17 Kasım 2019

Yirmi Birinci Yüzyıl Viktoryenleri


“Viktoryen” sözcüğü, hep modası geçmiş fikirleri anıştırmış: korse içinde sıkışıp kalmış kadınlar, sınırları belli cinsiyet rolleri ve cinsellikle ilgili tüm konularda aşırı namuslu geçinme. Gösteriş amaçlı tüketim ideolojisinin ve kendini ifade etmenin hâkim olduğu bir dünyada on dokuzuncu yüzyıla ait bu kendini kısıtlamayı ve inkâr etmeyi temel alan anlayışlar, alabildiğine demode aslında.
Gelgelelim, Viktoryen ahlâkının da mevta olduğunu kimse söyleyemez.
Bu ahlâk hâlen daha yaşıyor ve kendisini günümüzde tanık olduğumuz üst orta sınıf davranışlarında dışavuruyor. Bazı yönlerinin yerinde yeller esiyor olsa da burjuvazinin diğer sınıflar karşısında ahlâkî üstünlüğe sahip olduğuna dair inanç, varlığını koruyor.
Bugün sabit bisiklet egzersizleri, “kendi gıda ürünlerini kendin yetiştir” akımı ve kolej başvurusu işlemi, eskinin Pazar gezilerinin, akşam kurslarının ve haftalık toplantılarının yerini aldı. Ama gene de bir hata yapmayalım. Bunların hepsi aynı amaca, sınıfsal imtiyazı bireysel erdeme dönüştürüp toplumsal hâkimiyete destek olmaya hizmet ediyorlar.
Viktoryen Değerler
Tarihçi Peter Gay, “Viktoryen” sözcüğünü, en geniş mânâda, uzun on dokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa ve ABD’deki eğitimli üst orta sınıfların kültürünü tanımlamak için kullanıyor. Bu toplumsal kesim, elbette cinsiyet, cinsellik ve aile konusunda bizim genel hatlarıyla aktardıklarımızdan daha karmaşık kanaatlere sahipti.
Viktoryen dönemin insanlarının katı ahlâk kurallarını dayattıklarını söylemek mümkünse de bu insanlar, üstelik çoğu zaman, hem de takıntılı bir biçimde, her daim seks hakkında konuşuyorlardı. Gay’in de ifade ettiği biçimiyle zengin çiftler, Newcomen buhar makinesinden bahsetmekten çok, içinden ateş fışkıran aşk mektupları yazıyorlardı.
Müsamahasız ve otoriter baba klişesine rağmen bu dönem, esasen bugün tanış olduğumuz ebeveynlik anlayışlarının öncülüğünü yaptı. Gerçek bir erkek, sadece ailesinin geçimini sağlamakla kalmamalı, aynı zamanda çocuklarının duygusal açıdan iyi olmasını sağlayacak hususlarla da ilgilenmeliydi.
Her ne kadar on dokuzuncu yüzyılın üst orta sınıfı, bugün bizim hayal ettiğimiz ölçüde müsamahasız ve aşırı namuslu geçinen, bağnaz bir sınıf olmasa da onun katı davranış kurallarına bağlı olduğunu söylemek lazım. Bu normatif kurallar, dönemin değişen sınıfsal yapısına ve güçlenen burjuvazinin eski aristokrasinin politik, toplumsal ve kültürel hayatın merkezinde oluşuna karşı çıkmadaki erdeme başvurmak suretiyle, asiller karşısında ahlâkî üstünlüğünü ortaya koyma arzusunun bir yansımasıydı. Soyluların oğulları avlanıp ziyafet verirlerken, bankacıların ve avukatların oğulları çalışıyor, aile kuruyor ve kendilerini eğitiyorlardı.
Almanya’da tercümesi neredeyse imkânsız olan Bildung sözcüğü, esasen kişinin kendisini yetiştirip geliştirmesiyle edindiği eğitimi ifade ediyor. Farklı ulusların konuştuğu farklı dillerde karşılık bulan bu fikir, bahsi geçen yeni sınıfı tüm ulusal sınırları silerek birbirine bağladı. Kendini geliştirme meselesi, bu sınıfın giderek yozlaşmış ve itibar kaybetmiş olan yüzde birden farklılaşmasını sağladı.
Misal, müzik dinlemek, eğlenceden ziyade eğitimle alakalı bir tecrübeydi. On sekizinci yüzyılın klasik oda müziği, aristokratların düzenledikleri akşam partilerine bir fon müziği olarak hoşluk katmaktan ibaretti. Konser salonlarında asiller, localarda icracılara yarım yamalak ilgi gösterirler, birbirlerine sarılıp halvet olurlardı.
Fakat giderek güçlenen kapitalist sınıf, o konserlere gittiğinde boş boş çene çalmak yerine put gibi durup müziğe yoğunlaşabilmek için herkesten sessiz olmasını istedi.
Viktorya döneminde Almanlar, bir konser performansı esnasında sabit şekilde oturabilmek için gerekli olan kas kontrolünü tarif etmek amacıyla Sitzfleisch (et gibi oturma) tabirini ürettiler. Öksürük ve hapşırma seslerine bile izin verilmemeliydi ki herkes müziğe konsantre olabilsin ve kendisini geliştirebilsin.
Bildung arayışı, gündelik hayata da nüfuz etti. Eş ve anne olmanın ötesine geçip kariyer sahibi olma umudu bulunmayan zengin genç kadınlar, en azından bir dil öğreniyor, piyano ve ses dersleri alıyorlardı. Erkeklerse akşamları kentteki kurumsal faaliyetlere katılıyor veya belirli konularda dersler alıyorlardı.
İşe yarama ve başarılı olma hedefine vakfettikleri hayatları dâhilinde bu zengin Viktoryenler, kendilerini bu bağlılıklarını sergilemek, hem kendilerinden daha zengin hem de daha fakir olanlarla aralarındaki farkı ortaya koymak zorunda hissediyorlardı.
Bu insanlar sahip oldukları zenginlikleri, zevkleri ve tevazuu aynı anda ortaya koyan ev eşyalarına ve süslere yığınla para harcıyorlardı. Evde bir salon varsa bu tür harcamalar yapmak zorunda olduklarını gayet iyi biliyorlardı. Bu salon, evde kalanların asla tek başına giremedikleri, tümüyle misafirlerin ağırlanması için tahsis edilmiş bir yerdi. Pazar günleri maaile parkta gezintiye çıkılırdı.
Esasında tüm Avrupa ve ABD’de daha fazla kamusal parkın inşa edilmesi için asıl baskıyı zengin aileler yapmışlardı. Oysa bu parklar, zenginlerin değerlerine uygun olarak avamın keyfini çıkartacakları yerler değillerdi, buralar, sadece en iyi hâliyle Pazar günleri gösteriş yapmak için vardı.
Örneğin New York’taki Central Park’ta halkın çimler üzerinde yürümesi veya spor yapması yasaktı. Okul bahçelerinde oynamalarına izin verilmezden önce okuldan “iyi hâl belgesi” alınması gerekmekteydi. Ayrıca Pazar’ları bira satışı da yasaktı.
Parklar, işçilerin boş zaman geçirecekleri yerler değildi ve esasen disiplinle alakalıydı. Buralarda işçiler, parkın keyfini çıkartma konusunda geçerli olan en uygun yolu olan gezintiye çıkmayı öğrenirlerdi. ABD’nin ilk peyzaj mimarı olan Frederick Law Olmsted’in ilk inşa ettiği, Viktorya dönemine has doğa anlayışına bağlı kalan devasa bir tapınak şeklinde tasarlanmış olan park, insanların kendilerini geliştirecekleri bir alan olarak iş gördü.
Fitness Ahlâkı
Bugünlerde silindir şapkalı erkeklerin, jüponlu kadınların çocuklarını Pazar günleri dolaştırdıklarına tanık olmasak da parklar, erdemli ve disiplinli kişiler olunduğunun bir biçimde ortaya konduğu yerler olmaya devam ettiler. Bugünlerde hâkim olan fitness kültürü, on dokuzuncu yüzyıla has, kendini geliştirme ve disipline etme üzerine kurulu ahlâk anlayışının cisimleşmiş hâli.
Viktorya dönemi insanları fiziksel aktivitelerde bulunmak istemezlerdi. Onlar, üzerlerinde fazladan ağırlık taşımanın sınıfa ve saygınlığa dair bir işaret olduğuna inanırlardı. Fitness ve spor, orta sınıfların hayatına yirminci yüzyılda sızmaya başladı. Bugünlerde ise eskinin park gezintilerine benzer bir işlev görüyor.
Bu fikir, ilkin dokuz yıl önce oluştu zihnimde. Michigan eyaletinin Grand Rapids şehrinde yaşıyordum o dönemde. Şehirde bisikletime binip bilmediğim yerleri keşfederdim. Bir gün şehrin doğu yakasına gitmeye karar verdim, çünkü bu zengin mahallede Reeds Gölü’nün çevreleyen bir bisiklet yolu vardı.
Oraya gittiğimde egzersiz kıyafeti giymemiş tek kişinin ben olduğunu gördüm. Tabii herkes egzersiz yapıyor değildi, ama birçoğu, ataları gibi yürüyüş bile yapmasa da üzerinlerinde spor kıyafetleri vardı. Diğer bisikletçiler tayt giymişlerdi ve hepsi de Fransa Bisiklet Yarışı’nın çıkış çizgisindeki sporculara benziyordu.
Bu kıyafetler, esasen “yanlış anlamayın, biz sırf bir yerden bir yere gitmek için bisiklete biniyor değiliz ayrıca yürüyüş de yapmıyoruz. Burada egzersiz için bulunuyoruz” mesajı veriyorlardı. Doğu yakasının bu zengin sakinleri, parkta yürüme meselesini bir tür fitness rutinine çevirmişlerdi; şık ama spor giyimli bu kişiler, eylemlerinin kendini geliştirme amaçlı olduğunu örtük olarak söylemiş oluyorlardı.
Hot yoga, iç mekânda bisiklet egzersizi (spinning) ve CrossFit gibi pratiklerin hepsi, özveriyle ve kendini disipline etmeyle alakalı. Özveri, kendini inkâr etme ve disiplin Viktorya döneminde göklere çıkartılan hasletlerdir. Maraton koşmak, bu konuda son dönemde önemli bir gösterge hâline gelmiştir. Yarışmacılar, kendi bedenlerine erdemli, biraz da tuhaf bir biçimde işkence ettiklerini herkese göstermek için sosyal medyaya çektikleri fotoğrafları yüklemektedirler.
Bu yaklaşım gündelik faaliyetlere de sızmaktadır. Trader Joe’s ve Whole Foods marketleri, görünüşte üzerinde tek damla ter bulunmayan egzersiz kıyafetleri giymiş insanlarla dolup taşmaktadır. Bu tür kıyafetler, giyenlerin, egzersiz yapmadıklarında bile, kendi bedenlerine dikkat eden insanlar olduklarının birer delili gibidirler. Yoga pantolonları ve koşu ayakkabıları, korseli elbiseler giymiş on dokuzuncu yüzyıl kadınlarında olduğu gibi, erdemli oluşun birer tezahürüdür.
Bugünlerde fit olmak, klas olmak demektir. Fitness yapmak ama aynı zamanda yemek kültürüne sahip olmak, önemli bir meseledir. Kaloriler ucuzladıkça obezite de zenginliğin alameti olmaktan çıkıp ahlâkî açıdan hatalı oluşun alameti hâline gelmiştir. Bugün sağlıksız olmak, on dokuzuncu yüzyılda işçi sınıfında görülen, cinsellikle alakalı âdetlerde olduğu gibi, yoksullara has açgözlülüğe dair bir belirti olarak görülmektedir.
Her iki düşünce tarzı da alt sınıfların kendilerini kontrol edemediğini, dolayısıyla ellerinde olanlardan daha fazlasını hak etmediklerini söyler. Dolayısıyla sağlık hizmetlerini sübvanse etmeye de ücretlerin artırılmasına da gerek yoktur. Her şeyden önce yoksullar, zaten paralarını sigaraya ve çizburgere yatırmaktadırlar.
Dün olduğu gibi bugün de sağlık konusunda oluşan farklılık, işçi bedenlerine yönelik tiksinmeyle alakalıdır. Wigen Pier Yolu isimli romanında George Orwell, Viktorya çağının son döneminde yetiştirme tarzını irdeler ve kendisinin yetiştirilme süreci dâhilinde işçi bedeninin tiksinilecek bir şey olduğuna inandırıldığından bahseder. Orwell’ın yaşadığı dönemde aradaki farkı oluşturansa fitness değil, çorbadır. Orwell’a alt sınıfların koktukları öğretilmiştir.
Bugünlerde Wal-Mart İnsanları gibi internet sitelerinde sınıfları dikine kesen bir korku dışavuruyor. Bugünün Viktoryenleri, yıkanmayan büyük kitlenin dayağını yememek için aşırı yemek yiyenlere sallıyorlar.
On dokuzuncu yüzyıl burjuvazisi balık etli olanları yok edilmesi gereken birer utanç kaynağı değil, zenginliğin birer işareti olarak görürdü, ama bugün manevi açıdan o burjuvazinin soyundan gelenlerse doğru gıda türleriyle beslenmeye kafayı takmış görünüyorlar. Son on beş yıldır organik gıda, mutlak bir gereklilik olarak görülüyor.
Örneğin glütensiz hareketini ele alalım. Bu hareket, buğdaydan tümüyle uzak durmak zorunda olan çölyak hastalarını değil, yemeklerinden glüteni çıkartmak isteyenleri ifade ediyor. Birkaç yıl önce memleketim olan ve tarımın hâkim olduğu Nebraska’da glütensiz beslenen birini bulmanın şehir kütüphanesinde Kropotkin’in toplu eserlerini bulmak kadar zor olduğunu söylüyordum. Oysa bugün glütensiz yiyeceklere her markette rastlanıyor.
Gıda ve beslenme konusunda geliştirilen bu disiplin, Viktorya dönemi insanlarının gurur duyacakları, erdemli olmanın delili olan bir özveri örneği aslında. Keşke dedemler, kendi patatesini ve hıyarını yetiştirmenin onları kıro değil de sosyetik kılacağını görecek kadar yaşasalardı.
Anne Savaşları ve Kolej Başvuruları
Bugün benzer bir dinamik, aile hayatına sirayet ediyor. Tıpkı ataları gibi bugünün üst orta sınıfları da aile meselesine epey özen gösteriyorlar. Her ne kadar on dokuzuncu yüzyıl otoriterizminin yerinde yeller esiyor olsa da bu dönemde insanlar, çocukluğu ayrıksı ve özel bir kesit olarak değerlendirirlerdi. Ebeveynler, bu anlayış doğrultusunda hareket eder, çocuklarına evlerinde bakarlardı.
Çocuk yetiştirme uygulamaları her geçen yıl meşakkatli bir hâl alıyor. Bu da ebeveynlerin aşırı bir disiplinle, üstelik kendilerini inkâr ederek yaşamalarını gerekli kılıyor. Kısa süre önce yayımlanan Her Şey Keyifli ama Eğlenceli Değil isimli kitabın adını duysa bir Viktoryen, eminim ki bu isimden hoşlanırdı. Eğlenceden daha anlamsız ve eğitime daha fazla kapalı bir şey var mı şu dünyada? Günümüzde çocuk yetiştirme pratiklerinin talepleri karşısında eğlenceye vakit bulmak mümkün değil.
Anneler, uzun süre yemek vermek, emzirmek, çocuklarına organik yiyecekler yedirmek, çocuklarını TV ekranından uzak tutmak zorunda. En ufak bir dalgınlık, kusur olarak görülüyor. Muhtemelen Viktorya çağına ait değerlerle bugünün değerleri arasındaki bağ da buradan kuruluyor: bugünün değerleri de Viktorya dönemi değeri de kadınları kısıtlıyor, cinsiyet hiyerarşisini pekiştiriyor.
Yeni beklentilerin paraya ve zamana muhtaç olmaları asla tesadüfi değil. Birden fazla hizmet sektörüne ait işi bir arada yapmak zorunda olan bir kadın için çocuk emzirmek, büroda çalışmaktan daha zor bir iş (beyaz yakalı-mavi yakalı işçiler arasında ebeveyn izni konusunda görülen eşitsizlikten bahsetmeye bile gerek yok).
Bugün çocuk emzirmeyle alakalı ahlâkî zorunluluklar, emzirme imkânı bulamayan işçi kadınların ahlâkî açıdan yargılanmalarına neden oluyor. Emzirme ile ilgili kısıtlamalar konusunda ciddi savaşlar veriliyor, ama sonuçta işçi kadınlara daha fazla emzirme imkânı sunulması ile alakalı talepler nadiren dillendiriliyor.
Çocuklar büyüdüğünde ebeveynlerden beklentiler daha da artıyor. Çocuklar spor kulüplerine gönderiliyor, sonuçta anne babalar onlara destek vermek için boş zamanlarından feragat etmek zorunda kalıyorlar. Bu türden faaliyetler zaman ve para harcanmasını gerekli kılıyor. Zaman ve para, işçilerin esasen mahrum olduğu iki temel kaynak.
Organize faaliyetlerin hızla artması, esasen kendi geliştirme pratiğinin başka bir biçimini ifade ediyor: çocuğun boş zamanı, artık tümüyle Bildung için tahsis ediliyor. Bu fırsatları çocuklara sunma kabiliyeti ise ailenin ekonomik durumunun değil, ahlâkının bir yansıması olarak değerlendiriliyor. Tıpkı Viktorya çağı kadınlarının piyano ve İtalyanca öğrenmek zorunda olmaları, böylelikle toplumun diğer katmanlarında görülmeyen bir zarafete kavuşmalarında olduğu gibi, bugünün çocukları da futbol oynuyorlar, Çince öğreniyorlar, bir yardım kuruluşunda gönüllü olarak çalışıyorlar.
Gelgelelim Bildung konusunda günümüzde süren kapışmanın, yarışın zirvesini ise kolej başvurusu denilen işlem teşkil ediyor. Dickens, muhtemelen bu uygulamadaki saçmalığı gayet güzel hicvederdi, lâkin bizim, onun on dokuzuncu yüzyıldaki muadilini bulmamıza imkân yok. Milyonlarca insan, imtiyaza ağırlık veren bir sistem varmış ve bu sistem bir tür liyakat temelinde işliyormuş gibi bazı adımlar atıyor ve kişilerinin değerinin kabul edildikleri okulların itibarlarına göre belirlendiğine inanıyor.
Liseyi bitiren birçok Amerikalı, iki okula başvuru yapıyor. Üst sınıfa mensup çocuklarsa standart hazırlık sınıflarına gidiyor, staj yapıyor veya yaz boyu giriş için gerekli makaleleri için malzeme toplamak amacıyla seyahat ediyor ve bir düzine okula başvuruda bulunuyor, böylelikle en iyi okula girme şanslarını artırmaya çalışıyor. Çocuklarının mevcut entelektüel becerileriyle zerre ilgilenmeyen anne babalar, bu sayede devlet destekli bir eyalet üniversitesine başvuru yapan avam tabakaya kıyasla daha iyi bir okula gideceklerini bilmenin rahatlığı ile hareket ediyor.
Herkes İçin Bildung!
Bugünün üst orta sınıfı, tıpkı Viktorya çağının insanları gibi, meritokratik bir toplum kurgusunu savunmaktadır. Bu hikâye, onlara işçilerin sırtından geçinip ekonomik konumlarını muhafaza etme imkânı sunmaktadır. İşçilere ise sağlık sorunlarının ve iş hayatlarındaki sıkıntılı gelişmelerin sistemdeki bozukluktan değil de bireysel hatalardan kaynaklandığı öğretilmektedir.
Egzersiz yapmak, organik gıda tüketmek ve çocukları boş zamanlarında faydalı işler yapmaya zorlamak, elbette kötü şeyler değildirler. Ancak bunlar, toplumsal eşitsizliği meşrulaştırmak ve bir sınıfın ahlâkî açıdan diğer bir sınıftan üstün olduğunu iddia etmek için kullanıldıklarında, burjuva değerlere ait birer işaret hâline gelirler. On dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi bugün de rahatsız edici bir nitelik arz ederler.
Sağlığımıza, yediklerimize ve eğitimimize tabii ki önem vermeliyiz. Fakat bunları sınıfsal hâkimiyetimize dayanak teşkil edecek sütunlar olarak görmek yerine, onları herkes için geliştirmek gerekir. Üst sınıfa mensup, vasat düzeydeki çocukların prestijli kolejlere sokulması için harcanan enerjinin tamamını yüksek eğitimi daha erişilir ve daha ucuz hâle getirmek için teksif etmek mümkündür. Sağlıklı gıda ürünlerinin herkese ulaştırılması, en temiz ürünleri satın almak suretiyle statü sahibi olmaya göre daha öncelikli bir hedef hâline getirilebilir. Bir düşünsenize, dünyaya hükmeden, Viktorya çağına ait değerler değil de sosyalist değerler olsaydı, dünya nasıl bir yer olurdu?
Jason Tebbe
31 Ekim 2016

0 Yorum: