“Viktoryen”
sözcüğü, hep modası geçmiş fikirleri anıştırmış: korse içinde sıkışıp kalmış
kadınlar, sınırları belli cinsiyet rolleri ve cinsellikle ilgili tüm konularda
aşırı namuslu geçinme. Gösteriş amaçlı tüketim ideolojisinin ve kendini ifade
etmenin hâkim olduğu bir dünyada on dokuzuncu yüzyıla ait bu kendini
kısıtlamayı ve inkâr etmeyi temel alan anlayışlar, alabildiğine demode aslında.
Gelgelelim, Viktoryen ahlâkının da mevta olduğunu kimse söyleyemez.
Bu ahlâk hâlen
daha yaşıyor ve kendisini günümüzde tanık olduğumuz üst orta sınıf
davranışlarında dışavuruyor. Bazı yönlerinin yerinde yeller esiyor olsa da
burjuvazinin diğer sınıflar karşısında ahlâkî üstünlüğe sahip olduğuna dair
inanç, varlığını koruyor.
Bugün sabit
bisiklet egzersizleri, “kendi gıda ürünlerini kendin yetiştir” akımı ve kolej
başvurusu işlemi, eskinin Pazar gezilerinin, akşam kurslarının ve haftalık
toplantılarının yerini aldı. Ama gene de bir hata yapmayalım. Bunların hepsi
aynı amaca, sınıfsal imtiyazı bireysel erdeme dönüştürüp toplumsal hâkimiyete
destek olmaya hizmet ediyorlar.
Viktoryen Değerler
Tarihçi
Peter Gay, “Viktoryen” sözcüğünü, en geniş mânâda, uzun on dokuzuncu yüzyılda
Batı Avrupa ve ABD’deki eğitimli üst orta sınıfların kültürünü tanımlamak için
kullanıyor. Bu toplumsal kesim, elbette cinsiyet, cinsellik ve aile konusunda
bizim genel hatlarıyla aktardıklarımızdan daha karmaşık kanaatlere sahipti.
Viktoryen
dönemin insanlarının katı ahlâk kurallarını dayattıklarını söylemek mümkünse de
bu insanlar, üstelik çoğu zaman, hem de takıntılı bir biçimde, her daim seks
hakkında konuşuyorlardı. Gay’in de ifade ettiği biçimiyle zengin çiftler,
Newcomen buhar makinesinden bahsetmekten çok, içinden ateş fışkıran aşk
mektupları yazıyorlardı.
Müsamahasız
ve otoriter baba klişesine rağmen bu dönem, esasen bugün tanış olduğumuz
ebeveynlik anlayışlarının öncülüğünü yaptı. Gerçek bir erkek, sadece ailesinin
geçimini sağlamakla kalmamalı, aynı zamanda çocuklarının duygusal açıdan iyi
olmasını sağlayacak hususlarla da ilgilenmeliydi.
Her ne
kadar on dokuzuncu yüzyılın üst orta sınıfı, bugün bizim hayal ettiğimiz ölçüde
müsamahasız ve aşırı namuslu geçinen, bağnaz bir sınıf olmasa da onun katı
davranış kurallarına bağlı olduğunu söylemek lazım. Bu normatif kurallar, dönemin
değişen sınıfsal yapısına ve güçlenen burjuvazinin eski aristokrasinin politik,
toplumsal ve kültürel hayatın merkezinde oluşuna karşı çıkmadaki erdeme
başvurmak suretiyle, asiller karşısında ahlâkî üstünlüğünü ortaya koyma
arzusunun bir yansımasıydı. Soyluların oğulları avlanıp ziyafet verirlerken,
bankacıların ve avukatların oğulları çalışıyor, aile kuruyor ve kendilerini
eğitiyorlardı.
Almanya’da
tercümesi neredeyse imkânsız olan Bildung
sözcüğü, esasen kişinin kendisini yetiştirip geliştirmesiyle edindiği eğitimi
ifade ediyor. Farklı ulusların konuştuğu farklı dillerde karşılık bulan bu
fikir, bahsi geçen yeni sınıfı tüm ulusal sınırları silerek birbirine bağladı. Kendini
geliştirme meselesi, bu sınıfın giderek yozlaşmış ve itibar kaybetmiş olan
yüzde birden farklılaşmasını sağladı.
Misal,
müzik dinlemek, eğlenceden ziyade eğitimle alakalı bir tecrübeydi. On sekizinci
yüzyılın klasik oda müziği, aristokratların düzenledikleri akşam partilerine bir
fon müziği olarak hoşluk katmaktan ibaretti. Konser salonlarında asiller,
localarda icracılara yarım yamalak ilgi gösterirler, birbirlerine sarılıp
halvet olurlardı.
Fakat
giderek güçlenen kapitalist sınıf, o konserlere gittiğinde boş boş çene çalmak
yerine put gibi durup müziğe yoğunlaşabilmek için herkesten sessiz olmasını
istedi.
Viktorya
döneminde Almanlar, bir konser performansı esnasında sabit şekilde oturabilmek
için gerekli olan kas kontrolünü tarif etmek amacıyla Sitzfleisch (et gibi oturma) tabirini ürettiler. Öksürük ve
hapşırma seslerine bile izin verilmemeliydi ki herkes müziğe konsantre olabilsin
ve kendisini geliştirebilsin.
Bildung arayışı, gündelik
hayata da nüfuz etti. Eş ve anne olmanın ötesine geçip kariyer sahibi olma
umudu bulunmayan zengin genç kadınlar, en azından bir dil öğreniyor, piyano ve
ses dersleri alıyorlardı. Erkeklerse akşamları kentteki kurumsal faaliyetlere
katılıyor veya belirli konularda dersler alıyorlardı.
İşe yarama
ve başarılı olma hedefine vakfettikleri hayatları dâhilinde bu zengin
Viktoryenler, kendilerini bu bağlılıklarını sergilemek, hem kendilerinden daha
zengin hem de daha fakir olanlarla aralarındaki farkı ortaya koymak zorunda
hissediyorlardı.
Bu insanlar
sahip oldukları zenginlikleri, zevkleri ve tevazuu aynı anda ortaya koyan ev
eşyalarına ve süslere yığınla para harcıyorlardı. Evde bir salon varsa bu tür
harcamalar yapmak zorunda olduklarını gayet iyi biliyorlardı. Bu salon, evde
kalanların asla tek başına giremedikleri, tümüyle misafirlerin ağırlanması için
tahsis edilmiş bir yerdi. Pazar günleri maaile parkta gezintiye çıkılırdı.
Esasında
tüm Avrupa ve ABD’de daha fazla kamusal parkın inşa edilmesi için asıl baskıyı
zengin aileler yapmışlardı. Oysa bu parklar, zenginlerin değerlerine uygun
olarak avamın keyfini çıkartacakları yerler değillerdi, buralar, sadece en iyi
hâliyle Pazar günleri gösteriş yapmak için vardı.
Örneğin New
York’taki Central Park’ta halkın çimler üzerinde yürümesi veya spor yapması
yasaktı. Okul bahçelerinde oynamalarına izin verilmezden önce okuldan “iyi hâl
belgesi” alınması gerekmekteydi. Ayrıca Pazar’ları bira satışı da yasaktı.
Parklar,
işçilerin boş zaman geçirecekleri yerler değildi ve esasen disiplinle
alakalıydı. Buralarda işçiler, parkın keyfini çıkartma konusunda geçerli olan
en uygun yolu olan gezintiye çıkmayı öğrenirlerdi. ABD’nin ilk peyzaj mimarı
olan Frederick Law Olmsted’in ilk inşa ettiği, Viktorya dönemine has doğa
anlayışına bağlı kalan devasa bir tapınak şeklinde tasarlanmış olan park,
insanların kendilerini geliştirecekleri bir alan olarak iş gördü.
Fitness Ahlâkı
Bugünlerde
silindir şapkalı erkeklerin, jüponlu kadınların çocuklarını Pazar günleri
dolaştırdıklarına tanık olmasak da parklar, erdemli ve disiplinli kişiler
olunduğunun bir biçimde ortaya konduğu yerler olmaya devam ettiler. Bugünlerde
hâkim olan fitness kültürü, on dokuzuncu yüzyıla has, kendini geliştirme ve
disipline etme üzerine kurulu ahlâk anlayışının cisimleşmiş hâli.
Viktorya
dönemi insanları fiziksel aktivitelerde bulunmak istemezlerdi. Onlar, üzerlerinde
fazladan ağırlık taşımanın sınıfa ve saygınlığa dair bir işaret olduğuna
inanırlardı. Fitness ve spor, orta sınıfların hayatına yirminci yüzyılda
sızmaya başladı. Bugünlerde ise eskinin park gezintilerine benzer bir işlev
görüyor.
Bu fikir,
ilkin dokuz yıl önce oluştu zihnimde. Michigan eyaletinin Grand Rapids şehrinde
yaşıyordum o dönemde. Şehirde bisikletime binip bilmediğim yerleri keşfederdim.
Bir gün şehrin doğu yakasına gitmeye karar verdim, çünkü bu zengin mahallede
Reeds Gölü’nün çevreleyen bir bisiklet yolu vardı.
Oraya
gittiğimde egzersiz kıyafeti giymemiş tek kişinin ben olduğunu gördüm. Tabii
herkes egzersiz yapıyor değildi, ama birçoğu, ataları gibi yürüyüş bile yapmasa
da üzerinlerinde spor kıyafetleri vardı. Diğer bisikletçiler tayt giymişlerdi ve
hepsi de Fransa Bisiklet Yarışı’nın çıkış çizgisindeki sporculara benziyordu.
Bu
kıyafetler, esasen “yanlış anlamayın, biz sırf bir yerden bir yere gitmek için
bisiklete biniyor değiliz ayrıca yürüyüş de yapmıyoruz. Burada egzersiz için
bulunuyoruz” mesajı veriyorlardı. Doğu yakasının bu zengin sakinleri, parkta
yürüme meselesini bir tür fitness rutinine çevirmişlerdi; şık ama spor giyimli
bu kişiler, eylemlerinin kendini geliştirme amaçlı olduğunu örtük olarak söylemiş
oluyorlardı.
Hot yoga,
iç mekânda bisiklet egzersizi (spinning)
ve CrossFit gibi pratiklerin hepsi, özveriyle ve kendini disipline etmeyle
alakalı. Özveri, kendini inkâr etme ve disiplin Viktorya döneminde göklere
çıkartılan hasletlerdir. Maraton koşmak, bu konuda son dönemde önemli bir
gösterge hâline gelmiştir. Yarışmacılar, kendi bedenlerine erdemli, biraz da
tuhaf bir biçimde işkence ettiklerini herkese göstermek için sosyal medyaya
çektikleri fotoğrafları yüklemektedirler.
Bu yaklaşım
gündelik faaliyetlere de sızmaktadır. Trader Joe’s ve Whole Foods marketleri,
görünüşte üzerinde tek damla ter bulunmayan egzersiz kıyafetleri giymiş
insanlarla dolup taşmaktadır. Bu tür kıyafetler, giyenlerin, egzersiz yapmadıklarında
bile, kendi bedenlerine dikkat eden insanlar olduklarının birer delili
gibidirler. Yoga pantolonları ve koşu ayakkabıları, korseli elbiseler giymiş on
dokuzuncu yüzyıl kadınlarında olduğu gibi, erdemli oluşun birer tezahürüdür.
Bugünlerde
fit olmak, klas olmak demektir. Fitness yapmak ama aynı zamanda yemek kültürüne
sahip olmak, önemli bir meseledir. Kaloriler ucuzladıkça obezite de zenginliğin
alameti olmaktan çıkıp ahlâkî açıdan hatalı oluşun alameti hâline gelmiştir.
Bugün sağlıksız olmak, on dokuzuncu yüzyılda işçi sınıfında görülen,
cinsellikle alakalı âdetlerde olduğu gibi, yoksullara has açgözlülüğe dair bir
belirti olarak görülmektedir.
Her iki
düşünce tarzı da alt sınıfların kendilerini kontrol edemediğini, dolayısıyla
ellerinde olanlardan daha fazlasını hak etmediklerini söyler. Dolayısıyla
sağlık hizmetlerini sübvanse etmeye de ücretlerin artırılmasına da gerek
yoktur. Her şeyden önce yoksullar, zaten paralarını sigaraya ve çizburgere
yatırmaktadırlar.
Dün olduğu
gibi bugün de sağlık konusunda oluşan farklılık, işçi bedenlerine yönelik
tiksinmeyle alakalıdır. Wigen Pier Yolu
isimli romanında George Orwell, Viktorya çağının son döneminde yetiştirme
tarzını irdeler ve kendisinin yetiştirilme süreci dâhilinde işçi bedeninin tiksinilecek
bir şey olduğuna inandırıldığından bahseder. Orwell’ın yaşadığı dönemde aradaki
farkı oluşturansa fitness değil, çorbadır. Orwell’a alt sınıfların koktukları
öğretilmiştir.
Bugünlerde Wal-Mart İnsanları gibi internet
sitelerinde sınıfları dikine kesen bir korku dışavuruyor. Bugünün Viktoryenleri, yıkanmayan büyük kitlenin dayağını yememek için aşırı yemek yiyenlere sallıyorlar.
On dokuzuncu
yüzyıl burjuvazisi balık etli olanları yok edilmesi gereken birer utanç kaynağı
değil, zenginliğin birer işareti olarak görürdü, ama bugün manevi açıdan o
burjuvazinin soyundan gelenlerse doğru gıda türleriyle beslenmeye kafayı takmış
görünüyorlar. Son on beş yıldır organik gıda, mutlak bir gereklilik olarak
görülüyor.
Örneğin
glütensiz hareketini ele alalım. Bu hareket, buğdaydan tümüyle uzak durmak
zorunda olan çölyak hastalarını değil, yemeklerinden glüteni çıkartmak
isteyenleri ifade ediyor. Birkaç yıl önce memleketim olan ve tarımın hâkim
olduğu Nebraska’da glütensiz beslenen birini bulmanın şehir kütüphanesinde
Kropotkin’in toplu eserlerini bulmak kadar zor olduğunu söylüyordum. Oysa bugün
glütensiz yiyeceklere her markette rastlanıyor.
Gıda ve
beslenme konusunda geliştirilen bu disiplin, Viktorya dönemi insanlarının gurur
duyacakları, erdemli olmanın delili olan bir özveri örneği aslında. Keşke
dedemler, kendi patatesini ve hıyarını yetiştirmenin onları kıro değil de
sosyetik kılacağını görecek kadar yaşasalardı.
Anne Savaşları ve Kolej Başvuruları
Bugün
benzer bir dinamik, aile hayatına sirayet ediyor. Tıpkı ataları gibi bugünün
üst orta sınıfları da aile meselesine epey özen gösteriyorlar. Her ne kadar on
dokuzuncu yüzyıl otoriterizminin yerinde yeller esiyor olsa da bu dönemde
insanlar, çocukluğu ayrıksı ve özel bir kesit olarak değerlendirirlerdi.
Ebeveynler, bu anlayış doğrultusunda hareket eder, çocuklarına evlerinde
bakarlardı.
Çocuk
yetiştirme uygulamaları her geçen yıl meşakkatli bir hâl alıyor. Bu da
ebeveynlerin aşırı bir disiplinle, üstelik kendilerini inkâr ederek
yaşamalarını gerekli kılıyor. Kısa süre önce yayımlanan Her Şey Keyifli ama Eğlenceli Değil isimli kitabın adını duysa bir
Viktoryen, eminim ki bu isimden hoşlanırdı. Eğlenceden daha anlamsız ve eğitime
daha fazla kapalı bir şey var mı şu dünyada? Günümüzde çocuk yetiştirme
pratiklerinin talepleri karşısında eğlenceye vakit bulmak mümkün değil.
Anneler, uzun süre yemek vermek, emzirmek, çocuklarına organik yiyecekler yedirmek,
çocuklarını TV ekranından uzak tutmak zorunda. En ufak bir dalgınlık, kusur
olarak görülüyor. Muhtemelen Viktorya çağına ait değerlerle bugünün değerleri
arasındaki bağ da buradan kuruluyor: bugünün değerleri de Viktorya dönemi
değeri de kadınları kısıtlıyor, cinsiyet hiyerarşisini pekiştiriyor.
Yeni
beklentilerin paraya ve zamana muhtaç olmaları asla tesadüfi değil. Birden
fazla hizmet sektörüne ait işi bir arada yapmak zorunda olan bir kadın için çocuk
emzirmek, büroda çalışmaktan daha zor bir iş (beyaz yakalı-mavi yakalı işçiler
arasında ebeveyn izni konusunda görülen eşitsizlikten bahsetmeye bile gerek yok).
Bugün çocuk
emzirmeyle alakalı ahlâkî zorunluluklar, emzirme imkânı bulamayan işçi
kadınların ahlâkî açıdan yargılanmalarına neden oluyor. Emzirme ile ilgili
kısıtlamalar konusunda ciddi savaşlar veriliyor, ama sonuçta işçi kadınlara daha
fazla emzirme imkânı sunulması ile alakalı talepler nadiren dillendiriliyor.
Çocuklar
büyüdüğünde ebeveynlerden beklentiler daha da artıyor. Çocuklar spor
kulüplerine gönderiliyor, sonuçta anne babalar onlara destek vermek için boş
zamanlarından feragat etmek zorunda kalıyorlar. Bu türden faaliyetler zaman ve
para harcanmasını gerekli kılıyor. Zaman ve para, işçilerin esasen mahrum
olduğu iki temel kaynak.
Organize
faaliyetlerin hızla artması, esasen kendi geliştirme pratiğinin başka bir
biçimini ifade ediyor: çocuğun boş zamanı, artık tümüyle Bildung için tahsis ediliyor. Bu fırsatları çocuklara sunma
kabiliyeti ise ailenin ekonomik durumunun değil, ahlâkının bir yansıması olarak
değerlendiriliyor. Tıpkı Viktorya çağı kadınlarının piyano ve İtalyanca
öğrenmek zorunda olmaları, böylelikle toplumun diğer katmanlarında görülmeyen
bir zarafete kavuşmalarında olduğu gibi, bugünün çocukları da futbol oynuyorlar,
Çince öğreniyorlar, bir yardım kuruluşunda gönüllü olarak çalışıyorlar.
Gelgelelim Bildung konusunda günümüzde süren kapışmanın,
yarışın zirvesini ise kolej başvurusu denilen işlem teşkil ediyor. Dickens,
muhtemelen bu uygulamadaki saçmalığı gayet güzel hicvederdi, lâkin bizim, onun
on dokuzuncu yüzyıldaki muadilini bulmamıza imkân yok. Milyonlarca insan,
imtiyaza ağırlık veren bir sistem varmış ve bu sistem bir tür liyakat temelinde
işliyormuş gibi bazı adımlar atıyor ve kişilerinin değerinin kabul
edildikleri okulların itibarlarına göre belirlendiğine inanıyor.
Liseyi
bitiren birçok Amerikalı, iki okula başvuru yapıyor. Üst sınıfa mensup
çocuklarsa standart hazırlık sınıflarına gidiyor, staj yapıyor veya yaz boyu
giriş için gerekli makaleleri için malzeme toplamak amacıyla seyahat ediyor ve bir
düzine okula başvuruda bulunuyor, böylelikle en iyi okula girme şanslarını
artırmaya çalışıyor. Çocuklarının mevcut entelektüel becerileriyle zerre
ilgilenmeyen anne babalar, bu sayede devlet destekli bir eyalet üniversitesine
başvuru yapan avam tabakaya kıyasla daha iyi bir okula gideceklerini bilmenin
rahatlığı ile hareket ediyor.
Herkes İçin Bildung!
Bugünün üst
orta sınıfı, tıpkı Viktorya çağının insanları gibi, meritokratik bir toplum
kurgusunu savunmaktadır. Bu hikâye, onlara işçilerin sırtından geçinip ekonomik
konumlarını muhafaza etme imkânı sunmaktadır. İşçilere ise sağlık sorunlarının
ve iş hayatlarındaki sıkıntılı gelişmelerin sistemdeki bozukluktan değil de
bireysel hatalardan kaynaklandığı öğretilmektedir.
Egzersiz
yapmak, organik gıda tüketmek ve çocukları boş zamanlarında faydalı işler
yapmaya zorlamak, elbette kötü şeyler değildirler. Ancak bunlar, toplumsal
eşitsizliği meşrulaştırmak ve bir sınıfın ahlâkî açıdan diğer bir sınıftan
üstün olduğunu iddia etmek için kullanıldıklarında, burjuva değerlere ait birer
işaret hâline gelirler. On dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi bugün de rahatsız
edici bir nitelik arz ederler.
Sağlığımıza,
yediklerimize ve eğitimimize tabii ki önem vermeliyiz. Fakat bunları sınıfsal
hâkimiyetimize dayanak teşkil edecek sütunlar olarak görmek yerine, onları
herkes için geliştirmek gerekir. Üst sınıfa mensup, vasat düzeydeki çocukların
prestijli kolejlere sokulması için harcanan enerjinin tamamını yüksek eğitimi
daha erişilir ve daha ucuz hâle getirmek için teksif etmek mümkündür. Sağlıklı
gıda ürünlerinin herkese ulaştırılması, en temiz ürünleri satın almak suretiyle
statü sahibi olmaya göre daha öncelikli bir hedef hâline getirilebilir. Bir
düşünsenize, dünyaya hükmeden, Viktorya çağına ait değerler değil de sosyalist
değerler olsaydı, dünya nasıl bir yer olurdu?
Jason Tebbe
31 Ekim 2016
31 Ekim 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder