16 Kasım 2019

, ,

Günlük


Günlük: Jean Paul Sartre’la Karşılaşma
Bir zamanlar göklere çıkartılan Jean-Paul Sartre’ın ismi artık neredeyse anılmaz oldu. 1980’de ölümünden kısa bir süre sonra Sovyet gulaglarını görmezden gelişi sebebiyle saldırıya uğramış olan Sartre’ın humanist varoluşçuluğu bile sahip olduğu iyimserlik, iradecilik ve zinde kavrayışı ile alaya alınmıştı. Sartre’ın tüm kariyeri, hem sadece kimsenin dikkatini çekmeyen ateşli bir anti-komünizm hünerine sahip olan Yeni Felsefecilere [Nouveaux Philosophes] hem de birkaç istisna dışında, Sartre’daki popülizmi ve destansı kamu siyasetiyle derinlemesine çatışan asık suratlı teknolojik narsizmin batağına saplanmış postyapısalcılara ve postmodernistlere saldırmakla geçti.
Romandan denemeye, tiyatro oyunundan biyografiye, felsefî metinden politik çalışmalara bir dizi alanda eser ortaya koymuş olan Sartre, politik bir aydın ve davasına bağlı bir eylemci olarak muhtemelen etkilediği insandan daha fazlasını kendisinden nefret ettirmeyi bilmiş biriydi. Yirmi yıl içerisinde eserlerinden en fazla alıntı yapılan usta düşünür [maîtres penseurs] hâline gelen Sartre, en az okunup en az analize tabi tutulan isimdi.
Cezayir ve Vietnam konusunda aldığı cesur konumlar zamanla unutuldu. Ezilenler adına kaleme alınmış eserleri, büyük bir yüreklilikle, 1968’de Paris’te gerçekleştirilen öğrenci eylemleri esnasında Maoist bir devrimci olarak sahneye çıkışı, ayrıca (sonrasında reddettiği Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasına vesile olan) o eşsiz edebi eserleri de nisyana gömüldü.
Sartre iftiralara layık görülen eski bir ünlü isim hâline geldi. Sadece İngiliz-Amerikan dünyasında felsefeci olarak ciddiye alınmaya devam etti, ama buralarda bile bir miktar küçümseyici bir tavırla, tuhaf bir romancı ve hatıra yazarı kimliğiyle, kendisi kadar yetenekli olmayan Camus gibi anti-komünist, şık ve ilgi uyandırıcı olmadığı için daha az okundu.
Sonrasında Fransa’da birçok şey gibi moda da değişmeye başladı veya belirli bir mesafeden bakıldığında değişmiş gibi göründü. Zamanla Sartre’la alakalı bir dizi kitap yayımlandı. Sartre, bir kez daha (en azından belirli bir süre için) incelemelerin veya tefekkürün değilse bile tekrar sohbetlerin ana konusu hâline geldi. Birkaç kuşağın yirminci yüzyılın en önemli entelektüel kahramanlarından biri olarak gördüğü Sartre’daki her bir düşünsel meziyet ve irfan, her daim ilericiliğin güttüğü neredeyse tüm davaların hizmetine sunulmuştu.
Öte yandan Sartre, ne kusursuz biriydi ne de peygamberdi. Bilâkis Sartre, verili durumları anlama çabası ve gerektiği noktada politik planda güdülen davalarla ve mücadelelerle dayanışma ilişkisi kurması sebebiyle hayran olunacak bir isimdi. O, asla bir şeyi veya kişiyi küçümsemez, asla kaçak güreşmezdi. Hata ve mübalağa yoluna sapsa bile lafını asla esirgemezdi. Kaleme aldığı neredeyse tüm metinler, esasen sahip olduğu cesaret, hürriyet (hatta lafebesi olma hürriyeti) ve ruhundaki cömertlik sebebiyle ilgiye mazhar olmuştu.
Bu noktada istisnai bir örnekten bahsetmek isterim. Haftalık Ahram gazetesinde geçen ay çıkan ve 1967 yılının başlarında Sartre’ın Mısır ziyaretiyle ilgili olan üzücü ama bir o kadar da etkileyici iki tartışmayı aktarmakta fayda var. İlk eleştiri, Bernard-Henry Lévy’nin Sartre ile ilgili son kitabında yer alıyor; diğeri ise merhum Lütfi Holi’nin bu ziyarete dair değerlendirmesi içinde yer alıyor (Mısır’ın önde gelen aydınlarından olan Holi, Sartre’a ev sahipliği yapan kişilerden biri aynı zamanda). Benim Sartre’la yaşadığım üzücü deneyim ise devasa bir hayatın içerisinde çok ufak bir hikâye olarak kendisine yer buluyor ama gene de bu hikâye, tuhaf yanları ve dokunaklı içeriği ile anımsanmayı bir biçimde hak ediyor.
1979 yılının Ocak ayının başlarıydı. New York’taki evimde vereceğim dersler için hazırlanıyordum. Kapı çaldı, postacı elindeki telgrafı bana uzattı, zarfı açınca Paris’ten geldiğini anladım: “Les Temps modernes [Modern Zamanlar] dergisi sizi, 13-14 Mart günlerinde Paris’te düzenlenecek Ortadoğu’da Barış ile ilgili konferansa katılmaya davet etmektedir. Lütfen telgrafa cevap veriniz. Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre.”
İlk okuduğumda mesajın bir tür şaka olduğunu düşündüm. Bu, Bayreuth Festivali’ne Cosima ve Richard Wagner tarafından davet edilmek veya The Dial dergisinin bürosunda akşama kadar T.S. Eliot ve Virginia Woolf ile vakit geçirmek gibi bir şeydi. New York ve Paris’teki bazı arkadaşlardan telgrafın gerçek olduğunu teyit etmek için iki gün harcadım ama öte yandan davete koşulsuz icap edeceğim cevabımı iletmek daha kısa bir zaman aldı (Cevabı, İkinci Dünya Savaşı ardından Sartre’ın kurduğu aylık dergi Les Temps modernes’in masrafları karşılayacağını öğrendikten sonra ilettim.) Bir iki hafta sonra da Paris’e gitmek için yola çıktım.
Les Temps modernes, Fransa’daki, sonrasında da Avrupa hatta Üçüncü Dünya’daki entelektüel hayatta muazzam bir rol oynamıştı. Sartre, aralarında tabii ki Beauvoir’nın, kendisine karşı çıkan bir isim olan Raymond Aron’un, ünlü felsefeci ve Ecole Normale’dan sınıf arkadaşı Maurice Merleau-Ponty’nin (ki birkaç yıl sonra dergiden ayrıldı) ve etnolog, Afrika uzmanı, kavgacı teorisyen Michel Leiris’in de bulunduğu bir dizi ismi bir araya getirdi. Sartre ve oluşturduğu dergi çevresi, 1967 Arap-İsrail savaşı gibi birçok önemli meseleyi ele aldı. Savaşı konu edinen bu sayı, derginin en önemli ve en muazzam sayılarından birisiydi. Ayrıca bu sayıda I. F. Stone’nun zekice kaleme alınmış makalesi de yer almaktaydı. Bu bile tek başına Paris seyahatimi emsalsiz ve eşsiz kılacak bir husustu.
Paris’e vardığımda Latin Mahallesi’nde adıma rezervasyonun yapıldığı otelde Sartre ve Beauvoir’nın bıraktığı kısa ve gizemli bir mektup aldım. “Güvenlik sebebiyle toplantılar Michel Foucault’nun evinde gerçekleştirilecektir.” Ertesi sabah mektupta iletilen adresteki eve gittim. Ortalıkta boş boş dolandım ama onca insanın arasında Sartre’ı göremedim. Evdeki kimse, konferans yerinin değişmesine neden olan o gizemli “güvenlik sebebi” konusunda bir açıklamaya sahip değildi, sonuçta da oturumlar boyunca komplo teorileri zihinlerde uçuşup durdu. O ünlü türbanıyla evde hazır bulunan Beauvoir, kendisini dinleyenlere Kate Millett’la Tahran’a gidip çarşaf karşıtı eylem yapmayı planladığını anlatıyordu. Bana küstahça ve aptalca gelen bu fikir karşısında, Beauvoir’nın ağzından çıkan her şeyi dinlemeye hevesli olmama karşın, onun boş konuştuğuna, dolayısıyla tartışmanın da anlamsız olacağı kanaatine vardım. Zaten Beauvoir da bir saat, belki de daha fazla bir zaman sonra (Sartre’ın gelişinden hemen önce) evden ayrıldı, bir daha da onu gören olmadı.
Kısa bir süre sonra Foucault geldi ve kendisinin konferansa katkı sunmayacağı anlaşıldı. Foucault, Bibliothèque Nationale’da yapacağı araştırma için evden ayrıldı. Başlangıçlar kitabımı Foucault’nun gayet düzenli bir biçimde dizilmiş onca kitabın, derginin ve gazetenin bulunduğu kitaplığında görmüş olmak beni epey mutlu etti. Kendisiyle samimi bir sohbet etmiş olmama karşın (aslında 1984’teki ölümünden yaklaşık bir on yıl sonra) o sohbetle ilgili olarak bende, onun o dönemde Ortadoğu siyaseti konusunda konuşmak istemediğine dair bir kanaat oluştu.
Hem Didier Eribon hem de James Miller’ın kaleme aldığı biyografiler, 1967’de Foucault’nun Tunus’ta ders verdiğinden, ama Haziran Savaşı’ndan hemen sonra, alelacele ülkeden ayrıldığından bahsediyor. Foucault, o dönemde Tunus’tan ayrılmasının sebebinin Arapların yaşadığı yenilgi sonrası tüm Arap kentlerinde yaygın olarak görülen İsrail karşıtı “antisemitik” eylemler karşısında duyduğu korku olduğunu söylüyor. Tunus’ta ders verdiği Tunus Üniversitesi felsefe bölümünden bir meslektaşı ise bana doksanların başında başka bir hikâye anlattı: Bu arkadaşın aktarımına göre Foucault, genç öğrencilerle eşcinsel ilişki kurması sebebiyle ülkeden sınır dışı edilmişti. Hangi hikâye doğru, bilmiyorum.
Paris’teki konferansta yaptığımız sohbette Foucault, Corriere della sera muhabiri olarak yaptığı İran seyahatinden söz etmişti. Bana İslam Devrimi’nin ilk günleriyle ilgili olarak, “çok heyecan vericiydi, çok tuhaftı, tam bir çılgınlık hâliydi” demişti. Bir de yanılmıyorsam eğer, Tahran’da peruk takıp kendisini gizlediğini, makalelerinin yayımlanmasından hemen sonra İran’a ait her şeyden hızla uzaklaştığını dinlemiştim kendisinden. Son olarak Deleuze’den de söz etmek lazım. Bir zamanlar sıkı dost olan Foucault ve Gilles Deleuze Filistin meselesi yüzünden ayrışmışlar, zira Foucault İsrail’i, Deleuze ise Filistinlileri destekliyormuş. Deleuze anlatmıştı bunu bana.
Foucault’nun evi geniş ve epey konforluydu, tümüyle beyaza boyanmış ev gayet sade idi ve yalnız kalan bir felsefeciye ve düşünüre yakışacak cinstendi. Evde az sayıda Filistinli ve İsrail Yahudisi vardı. Bunların içinde sadece Kudüslü dostum İbrahim Dakkak’ı, ABD’den simaen tanıdığım Bir Zeit’te hoca olan Nafız Nazzal ve Arap aklı konusunda uzman olan İsrailli Yehoşofat Harkabi’yi tanıyordum. Eski İsrail askerî istihbaratı başkanı olan Harkabi, ülkeyi yanlışlıkla alarma geçirdiği için başbakan Golda Meir tarafından kovulmuştu. Üç yıl önce Stanford Üniversitesi’nde Davranış Bilimleri İleri Düzey Çalışmaları Merkezi’nde birlikte çalışmıştık ama kendisiyle hiç ilişki kurmamıştım. Her zaman kibar olan bir isimdi, gelgelelim benimle öyle samimi bir muhabbeti de yoktu.
Harkabi, Paris’te konumunu değiştirdi, İsrail’in önde gelen isimlerinden biri hâline geldi, barış yanlısı çizgisi ile Filistin devletinin bir ihtiyaç olduğundan, bunun İsrail’e stratejik bir avantaj sağlayacağından söz etmeye başladı. Diğer katılımcılar ise ağırlıklı olarak İsrail Yahudisi veya Fransız Yahudisi idi. Hepsi şu veya bu ölçüde Siyonist olmakla birlikte aralarında dindarlar kadar seküler isimler de vardı. Bunlardan biri de anlaşıldığı kadarıyla Sartre’la uzun zamandır tanışıklığı olan Eli Ben Gal’dı. Sonrasında Gal’ın, Sartre’ın İsrail’e yaptığı seyahatte ona rehberlik yaptığını öğrendim.
O büyük adam nihayet kapıda belirdi. Belirlenen saatten çok sonra eve gelen Sartre’ın yaşlı ve çelimsiz hâlinin beni epey şaşırttığını belirtmeliyim. Hatırladığım kadarıyla gereksiz yere ve aptalca bir müdahaleyle Foucault’yu ona takdim etme gafletinde bulundum. Sonrasında Sartre’ın etrafını küçük bir grup insan sardı. Sartre, o insanların en önemli işi hâline geldi bir anda. Bu kişilerden biri de, aslen Cezayirli olan, sonradan öğrendiğim kadarıyla Sartre’ın eserlerini miras bıraktığı üvey kızı idi.
Diğer bir isimse artık kapanmış olan Gauche prolétarienne [“Proleter Sol”] dergisini Sartre ile birlikte çıkartan eski Maoist Pierre Victor idi. Eskiden epey dindar olan Victor, muhtemelen Ortodoks bir Yahudi idi. Ayrıca sonrasında derginin çalışanlarından birinin Benny Lévy isimli Mısırlı bir Yahudi olduğunu öğrenince epey şaşırdım. Adil Rıfat’ın (Lévy) kardeşi olan bu kişi, Unesco’da Mahmud Hüseyin ile birlikte çalışmıştı (Mahmud Hüseyin ise Maspero’nun yayınladığı ünlü çalışma La Lutte des classes en Egypte –“Mısır’da Sınıf Savaşı” kitabının yazarıydı.) Victor’un Mısır’la hiç alakası yok gibiydi. Ortalıkta solcu aydın, kısmen düşünür kısmen de üçkâğıtçı pozları kesiyordu.
Üçüncü isimse üç dil bilen, söz konusu dergide çalışmış, Sartre için çeviriler yapmış olan Hélène von Bülow’du. Almanya’da vakit geçirmiş olan bu kadın, Heidegger, Faulkner ve Dos Passos üzerine yazılar kaleme almış bir isimdi. Sartre ise ne Almanca ne de İngilizce biliyordu. Cana yakın ve zarif bir kadın olan Von Bülow, iki gün süren konferans boyunca Sartre’ın yanında kaldı ve ona simültane çeviri yaptı. Viyana’dan gelmiş olan ve sadece Arapça ile Almanca bilen Filistinli katılımcı ile yapılan tartışma haricinde yaptığımız tüm tartışmalar hep İngilizce dilinde gerçekleşti.
Söylenenlerin ne kadarını anladığını bilmiyorum ama Sartre’ın ilk günkü oturumlar süresince hep sessiz kalmış olması, beni ve herkesi epey rahatsız etti. Sartre’ın hayat hikâyesini kaleme alan Michel Contat da oradaydı ama tartışmalara o da hiç katılmadı.
Yediğimiz öğle yemekleri, Fransız tarzından hoşlanmamı sağlayan önemli bir unsurdu. Olağan koşullarda bir saatten fazla süren bu yemekleri evden bir miktar uzaktaki bir restoranda yiyorduk. Durmadan yağmur yağdığından hep birlikte taksiye biniyor, restorana gidiyor, dörderli olarak masalara oturuyor, grup hâlinde eve dönüyorduk. Tüm bu faaliyet, üç buçuk saati buluyordu.
İlk günkü barışla alakalı tartışmalar daha kısa sürmüştü. Anladığım kadarıyla konu başlıkları Victor tarafından, kimseye danışılmadan belirlenmişti. Daha konferansın başlarında gördüğüm kadarıyla, Victor, Sartre ile özel bir ilişkiye sahip olması sebebiyle, kuralları bizzat tayin ediyor, hatta ara sıra Sartre ile belirli konuları fısıldaşarak görüşüyordu. Görebildiğim kadarıyla Victor epey özgüvenli biriydi.
Belirlenen başlıklar dâhilinde şu konuları tartışacaktık: (1) Mısır ve İsrail arasında yapılan barış anlaşmasının (Camp David Anlaşması’nın) değeri; (2) genel anlamda İsrail ve Arap dünyası arasında sağlanacak barış ve (3) daha temel bir mesele olarak, İsrail’in kendisini kuşatan Arap dünyası ile gelecekte birlikte yaşaması.
Konferansa katılan Arapların hiçbirisi başlıklardan memnun olmadı. Filistinlilerin görmezden gelindiği hissine kapıldım. Dakkak ise tüm ortamdan rahatsız oldu ve ilk günün ardından konferansı terk etti.
Aynı gün konferansın gerçekleştirilmesinden önce müzakere sürecinin epey uzun sürdüğünü, Arap dünyasından gelecek isimler konusunda belirli tavizlerde bulunulduğunu, bazı kişilerin listeden çıkartıldığını ve gizli kapılar ardında dolapların çevrildiğini anladım. Bu tartışmalara hiçbir şekilde dâhil edilmemiş olmam beni bir miktar üzdü doğrusu. Sonra sırf Sartre ile tanışmak için Paris’e gelme konusunda can atmış olduğum için aptallık ettiğimi düşündüm.
Bize konferansa Emmanuel Levinas’ın da katılacağı söylendi ama “söz, kesin katılacaklar” denilen Mısırlı aydınlar gibi Levinas da hiç gelmedi. Öte yandan yapılan tüm tartışmalar kaydedildi ve sonrasında Les Temps modernes dergisinin Eylül 1979 sayısında yayımlandı. Bunun yeterli bir adım olmadığı düşüncesindeydim. Az çok birbirine aşina olan isimlerin katıldığı bir toplantıda fikirler, gerçek mânâda buluşma imkânı bulamamıştı aslında.
Beauvoir ise tam bir hayal kırıklığı idi. Evde İslam ve kadınların örtünmesi konusuna kafayı takmış bir geveze olarak ortalıkta dolanıp duruyordu. Yokluğuna hiç üzülmedim doğrusu. Sonrasında da ortama renk katmak için orada bulunduğuna kani oldum. Sartre ise tuhaf biçimde pasif, silik ve ilgisizdi. Saatlerce ağzından tek kelime çıkmadı. Yemekte karşıma oturdu, epey kederli görünüyordu, kimseyle iletişim kurmadı, talihsizlik işte, yüzüne yumurta ve mayonez bulaşmıştı. Onunla sohbet etmeye çalıştım ama bir arpa boyu yol alamadık. Belki de sağırdı, bilemiyorum. Ne olursa olsun Sartre’ın eski hâlinden eser kalmamıştı ve o herkesin bildiği çirkinliği, piposu ve bir sopaya asılıymış gibi duran alelade kıyafetleriyle karşımda bir hayalet gibi duruyordu.
O dönemde ben, Filistin siyasetinde epey faal bir isimdim. 1977’de Ulusal Konsey üyesi olmuştum. Lübnan iç savaşı esnasında Beyrut’a sık sık yaptığım ziyaretlerde Arafat’la bir araya geliyor, o dönemin birçok lideriyle görüşme imkânı buluyordum. Dolayısıyla benim açımdan, Sartre’ı ölümüne düşmanımız olan İsrail’le sıcak çatışmaların yaşandığı bir momentte Filistin yanlısı açıklamaya yapmaya ikna etmek, önemli bir başarı olacaktı.
Yemek ve sonrasında gerçekleşen oturum boyunca Pierre Victor’un hangi trenin Sartre istasyonunda duracağına karar veren bir tür istasyon şefi olarak çalıştığını fark ettim. Masadaki o gizemli fısıldayışlar yanında Sartre ve Victor, zaman zaman birlikte ayağa kalkıyor, Victor zor yürüyen yaşlı adama eşlik ediyor, hızlı hızlı kendisine bir şeyler anlatıyor, bu iki kişi ara ara başını salladıktan sonra geri dönüyorlardı. Bunlar olurken konferansa katılanlar ise kendi sözlerini dile getirmek istiyor, ama tartışmanın bir adım ilerlemesi mümkün olmuyordu.
Kısa süre sonra da zaten meselenin Araplar veya Filistinliler değil, İsrail’in gelişip güçlenmesi (bugünkü tabirle “normalleşme”) olduğu anlaşıldı. Adalet davasını güden önemli aydınları bir Arnold Toynbee veya Sean McBride gibi ikna etmek için benden önce de birçok Arap çaba sarf etmişti. Bugüne dek itibar açısından zirvede olan bu tür isimlerin çok azının desteği alınabilmişti.
Sartre’da beni asıl etkileyense onun geçmişte Cezayir konusunda aldığı konumdu. Dolayısıyla düşündüm ki bir Fransız olarak onun İsrail konusunda eleştirel bir konum alması, nispeten daha kolay olacaktı. Ama gördüm ki bu düşünce tümüyle yanlıştı.
Onca tumturaklı, kimseyi memnun etmeyen tartışmalar yol aldıkça Fransa’ya esasen fikirlerini zaten bildiğim, bende zerre merak uyandırmayan insanları değil Sartre’ı dinlemek için geldiğimi fark ettim. Bu sebeple, büyük bir yüzsüzlükle, akşamki tartışmanın başlarında söze girip Sartre’ın düşüncelerini duymak istediğimi söyledim. Bu çıkışım karşısında herkes donup kaldı. Katılımcılar arasındaki fikir alışverişi sürerken oturum ertelendi. Yaşanan bu gelişmeyi hem komik hem de üzücü buldum zira gördüm ki Sartre, bu müzakerelerin hiçbir yerinde değildi. En nihayetinde Romalı senatör edasıyla açıklama yapan Pierre Victor’un rahatsız edici sesiyle birlikte toplantı masasına çağrıldık: “Demain Sartre parlera!” [“Sartre yarın konuşacak!”] Ardından da ertesi günün sabahında toplantının gerçekleşeceği beklentisiyle dağıldık.
Sartre’ın bize söyleyeceği bir şeyler illaki vardı: yirmi yaşımdaki hafızamla tamamını kâğıda döktüğüm, yaklaşık iki sayfalık, önceden hazırlanmış metinde Sartre en sıradan ve basmakalıp ifadelerle Enver Sedat’ın cesaretini göklere çıkartmaktaydı. Hatırladığım kadarıyla bu metinde Filistinlilere, topraklarına veya acılarla dolu geçmişine dair tek laf edilmemişti. Ayrıca İsrail’in birçok yönden Fransızların Cezayir’de uyguladıkları yerleşimci-sömürgeci pratiklerinden de hiç dem vurulmadı. Reuters haberleri gibi sırf kuru malumatla yüklü olan metnin sırf içine düştüğü zor durumdan kurtulsun diye Victor tarafından tümüyle komutası altında olan Sartre adına kaleme alındığı çok belliydi.
Sartre gibi bir kahramanın son yıllarında böylesi bir geri kafalı akıl hocasına teslim olmuş olması beni epey üzdü. Filistin meselesi konusunda eskiden ezilenler adına mücadele yürütmüş olan bir ismin göklere çıkartılıp durulan Mısırlı lider konusunda sıradan, gazetecilere has övgü dolu sözler sıralamış olması gerçekten de üzücüydü. O günün geri kalan kısmında Sartre, yeniden sessizliğe gömüldü ve oturumlar eskisi gibi devam etti.
Bu gelişme karşısında aklıma yirmi yıl önce Sartre’ın Roma’ya gidip löseminin pençesinde olan Fanon’la buluştuğuna ve on altı saat hiç durmadan Cezayir’deki acı verici olaylar konusunda ona nutuk attığına dair, sonradan uydurma olduğu anlaşılan hikâye geldi. Konferans esnasında gördüm ki o hikâyede anlatılan Sartre’ın yerinde yeller esiyordu.
Birkaç ay sonra konferanstaki konuşmaların dökümü yayımlanınca Sartre’ın sözlerinin yayına hazırlık aşamasında törpülendiğini, çapaklarının alındığını gördük. Bunun nedenini hiçbir zaman anlamadım, anlamaya da çalışmadım. Les Temps modernes dergisinin o sayısını okumak hiç içimden gelmedi, sadece birkaç pasaja göz atabildim, yavan hâliyle okuru memnun etmeyecek bir içeriğe sahipti. Esasen Paris’e Mısır’a davet edilen Sartre’daki o ruhla gitmiştim. En azından orada Pierre Victor denilen o sevimsiz aracı yoktu, Arap aydınlar o Sartre’ı gördüler, onunla sohbet ettiler, Victor’sa kimsenin bilmediği bir isim olarak ortalıkta hiç görünmedi. Paris’te kendimi esasen Stendhal’in romanı Parma Manastırı’nda Waterloo Savaşı’nı bekleyen Fabrice gibi başarısız ve hüsrana uğramış hissettim.
Bir husus daha var. Bir iki hafta önce Bernard Pivot’nun haftada bir yayınlanan tartışma programı Bouillon de culture’ün bir bölümüne denk gelmiştim. Yayınlandıktan kısa bir süre sonra ABD’de yayınlanan programın o bölümü, politik günahlarına yönelik eleştiriler karşısında Sartre’ın ölümü ardından hakkının teslim edilmesi meselesini ele alıyordu.
Akıl ve politik cesaret bakımından Sartre’dan pek farklı olmayan Bernard-Henry Lévy, yaşlı felsefeciyle ilgili çalışmasını takdim ediyordu programda (itiraf edeyim kitabı hâlen daha okumuş değilim, kısa vadede okumayı da planlamıyorum.) Lévy, Sartre’ın o kadar da kibirli biri olmadığını söylüyordu. Onda hayran olunacak, politik açıdan doğru olan yönler mevcuttu sonuçta. Bu sözleri ederken Lévy’nin amacı, sağlam temellere dayalı olduğunu düşündüğü, (Paul Johnson’ın o mide bulandırıcı laflarına yaslanan) Sartre eleştirilerinden bahsetmek ve Sartre’ın komünizme dair tespitlerinin her daim yanlış olduğunu söylemekti. Konuşmasının devamında Lévy, sesinin tonunu değiştirip şu tespitini belirli bir vurguyla aktardı: “Sartre’ın İsrail ile ilgili sicili kusursuzdur: o yolundan hiçbir vakit sapmadı ve her zaman Yahudi devletini destekledi.”
Sartre’ın temelde Siyonizm yanlısı olmaya neden devam ettiğini hâlen daha bilmiyoruz. Araplarla ilgilenmemesinin, Siyonizmi desteklemesinin sebebi, antisemit görünmekten korkması mı, Holokost konusunda kendisini suçlu hissetmesi mi, Filistinlileri mağdur görmemesi ve İsrail’in zulmüne karşı mücadele eden insanlar olarak onları takdir etmemesi mi yoksa bilmediğimiz başka bir şey miydi, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bildiğimiz tek şey, bu yaşlı adamın gençken gördüğümüz adamın ta kendisi olduğudur: bu, Cezayirli olmayan ve kendisine hayranlık duyan her Arap’ın yaşadığı acı bir hayal kırıklığıdır.
Şurası kesin ki Bertrand Russell, Sartre’dan daha iyi bir insandı. Sonrasında Princeton’dan sınıf arkadaşı, bir dönem dostu ve şahsi sekreteri olan Ralph Schoenman’ın yönlendirdiği bir isim olsa da Russell, en azından son yıllarında İsrail’in Araplara yönelik politikalarını eleştirmiştir.
Galiba bizim, bu insanların gençlerin hilelerine neden teslim olduklarını, değiştirilmesi mümkün olmayan politik bir inanca neden boyun eğdiklerini anlamamız gerekiyor. Biliyorum bu, iç karartıcı bir tespit ama ne yazık ki Sartre’ın başına gelen budur. Cezayir dışında Arapların adalet mücadelesi, onu hiçbir zaman etkilememiştir. Bunun sebebi İsrail mi yoksa kültürel belki de dinî açıdan Araplarla duygudaşlık kuramamış olması mı, cevap vermem imkânsız. Bu noktada Sartre, uzun süre Filistinlilerle yaşamış, Quatre Heures à Sabra et Chatila [Sabra-Şatilla’da Dört Saat] ile Le Captif amoureux [Sevdalı Tutsak] kitaplarını yazan, Filistinlilerin davasına tuhaf bir tutkuyla bağlı olan dostu ve idolü Jean Genet’den oldukça farklı bir kişiliktir.
O kısa ve beni derin bir hayal kırıklığına sürükleyen Paris buluşmasının ardından Sartre öldü. Onun ölümünün ardından tuttuğum yas ise hafızamda hâlâ capcanlı.
Edward Said
[Kaynak: London Review of Books, Cilt 22, Sayı 1 Haziran 2000.]

0 Yorum: