Bir zamanlar göklere
çıkartılan Jean-Paul Sartre’ın ismi artık neredeyse anılmaz oldu. 1980’de
ölümünden kısa bir süre sonra Sovyet gulaglarını görmezden gelişi sebebiyle
saldırıya uğramış olan Sartre’ın humanist varoluşçuluğu bile sahip olduğu
iyimserlik, iradecilik ve zinde kavrayışı ile alaya alınmıştı. Sartre’ın tüm
kariyeri, hem sadece kimsenin dikkatini çekmeyen ateşli bir anti-komünizm
hünerine sahip olan Yeni Felsefecilere [Nouveaux
Philosophes] hem de birkaç istisna dışında, Sartre’daki popülizmi ve destansı
kamu siyasetiyle derinlemesine çatışan asık suratlı teknolojik narsizmin
batağına saplanmış postyapısalcılara ve postmodernistlere saldırmakla geçti.
Romandan denemeye, tiyatro
oyunundan biyografiye, felsefî metinden politik çalışmalara bir dizi alanda
eser ortaya koymuş olan Sartre, politik bir aydın ve davasına bağlı bir eylemci
olarak muhtemelen etkilediği insandan daha fazlasını kendisinden nefret
ettirmeyi bilmiş biriydi. Yirmi yıl içerisinde eserlerinden en fazla alıntı
yapılan usta düşünür [maîtres penseurs]
hâline gelen Sartre, en az okunup en az analize tabi tutulan isimdi.
Cezayir ve Vietnam konusunda
aldığı cesur konumlar zamanla unutuldu. Ezilenler adına kaleme alınmış
eserleri, büyük bir yüreklilikle, 1968’de Paris’te gerçekleştirilen öğrenci
eylemleri esnasında Maoist bir devrimci olarak sahneye çıkışı, ayrıca
(sonrasında reddettiği Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasına vesile olan) o eşsiz
edebi eserleri de nisyana gömüldü.
Sartre iftiralara layık
görülen eski bir ünlü isim hâline geldi. Sadece İngiliz-Amerikan dünyasında
felsefeci olarak ciddiye alınmaya devam etti, ama buralarda bile bir miktar
küçümseyici bir tavırla, tuhaf bir romancı ve hatıra yazarı kimliğiyle, kendisi
kadar yetenekli olmayan Camus gibi anti-komünist, şık ve ilgi uyandırıcı
olmadığı için daha az okundu.
Sonrasında Fransa’da birçok
şey gibi moda da değişmeye başladı veya belirli bir mesafeden bakıldığında değişmiş
gibi göründü. Zamanla Sartre’la alakalı bir dizi kitap yayımlandı. Sartre, bir
kez daha (en azından belirli bir süre için) incelemelerin veya tefekkürün
değilse bile tekrar sohbetlerin ana konusu hâline geldi. Birkaç kuşağın
yirminci yüzyılın en önemli entelektüel kahramanlarından biri olarak gördüğü
Sartre’daki her bir düşünsel meziyet ve irfan, her daim ilericiliğin güttüğü
neredeyse tüm davaların hizmetine sunulmuştu.
Öte yandan Sartre, ne
kusursuz biriydi ne de peygamberdi. Bilâkis Sartre, verili durumları anlama
çabası ve gerektiği noktada politik planda güdülen davalarla ve mücadelelerle dayanışma
ilişkisi kurması sebebiyle hayran olunacak bir isimdi. O, asla bir şeyi veya
kişiyi küçümsemez, asla kaçak güreşmezdi. Hata ve mübalağa yoluna sapsa bile
lafını asla esirgemezdi. Kaleme aldığı neredeyse tüm metinler, esasen sahip
olduğu cesaret, hürriyet (hatta lafebesi olma hürriyeti) ve ruhundaki cömertlik
sebebiyle ilgiye mazhar olmuştu.
Bu noktada istisnai bir
örnekten bahsetmek isterim. Haftalık Ahram
gazetesinde geçen ay çıkan ve 1967 yılının başlarında Sartre’ın Mısır
ziyaretiyle ilgili olan üzücü ama bir o kadar da etkileyici iki tartışmayı
aktarmakta fayda var. İlk eleştiri, Bernard-Henry Lévy’nin Sartre ile ilgili
son kitabında yer alıyor; diğeri ise merhum Lütfi Holi’nin bu ziyarete dair
değerlendirmesi içinde yer alıyor (Mısır’ın önde gelen aydınlarından olan Holi,
Sartre’a ev sahipliği yapan kişilerden biri aynı zamanda). Benim Sartre’la
yaşadığım üzücü deneyim ise devasa bir hayatın içerisinde çok ufak bir hikâye
olarak kendisine yer buluyor ama gene de bu hikâye, tuhaf yanları ve dokunaklı
içeriği ile anımsanmayı bir biçimde hak ediyor.
1979 yılının Ocak ayının
başlarıydı. New York’taki evimde vereceğim dersler için hazırlanıyordum. Kapı
çaldı, postacı elindeki telgrafı bana uzattı, zarfı açınca Paris’ten geldiğini
anladım: “Les Temps modernes [Modern
Zamanlar] dergisi sizi, 13-14 Mart günlerinde Paris’te düzenlenecek Ortadoğu’da
Barış ile ilgili konferansa katılmaya davet etmektedir. Lütfen telgrafa cevap
veriniz. Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre.”
İlk okuduğumda mesajın bir
tür şaka olduğunu düşündüm. Bu, Bayreuth Festivali’ne Cosima ve Richard Wagner
tarafından davet edilmek veya The Dial
dergisinin bürosunda akşama kadar T.S. Eliot ve Virginia Woolf ile vakit
geçirmek gibi bir şeydi. New York ve Paris’teki bazı arkadaşlardan telgrafın
gerçek olduğunu teyit etmek için iki gün harcadım ama öte yandan davete
koşulsuz icap edeceğim cevabımı iletmek daha kısa bir zaman aldı (Cevabı,
İkinci Dünya Savaşı ardından Sartre’ın kurduğu aylık dergi Les Temps modernes’in masrafları karşılayacağını öğrendikten sonra
ilettim.) Bir iki hafta sonra da Paris’e gitmek için yola çıktım.
Les Temps modernes, Fransa’daki, sonrasında da Avrupa hatta Üçüncü Dünya’daki
entelektüel hayatta muazzam bir rol oynamıştı. Sartre, aralarında tabii ki
Beauvoir’nın, kendisine karşı çıkan bir isim olan Raymond Aron’un, ünlü
felsefeci ve Ecole Normale’dan sınıf arkadaşı Maurice Merleau-Ponty’nin (ki
birkaç yıl sonra dergiden ayrıldı) ve etnolog, Afrika uzmanı, kavgacı teorisyen
Michel Leiris’in de bulunduğu bir dizi ismi bir araya getirdi. Sartre ve
oluşturduğu dergi çevresi, 1967 Arap-İsrail savaşı gibi birçok önemli meseleyi
ele aldı. Savaşı konu edinen bu sayı, derginin en önemli ve en muazzam
sayılarından birisiydi. Ayrıca bu sayıda I. F. Stone’nun zekice kaleme alınmış
makalesi de yer almaktaydı. Bu bile tek başına Paris seyahatimi emsalsiz ve
eşsiz kılacak bir husustu.
Paris’e vardığımda Latin
Mahallesi’nde adıma rezervasyonun yapıldığı otelde Sartre ve Beauvoir’nın bıraktığı
kısa ve gizemli bir mektup aldım. “Güvenlik sebebiyle toplantılar Michel
Foucault’nun evinde gerçekleştirilecektir.” Ertesi sabah mektupta iletilen
adresteki eve gittim. Ortalıkta boş boş dolandım ama onca insanın arasında
Sartre’ı göremedim. Evdeki kimse, konferans yerinin değişmesine neden olan o
gizemli “güvenlik sebebi” konusunda bir açıklamaya sahip değildi, sonuçta da
oturumlar boyunca komplo teorileri zihinlerde uçuşup durdu. O ünlü türbanıyla
evde hazır bulunan Beauvoir, kendisini dinleyenlere Kate Millett’la Tahran’a
gidip çarşaf karşıtı eylem yapmayı planladığını anlatıyordu. Bana küstahça ve
aptalca gelen bu fikir karşısında, Beauvoir’nın ağzından çıkan her şeyi
dinlemeye hevesli olmama karşın, onun boş konuştuğuna, dolayısıyla tartışmanın da
anlamsız olacağı kanaatine vardım. Zaten Beauvoir da bir saat, belki de daha
fazla bir zaman sonra (Sartre’ın gelişinden hemen önce) evden ayrıldı, bir daha
da onu gören olmadı.
Kısa bir süre sonra Foucault geldi
ve kendisinin konferansa katkı sunmayacağı anlaşıldı. Foucault, Bibliothèque
Nationale’da yapacağı araştırma için evden ayrıldı. Başlangıçlar kitabımı Foucault’nun gayet düzenli bir biçimde
dizilmiş onca kitabın, derginin ve gazetenin bulunduğu kitaplığında görmüş
olmak beni epey mutlu etti. Kendisiyle samimi bir sohbet etmiş olmama karşın (aslında
1984’teki ölümünden yaklaşık bir on yıl sonra) o sohbetle ilgili olarak bende, onun
o dönemde Ortadoğu siyaseti konusunda konuşmak istemediğine dair bir kanaat oluştu.
Hem Didier Eribon hem de James
Miller’ın kaleme aldığı biyografiler, 1967’de Foucault’nun Tunus’ta ders
verdiğinden, ama Haziran Savaşı’ndan hemen sonra, alelacele ülkeden
ayrıldığından bahsediyor. Foucault, o dönemde Tunus’tan ayrılmasının sebebinin
Arapların yaşadığı yenilgi sonrası tüm Arap kentlerinde yaygın olarak görülen
İsrail karşıtı “antisemitik” eylemler karşısında duyduğu korku olduğunu
söylüyor. Tunus’ta ders verdiği Tunus Üniversitesi felsefe bölümünden bir
meslektaşı ise bana doksanların başında başka bir hikâye anlattı: Bu arkadaşın
aktarımına göre Foucault, genç öğrencilerle eşcinsel ilişki kurması sebebiyle
ülkeden sınır dışı edilmişti. Hangi hikâye doğru, bilmiyorum.
Paris’teki konferansta yaptığımız
sohbette Foucault, Corriere della sera
muhabiri olarak yaptığı İran seyahatinden söz etmişti. Bana İslam Devrimi’nin
ilk günleriyle ilgili olarak, “çok heyecan vericiydi, çok tuhaftı, tam bir
çılgınlık hâliydi” demişti. Bir de yanılmıyorsam eğer, Tahran’da peruk takıp
kendisini gizlediğini, makalelerinin yayımlanmasından hemen sonra İran’a ait
her şeyden hızla uzaklaştığını dinlemiştim kendisinden. Son olarak Deleuze’den
de söz etmek lazım. Bir zamanlar sıkı dost olan Foucault ve Gilles Deleuze
Filistin meselesi yüzünden ayrışmışlar, zira Foucault İsrail’i, Deleuze ise
Filistinlileri destekliyormuş. Deleuze anlatmıştı bunu bana.
Foucault’nun evi geniş ve
epey konforluydu, tümüyle beyaza boyanmış ev gayet sade idi ve yalnız kalan bir
felsefeciye ve düşünüre yakışacak cinstendi. Evde az sayıda Filistinli ve
İsrail Yahudisi vardı. Bunların içinde sadece Kudüslü dostum İbrahim Dakkak’ı,
ABD’den simaen tanıdığım Bir Zeit’te hoca olan Nafız Nazzal ve Arap aklı
konusunda uzman olan İsrailli Yehoşofat Harkabi’yi tanıyordum. Eski İsrail
askerî istihbaratı başkanı olan Harkabi, ülkeyi yanlışlıkla alarma geçirdiği
için başbakan Golda Meir tarafından kovulmuştu. Üç yıl önce Stanford
Üniversitesi’nde Davranış Bilimleri İleri Düzey Çalışmaları Merkezi’nde
birlikte çalışmıştık ama kendisiyle hiç ilişki kurmamıştım. Her zaman kibar
olan bir isimdi, gelgelelim benimle öyle samimi bir muhabbeti de yoktu.
Harkabi, Paris’te konumunu
değiştirdi, İsrail’in önde gelen isimlerinden biri hâline geldi, barış yanlısı
çizgisi ile Filistin devletinin bir ihtiyaç olduğundan, bunun İsrail’e stratejik
bir avantaj sağlayacağından söz etmeye başladı. Diğer katılımcılar ise
ağırlıklı olarak İsrail Yahudisi veya Fransız Yahudisi idi. Hepsi şu veya bu
ölçüde Siyonist olmakla birlikte aralarında dindarlar kadar seküler isimler de
vardı. Bunlardan biri de anlaşıldığı kadarıyla Sartre’la uzun zamandır tanışıklığı
olan Eli Ben Gal’dı. Sonrasında Gal’ın, Sartre’ın İsrail’e yaptığı seyahatte ona
rehberlik yaptığını öğrendim.
O büyük adam nihayet kapıda
belirdi. Belirlenen saatten çok sonra eve gelen Sartre’ın yaşlı ve çelimsiz
hâlinin beni epey şaşırttığını belirtmeliyim. Hatırladığım kadarıyla gereksiz
yere ve aptalca bir müdahaleyle Foucault’yu ona takdim etme gafletinde
bulundum. Sonrasında Sartre’ın etrafını küçük bir grup insan sardı. Sartre, o
insanların en önemli işi hâline geldi bir anda. Bu kişilerden biri de, aslen
Cezayirli olan, sonradan öğrendiğim kadarıyla Sartre’ın eserlerini miras bıraktığı
üvey kızı idi.
Diğer bir isimse artık kapanmış
olan Gauche prolétarienne [“Proleter
Sol”] dergisini Sartre ile birlikte çıkartan eski Maoist Pierre Victor idi. Eskiden
epey dindar olan Victor, muhtemelen Ortodoks bir Yahudi idi. Ayrıca sonrasında
derginin çalışanlarından birinin Benny Lévy isimli Mısırlı bir Yahudi olduğunu
öğrenince epey şaşırdım. Adil Rıfat’ın (Lévy) kardeşi olan bu kişi, Unesco’da
Mahmud Hüseyin ile birlikte çalışmıştı (Mahmud Hüseyin ise Maspero’nun
yayınladığı ünlü çalışma La Lutte des
classes en Egypte –“Mısır’da Sınıf Savaşı” kitabının yazarıydı.) Victor’un Mısır’la
hiç alakası yok gibiydi. Ortalıkta solcu aydın, kısmen düşünür kısmen de
üçkâğıtçı pozları kesiyordu.
Üçüncü isimse üç dil bilen, söz
konusu dergide çalışmış, Sartre için çeviriler yapmış olan Hélène von Bülow’du.
Almanya’da vakit geçirmiş olan bu kadın, Heidegger, Faulkner ve Dos Passos
üzerine yazılar kaleme almış bir isimdi. Sartre ise ne Almanca ne de İngilizce
biliyordu. Cana yakın ve zarif bir kadın olan Von Bülow, iki gün süren konferans
boyunca Sartre’ın yanında kaldı ve ona simültane çeviri yaptı. Viyana’dan
gelmiş olan ve sadece Arapça ile Almanca bilen Filistinli katılımcı ile yapılan
tartışma haricinde yaptığımız tüm tartışmalar hep İngilizce dilinde
gerçekleşti.
Söylenenlerin ne kadarını
anladığını bilmiyorum ama Sartre’ın ilk günkü oturumlar süresince hep sessiz kalmış
olması, beni ve herkesi epey rahatsız etti. Sartre’ın hayat hikâyesini kaleme
alan Michel Contat da oradaydı ama tartışmalara o da hiç katılmadı.
Yediğimiz öğle yemekleri, Fransız
tarzından hoşlanmamı sağlayan önemli bir unsurdu. Olağan koşullarda bir saatten
fazla süren bu yemekleri evden bir miktar uzaktaki bir restoranda yiyorduk. Durmadan
yağmur yağdığından hep birlikte taksiye biniyor, restorana gidiyor, dörderli
olarak masalara oturuyor, grup hâlinde eve dönüyorduk. Tüm bu faaliyet, üç
buçuk saati buluyordu.
İlk günkü barışla alakalı
tartışmalar daha kısa sürmüştü. Anladığım kadarıyla konu başlıkları Victor
tarafından, kimseye danışılmadan belirlenmişti. Daha konferansın başlarında gördüğüm
kadarıyla, Victor, Sartre ile özel bir ilişkiye sahip olması sebebiyle,
kuralları bizzat tayin ediyor, hatta ara sıra Sartre ile belirli konuları
fısıldaşarak görüşüyordu. Görebildiğim kadarıyla Victor epey özgüvenli biriydi.
Belirlenen başlıklar
dâhilinde şu konuları tartışacaktık: (1) Mısır ve İsrail arasında yapılan barış
anlaşmasının (Camp David Anlaşması’nın) değeri; (2) genel anlamda İsrail ve
Arap dünyası arasında sağlanacak barış ve (3) daha temel bir mesele olarak,
İsrail’in kendisini kuşatan Arap dünyası ile gelecekte birlikte yaşaması.
Konferansa katılan Arapların
hiçbirisi başlıklardan memnun olmadı. Filistinlilerin görmezden gelindiği
hissine kapıldım. Dakkak ise tüm ortamdan rahatsız oldu ve ilk günün ardından
konferansı terk etti.
Aynı gün konferansın
gerçekleştirilmesinden önce müzakere sürecinin epey uzun sürdüğünü, Arap dünyasından
gelecek isimler konusunda belirli tavizlerde bulunulduğunu, bazı kişilerin
listeden çıkartıldığını ve gizli kapılar ardında dolapların çevrildiğini
anladım. Bu tartışmalara hiçbir şekilde dâhil edilmemiş olmam beni bir miktar
üzdü doğrusu. Sonra sırf Sartre ile tanışmak için Paris’e gelme konusunda can
atmış olduğum için aptallık ettiğimi düşündüm.
Bize konferansa Emmanuel
Levinas’ın da katılacağı söylendi ama “söz, kesin katılacaklar” denilen Mısırlı
aydınlar gibi Levinas da hiç gelmedi. Öte yandan yapılan tüm tartışmalar
kaydedildi ve sonrasında Les Temps
modernes dergisinin Eylül 1979 sayısında yayımlandı. Bunun yeterli bir adım
olmadığı düşüncesindeydim. Az çok birbirine aşina olan isimlerin katıldığı bir
toplantıda fikirler, gerçek mânâda buluşma imkânı bulamamıştı aslında.
Beauvoir ise tam bir hayal
kırıklığı idi. Evde İslam ve kadınların örtünmesi konusuna kafayı takmış bir
geveze olarak ortalıkta dolanıp duruyordu. Yokluğuna hiç üzülmedim doğrusu. Sonrasında
da ortama renk katmak için orada bulunduğuna kani oldum. Sartre ise tuhaf
biçimde pasif, silik ve ilgisizdi. Saatlerce ağzından tek kelime çıkmadı. Yemekte
karşıma oturdu, epey kederli görünüyordu, kimseyle iletişim kurmadı, talihsizlik
işte, yüzüne yumurta ve mayonez bulaşmıştı. Onunla sohbet etmeye çalıştım ama
bir arpa boyu yol alamadık. Belki de sağırdı, bilemiyorum. Ne olursa olsun
Sartre’ın eski hâlinden eser kalmamıştı ve o herkesin bildiği çirkinliği,
piposu ve bir sopaya asılıymış gibi duran alelade kıyafetleriyle karşımda bir hayalet
gibi duruyordu.
O dönemde ben, Filistin
siyasetinde epey faal bir isimdim. 1977’de Ulusal Konsey üyesi olmuştum. Lübnan
iç savaşı esnasında Beyrut’a sık sık yaptığım ziyaretlerde Arafat’la bir araya
geliyor, o dönemin birçok lideriyle görüşme imkânı buluyordum. Dolayısıyla benim
açımdan, Sartre’ı ölümüne düşmanımız olan İsrail’le sıcak çatışmaların
yaşandığı bir momentte Filistin yanlısı açıklamaya yapmaya ikna etmek, önemli
bir başarı olacaktı.
Yemek ve sonrasında
gerçekleşen oturum boyunca Pierre Victor’un hangi trenin Sartre istasyonunda
duracağına karar veren bir tür istasyon şefi olarak çalıştığını fark ettim. Masadaki
o gizemli fısıldayışlar yanında Sartre ve Victor, zaman zaman birlikte ayağa
kalkıyor, Victor zor yürüyen yaşlı adama eşlik ediyor, hızlı hızlı kendisine
bir şeyler anlatıyor, bu iki kişi ara ara başını salladıktan sonra geri
dönüyorlardı. Bunlar olurken konferansa katılanlar ise kendi sözlerini dile
getirmek istiyor, ama tartışmanın bir adım ilerlemesi mümkün olmuyordu.
Kısa süre sonra da zaten
meselenin Araplar veya Filistinliler değil, İsrail’in gelişip güçlenmesi
(bugünkü tabirle “normalleşme”) olduğu anlaşıldı. Adalet davasını güden önemli
aydınları bir Arnold Toynbee veya Sean McBride gibi ikna etmek için benden önce
de birçok Arap çaba sarf etmişti. Bugüne dek itibar açısından zirvede olan bu
tür isimlerin çok azının desteği alınabilmişti.
Sartre’da beni asıl
etkileyense onun geçmişte Cezayir konusunda aldığı konumdu. Dolayısıyla düşündüm
ki bir Fransız olarak onun İsrail konusunda eleştirel bir konum alması,
nispeten daha kolay olacaktı. Ama gördüm ki bu düşünce tümüyle yanlıştı.
Onca tumturaklı, kimseyi
memnun etmeyen tartışmalar yol aldıkça Fransa’ya esasen fikirlerini zaten
bildiğim, bende zerre merak uyandırmayan insanları değil Sartre’ı dinlemek için
geldiğimi fark ettim. Bu sebeple, büyük bir yüzsüzlükle, akşamki tartışmanın
başlarında söze girip Sartre’ın düşüncelerini duymak istediğimi söyledim. Bu çıkışım
karşısında herkes donup kaldı. Katılımcılar arasındaki fikir alışverişi
sürerken oturum ertelendi. Yaşanan bu gelişmeyi hem komik hem de üzücü buldum
zira gördüm ki Sartre, bu müzakerelerin hiçbir yerinde değildi. En nihayetinde Romalı
senatör edasıyla açıklama yapan Pierre Victor’un rahatsız edici sesiyle
birlikte toplantı masasına çağrıldık: “Demain
Sartre parlera!” [“Sartre yarın konuşacak!”] Ardından da ertesi günün sabahında
toplantının gerçekleşeceği beklentisiyle dağıldık.
Sartre’ın bize söyleyeceği
bir şeyler illaki vardı: yirmi yaşımdaki hafızamla tamamını kâğıda döktüğüm, yaklaşık
iki sayfalık, önceden hazırlanmış metinde Sartre en sıradan ve basmakalıp
ifadelerle Enver Sedat’ın cesaretini göklere çıkartmaktaydı. Hatırladığım kadarıyla
bu metinde Filistinlilere, topraklarına veya acılarla dolu geçmişine dair tek
laf edilmemişti. Ayrıca İsrail’in birçok yönden Fransızların Cezayir’de
uyguladıkları yerleşimci-sömürgeci pratiklerinden de hiç dem vurulmadı. Reuters haberleri gibi sırf kuru malumatla
yüklü olan metnin sırf içine düştüğü zor durumdan kurtulsun diye Victor
tarafından tümüyle komutası altında olan Sartre adına kaleme alındığı çok belliydi.
Sartre gibi bir kahramanın
son yıllarında böylesi bir geri kafalı akıl hocasına teslim olmuş olması beni
epey üzdü. Filistin meselesi konusunda eskiden ezilenler adına mücadele
yürütmüş olan bir ismin göklere çıkartılıp durulan Mısırlı lider konusunda
sıradan, gazetecilere has övgü dolu sözler sıralamış olması gerçekten de üzücüydü.
O günün geri kalan kısmında Sartre, yeniden sessizliğe gömüldü ve oturumlar
eskisi gibi devam etti.
Bu gelişme karşısında aklıma
yirmi yıl önce Sartre’ın Roma’ya gidip löseminin pençesinde olan Fanon’la buluştuğuna
ve on altı saat hiç durmadan Cezayir’deki acı verici olaylar konusunda ona
nutuk attığına dair, sonradan uydurma olduğu anlaşılan hikâye geldi. Konferans esnasında
gördüm ki o hikâyede anlatılan Sartre’ın yerinde yeller esiyordu.
Birkaç ay sonra konferanstaki
konuşmaların dökümü yayımlanınca Sartre’ın sözlerinin yayına hazırlık
aşamasında törpülendiğini, çapaklarının alındığını gördük. Bunun nedenini hiçbir
zaman anlamadım, anlamaya da çalışmadım. Les
Temps modernes dergisinin o sayısını okumak hiç içimden gelmedi, sadece birkaç
pasaja göz atabildim, yavan hâliyle okuru memnun etmeyecek bir içeriğe sahipti.
Esasen Paris’e Mısır’a davet edilen Sartre’daki o ruhla gitmiştim. En azından
orada Pierre Victor denilen o sevimsiz aracı yoktu, Arap aydınlar o Sartre’ı
gördüler, onunla sohbet ettiler, Victor’sa kimsenin bilmediği bir isim olarak
ortalıkta hiç görünmedi. Paris’te kendimi esasen Stendhal’in romanı Parma Manastırı’nda Waterloo Savaşı’nı
bekleyen Fabrice gibi başarısız ve hüsrana uğramış hissettim.
Bir husus daha var. Bir iki
hafta önce Bernard Pivot’nun haftada bir yayınlanan tartışma programı Bouillon de culture’ün bir bölümüne denk
gelmiştim. Yayınlandıktan kısa bir süre sonra ABD’de yayınlanan programın o
bölümü, politik günahlarına yönelik eleştiriler karşısında Sartre’ın ölümü
ardından hakkının teslim edilmesi meselesini ele alıyordu.
Akıl ve politik cesaret
bakımından Sartre’dan pek farklı olmayan Bernard-Henry Lévy, yaşlı felsefeciyle
ilgili çalışmasını takdim ediyordu programda (itiraf edeyim kitabı hâlen daha
okumuş değilim, kısa vadede okumayı da planlamıyorum.) Lévy, Sartre’ın o kadar
da kibirli biri olmadığını söylüyordu. Onda hayran olunacak, politik açıdan
doğru olan yönler mevcuttu sonuçta. Bu sözleri ederken Lévy’nin amacı, sağlam temellere
dayalı olduğunu düşündüğü, (Paul Johnson’ın o mide bulandırıcı laflarına
yaslanan) Sartre eleştirilerinden bahsetmek ve Sartre’ın komünizme dair
tespitlerinin her daim yanlış olduğunu söylemekti. Konuşmasının devamında Lévy,
sesinin tonunu değiştirip şu tespitini belirli bir vurguyla aktardı: “Sartre’ın
İsrail ile ilgili sicili kusursuzdur: o yolundan hiçbir vakit sapmadı ve her
zaman Yahudi devletini destekledi.”
Sartre’ın temelde Siyonizm yanlısı
olmaya neden devam ettiğini hâlen daha bilmiyoruz. Araplarla ilgilenmemesinin,
Siyonizmi desteklemesinin sebebi, antisemit görünmekten korkması mı, Holokost
konusunda kendisini suçlu hissetmesi mi, Filistinlileri mağdur görmemesi ve
İsrail’in zulmüne karşı mücadele eden insanlar olarak onları takdir etmemesi mi
yoksa bilmediğimiz başka bir şey miydi, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bildiğimiz
tek şey, bu yaşlı adamın gençken gördüğümüz adamın ta kendisi olduğudur: bu,
Cezayirli olmayan ve kendisine hayranlık duyan her Arap’ın yaşadığı acı bir hayal
kırıklığıdır.
Şurası kesin ki Bertrand
Russell, Sartre’dan daha iyi bir insandı. Sonrasında Princeton’dan sınıf
arkadaşı, bir dönem dostu ve şahsi sekreteri olan Ralph Schoenman’ın
yönlendirdiği bir isim olsa da Russell, en azından son yıllarında İsrail’in
Araplara yönelik politikalarını eleştirmiştir.
Galiba bizim, bu insanların gençlerin
hilelerine neden teslim olduklarını, değiştirilmesi mümkün olmayan politik bir
inanca neden boyun eğdiklerini anlamamız gerekiyor. Biliyorum bu, iç karartıcı
bir tespit ama ne yazık ki Sartre’ın başına gelen budur. Cezayir dışında
Arapların adalet mücadelesi, onu hiçbir zaman etkilememiştir. Bunun sebebi
İsrail mi yoksa kültürel belki de dinî açıdan Araplarla duygudaşlık kuramamış
olması mı, cevap vermem imkânsız. Bu noktada Sartre, uzun süre Filistinlilerle
yaşamış, Quatre Heures à Sabra et Chatila
[Sabra-Şatilla’da Dört Saat] ile Le
Captif amoureux [Sevdalı Tutsak] kitaplarını yazan, Filistinlilerin
davasına tuhaf bir tutkuyla bağlı olan dostu ve idolü Jean Genet’den oldukça
farklı bir kişiliktir.
O kısa ve beni derin bir hayal
kırıklığına sürükleyen Paris buluşmasının ardından Sartre öldü. Onun ölümünün
ardından tuttuğum yas ise hafızamda hâlâ capcanlı.
Edward Said
[Kaynak: London Review of
Books, Cilt 22, Sayı 1 Haziran 2000.]
0 Yorum:
Yorum Gönder