarını anlamaları gerekiyor. Fethullah’ın ruh üflediği sol, eleştirilmeye ihtiyaç duyuyor. Fethullah’la dirileceğini, irileşeceğini düşünenler, tel tel dökülüyorlar. Bugün solun iç hesaplaşması, temelde Fethullah’ın bağlı olduğu hatta örgütlenmiş kesimin tasfiyeci çizgisi ile alakalıdır.

Fethullah, devlet eliyle orta sınıflara dağıtılmış bir tür ulufedir. Bugün geri alınmaktadır. Tarihi cumhuriyetten, kişisel tarihini altmış darbesinden başlatanlar, kendisine karşı gelebilecek dinamikleri ezmeyi ve dinamikler arası bağları kopartmayı tek gelenek bellemiş bir devletteki sürekliliği görmemekte, bu sebeple her yaptığı ile devlete bağlanmaktadır. Tel tel dökülme, o ulufenin geri alınması ile bağlantılıdır.

Gezi zamanı mangalda kül bırakmayan birçok solcu, “gerektiğinde geri adım atmayı bilmek lazım” diyordu bir yandan da. Atmayı bilmeyenleri eleştiriyorlardı. Erdoğan’ın kurduğu Dolmabahçe masasına oturuyorlardı. Buna bağlı olarak girdikleri her yeri çürütüyor, dağıtıyorlardı. Her şeyde söz sahibi olup tüm çalışmaları devletin ve sermayenin çıkarlarına bağlıyorlardı. Akılsız ve tehlikeli buldukları kitlenin dizginleri, bilerek ve kasten bu kişilerin eline teslim ediliyordu.

* * *

Sol, sırf varolmak için devlete gizliden verilen, “her türlü zararlı unsuru ben kontrol altında tutarım” mesajından başka bir şey değil. Gezi, bu şekilde heba edildi. Dün kendi Gezi’sini, ayaklanmasını felç etmek için elinden geleni yapanlar, bugün başka ülkelerin isyanlarına nağmeler düzüyorlar, hatta kimi zaman haddini bilmeden akıl veriyorlar. Aslında altta kaynayan kazanı soğutmak istiyorlar. Ayaklanmaların olası iç etkilerini silmeye çalışıyorlar. Tabandaki gençler bu sayede susturuluyor. Her şeyi devletin ve sermayenin kontrolündeki güçlere teslim ediyorlar, sonra da isyan, ayaklanma edebiyatı yapıyorlar. Sol, ayaklanma, devrim ve sosyalizm istemeyen kişilerin güdümünde ve hâkimiyetinde olduğunu bugün de ortaya koyuyor.

Gezi günlerinde Ukrayna’da, Libya’da, Suriye’de, Venezuela’da olan tüm ABD kaynaklı isyanlara destek veren kimi solcular, bugün Bolivya’ya timsah gözyaşı döküyorlar. Hepsi, gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor. Ukrayna’da Lenin heykeli yıkıldığında, Avrupa’daki Neonaziler silahlanıp bu ülkeye geldiklerinde aynı solcular, burada “devrim” türküleri söylüyorlardı. Çünkü aynı Neonazilerin eline silâh verilip Suriye’ye gönderilecekti.

* * *

Sol şeflerin devrimle ve sosyalizmle ilişkisi, onlara mani olma iradesine tabidir.

O sol, devlet katında dönen dolapları, aşağıda yoksulla ağlamaya, işçiyle soğan kırmaya, yumruk sıkmaya tercih ediyor. Yoksulu, ezileni, işçiyi hor görüyor, ama bunları hasımlarını alt etmek için bir sopa hâline getirmeyi, kendisine verilen görevler konusunda şahsi varlığını satmayı iyi biliyor.

“Yoksullara ekmek yoksa zenginlere de huzur yok.”

İran’da bir banka ateşe verilmiş… Gezi zamanı bir İş Bankası şubesini ateşe vermeye çalışan gençleri durduranlar, sonrasında o bankanın ideolojisine övgüler düzenler, bu haberi sevinç naralarıyla paylaşıyorlar.

İş Bankası, kurtuluş mücadelesi esnasında Hintli Müslümanların gönderdikleri, Ankara’ya gelince gasp edilen paralarla kuruluyor. O Müslüman irade, bugünde belirli kişilerin kendilerine tuttukları fener adına kurban ediliyor. Kimse, o fenerdeki ışığın kaynağını sorgulamıyor. Bugünü, bugünde kendisine verilen madalyaları göklere çıkartanlar, yoksulların, ezilenlerin gökten yağdıracakları yıldırımları durdurmanın yollarını arıyorlar. Bugünkü isyanlarla ilgili yazıları buradan okumak gerekiyor.

* * *

Bugün dünyanın dört bir yanında çıkan isyanlara dair haberleri paylaşanlara, “siz Gezi’de ne yaptınız?” diye sormak gerekiyor. Halkın evlatlarının terini, kanını küçük burjuva dünyaları için istismar etmeye kalkanlar eleştirilmeyi bekliyor. Özgürlük mücadelesinden önce mücadele özgürleşmeli zira. O kanı ve teri pazarda satılığa çıkartanlara, gençlerin isimlerini dahi unutanlara, pazarlık sonucu gelinen mevkilere, oturulan milletvekili koltuklarına laf etmeden yol alınamıyor. Kişisel kariyer planları, çek defterleri, açılan mekânlar, dolan cepler, Avrupa pasaportları, devlet katında bulunan bağlar… bir isyan ateşini bunlar söndürüyor.

* * *

“Bu işçiler çok kaba, tüm sorunlar bununla ilgiliydi, bunların demokrasi terbiyesi edinmesi lazım” diyen sol ile “işçilere devlet disiplini vermek gerek” diyen Perinçek, aynı madalyonun iki yüzü sonuçta. Madalyonun sahibi ise belli. Bugündeki mevki adına herkes o sahibe örgütlenmiş, onu put eylemiş durumda. Sol, devlet katında kurduğu bağlara dolanıyor. O bağlarda “demokrasi terbiyesi” ile “devlet disiplini” arasında hiçbir fark bulunmuyor.

Putlarsa işçilerin, yoksulların kendi iç terbiyesi, iç disiplini ile yıkılıyor. Egemenlerden egemen olmayı öğrenmek, teslimiyetin ilk adımı. Devletin, yüksek siyasetin koridorlarında adam yurduna konulmayı sevenlerin bugünkü isyanlardan öğrenecek bir şeyi yok. Onlar, o isyanların önünü alma araçları. Sonuçta devrimden nefret ediyorlar, kitlesel mücadeleden korkuyorlar:

“Liberal burjuvazinin partisi olarak Kadetler, çarla ve feodal toprak sahipleriyle iktidarı paylaşmak, ama aynı çarın ve toprak sahiplerinin iktidarını ortadan kaldırmamak ve o iktidarı halka teslim etmemek istiyorlar. İktidarı almalarına mani oluyor diye hükümetten nefret eden liberaller, bir yandan o hükümeti ifşa ediyorlar bir yandan da onu kararsızlığa ve dağınıklığa sürüklüyorlar. Gelgelelim liberallerdeki devrime yönelik nefret, kitle mücadelesiyle alakalı korku, onların siyasetinde çok daha büyük bir yer tutuyor. Liberaller, halkın kurtuluş hareketi karşısında tereddüde ve kararsızlığa sürükleniyorlar. Dolayısıyla en önemli momentlerde birer hain olarak, krallığın safına geçiyorlar. Karşı-devrim esnasında çarlığın ‘Slavcı düşler’ini dillendirip ‘sorumlu muhalefet’ pozları takınan, böylelikle ‘Majestelerinin Muhalefeti’ olarak çarın önünde diz çöken, devrimcilere ve kitlelerin devrimci mücadelesine çamur atıp duran liberaller, özgürlük mücadelesinden giderek uzaklaşıyorlar.” [1]

Eren Balkır
18 Kasım 2019

Dipnot:
[1] V. I. Lenin, “The Election Platform of the RSDLP”, Mart 1912, Collected Works, Cilt 17, s. 511.

17 Kasım 2019

Yirmi Birinci Yüzyıl Viktoryenleri


“Viktoryen” sözcüğü, hep modası geçmiş fikirleri anıştırmış: korse içinde sıkışıp kalmış kadınlar, sınırları belli cinsiyet rolleri ve cinsellikle ilgili tüm konularda aşırı namuslu geçinme. Gösteriş amaçlı tüketim ideolojisinin ve kendini ifade etmenin hâkim olduğu bir dünyada on dokuzuncu yüzyıla ait bu kendini kısıtlamayı ve inkâr etmeyi temel alan anlayışlar, alabildiğine demode aslında.
Gelgelelim, Viktoryen ahlâkının da mevta olduğunu kimse söyleyemez.
Bu ahlâk hâlen daha yaşıyor ve kendisini günümüzde tanık olduğumuz üst orta sınıf davranışlarında dışavuruyor. Bazı yönlerinin yerinde yeller esiyor olsa da burjuvazinin diğer sınıflar karşısında ahlâkî üstünlüğe sahip olduğuna dair inanç, varlığını koruyor.
Bugün sabit bisiklet egzersizleri, “kendi gıda ürünlerini kendin yetiştir” akımı ve kolej başvurusu işlemi, eskinin Pazar gezilerinin, akşam kurslarının ve haftalık toplantılarının yerini aldı. Ama gene de bir hata yapmayalım. Bunların hepsi aynı amaca, sınıfsal imtiyazı bireysel erdeme dönüştürüp toplumsal hâkimiyete destek olmaya hizmet ediyorlar.
Viktoryen Değerler
Tarihçi Peter Gay, “Viktoryen” sözcüğünü, en geniş mânâda, uzun on dokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa ve ABD’deki eğitimli üst orta sınıfların kültürünü tanımlamak için kullanıyor. Bu toplumsal kesim, elbette cinsiyet, cinsellik ve aile konusunda bizim genel hatlarıyla aktardıklarımızdan daha karmaşık kanaatlere sahipti.
Viktoryen dönemin insanlarının katı ahlâk kurallarını dayattıklarını söylemek mümkünse de bu insanlar, üstelik çoğu zaman, hem de takıntılı bir biçimde, her daim seks hakkında konuşuyorlardı. Gay’in de ifade ettiği biçimiyle zengin çiftler, Newcomen buhar makinesinden bahsetmekten çok, içinden ateş fışkıran aşk mektupları yazıyorlardı.
Müsamahasız ve otoriter baba klişesine rağmen bu dönem, esasen bugün tanış olduğumuz ebeveynlik anlayışlarının öncülüğünü yaptı. Gerçek bir erkek, sadece ailesinin geçimini sağlamakla kalmamalı, aynı zamanda çocuklarının duygusal açıdan iyi olmasını sağlayacak hususlarla da ilgilenmeliydi.
Her ne kadar on dokuzuncu yüzyılın üst orta sınıfı, bugün bizim hayal ettiğimiz ölçüde müsamahasız ve aşırı namuslu geçinen, bağnaz bir sınıf olmasa da onun katı davranış kurallarına bağlı olduğunu söylemek lazım. Bu normatif kurallar, dönemin değişen sınıfsal yapısına ve güçlenen burjuvazinin eski aristokrasinin politik, toplumsal ve kültürel hayatın merkezinde oluşuna karşı çıkmadaki erdeme başvurmak suretiyle, asiller karşısında ahlâkî üstünlüğünü ortaya koyma arzusunun bir yansımasıydı. Soyluların oğulları avlanıp ziyafet verirlerken, bankacıların ve avukatların oğulları çalışıyor, aile kuruyor ve kendilerini eğitiyorlardı.
Almanya’da tercümesi neredeyse imkânsız olan Bildung sözcüğü, esasen kişinin kendisini yetiştirip geliştirmesiyle edindiği eğitimi ifade ediyor. Farklı ulusların konuştuğu farklı dillerde karşılık bulan bu fikir, bahsi geçen yeni sınıfı tüm ulusal sınırları silerek birbirine bağladı. Kendini geliştirme meselesi, bu sınıfın giderek yozlaşmış ve itibar kaybetmiş olan yüzde birden farklılaşmasını sağladı.
Misal, müzik dinlemek, eğlenceden ziyade eğitimle alakalı bir tecrübeydi. On sekizinci yüzyılın klasik oda müziği, aristokratların düzenledikleri akşam partilerine bir fon müziği olarak hoşluk katmaktan ibaretti. Konser salonlarında asiller, localarda icracılara yarım yamalak ilgi gösterirler, birbirlerine sarılıp halvet olurlardı.
Fakat giderek güçlenen kapitalist sınıf, o konserlere gittiğinde boş boş çene çalmak yerine put gibi durup müziğe yoğunlaşabilmek için herkesten sessiz olmasını istedi.
Viktorya döneminde Almanlar, bir konser performansı esnasında sabit şekilde oturabilmek için gerekli olan kas kontrolünü tarif etmek amacıyla Sitzfleisch (et gibi oturma) tabirini ürettiler. Öksürük ve hapşırma seslerine bile izin verilmemeliydi ki herkes müziğe konsantre olabilsin ve kendisini geliştirebilsin.
Bildung arayışı, gündelik hayata da nüfuz etti. Eş ve anne olmanın ötesine geçip kariyer sahibi olma umudu bulunmayan zengin genç kadınlar, en azından bir dil öğreniyor, piyano ve ses dersleri alıyorlardı. Erkeklerse akşamları kentteki kurumsal faaliyetlere katılıyor veya belirli konularda dersler alıyorlardı.
İşe yarama ve başarılı olma hedefine vakfettikleri hayatları dâhilinde bu zengin Viktoryenler, kendilerini bu bağlılıklarını sergilemek, hem kendilerinden daha zengin hem de daha fakir olanlarla aralarındaki farkı ortaya koymak zorunda hissediyorlardı.
Bu insanlar sahip oldukları zenginlikleri, zevkleri ve tevazuu aynı anda ortaya koyan ev eşyalarına ve süslere yığınla para harcıyorlardı. Evde bir salon varsa bu tür harcamalar yapmak zorunda olduklarını gayet iyi biliyorlardı. Bu salon, evde kalanların asla tek başına giremedikleri, tümüyle misafirlerin ağırlanması için tahsis edilmiş bir yerdi. Pazar günleri maaile parkta gezintiye çıkılırdı.
Esasında tüm Avrupa ve ABD’de daha fazla kamusal parkın inşa edilmesi için asıl baskıyı zengin aileler yapmışlardı. Oysa bu parklar, zenginlerin değerlerine uygun olarak avamın keyfini çıkartacakları yerler değillerdi, buralar, sadece en iyi hâliyle Pazar günleri gösteriş yapmak için vardı.
Örneğin New York’taki Central Park’ta halkın çimler üzerinde yürümesi veya spor yapması yasaktı. Okul bahçelerinde oynamalarına izin verilmezden önce okuldan “iyi hâl belgesi” alınması gerekmekteydi. Ayrıca Pazar’ları bira satışı da yasaktı.
Parklar, işçilerin boş zaman geçirecekleri yerler değildi ve esasen disiplinle alakalıydı. Buralarda işçiler, parkın keyfini çıkartma konusunda geçerli olan en uygun yolu olan gezintiye çıkmayı öğrenirlerdi. ABD’nin ilk peyzaj mimarı olan Frederick Law Olmsted’in ilk inşa ettiği, Viktorya dönemine has doğa anlayışına bağlı kalan devasa bir tapınak şeklinde tasarlanmış olan park, insanların kendilerini geliştirecekleri bir alan olarak iş gördü.
Fitness Ahlâkı
Bugünlerde silindir şapkalı erkeklerin, jüponlu kadınların çocuklarını Pazar günleri dolaştırdıklarına tanık olmasak da parklar, erdemli ve disiplinli kişiler olunduğunun bir biçimde ortaya konduğu yerler olmaya devam ettiler. Bugünlerde hâkim olan fitness kültürü, on dokuzuncu yüzyıla has, kendini geliştirme ve disipline etme üzerine kurulu ahlâk anlayışının cisimleşmiş hâli.
Viktorya dönemi insanları fiziksel aktivitelerde bulunmak istemezlerdi. Onlar, üzerlerinde fazladan ağırlık taşımanın sınıfa ve saygınlığa dair bir işaret olduğuna inanırlardı. Fitness ve spor, orta sınıfların hayatına yirminci yüzyılda sızmaya başladı. Bugünlerde ise eskinin park gezintilerine benzer bir işlev görüyor.
Bu fikir, ilkin dokuz yıl önce oluştu zihnimde. Michigan eyaletinin Grand Rapids şehrinde yaşıyordum o dönemde. Şehirde bisikletime binip bilmediğim yerleri keşfederdim. Bir gün şehrin doğu yakasına gitmeye karar verdim, çünkü bu zengin mahallede Reeds Gölü’nün çevreleyen bir bisiklet yolu vardı.
Oraya gittiğimde egzersiz kıyafeti giymemiş tek kişinin ben olduğunu gördüm. Tabii herkes egzersiz yapıyor değildi, ama birçoğu, ataları gibi yürüyüş bile yapmasa da üzerinlerinde spor kıyafetleri vardı. Diğer bisikletçiler tayt giymişlerdi ve hepsi de Fransa Bisiklet Yarışı’nın çıkış çizgisindeki sporculara benziyordu.
Bu kıyafetler, esasen “yanlış anlamayın, biz sırf bir yerden bir yere gitmek için bisiklete biniyor değiliz ayrıca yürüyüş de yapmıyoruz. Burada egzersiz için bulunuyoruz” mesajı veriyorlardı. Doğu yakasının bu zengin sakinleri, parkta yürüme meselesini bir tür fitness rutinine çevirmişlerdi; şık ama spor giyimli bu kişiler, eylemlerinin kendini geliştirme amaçlı olduğunu örtük olarak söylemiş oluyorlardı.
Hot yoga, iç mekânda bisiklet egzersizi (spinning) ve CrossFit gibi pratiklerin hepsi, özveriyle ve kendini disipline etmeyle alakalı. Özveri, kendini inkâr etme ve disiplin Viktorya döneminde göklere çıkartılan hasletlerdir. Maraton koşmak, bu konuda son dönemde önemli bir gösterge hâline gelmiştir. Yarışmacılar, kendi bedenlerine erdemli, biraz da tuhaf bir biçimde işkence ettiklerini herkese göstermek için sosyal medyaya çektikleri fotoğrafları yüklemektedirler.
Bu yaklaşım gündelik faaliyetlere de sızmaktadır. Trader Joe’s ve Whole Foods marketleri, görünüşte üzerinde tek damla ter bulunmayan egzersiz kıyafetleri giymiş insanlarla dolup taşmaktadır. Bu tür kıyafetler, giyenlerin, egzersiz yapmadıklarında bile, kendi bedenlerine dikkat eden insanlar olduklarının birer delili gibidirler. Yoga pantolonları ve koşu ayakkabıları, korseli elbiseler giymiş on dokuzuncu yüzyıl kadınlarında olduğu gibi, erdemli oluşun birer tezahürüdür.
Bugünlerde fit olmak, klas olmak demektir. Fitness yapmak ama aynı zamanda yemek kültürüne sahip olmak, önemli bir meseledir. Kaloriler ucuzladıkça obezite de zenginliğin alameti olmaktan çıkıp ahlâkî açıdan hatalı oluşun alameti hâline gelmiştir. Bugün sağlıksız olmak, on dokuzuncu yüzyılda işçi sınıfında görülen, cinsellikle alakalı âdetlerde olduğu gibi, yoksullara has açgözlülüğe dair bir belirti olarak görülmektedir.
Her iki düşünce tarzı da alt sınıfların kendilerini kontrol edemediğini, dolayısıyla ellerinde olanlardan daha fazlasını hak etmediklerini söyler. Dolayısıyla sağlık hizmetlerini sübvanse etmeye de ücretlerin artırılmasına da gerek yoktur. Her şeyden önce yoksullar, zaten paralarını sigaraya ve çizburgere yatırmaktadırlar.
Dün olduğu gibi bugün de sağlık konusunda oluşan farklılık, işçi bedenlerine yönelik tiksinmeyle alakalıdır. Wigen Pier Yolu isimli romanında George Orwell, Viktorya çağının son döneminde yetiştirme tarzını irdeler ve kendisinin yetiştirilme süreci dâhilinde işçi bedeninin tiksinilecek bir şey olduğuna inandırıldığından bahseder. Orwell’ın yaşadığı dönemde aradaki farkı oluşturansa fitness değil, çorbadır. Orwell’a alt sınıfların koktukları öğretilmiştir.
Bugünlerde Wal-Mart İnsanları gibi internet sitelerinde sınıfları dikine kesen bir korku dışavuruyor. Bugünün Viktoryenleri, yıkanmayan büyük kitlenin dayağını yememek için aşırı yemek yiyenlere sallıyorlar.
On dokuzuncu yüzyıl burjuvazisi balık etli olanları yok edilmesi gereken birer utanç kaynağı değil, zenginliğin birer işareti olarak görürdü, ama bugün manevi açıdan o burjuvazinin soyundan gelenlerse doğru gıda türleriyle beslenmeye kafayı takmış görünüyorlar. Son on beş yıldır organik gıda, mutlak bir gereklilik olarak görülüyor.
Örneğin glütensiz hareketini ele alalım. Bu hareket, buğdaydan tümüyle uzak durmak zorunda olan çölyak hastalarını değil, yemeklerinden glüteni çıkartmak isteyenleri ifade ediyor. Birkaç yıl önce memleketim olan ve tarımın hâkim olduğu Nebraska’da glütensiz beslenen birini bulmanın şehir kütüphanesinde Kropotkin’in toplu eserlerini bulmak kadar zor olduğunu söylüyordum. Oysa bugün glütensiz yiyeceklere her markette rastlanıyor.
Gıda ve beslenme konusunda geliştirilen bu disiplin, Viktorya dönemi insanlarının gurur duyacakları, erdemli olmanın delili olan bir özveri örneği aslında. Keşke dedemler, kendi patatesini ve hıyarını yetiştirmenin onları kıro değil de sosyetik kılacağını görecek kadar yaşasalardı.
Anne Savaşları ve Kolej Başvuruları
Bugün benzer bir dinamik, aile hayatına sirayet ediyor. Tıpkı ataları gibi bugünün üst orta sınıfları da aile meselesine epey özen gösteriyorlar. Her ne kadar on dokuzuncu yüzyıl otoriterizminin yerinde yeller esiyor olsa da bu dönemde insanlar, çocukluğu ayrıksı ve özel bir kesit olarak değerlendirirlerdi. Ebeveynler, bu anlayış doğrultusunda hareket eder, çocuklarına evlerinde bakarlardı.
Çocuk yetiştirme uygulamaları her geçen yıl meşakkatli bir hâl alıyor. Bu da ebeveynlerin aşırı bir disiplinle, üstelik kendilerini inkâr ederek yaşamalarını gerekli kılıyor. Kısa süre önce yayımlanan Her Şey Keyifli ama Eğlenceli Değil isimli kitabın adını duysa bir Viktoryen, eminim ki bu isimden hoşlanırdı. Eğlenceden daha anlamsız ve eğitime daha fazla kapalı bir şey var mı şu dünyada? Günümüzde çocuk yetiştirme pratiklerinin talepleri karşısında eğlenceye vakit bulmak mümkün değil.
Anneler, uzun süre yemek vermek, emzirmek, çocuklarına organik yiyecekler yedirmek, çocuklarını TV ekranından uzak tutmak zorunda. En ufak bir dalgınlık, kusur olarak görülüyor. Muhtemelen Viktorya çağına ait değerlerle bugünün değerleri arasındaki bağ da buradan kuruluyor: bugünün değerleri de Viktorya dönemi değeri de kadınları kısıtlıyor, cinsiyet hiyerarşisini pekiştiriyor.
Yeni beklentilerin paraya ve zamana muhtaç olmaları asla tesadüfi değil. Birden fazla hizmet sektörüne ait işi bir arada yapmak zorunda olan bir kadın için çocuk emzirmek, büroda çalışmaktan daha zor bir iş (beyaz yakalı-mavi yakalı işçiler arasında ebeveyn izni konusunda görülen eşitsizlikten bahsetmeye bile gerek yok).
Bugün çocuk emzirmeyle alakalı ahlâkî zorunluluklar, emzirme imkânı bulamayan işçi kadınların ahlâkî açıdan yargılanmalarına neden oluyor. Emzirme ile ilgili kısıtlamalar konusunda ciddi savaşlar veriliyor, ama sonuçta işçi kadınlara daha fazla emzirme imkânı sunulması ile alakalı talepler nadiren dillendiriliyor.
Çocuklar büyüdüğünde ebeveynlerden beklentiler daha da artıyor. Çocuklar spor kulüplerine gönderiliyor, sonuçta anne babalar onlara destek vermek için boş zamanlarından feragat etmek zorunda kalıyorlar. Bu türden faaliyetler zaman ve para harcanmasını gerekli kılıyor. Zaman ve para, işçilerin esasen mahrum olduğu iki temel kaynak.
Organize faaliyetlerin hızla artması, esasen kendi geliştirme pratiğinin başka bir biçimini ifade ediyor: çocuğun boş zamanı, artık tümüyle Bildung için tahsis ediliyor. Bu fırsatları çocuklara sunma kabiliyeti ise ailenin ekonomik durumunun değil, ahlâkının bir yansıması olarak değerlendiriliyor. Tıpkı Viktorya çağı kadınlarının piyano ve İtalyanca öğrenmek zorunda olmaları, böylelikle toplumun diğer katmanlarında görülmeyen bir zarafete kavuşmalarında olduğu gibi, bugünün çocukları da futbol oynuyorlar, Çince öğreniyorlar, bir yardım kuruluşunda gönüllü olarak çalışıyorlar.
Gelgelelim Bildung konusunda günümüzde süren kapışmanın, yarışın zirvesini ise kolej başvurusu denilen işlem teşkil ediyor. Dickens, muhtemelen bu uygulamadaki saçmalığı gayet güzel hicvederdi, lâkin bizim, onun on dokuzuncu yüzyıldaki muadilini bulmamıza imkân yok. Milyonlarca insan, imtiyaza ağırlık veren bir sistem varmış ve bu sistem bir tür liyakat temelinde işliyormuş gibi bazı adımlar atıyor ve kişilerinin değerinin kabul edildikleri okulların itibarlarına göre belirlendiğine inanıyor.
Liseyi bitiren birçok Amerikalı, iki okula başvuru yapıyor. Üst sınıfa mensup çocuklarsa standart hazırlık sınıflarına gidiyor, staj yapıyor veya yaz boyu giriş için gerekli makaleleri için malzeme toplamak amacıyla seyahat ediyor ve bir düzine okula başvuruda bulunuyor, böylelikle en iyi okula girme şanslarını artırmaya çalışıyor. Çocuklarının mevcut entelektüel becerileriyle zerre ilgilenmeyen anne babalar, bu sayede devlet destekli bir eyalet üniversitesine başvuru yapan avam tabakaya kıyasla daha iyi bir okula gideceklerini bilmenin rahatlığı ile hareket ediyor.
Herkes İçin Bildung!
Bugünün üst orta sınıfı, tıpkı Viktorya çağının insanları gibi, meritokratik bir toplum kurgusunu savunmaktadır. Bu hikâye, onlara işçilerin sırtından geçinip ekonomik konumlarını muhafaza etme imkânı sunmaktadır. İşçilere ise sağlık sorunlarının ve iş hayatlarındaki sıkıntılı gelişmelerin sistemdeki bozukluktan değil de bireysel hatalardan kaynaklandığı öğretilmektedir.
Egzersiz yapmak, organik gıda tüketmek ve çocukları boş zamanlarında faydalı işler yapmaya zorlamak, elbette kötü şeyler değildirler. Ancak bunlar, toplumsal eşitsizliği meşrulaştırmak ve bir sınıfın ahlâkî açıdan diğer bir sınıftan üstün olduğunu iddia etmek için kullanıldıklarında, burjuva değerlere ait birer işaret hâline gelirler. On dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi bugün de rahatsız edici bir nitelik arz ederler.
Sağlığımıza, yediklerimize ve eğitimimize tabii ki önem vermeliyiz. Fakat bunları sınıfsal hâkimiyetimize dayanak teşkil edecek sütunlar olarak görmek yerine, onları herkes için geliştirmek gerekir. Üst sınıfa mensup, vasat düzeydeki çocukların prestijli kolejlere sokulması için harcanan enerjinin tamamını yüksek eğitimi daha erişilir ve daha ucuz hâle getirmek için teksif etmek mümkündür. Sağlıklı gıda ürünlerinin herkese ulaştırılması, en temiz ürünleri satın almak suretiyle statü sahibi olmaya göre daha öncelikli bir hedef hâline getirilebilir. Bir düşünsenize, dünyaya hükmeden, Viktorya çağına ait değerler değil de sosyalist değerler olsaydı, dünya nasıl bir yer olurdu?
Jason Tebbe
31 Ekim 2016