31 Aralık 2017

,

İran’daki Gösteriler Üzerine


Kazvin’i Washington’dan Yanlış Okumak:
İran’daki Gösteriler Üzerine
İran, 28 Aralık 2017 Perşembe gününden beri Meşhed, Kirmanşah, Reşt ve İsfahan gibi şehirlerde düzenlenen protestolara tanıklık ediyor. Bazı haberlere göre, Ruhani hükümetinin Meşhed’deki muhafazakâr muhalifleri başlattı gösterileri. Ne var ki gösteriler başka yerlere yayıldı ve kontrolden çıktı. İlk aşamalarında göstericilerin talepleri, temel gıda ürünlerinin fiyatlarının hızla artması ile ilgiliydi ve ülke ekonomisinin hâlen yaşadığı cansızlığa dönük hayal kırıklığına dair, her daim görülen işaretler taşıyordu. Bugün itibarıyla gösteriler Tahran’a ulaştı, üniversitede belirli sayıda öğrenci bu gösterilere katıldı. Ama buna karşın tek bir protesto hareketinden mi yoksa birkaç hareketten mi bahsedebileceğimizi ifade etmek pek mümkün değil, zira dile getirilen şikâyetler ve önerilen çözümler çok farklı nitelikte.
“Halk”ı Mülk Edinmek
Yorumcular ve kendinden menkul uzmanlar, hoşnutsuzluğun hâkim olduğu gösterilerin arkasındaki itici güce dair alelacele bir dizi çıkarımda bulunuyorlar. Trump yönetiminin, başkentteki sağcı düşünce kuruluşlarının ve daha birçoklarının kendilerini bilmez biçimde ortaya atılıp yaşananlar karşısında coşkuya kapılması anlaşılır bir durum. Muhtemelen bunlar, geçmişte İran’ın uluslararası planda tecrit edilmesini, yaptırımların dayatılmasını, askerî müdahaleyi ve rejim değişikliğini isteyenler. Bu çevreler, hoşnutsuzluklar karşısında sürüye dâhil olup yaşanan gösterileri kendi emperyalist ajandalarına uygun olarak mülk edinmek niyetindeler. Bu türden kendini bilmez ve kötü niyetli olan bir tür oportünizm, en hafif deyimle boşa kürek çekmekten başka bir şey değil. Yirmi dört saat içerisinde, az sayıda beklentiyle birlikte, batıdaki ana akım medya, hemen sosyo-ekonomik sıkıntılarla alakalı meşru ifadeleri ve hükümetin hesap vermesine dönük talepleri “rejim değişikliği” yönünde istismar etme eğilimi içerisine girdi.
Aynı kişiler ve çevreler, daha önce de Huzistan’dan Tahran’a birçok yerde sayısız greve ve gösteriye tanıklık edildiği gerçeğini tümüyle göz ardı ediyorlar. Üstelik bu olaylar, 2013’te Hasan Ruhani’nin seçildiği seçimden beri, düzenli aralıklarla yaşanıyor. Ruhani yönetimi ve onun uyguladığı ajandaya sempatiyle yaklaşanlar, birçok durumda menkul kıymetleştirme [seküritizasyon] düzeylerini düşürmeye, aynı şekilde meşru şikâyetlerini dillendirenlerle sistemi yıkmak isteyenler arasında ayrım yapmaya çalıştılar. Bunlar, liberal bilinci tatmin edemeyecek ayrımlarmış gibi görünebilir, lâkin bu tür adımlar, hukukî düzlemde, karşılıklı olarak kabul gören, içteki mücadele kanallarının kurumsallaması noktasında çok önemli. Uygun tarzda örtünmeme meselesine yönelik kontrollerin ve cezaların hafifletilmesi, iki kilo altında uyuşturucu satanlara verilen ölüm cezasının kaldırılması gibi birçok gelişme ve elde edilen kimi başarılar, asla önemsiz ve küçük görülmemeli. Bu tarz girişimler, milyonlarca değilse bile binlerce İranlı için önemli sonuçlar doğuracak nitelikte.
Gösterilerle alakalı yorumlarda bulunanlar, önemli bir epistemolojik kör noktanın ceremesini çekiyorlar. Bu da onların İran’ı yanlış tanımalarına neden oluyor ve İran’daki devlet paranoyasının kaçınılmaz bir şey olarak takdim edilmesine yol açıyor. İstisnasız her vakit bu türden gösteriler karşısında medya ve yorumcular, bir bütün olarak sistemin meşruiyetinin sorgulandığını söylüyorlar. Buradan da sorunun ancak sistemin tümüyle ortadan kalkmasıyla çözülebileceği sonucuna ulaşılıyor. Oysa Hüccetü’l-İslam Muhammed Hatemi’nin yüzde yetmiş oyla seçildiği, yirmi milyon oy aldığı reformist dönemde (1997-2005) en önemli gelişme, başka politik söylemlerin ve pratiklerin bir arada bulunabilmesi ve yurttaşların bunlarla buluşabilmesiydi. Bir süreç olarak bu dönem, yavaş ve dağınık bir seyir izledi, devletin müdahalesi ve güçlerin orantısız dağıtılması sebebiyle iyice karmaşık bir hâl aldı. Bu süreç, kısa sürede iyileşmeye yol açmadı, birçoklarının beklediği “demokratik geçiş”e zemin hazırlamadı. Fakat gene de insanların koşulların zamanla gelişip değişimin failleri olarak insanlara güç katacağına dair gerçek bir beklenti içerisine girmesini sağladı.
“Ya hep ya hiç” üzerine kurulu bir yaklaşım tehlikelidir. Bu yaklaşım, İran’daki hoşnutsuzluklara ilişkin hâkim medyanın yaptığı haberlere sızmakta, sistematik olarak, başka şikâyetlerin ciddi biçimde dikkate alınmasına mani olmaktadır. Artan eşitsizlik, yüksek gıda fiyatları, hava kirliliği, çevrenin kötüleşmesi, üretim kapasitesinin düşmesi, ekonomi sahalarının çeşitliliğinin kalmaması, gençler arasındaki işsizlik, yolsuzluklar şikâyet edilen konulardan bazıları. Bu meselelerin, özlemle dile getirilip durulan o “rejim değişikliği” hikâyeleri ve Batılı güçlerle onların müttefiklerinin siyasetine asıl yön verenin demokrasiye bağlılık olduğuna dair o boş önerme üzerinden analiz edilmesi pek mümkün değil. Oysa bu yorumcular, kendilerini hapsettikleri bu önyargılarından kurtulabilseler, küresel güneyin ve başka yerlerdeki birçok ülkenin bu türden meselelerle karşılaştığı gerçeğini görebilecekler.
Medyada dile getirilen bu türden sorunlu ve çarpıtılmış hikâyeler, 2009’daki Yeşil Hareket’in ortaya çıktığı dönemde de anlatılmıştı. Hamid Dabaşi gibi birçok İranlı akademisyen, hareketin İslam Cumhuriyeti’nin anayasal ve normatif düzeyde sahip olduğu, onu cazip kılan kaynakları reforma tabi tutmak isteyen bir insan hakları hareketi olduğunu söylemişti. Göstericiler, ülke liderlerine ve politik seçkinlere şikâyetlerini ilettiler, zira eylemlere katılanların büyük çoğunluğu, yaptıkları gösterilerin ciddiye alınacağından emindi ve devlet politikasında bir değişimi tetikleyeceğini düşündü. Halkın itirazlarının temelinde, devlet içerisindeki belirli unsurların toplum sözleşmesini ihlal ettiği tespitine yaslanıyordu. “Benim oyum nerede?” diye bağırdılar. Sokaklara ilkin bu yüzden çıktılar, zira barışçıl gösteri yapma hakkı anayasanın güvence altına aldığı bir haktı, insanların amacı sistemi yıkmak değildi.
Tarihsel Emsaller
Hâlihazırda yaşanan gösteriler, en azından (Tahran Üniversitesi öğrencilerinin sokağa döküldüğü) başlangıçtaki olaylar aşamasında, belli ölçüde merhum Ekber Haşimi Rafsancani’nin (ölümü: 2017) cumhurbaşkanlığı döneminde tanık olunan, farklı şehirlerde gerçekleşen eylemlere benziyor. 1991-1992’de enflasyon yüzde kırk altıya ulaşmış, ekmek gibi temel gıda ürünlerinin fiyatları hızla artmıştı. Bu dönem, aynı zamanda İran riyalinin yüzde yirmi değer kaybettiği bir dönemdi. Rafsancani’nin ikinci döneminde (1993-1997) fiyat artışları konusunda ilkin 1992 ortalarında Meşhed ve Şiraz’da, ardından da 1995 ortalarında İslamşehr ve Kazvin’de gösteriler gerçekleştirildi. Her bir gösteri, nihayetinde yoğunluğunu yitirdi ve etkisizleşti ama buna karşın Rafsancani yönetiminin işlerini zora soktu ve gayet hırslı bir isim olan cumhurbaşkanının ekonomi politikasıyla alakalı ajandasının önemli bir kısmından (örneğin teşviklerin azaltılması, dış borçların artırılması gibi başlıklarda) geleneksel sağa ödün vermesine neden oldu, ama öte yandan sağcılar da toplumsal adalet meselesini daha da ciddiye almak zorunda kaldılar. Bunun önemli bir sebebi, sağın elindeki toplumsal tabanın ana çekirdeğinin yoksullar, çoğunlukla kent yoksulları olduğunu görmesiydi.
Üstünkörü baksak bile, eylemlerin büyük bir kısmının arkasında farklı politik gerekçeler olduğu görülüyor. Yoksullar, ekonomik gelişmeler karşısında hayal kırıklığına uğrayan, başkentin güneyinde ve kasabalarda oturan insanlar, 1999 öğrenci eylemleri ve 2009’daki hızla ve şiddetle engellenen Yeşil Hareket’in taleplerine benzer taleplere sahip meslek sahibi, ücretli orta sınıfın gelişmelerden şikâyetçi kesimleri bu noktada önemli roller oynadı. Bu gruplar, birbirleriyle geçmiş konusunda sohbet edip diyalog içerisine girse bile, bir koalisyonun ve işbirliğinin kurulması hâlen daha güç bir mesele. Şüphecilik baskın bir duygu. Yukarıda bahsi edilen emsallerle ilgili olarak, arada birçok farklılık da söz konusu: tarih asla tekerrür etmiyor. Ayrıca şunu da söylemek lazım: sosyal medya ve onun toplumsal hareketliliklerin niteliği üzerindeki etkileri, meseleleri iyice içinden çıkılmaz bir hâle sokuyor.
Bu son gösterilerde atılan sloganların büyük bir kısmı tabii ki politik ve statüko karşısında yaşanan hayal kırıklıklarıyla alakalı. Lâkin bazı sloganlar da sosyo-ekonomik şikâyetlerin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile bir araya gelebileceğinin somut delili gibi. Avrupa ve ABD genelinde karşımıza çıkan sağcı popülizmi yansıtan sözlere de rastlanıyor bu eylemlerde. Bu tarz sloganlarda, sadece Hizbullah ve Esad’a verilen devlet desteğine dair öfke dile getirilmekle kalmıyor, aynı zamanda Arap karşıtı söylemler ve Rıza Şah dönemine dönük tuhaf bir nostalji de ses buluyor (bu nesil, Pehlevi’nin kraliyet rejimini hiç tecrübe etmedi, o günleri hiç yaşamadı). Bu görüşler, kimi zaman Batı medyasınca işlenip geliştiriliyor. Ayrıca para kaynakları belli olmayan Manoto gibi diasporadaki popüler Farsça TV kanalları da bu tür görüşlere yer veriyor.
ABD Faktörü Üzerine Bir Not
Trump yönetiminin dış yatırımlara ve İran’ın küresel ekonomiye entegre olmasına mani olmaya çalıştığını belirtmemek, büyük bir ihmalkârlık olurdu. ABD’nin İran karşıtlığı ve ülkeyi sürekli kötüleyip şeytanlaştırması ile Ruhani’nin enflasyonu düşürme ve teşvikleri kesme girişimleri ile birleşti. Ruhani’nin ana meselesi, dünya genelinde petrol fiyatlarının düşmesi, buna karşılık, bir tür neoliberal siyasetin devreye sokulması, bu tür adımların yangına benzin dökmesiydi. Obama yönetiminin 2011-2015 arası dönemde İran’ın petrol ihracatına ve Merkez Bankası’na yaptırım uygulaması da aynı şekilde 2012-2013’te riyalin değerinde bir krizin yaşanmasına neden olmuş, Ahmedinecad ve sonrasında Ruhani hükümeti, döviz elde etmek için yoğun bir mücadele içerisine girmek zorunda kalmıştı. Buna ek olarak Avrupa’nın İran’ın uluslararası bankacılık sisteminin dışında tutulması meselesini çözememesi, devlet ve özel sektör nezdinde en temel finans işlemlerinin bile anlaşılması güç bir hâl almasına neden olmuştu. Washington’ın bunun yanı sıra Avrupa’nın ataletinin yol açtığı bu türden engeller, İran’ın BM içerisinde Çin, Fransa, Rusya, İngiltere, ABD ve bunlara ek olarak Almanya (P5+1) ile yaptığı diplomatik anlaşmaya zerre saygı göstermeyen gelişmelerdi. Bu türden dinamikler göz önünde bulundurulduğunda, Ruhani hükümetinin olmayacak duaya amin diyebilmek için çırpınıp durduğunu söylemek mümkün.
Sonuç
Bu gösterilerin Ruhani hükümeti nezdinde bir tür çalar saat işlevi göreceğini söylemek lazım. Beklentilerin karşılanamadığına hiç şüphe yok. İnsanlar, Müşterek Kapsamlı Eylem Planı’nın sunacağı somut ve maddi faydalara muhtaçlar. Gündelik hayatlarında bu planın getirilerini görmek istiyorlar. Ama bunların hiçbirisi yaşanmadı. Nükleer anlaşması önemli bir başarı olsa da birçoklarının baş koyduğu dönüşüm sürecini tetiklediğini görmek gerek. Bu, aslında Trump yönetiminin hiç istemediği bir şey. Trump, İsrail hükümeti ve İran’a kötü niyetle yaklaşan diğer güçler, İran’ın yapacağı hataya bel bağlıyorlar. Gelgelelim İran hükümeti de mevcut ekonomi stratejisini yeniden ele almaktan başka bir seçeneğe sahip değil. Bu, temelde Rafsancani döneminden miras kalmış bir strateji. Söz konusu stratejinin amacı, İslam Cumhuriyeti’ni başka Müslüman milletlere örnek teşkil edecek, teknokratik, serbest piyasacı ve kapitalist işletmelere dost bir ülke olacak şekilde dönüştürmek. Yabancı turistler, ayrıca Trump’ın bozmaya çalıştığı Boeing, Total ve İtalyan kahveci zinciri ile yapılan sembolik anlaşmalar hayırlı ve güzel gelişmeler olabilir. Lâkin mücadele içerisinde olan birçok İranlı için bu gelişmeler, ülkenin arzuladıkları ve hak ettikleri, daha adil, eşitlikçi ve sürdürülebilir bir politik ekonomiye kavuşmasını mümkün kılmayacak.
İskender Sadıkî Burucerdi
30 Aralık 2017

30 Aralık 2017

,

Malala ve Ahid


Batı Malala’ya Methiyeler Düzerken
Neden Ahid’i Görmezden Geliyor?
Ahid Tamimi 16 yaşında Filistinli bir kız. Geçenlerde bir gece baskınıyla evinden gözaltına alındı. İsrailliler, onu bir İsrail askerine ve subayına “saldırmakla” suçluyor. Bir gün önce Ahid, evinin arka bahçesine giren askerlerle tartışmıştı. Bu olay, bir askerin Ahid’in 14 yaşındaki kuzenini başından plastik mermiyle vurması ve evini doğrudan hedef alıp göz yaşartıcı gaz sıkması ve camları kırması üzerine yaşanmıştı.
Sonrasında annesi ve kuzeni de gözaltına alındı. Şuan üçü de gözaltında.
Öte yandan Ahid, kendilerini insan hakları ile genç kızların yetki ve güç kazanmasını savunan kişiler olarak takdim eden Batılı feminist gruplar, insan hakları savunucuları ve devlet görevlilerinden gelecek destekten mahrum.
Bu çevreler, küresel güneyde genç kızların yetki ve güç kazanması için sayısız kampanya düzenliyor: Kızlar Ayağa, Kızların Zirvesi, Çünkü Ben Kızım, Kızlar Okula, Kızların Deklarasyonu.
Pakistan’da 15 yaşındaki Malala Yusufzay, bir Tehrik-i Taliban üyesi tarafından vurulduğunda çok farklı bir tepki ortaya konulmuştu. Eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown, “Ben Malala’yım” başlıklı bir dilekçe kaleme almış ve imzaya açmıştı. UNESCO ise “Malala’yı Destekleyin” adıyla bir kampanya başlatmıştı.
Malala, o dönemki ABD başkanı Obama ve BM genel sekreteri Ban Ki-moon’la görüştü, BM Genel Kurulu’nda konuşma yaptı. Sonrasında Malala birçok ödül aldı, Time dergisince en etkili yüz isim listesine girdi, Galmour dergisi onu yılın kadını seçti, 2013’te Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi, ödülü 2014’te aldı.
Hillary Clinton ve Julia Gillard gibi siyasetçiler, ayrıca Nicholas Kristof gibi önemli gazeteciler, onu destekleyen açıklamalar yaptılar. Hatta Malala Günü bile ilân edildi!
Fakat bugün #Ben Ahid’im veya #Ahid’i Destekleyin etiketli tek bir kampanyaya rastlamıyoruz. Hiçbir feminist ve insan hakları örgütü ya da politik isim, İsrail devletini kınayan ve Ahid’e destek veren tek bir açıklama yayınlamıyor. Ahid Günü ilân eden de yok. Tam tersine Ahid, bir dizi panele katılmak için ABD’ye gitmek istediğinde kendisine vize verilmeyen bir isim.
Ahid de Malala gibi adaletsizliklere karşı ayağa kalkmış. İsrailli yerleşimcilerin toprağı ve suyu çalmasını protesto etmiş. Amcasını ve kuzenini işgalcilere kurban vermiş. Ailesi ve ağabeyi birçok kez gözaltına alınmış. Annesi bacağından vurulmuş. İki yıl önce internette yayılan bir videoda küçük kardeşini bir askere karşı korumaya çalışırken görülüyordu.
Uluslararası düzlemde Malala için kopartılan feryat Ahid için neden kopartılmıyor? Ahid konusunda neden farklı bir tepki ortaya konuluyor?
Bu sessizliğin bir dizi sebebi var. İlki, devletin uyguladığı şiddetin meşru kabul edilmesi. Taliban veya Boko Haram gibi devlet dışı aktörlerin eylemleri kanundışı kabul edilirken, devletin bu türden eylemleri uygun görülüyor.
Bu türden eylemler, insansız hava araçları, hukuka aykırı gözaltılar ve polis şiddeti gibi aleni şiddet biçimlerini, ayrıca toprak ve su gibi kaynaklarına el konulması gibi ilk planda görülmeyen saldırıları içeriyor. Devlet, bu eylemleri adaletsizliklerin mağdurlarını devletin işleyişine yönelik bir tehdit olarak göstererek meşrulaştırıyor.
Bu tehdit açıktan beyan edildiği noktada, kişi kolaylıkla politik değerden yoksun, yalın bir hayata indirgeniyor. İtalyan felsefeci Giorgio Agamben, bu hayatı kanunları askıya alan egemen gücün onay verdiği bir zaman/mekân olarak tarif ediyor. Bu onay üzerinden kişi, devletin şiddetinin hedefi hâline geliyor. Teröristler çoğunlukla bu kategoriye giriyorlar. Terörist olduklarından şüphelenilen kişiler, böylelikle insansız hava araçlarıyla yargısız infazlarla katlediliyor ve kamuoyu bu konularda fazla tepki ortaya koymuyor.
İsrail polisi benzer bir stratejiye başvuruyor. Ahid konusunda onun askerler için tehlike arz ettiğini ve devletin işleyişini (sorgulama pratiğini) engellediğini söylüyor.
Tüm gücüyle ailesini korumak için uğraşan 16 yaşında silâhsız bir gencin terörist olarak damgalanması anlaşılır şey değildir. Bu türden etiketlemeler üzerinden devlet, uyguladığı işkenceyi meşrulaştırıyor, yapanlara gerekli yetkiyi veriyor. Örneğin İsrail eğitim bakanı Naftali Bennett, Ahid ve ailesinin “tüm hayatlarını hapiste geçirmelerini” istiyor.
Ahid’in çektiği çile, Batı’nın seçmeci hayırseverliğini ifşa ediyor. Bu yaklaşıma göre, sadece belirli bedenler ve davalar müdahaleye değer görülüyorlar.
Antropolog Meryem Tiktin’in dile getirdiği biçimiyle, bugün yardım kurumlarına bedensel çileyi hafifletmeyle ilgili ahlâk dili hâkimse de sadece çile çeken belirli bedenler böylesi bir ilgiye değer görülüyorlar. İstisnai ihlallerle karşılaşan kadın bedenleri ve patolojik düzeyde hastalıklı bedenleri bu türden bedenler.
Çekilen çile meselesine böyle yaklaşıldığında, emek harcayan ve sömürülen bedenler normalleşiyor: “Bunlar istisnai değil kural, dolayısıyla ilgiyi hak edecek düzeyde değiller.”
İşsizlik, açlık, şiddet tehdidi, polis zulmü ve kültürlerin aşağılanması, çoğunlukla insanî yardım amaçlı müdahaleyi hak etmeyen olgular olarak görülüyor. Bu türden çile çekme biçimleri, gerekli hatta kaçınılmaz kabul ediliyor. Dolayısıyla Ahid, ulusötesi güçlerin müdafaasına uygun düşmeyen ideal mağdur-özne olarak görülüyor.
Buradan da yerleşimcilerin sömürgeciliğini eleştiren, herkese ücretsiz yardım yapılmasını isteyen Ahid gibi genç kızlar, Batı’nın değer verdiği güçlü ve yetki sahibi kadın olarak görülmüyorlar. Çünkü Ahid, sadece kendisine hayrı olan yetki ve gücü kazanmak yerine zulme karşı adaleti savunuyor.
Ahid’in feminizmi, emtiayı ve cinsiyeti merkeze alan bir feminizm değil, politik bir feminizm. Ondaki genç kız olarak sahip olduğu güç tehditkâr ve yerleşimcilerin sömürgeciliğine ait çirkin yüzü ifşa ediyor, tam da bu sebeple “tehlikeli” bir şey olarak görülüyor. Ondaki cesaret ve korkusuzluk, işgal süreciyle ilgili her şeyin yanlışlığını tüm canlılığıyla ortaya koyuyor.
Ahid’in başına gelenler, bizleri seçmeci yardımseverliğimizi sorgulamaya itmeli. Devlet şiddetinin mağduru olan, iktidarın ahlâksızlığını açığa vuran ve insan hakları müdafaa merkezleri eliyle insanlara yardım eden kişiler de bizdeki adalet anlayışı kapsamında ele alınmayı hak ediyorlar.
Ahid için kampanyalar yürütmesek bile, onun kendi halkını güçten düşürme, yersiz yurtsuzlaştırma ve mülksüzleştirme girişimlerine tanık olmamıza dönük çağrısından asla kaçamayacağımızı bilelim. Bu noktada Nelson Mandela’nın şu sözünü kulağımıza küpe yapalım: “Özgürlüğümüzün Filistinliler özgürleşmeden eksik kalacağını çok iyi biliyoruz.”
Şenila Hoca Mulci
28 Aralık 2017

28 Aralık 2017

, ,

Badiou-Joffrin Tartışması

“Komünist hipoteze bağlı olduğunu” söyleyen Alain Badiou ile mevcut sosyal demokrasiyi savunan reformist (Libération yazı işleri müdürü) Laurent Joffrin arasında cereyan eden tartışma.

● ● ●

Philippe Douroux
20 Aralık 2017

Alain Badiou, siyaseti nasıl tarif ediyorsun?

Belki de Siyasete Övgü isimli kitabımın adı Siyaset Övgüsü olmalıydı. Esasında bence iki siyaset tanımı mevcut. İlk tanım, devlet iktidarının ele geçirilmesini ve iktidar pratiğini merkeze alıyor. Burada siyaset, iktidarın taleplerinin gerçekçi mânâda yönetilmesi olarak tanımlanıyor. Özellikle Platon gibi ilk filozoflarda karşımıza çıkan ikinci tanımsa, ana sorunun adalet sorunu olduğunu düşünüyor. Ben, bu ikinci tanıma bağlıyım ve siyaseti âdil bir toplumun örgütlenmesine zemin hazırlayacak tüm yöntemleri içeren küme olarak tanımlıyorum. Böylesi bir toplum, müşterek gerçekliği teşkil eden eşitsizliklerden ve güç ilişkilerinden arınmış bir toplumu ifade ediyor. Bu, aslında çok öncesinde Aristo’da ve Platon’da zaten cereyan etmiş bir tartışma. Aristo’daki kavrayış tarzı daha pragmatik. O, toplumun varoluşunun ekonomik ve mali koşullarını analiz ediyor ve bir orta sınıfın bulunması gerektiği üzerinde duruyor. Platon ise tersten, her şeyden önce âdil bir toplumu tanımlama gayreti içerisinde ve sadece, o da ilerleyen süreçte, böylesi bir topluma ulaşmak için gereken araçlara odaklanıyor.

Bence bu tür bir ayrım gayet yerinde. Siyasete Övgü kitabında bundan daha fazlasını söylüyordun. Sana göre, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti sorgulamadığımız sürece siyaset diye bir şeyden söz edemeyiz. Dolayısıyla siyaset, ancak toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiği ile ilgili, birbiriyle çelişen iki farklı öneriyi, özel mülkiyete dayalı toplumla müşterek sahipliğe dayalı toplumu karşı karşıya getirdiğimiz noktada çıkış alabiliyor. Bence bu, yanlış bir düşünce. Piyasa sistemleri içinde de siyaset söz konusudur: “Irak’taki savaşa dâhil olmamız gerekiyor mu gerekmiyor mu?” sorusu siyasettir; “Dayanışma temelli servet vergisinden kurtulmak zorunda mıyız değil miyiz?” sorusu siyasettir; “Fillon’a mı yoksa Hamon’a mı oy vereceğiz?” sorusu siyasettir. Mülkiyet meselesi diğer birçok meseleden biridir. Komünizmin başarısız olduğu hususu dikkate alındığında, bu mesele de ikincil bir mesele hâline gelmiştir.

Oysa ana mesele, bahsini ettiğin meselenin ta kendisi. Bugün yerleşik tarım, yeni üretim, iletişim ve savaş tekniklerine göre kurulmuş devletlere sahip politik toplumlar, tümüyle toplumun sınıflara ayrışması meselesiyle ilişkilidirler. Bu ayrışma, müşterek kabul edilmesi gereken emtia üzerindeki özel sahiplik ilişkilerine dayanır. Dolayısıyla siyaset, mülk sahipleri ile mülksüzler arasındaki ihtilafı çözüme kavuşturma meselesidir. Bugün bizler, bilhassa teknik düzeyde, bu benim “siyasetin neolitik çağı” dediğim, bin yıllık inşa sürecinin en kusursuz biçiminde yaşıyoruz. Kapitalizm, doğal seyri müşterekliğe doğru olan, emtia üzerindeki özel sahiplik ilişkileri etrafında örgütlenmiş toplumun o uzun tarihinin nihai bir sonucudur. Kapitalizm bu gerçeklikten doğmuştur, dolayısıyla bugün siyaset, en temel mesele olan adalete dair bir anlayış bağlamında, eksiksiz bir değişimi ve sistemsel bir dönüşümü varsayar.

Siyasetten söz edebilmek için özel mülkiyet ilişkilerine ait kuralları ve piyasaya ait kuralları sorgulamak zorunda olduğumuz kanaatinde değilim. Bundan başka bir yığın mesele var. Burada takdim edilen, özünde gerçeğe dair alabildiğine dair bir ekonomist bakış açısıdır.

Kesinlikle katılmıyorum söylediklerine. Mülkiyet meselesiyle yüzleşmeyen bir siyaset, salt devlet iktidarının ele geçirilmesini ve iktidar pratiğini öne alan bir siyaset yorumudur. Oysa devlet iktidarının idaresi meselesine vurgu yapan bu yaklaşım, temelde “burjuva” mülkiyetine bel bağlar. Bu mülkiyet de maliye, hissedarlar, sanayi ve medya gibi konularla alakalıdır. Hiç şüphe yok, serbest piyasacı idare ile sosyal liberalizm arasında kimi nüanslar mevcuttur.

Bunlar basit nüanslar değil…

Elbette ki öyle…

Gerekçelerimi izah edeyim. Başka bir örnek vereceğim: toplumda dinin yeri meselesini ele alalım. Teokrasi ile laik rejim arasında yapılacak tercih, milyonlarca insanın gündelik hayatı için oldukça önemli bir tercihtir ve bu tercihin özel mülkiyet meselesiyle hiçbir bağlantısı yoktur. Emek yasasını liberal bir yönelim dâhilinde reforma tabi tutulması, milyonlarca Fransız işçinin kaderi bağlamında önemli sonuçlara yol açacak politik bir karardır.

Bunlar basit nüanslar değil. Bence burada toplumun nasıl örgütleneceği konusunda yaşanan derin anlaşmazlıklar söz konusu. Tüm insanlığın geleceğini tehdit eden küresel ısınmayla mücadele edip etmeyeceğimiz meselesi, basit nüans olarak görülecek bir mesele değil.

Tabii ki değil, ama gezegenin yıkımı meselesi de mülkiyet meselesiyle bağlantılıdır. Özel mülkiyet, müşterek iyiyi yok eden, yıkıcı bir sistemdir. Ekoloji meselesi, kapitalizme itiraz etmeyi gerekli kılar.

Özel mülkiyet ilga edildiğinde, doğal kaynakların daha yoğun bir biçimde yok edildiğine tanıklık ettik ama.

Bu, başka bir mesele. Özel mülkiyeti merkeze koymuş bin yıllık idarenin ardından sahip olabildiğimiz kolektivizasyon deneyiminin süresi sadece yetmiş yıl! Tarihte Rusya ve Çin üzerinden ilk kez edinilen bu oldukça kısa deneyimin kısa sürede istikrarlı bir biçim edinemeyip süreç içerisinde başarısız olması karşısında kimse neden şaşkınlığa düşmüyor? Burada bin yıllık tabuya karşı bir saldırı söz konusu: her şey, yola devam edebilmek için, önceden elde herhangi bir model olmaksızın, baştan icat edilmek durumunda kalındı.

Sen “komünist hipotez”i savunuyorsun. Bu konuda bir yığın müdahalede bulundun ve bir dizi kitap yazıp yayınladın. Bu “hipotez” neden çok fazla yankı bulmadı peki? Çünkü kimse böyle bir hipotezi duymak bile istemiyor. Kimse, tarihsel bir felâketle sonuçlanmış olan komünist deneyimi tekrarlamak niyetinde değil.

Aslında kimse, zaten başarısız olmuş bir şeyi sürdürmek istemiyor! Bir hipotezi teyit edecek ilk adımlar yeterince ikna edici bulunmadı diye o hipotezi terk etmek pek rasyonel bir yöntem olmasa gerek. Fizikçiler ve sanatçılar, senin bu argümanının peşinden gitmedikleri için çok şanslıyız!

Alain Badiou, madem Rusya ve Çin deneyimleri birer hataydı, neden ilk başlarda bu deneyimleri savundun?

Ben bugün bu deneyimleri savunmuyorum. Tam tersine, zenginliklerin âdil ve müştereken mülk edinilmesi hipotezini diri tutmak için bizim böylesine muazzam böylesine önemli bir deneyimin ilk yirmi otuz yılında kaçınılmaz olarak yaşanacak hataları kabul edip yeni çözümler icat etmemiz gerekir. Fakat Laurent Joffrin ve kapitalizm yanlısı hâkim görüşe göre, her şey zaten çok önceden kurulmuştur ve böylesi bir adalet biçimi suçtur.

Fakat komünizm, salt kullandığı yöntemler ve araçlar değil, özü itibarıyla da başarısız oldu. Sense bu deneyimlerin yeterince ileri götürülmediği için başarısız olduğunu söylüyorsun. Oysa esasen bu deneyimler, en ileri aşamaya götürüldüğünde başarısızlık en net biçimde görüldü. Ellili yılların sonunda Çin’de gerçekleştirilen Büyük Atılım’ı örnek vermek mümkün. Kolektif mülkiyet, mümkün olan en ileri aşamasına taşındı. O noktada sadece toprak değil, aletler, gübre, köylülerin gündelik hayatı da kolektivize edildi. Köylüler, yemeklerini müşterek kantinlerde yediler ve kendi aletlerini müşterek alana teslim etmek zorunda kaldılar. Sonuçta ise bir yıl içerisinde tarımsal üretim çöktü. Çin’de taşra hayatının zaten geçimlik tarımsal üretim aşamasında olması sebebiyle bu aşırı komünizm dehşet verici bir kıtlığa yol açmıştır. Herkesin de gördüğü biçimiyle, bu kolektivizasyon, 10 ilâ 30 milyon insanın öldüğü bir felâkete sebep olmuştur. Aynı süreç her yerde yaşanmıştır.

İyi de işin aslı başka.

Örnekler üzerinden konuşursak.

Yetmişlerde SSCB, dünyanın ikinci büyük gücü kabul ediliyordu, sanayileşmiş ülkeler sıralamasında Doğu Almanya yedinci sıradaydı.

İyi ama Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra bu tespitin yanlış olduğu görüldü! Batı Almanya ile Doğu Almanya’yı kıyasladığımızda, ilkinin ekonomik açıdan daha başarılı olduğu görülecektir, üstelik işçiler açısından bile bu başarı gayet açık ortadadır. İnsan haklarından söz etmeye bile gerek yok!

Rakamlar başına belâ olunca, nedense hepsi yanlış oluyor! Zaten meselenin özünü de rakamlar teşkil etmiyor. Burada insanlığın geleceğinin bağlı olduğu, özgürleştirici hipotezten bahsediyoruz. Bu hipotez, bin yıl içerisinde bir emsali bile olmayan, her şeyi kucaklayan bir örgütlenme öneriyor. Bu hipotezin gerçek kılınmasına dönük ilk adımların neden çok önemli krizlerden geçtiği meselesini izah eden her şeyi tefekkür etmek, belirli kategorilere oturtmak ve doğru bir zemine yerleştirmek mümkün ve zaruridir. Asıl bunu yapmamamız tuhaflıktır! Burada zor bir matematik sorusunu çözmek türünden bir durum söz konusudur. Büyük akıllar bile hata yaparlar ama bu, çözüm bulma ihtiyacını geçersiz kılmaz.

Kanıtlanabilecek en ufak vasfa ve güce sahip olmayan bir mecaza başvuruyorsun burada. Matematik denilen sahada olan biten, kendiliğinden topluma uyarlanamaz. Elimizde kobay fareleri üzerinde yapılan deneylere benzeyen, insanlar üzerinde yapılmış, her türden deney var. Belirli bir noktada aslında bu deneylerden insanların sıtkı sıyrılmış durumda! Daha çok deney, büyük katliamlara yol açmaktan başka bir işe yaramıyor.

Asıl insanların sıtkı liberalizmden sıyrılmış durumda. Ölüleri sayıyoruz madem, hepsini sayalım.

Kitabında kapitalizmin en olumsuz yönü olan sömürgecilikten bahsediyorsun…

Sen de nispeten daha az ciddiyetsiz ve bitmek tükenmek bilmeyen bir tarz dâhilinde, komünizmin en olumsuz yönünü cımbızla seçip gözümüze sokuyorsun.

Katliamlar söz konusu olduğunda, komünizmin kapitalizmden daha beter olmadığını söylüyorsun. Bu, bile şüpheli bir tespit ama. Diyelim ki senin haklı olduğunu kabul ettik: madem öyle, ilerleme imkânını nerede aramalıyız? Sömürgeciliğin ölümüyle komünizmin ölümünü denkleştirmek nasıl mümkün olabilir? İlkesel düzlemde komünizm özgürleştirici bir güç. Onun kapitalizme nazaran daha az cani olması gerekir. Ama bunun tam tersine tanık olundu.

Kapitalist yol, tümüyle suç üzerine temellendirilmiş bir yoldur. Mesele, sadece sömürgecilik de değil! Son yüzyıl, iki dünya savaşının yol açtığı büyük bir katliama tanıklık etti. Yeni bir komünizmin gerekli olduğunu iddia ederken ben, aynı zamanda geçmişin bilançosu üzerinden ulaşılması gereken sonuçları da göz önünde bulunduruyorum. Oysa sen, sermayenin boyunduruğu altında yaşamaya mutlu mesut devam etme fikrine destek oluyorsun.

Katiyen! Tarihsel açıdan demokratik sosyalizm, kapitalizmi reforma tabi tutmuş, bir yandan da bireysel özgürlükleri güvence altına alan anayasal düzeni muhafaza etmiştir. Demokratik sosyalizm, tek parti boyunduruğunda mağdur olan insanlardan çok daha az insanı mağdur etmiştir. Sense bu tek parti boyunduruğunu savunup duruyorsun.

Bu “sosyalizm” dediğin şeye bizzat şahit oldum ben. Ona politik eğitimim boyunca, Cezayir Savaşı süresince tanıklık ettim. O dönemde Fransız Sosyalist Partisi hükümetteydi ve Paris karakollarında tutsaklara işkence ediyordu!

Bitirmeme izin verirsen… Sosyalizm ve sosyal demokrasi, piyasa ekonomisini düzene sokmuş olan, muazzam bir toplumsal ilerleme sürecinin yaşanmasını mümkün kıldı. Yirminci yüzyılın başında sosyalist program sayesinde sendikalar, emeklilik maaşı, sosyal güvenlik, sağlık sistemi, işgünü sayısının sınırlı tutulması ve emek yasası hukukî zemine kavuştu. Tüm bu ilerlemeler, milyonlarca işçinin hayatını değiştirdi. Özgürlük meselesiyle cem olduğunda sosyalizm tarihi, bizler ekonomik düzlemde verimli bir şekilde inşa edilen bir özel mülkiyet sistemini muhafaza ettiğimizde bile, ciddi bir ilerlemenin sağlanabileceğini ortaya koyuyor. Aynı dönemde kolektivist ekonomi ise verimsizlik, kıtlıklar, durağanlık, yalanlar ve kütlesel baskılara tanıklık edilen gerçeklikte çöküp gitti.

İyi de tüm bunlara yol açan dünya, bütünüyle adaletsiz bir yer. Bu adaletsizlik, hâlihazırda koruduğunuz az sayıdaki rezerv değil de küresel düzeyde ele alındığında, söz konusu adaletsizlik net biçimde görülüyor. Bugün 364 kişinin mal varlığının değeri 3 milyar insanın toplam mal varlığına denk! Dünyada insan yurduna konulmayan ve yaşamak için en ufak fırsatın peşinde, oradan oraya dolaşıp duran insanların sayısı 2 milyarı buluyor.

Kitabında, 1966’da Mao’nun gerçekleştirdiği Kültür Devrimi’ni savunuyorsun. Bu konuyla ilgili söylediklerinin beni epey şoke ettiğini söylemeliyim. Kültür Devrimi’nde büyük bir kısmını eğitimsiz gençlerin oluşturduğu sürüler, üniversitelere, şirketlere ve bakanlıklara hücum ettiler, aydınları ve memurları yerlerinden indirip sokaklarda yürüttüler, onlara hakaret ettiler, boyunlarına üzerlerinde “hain”, “dönek” veya “revizyonist” yazan yaftalar astılar. Meydanlarda mahkemeler kurdular, bazılarını döve döve öldürdüler veya Gobi Çölü gibi yerlere sürgün ettiler. Bu, korkunç bir terör deneyimiydi. Sense bunu gerekli, faydalı bir olay olarak tarif ediyorsun ve geleceği daha da yakınlaştırdığını söylüyorsun! Örneğin “kızıl prenses” denilen Song Binbin’i ele alalım. Halk Ordusu kurucularından birinin kızı olan Binbin, kendi okulunun müdürünün linç edilişine katılıyor, üstelik linç ettikleri kişi de komünist. Adam, işkencelerle geçen gecenin ardından, sabah erken saatte ölüyor. 1994’te Song Binbin, bu olaydan dolayı özür diledi. Mao’nun Tiananmen Meydanı’nda Kızıl Muhafızları selamladığı güne ait fotoğraflarda gördüğümüz kadın da o. Büyük Serdümen, onu bir örnek olarak takdim ediyor halka.

Kültür Devrimi tarihi ile ilgili söylediklerin, Fransız Devrimi tarihi konusunda o dönemde yaşamış bir lordun veya kontun sözlerine benziyor!

Ben ne lordum ne de kont… Söylediklerim yanlış mı?

Değil. Daha da beter. Kültür Devrimi’ni bu türden bir hikâyeye indirgersen, sözlerin bu gerici, saçma sapan bir kara propagandadan başka bir şeyi ifade etmez. Paris Komünü’nde üzeri yırtık pırtık olan kundakçı kadınlardan başka bir şey görmeyen Dumas’dan bir farkın kalmaz. Peki o binlerce gerçek ve büyüleyici hikâyeden neden bahsetmiyorsun? Önceki mücadelelerin felç ettiği Şangay limanında öğrenciler ve işçiler arasında oluşan o yeni ve pratik ittifaktan neden hiç söz etmiyorsun? Son yüzyılın ikinci yarısında 68 Mayıs’ı gibi büyük bir işçi-öğrenci temelli kitle hareketinin özetini çıkartmak için korkunç bir anekdotu seçmeye benziyor senin yaptığın.

Anekdot değil aktardığım, bir milyon kişinin ölümüne sebep olan Kültür Devrimi’ni sembolize eden bir isim…

Aynı hesapla, Fransız Devrimi’nin sembolü de ezelden ebede Nantes’daki suda boğarak öldürme olayları olmalı. Yapma ama!

İyi de bugün Terör Dönemi’ni kimse savunmuyor ki. Nantes’daki idamlar, Konvansiyon’un beğenilen işleri üzerine düşmüş korkunç birer leke.

Sen neye “Terör Dönemi” diyorsun? Kastettiğin, kraliyetin devrilişini takip eden 1792-94 arası dönemse, bugüne dek dengine rastlamadığımız, 1793 tarihli o muhteşem anayasa ise, başka ülkelerin işgaline karşı harekete geçildiği dönemden bahsediyorsan, o vakit evet, ben “Terör Dönemi’ni savunuyorum.” Fransız Devrimi, İngiltere’de yaşandığı gibi, kralın yetkilerinin anayasal düzeyde azaltılmasının ötesine geçildiği bir olay hâline gelmesini sağlayan, Robespierre dönemiydi.

Terör Dönemi’ne son veren, bizzat devrimin kendisi ve bu adım dış tehdit ortadan kalkar kalmaz Robespierre’e karşı atılmıştır. Robespierreciler, “yeni insan”ın ortaya çıkartılmasıyla ilgili deneye devam etmek istediler ki bu, tam bir delilikti. Fakat biz, bu dönemi son tahlilde onu sürdürerek zaten savunuyoruz, zira her şeye rağmen bu dönem, özgür bir toplumun kurulmasını mümkün kılmıştır. Maoist Kızıl Muhafızların savundukları toplum ise teröre ve zulme dayanıyordu. Bugün Çinliler bu dönemi korkuyla anıyorlar, oysa Fransızlar demokratik bir cumhuriyeti benimsediler.

Kültür Devrimi ve Kızıl Muhafızlar ile ilgili sözlerin birbirlerinin aynı. Oysa onlar hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Burası açık. Özgür toplumdan bahsediyorsun, lâkin tek başına ele alındığında “özgürlük” kategorisi hiçbir şey ifade etmez. Büyük bir kapitalist imparatorluğu olan bir insanın özgürlüğünün, hiçbir şeyi olmayan insanın özgürlüğüyle bir alakası olabilir mi? Bir yığın eşitsizliğin varolduğu koşullarda, özgürlük yanıltıcı bir kavramdır.

Özgürlük, her koşulda kıymetli bir varlıktır. O, mücadelenin bizatihi koşuludur. Yoksullar kadar zenginler için de önemlidir. Yoksulların özgürlüğü, onların zenginlerin gücünü sınırlamalarına imkân sağlar, bu da geçmişte olduğu gibi refah devletini örgütleyerek atılacak bir adımdır. Partinin özgürlüğü kısıtlaması, komünist oligarşinin hâkimiyetine yol açar ki bu hâkimiyet, yeni bir eşitsizlik biçimini yaratır.

Onlarca yıldır bu yere göğe sığdırılamayan “fark” meselesinin tüm dünya genelinde sistemin korunması ile ilgili bir simge olduğunu söylemeye yetecek deneyime sahibiz. İnsanlar, daha fazlasını tespit etmeye başladılar bile: Macron’u iktidara taşıyan son komedide çoğu insan oy kullanmadı.

Aramızdaki anlaşmazlığın temel dayanağı da burası zaten. Sen özgürlüğü eşitliğe feda ediyorsun. Sonuçta ise her ikisi de elinden kayıp gidiyor.

Alain Badiou, senin anladığın biçimiyle, komünist toplumun dayandığı ilkeler nelerdir?

Ana görevimiz, komünist toplumun dayandığı temel ilkeleri güncellemektir: Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ilga etmek; yönetim ve icra görevleri, fikrî emek ve el emeği arasında oluşmuş bulunan işbölümüne son vermek; ulusal kimliklere yönelik baskıları ortadan kaldırmak; ve tüm bunları yapmak için devletin etkisini müşterek müzakere lehine olacak şekilde azaltmak.

Komünist deneyimin kullandığı araçları sen de eleştiriyorsun. Peki komünizme hangi yoldan yürünecek?

Askerîleşmiş bir örgüt, tek parti, iktidarı ele geçirip onu tek başına sürdürebilir ama gerçek komünizmi örgütleyeceğini söylediğim ilkeleri asla garanti etmez. Bizim siyaseti yeniden icat etmemiz gerekmektedir. Bunun için kitleye veya harekete yaslanan demokrasi, örgütlerimiz ve devlet arasında tümüyle yeni bir diyalektik işlemelidir. Peki bunun biçimi nasıl olacak? Hangi araçların gerektiği sorusunun karanlıkta kaldığı kimi dönemlere tanık olunduğundan, şüphenin hüküm sürdüğü bir dönemden geçtiğimizden, henüz bu biçimi bilmiyoruz. Araçların ne olduğu sorusuna hızla atlamadan önce, bizim işe, sorunun meşruluğunu, hipotezin geçerliliğini yeniden sağlayarak başlamak zorundayız. Dolayısıyla bizim ihtiyacımız aydınlaradır. Bugün yeterli aydının, “Yeni Felsefe” ile simgelenen, seksenlerin karşı-devriminin geride bıraktığı tahribatı göremediğini söylemek gerekmektedir. Şükür ki bugün sahneye yeni bir gençlik çıkıyor.

Peki ama şu araçlar bahsinde, insan haklarının, oy kullanma özgürlüğünün, tüketicinin seçim yapma özgürlüğünün, seyahat etme özgürlüğünün ve ifade özgürlüğünün korunması konusunda ne düşünüyorsun? Güçler ayrılığını ve yargının politik otoriteler karşısındaki bağımsızlığını korumak gerekmiyor mu?

Bireysel ifade konusunda, hâlihazırda varolandan daha kapsamlı özgürlüklerin bulunması gerekiyor. Bugün, mülkiyet ilişkilerine dayalı yapıların mutlak ve değişmez olduğu koşullarda, özgürlük dar bir çerçeveye sıkışmış durumdadır. İfade özgürlüğünden mi bahsediyoruz, o zaman medyadaki ana şirketlerin sahipleri kimler, ona bakalım. Bu şirketlerin neredeyse tamamı, Fransız borsasında işlem gören en büyük kırk şirketin elinde.

Ne yani, “halkın” ekseriyeti komünist hipoteze itiraz ederse, o hipotez günışığını bile göremeyecek mi?

Mao’nun birkaç kez dile getirdiği biçimiyle: “Biz, kitlelerin fikirleri üzerine esaslı bir çalışma yürütmeden, onlara siyaset tavsiye edemeyiz.”

O zaman sen, onca şeyden sonra demokratik sürece önem veriyorsun. Çoğunluğu kendi safına kazanmak şart yani. Komünist hipoteze aktif bir azınlık veya bir öncü temelinde ilerlememiz mümkün değil sonuçta.

Sayısal düzlemde anlaşılan bir “çoğunluk” kavramının politik bir anlamı yoktur, bu kavram, anketlerde karşımıza çıkıp duran o boşluktan başka bir şeyi ifade etmez. Öte yandan ben, öncücü anlayışları uzun süredir eleştiren biriyim. Kitle hareketlerinin varlığı ve kamuoyunun büyük bir kısmının verdiği destek, zaferleri güvence altına alan, yeni komünist politik vizyonu mümkün kılan, zaruri bir koşuldur.

O vakit sen bir demokratsın?

Ben senden daha demokratım. Demokrasinin abecesi şudur: mali oligarşiye ve medya tekellerine hoşgörü göstermeyeceksin, mülkiyeti her türden gerçek özgürlük fikrine dayatan ve ölümcül sonuçlar doğuran çarpıklıklara izin vermeyeceksin. Bu açıdan bence sen zerre demokrat değilsin.

Demokratik solun mevcut deneyiminin de gösterdiği üzere, sistemi reforma tabi tutmak mümkündür. Diğerleriyle ilgili olaraksa ben, çoğunluğun kararlarına itimat edeceğim.

O halkın “karar vermesi” de ne demek? Etimolojik açıdan demokrasi “halkın iktidarı”nı ifade eder. Oysa asıl önemli olan, bu iktidarın maddi açıdan oligarşinin mülkiyetinde olmamasıdır. Yani sen, kapitalizm koşullarında işte böylesi bir mülkiyeti ve iktidarı savunuyorsun.

Ben kapitalizmi savunmuyorum; ben, devletin düzene soktuğu piyasa ekonomisi fikrinden yanayım. Bu ikisi aynı şey değil.

Buyur buradan yak! Piyasa ekonomisinden bahsedenler, nedense “kapitalizm” denilen o nahoş kelimeyi ağızlarına bile almıyorlar.

2017’nin en acil görevi ne sence? Jean-Luc Mélenchon’un başını çektiği, 2016’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde kurulan İsyankâr Fransa [La France insoumise] isimli ittifakı, Mart 2016’da kurulan toplumsal muhalefet hareketi Gece Ayakta Hareketi’ni [Nuit Debout] ve Hayalî Komite’yi alaycı ve eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutuyorsun…

Niyetim, Mélenchon’u tümüyle düşman göstermek değil. Deneyimlerim bana gösteriyor ki sosyal demokraside ne vakit bir kriz yaşansa, daha aktif ve daha ideolojik bir kol ortaya çıksa, bu kol, hep komünist hipotezin dirilişi için gerekli rahim işlevi görüyor. Lenin bile sosyal demokrasi içerisinde yaşanan ayrışmalardan kök alıyor. Yani François Mitterrand’la birlikte anılan bir isim olarak Mélenchon, asla benim kalemim değil.

Ona ben daha çok benziyorum herhâlde…

Senden kök alması beni asla şaşırtmaz. Mélenchon’un aktif bir güç olarak takdim edilmesi sonucu o, gençliğin belirli bir kısmını bir araya getirdi, ayrıca belli sayıda işçinin ilgisini çekti. Bekleyip göreceğiz. İlk taşı ben atmayacağım. Bekleyip onun gerçek meyveler verip vermeyeceğini, komünist hipotezin yeniden üretimine, onun bir kez daha kendi bağımsız örgütüne ve halk gücüne sahip olmasını mümkün kılıp kılmayacağını göreceğiz.

Kaynak

25 Aralık 2017

,

Filistinli Noel Baba


Son günlerde, Kudüs’ün başkent ilân edilişiyle alakalı protestolarda görülen Noel Baba kıyafetli insanları salt “Hristiyan” olarak tarif etmek doğru değil. Evveliyatı tabii ki var ama bu mesele, 2014’teki bir Noel eylemiyle alakalı. O gün Noel’i politikleştirme, Hristiyan yoldaşlar bulma, düşmana karşı cepheyi genişletme girişimi, böylesi bir eylem gerçekleştiriyor. Zamanla bu eylem bir geleneği koşulluyor. Eli zilli değil, sapanlı Noel Baba’lar sarıyor sokakları.
Filistin meselesini ladinî, lamekân ve laik kılma çabası, oradaki fiilî gerçekliğe karşı körleşmeyi beraberinde getiriyor. Zamansız-mekânsız olanı, kavganın toprağından kaçanlar talep ediyorlar. Filistin, Müslümanı, Hristiyanı ve belki bir miktar Musevisi ile, Siyonist zulüm şebekesine karşı mücadele ediyor. Bu mücadele, Hz. Muhammed zamanındaki gibi, tüm dinler tarihini bağrında yeniden örgütleyen başka bir “din”i ve başka bir milleti var ediyor. Ona bağlanmayanlar, yaşayacakları değil, kısa süre hayatta kalacakları yerlere savruluyorlar.
Kabaca, İsrail devleti bir din devleti olarak örgütlendikçe, karşısındaki mücadeleci güç de dinî bir kisve ve muhteva kazanıyor. Dolayısıyla Beytüllahim’de “Noel’i barış içinde geçirmek” istediklerini söyleyen ve çocuklara hediyeler dağıtmayı amaçlayan grup, 2014’te böylesi bir dinî mücadele bağlamında anlam kazanıyor. Geçmişte başpiskoposu (Capucci[1]) bile örgütlemeyi bilmiş olan mücadele, düşman hattını yarıyor, dostların mevziini birleştiriyor. Kavganın diyalektiği bunu emrediyor.

Noel Baba kıyafetli gençlere 2014’te yapılan saldırı, yerel ve küresel Filistin’de öfkeye sebebiyet veriyor. Kapitalizmin AVM’lerinde müşteri avlamak için kullanılan kıyafet, kavganın coğrafyasında üniformaya dönüşüyor. Filistin’in küreselleştiğini, dinî ve millî mücadelenin Filistin’de yeni bir anlam kazandığını görememenin sonucunda, kavga edenlerin elinden her türlü silâhı almaya çalışmayı, birileri siyaset zannediyor. AVM huzuruna kaçanlar, eşikte neleri bıraktıklarını hiç bilmiyorlar. “Ama orada Hristiyanlar dövüşüyor, Kudüs Müslümanların değil” demek için o Noel Baba resimleri paylaşılıyor. Oysa o kıyafetlerin bazılarının içinde Müslümanlar var. 
Başka yerlerde İslamcılar, Noel şapkası takmayı küfür sayan fetvalar yayınlama derdine düşerlerken, Filistin, dini başka bir yerden politikleştiriyor. O fetva sahiplerinin yanına, laik solcu, “ama dinin siyaset alanında ne işi var!” diyerek oturuyor. İkisi de oluşan politik gerçeğe örgütlenmekten kaçıyor. Mülkünü oradan kaçırıyor.
Bu noktada o kişiler Filistin’i, buradaki öznenin kendisini üstün hissettiği yere, ona güçlüymüş hissi veren şeye göre değerlendiriyorlar. Geceleri içki içmeyi önemli ve değerli sayan kişi, Filistin’i bu ölçüte vuruyor. Bu kişiyle, “o toprak ecdadımındı” diyen arasında bir fark yok. O da yoksul hâliyle, aynada kudretli görünmek adına, Abdülhamid, Ertuğrul ninnileriyle bakıyor Filistin’e. Kendi müşterek kemiğine dayanmış bıçakla düşünen Filistinli, kendi çıkarına kul olmuşlara hiçbir şey anlatmıyor.
Bugün tarikatlara, cemaatlere yönelik haberleri paylaşıp durmanın da bir anlamı yok. O tarikatlar ve cemaatler, bir ve diri durmak zorundalar. Dolayısıyla müritlerin, destekçilerin bağlılığı kalıcılaştırılmalı. Kapitalizm koşullarında, böylesine laik bir devletin varlığında, bu örgütlenmeler, üyelerini sürekli test etmeye, uyarmaya mecburlar. Sürekli “bizden ayrılırsanız, kâfir olursunuz, cehennem kuyusuna düşersiniz, dağılırsınız, azabınız şimdiden başlar” demek zorundalar. Devletin ve sermayenin nüfuz ettiği yer, işte burası.
Aynı yöntem, sol örgütlerde de çıkıyor karşımıza. Bildiriler, eylemler, açıklamalar, değerlendirmeler, hep içeriye dönük aslında. Bir avuç kadroyu elde tutmak için çırpınıp duran bir avuç şefin şovundan başka bir şey görmüyoruz. 
Bu kişiler, Müslüman gençlerin Filistin’de neden Noel Baba kıyafeti içine girdiklerini asla anlamıyorlar. O kıyafeti buradaki AVM’den bakıp değerlendiriyorlar. Sadece görmek istediklerini görüyorlar. Filistin’deki zulmü içten içe sevinerek, avuç ovuşturarak, orada akan kanı ilerleme tanrıları adına kesilen kurbanların kanı olarak görerek karşılıyorlar. Bu nedenle buradaki zulme asla ses çıkartamıyorlar, cılız seslerini asla yükseltemiyorlar.
AKP koşullarında solun önemli bir kısmı, yoksullarla, ezilenlerle ve işçilerle ilgili sorumluluk ve yükümlülüklerinden kurtulma imkânı buldu. Laiklik ve ateizm, derin bir mesele değil onlar için, bireysel kurtuluşun basit birer bahanesi. Yoksullar cahil, geri, yobaz, akılsız. Bunların dışındakiler, solun kendisi. Doğalında burjuva ilerlemeye dair görevler sola tevdi ediliyor. Daha doğrusu sol, bugün burjuva olduğunu açıktan haykırma imkânı buluyor. Burjuvazi ve devlet, solu dönüştürerek, onu dişine uygun hâle getirerek, yol ve alan açıyor ona.
Yeniden belirli bir kıvama getirilen sol için yoksulluk, Bethamcıların, Faydacıların gözüyle bakıldığında, aşağılık bir hâl ve sürekli ezilmeli. Neşet Ertaş’ın diliyle yoksuzluk[2], ölüm ve ayrılıkla barabar, insanı dosta gardaşa yâd etmekte. Onları dert edinmeyenin dost gardaş bulma imkânı da yok. Beytüllahim’de dost olan, müminlerin kavgası, bu sebeple idrak edilemiyor. Eksik olan, başkalarına muhtaç olunduğu gerçeği... Neticede nice sultanları tahttan indirecek olan, yâd olmayı reddetmek değil midir?

Eren Balkır
25 Ocak 2017

Dipnotlar:
[1] Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, “Capucci”, 2 Ocak 2017, İştirakî.

[2] Neşet Ertaş, “Bir Ayrılık Bir Yoksuzluk Bir Ölüm”, Youtube.

23 Aralık 2017

, ,

Kontgerilla, Emperyalizm, Filistin


Lale Halili Söyleşisi
George Souvlis
16 Aralık 2017
Takdim amaçlı bir giriş yapmak adına, politik ve akademik düzlemde seni en fazla hangi kişisel deneyimlerin etkiledi, izah edebilir misin?
Yetmişlerde ve seksenlerin başında İran’da idim, İranlı sol devrimci bir ailenin kızıyım. Sonrasında anne-baba politik tutsaklar olarak hapse atıldı, ardından sürgün edildi. Bu yaşadıklarım, çalışmalarıma yönelik bakışıma kalıcı, silinemeyecek kimi izler bıraktı. Diğer yandan entelektüel, solcu bir evde yetişmiş olmam, sadece Avrupa değil, Rus ve Latin Amerikan edebiyatı ve tarihi konusunda zengin bir birikim edinmemi sağladı. Bu sayede Che Guevara, Corc Habeş, Angela Davis, Kara Panterler, Ho Chi Minh, General Giap, Salvador Allende, Fidel Castro, Sartre, De Beauvoir, Genet, Costa Gavras, Garcia Marquez, Cortazar, Neruda, Kazancakis ve Gorki gibi isimleri tanıdım, onların siyasetlerinden haberdar oldum.
Öte yandan ailemin hapis ve sürgün pratiği, ayrıca onca insanın yerinden yurdundan edilmesi, katliam ve yıkım süreci sebebiyle bu türden bir şiddetle alakalı çalışmalara karşı hassaslaştım ve kaçınılmaz olarak, kişisel hayatımın genel kumaşı dünya bağlamında önem arz eden, tarihsel olaylarla örüldü.
Entelektüel ve deneyimsel açıdan bana etki eden söz konusu gelişmeler yaşanmamış olsaydı, sanıyorum, bugüne dek ürettiğim akademik eserleri asla üretemezdim.
Heroes and Martyrs of Palestine [“Filistin’in Kahramanları ve Şehitleri”] ismini taşıyan ilk çalışman, mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin geçmişlerini anma yollarını ele alıyor. Filistin’deki milliyetçi hareket, bu geçmişten neler öğrendi sence? O geçmiş neden bu kadar önemli? Bahsi geçen hareket, Filistin halkının politik mücadelelerini hangi yollardan etkiledi?
Aslında çalışmanın başında niyetim, Lübnan’daki Filistinli mültecilerin “güçlüklerle başa çıkma noktasında başvurdukları mekanizmalar”la alakalı sıradan bir araştırma yapmak veya içi geçmiş liberal zırvalara bir biçimde katkı sunmaktan ibaretti. Bana tüm cömertliği ile ev sahipliği yapacak olan mülteci kampına geldikten sonra, tarihin ve hafızanın sadece kamp ve (yerel, ayrıca ulusal) liderlerce bir araç olarak kullanılan kaynaklar olmadığını, ayrıca sıradan mültecilerin politik özneler olarak kendilerine dair hikâyeyi anlatma tarzlarını yapılandıran bir olgu olduğunu net bir biçimde gördüm. Anladığım kadarıyla bu anlatılar, kapsamlı politik bağlılıkların ve zamana ait yapıların etkiledikleri belirli anlatı türlerine uygun düşüyorlardı. 2000’lerin başında saha çalışmasını yürütürken, Filistinliler belirli bir eşiğe gelip dayanmış durumdaydılar. Edward Said’in açık bir dille, önceden dile getirdiği biçimiyle, Oslo görüşmelerinin başarısızlığa uğramış olması, tüm sürecin geri dönüş haklarına yönelik bir tür ihanet süreci olarak cereyan ettiğini gören Lübnan’daki mültecileri pek ilgilendiren bir gelişme değildi aslında. Geçmişi anma pratiğinin anlatıya, hikâyelendirmeye dayalı yapısı, gerçekten trajikti. Anlatılan hikâyelerdeki baskın ruh hâli dâhilinde Filistinliler, anlattıkları hikâyeleri belirli bir çerçeveye yerleştiriyor, yenilgi meselesi burada önemli bir yer tutuyordu. Bu noktada insanların feda ve sumud (sebat) kültürüne ait direnci hâlen daha yüce tutuyor olmalarının bir önemi yoktu. Bilâkis, Filistin’de silâhlı mücadelenin yükselişe geçtiği, altmışların ve yetmişlerin herkesin başını döndüren gerçekliğinde anma pratiği esasen kahramanlarla alakalıydı. Resmi kurumlar ve halk nezdinde anlatılan hikâyelerde, savaş sahasının içinde ve dışında süren direniş ve mücadele, bir biçimde yüce tutuluyordu. Bence, herkesin açıktan fark ettiği farklılaşma, sadece Lübnan iç savaşında Filistinli politik örgütlerin yaşadığı yıkımla değil, ayrıca Üçüncü Dünyacı mücadelenin ve dayanışmanın hâkim olduğu dönemin dünya genelinde kapanmasıyla alakalı idi. Bu yeni dönemde STK’laşma, ilerlemeyi esas alan iddialarda hâkim tarz hâline geldi. Dünya genelinde, politik bir ortamdan apolitikleştirilmiş bir ortama geçiş, aynı zamanda hafıza türlerinin destansı olandan trajik olana doğru yaşadığı dönüşümde de karşılık buldu.
2010’da yayınlanan Policing and Prisons in the Middle East [“Ortadoğu’da Gözetim ve Hapishaneler”] isimli çalışmanın editörlerindensin. Günümüz İslam toplumlarında hapishanelerin rolü nedir, bu rol, neoliberalizm çağında nasıl değişmiştir? Bugün Ortadoğu’da hapishane sistemleri, neden bu kadar gelişip serpildi? Foucault’nun Batı’daki ceza sisteminin rolüne dair yorumlama modelini Ortadoğu’ya tatbik etmek mümkün müdür?
Biz, aslında o çalışmada günümüzde varolan İslam toplumlarıyla ilgilenmemiştik. Kitaba katkı sunan yazarlar, bugünün Ortadoğu’su ile ilgili çalışmalar kaleme alan isimlerdi, dolayısıyla bizim asıl niyetimiz, gözetim ve hapis pratiklerinin mevcut hâkimiyet, disiplin ve şiddet biçimlerini nasıl bünyesine kattığını, onları nasıl devreye soktuğunu, söz konusu pratiklerin genel kapsamını anlamaktı. Yazarların bazıları, doğal olarak, daha çok Foucault’nun yürüttüğü disiplin tartışmasıyla ilgiliydiler ama bazıları da günümüzde tüm gözetim veya hapis pratiği biçimlerini hüküm süren disipliner veya biyopolitik iktidar formu olarak sınıflandırma noktasında kararsızlık yaşayan isimlerdi. Esasında bize göre, her bir katkıyı o katkının neşet ettiği özel uzamsal ve zamansal bağlama dayandırmak hayatî önemde bir meseleydi. Bu hâliyle kitap, yirmilerde ve otuzlarda Suriye çölünde sömürgeci Fransızların yürüttüğü gözetleme pratiği, İsrail’in Filistin’de yürüttüğü yerleşim siyasetinin dayandığı biyopolitika, Türkiye’deki polis teşkilâtı, Mısır’ın ellilerde ve altmışların başında yönettiği Gazze’deki gözetleme pratikleri, Ürdün’deki muhalif alanların gözetlenmesi, Ebu Gureyb Hapishanesi’nde “özel” veya yarı kamusal kurumların rolü, Bahreyn’de kadın polislerin teşkilâta yükledikleri temsilî ve örgütsel değer, ayrıca Suriye, İran ve Türkiye’de tutsakların olağanüstü direnişleri ve fedakârlıkları ile alakalı bölümler içeriyor.
Ortadoğu’da hapishanelerin, bilhassa politik hapishanelerin sayıca çoğalması, bölgede uzlaşmak nedir bilmeyen halkların yönetilmesi meselesinin ne kadar baskıcı bir içerik kazandığının somut bir göstergesidir. Foucault’nun dile getirdiği, nispeten daha disipline ve ıslah edici cezalanma pratiği, Ortadoğu’da aşina olduğumuz bir olgu değilse de bu türden bir gelişme karşısında pek de şaşırmamak gerekmektedir, zira Foucault’nun kendisi de disipline edici hapishaneyi, birçok Foucault’cunun tespitiyle, tüm dünyaya teşmil edilebilecek bir üst kavramdan ziyade, belirli bir tarihsel bağlama oturan bir kurum olarak görür.
“Küresel Kontrgerilla Harekâtlarında Filistin’in Konumu” isimli makalende, Filistin’in kontrgerilla strateji noktasında bir laboratuvar olarak kullanıldığını, onun küresel kontrgerilla harekâtlarının hayatî önemdeki düğüm noktası olarak görülmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Peki bunun sebebi nedir? Eski ve yeni kontrgerilla harekâtı biçimleri arasındaki ana farklılıklar nelerdir? Kontrgerilla pratiğini sömürgeci idaresiyle ne ölçüde ilişkilendirmek gerekmektedir?
Filistin, insanın aklını başından alan ama aynı zamanda iç karartıcı bir örnek, zira bu ülke, İngilizlerin sömürge idaresi boyunca ortaya koydukları sömürgeci gözetim ve sindirme politikaları, bu bağlamda geliştirilen doktrinler ve yetiştirilen personeliyle tüm bir hareketin zamansal ve mekânsal açıdan merkezî düğüm noktası, aynı zamanda Filistin, İsrail devletinin halkı sindirme noktasında hâlen uygulamaya devam ettiği zulme maruz kalan, sömürgeleştirilmiş bir toprak. Filistin’i asıl ilginç kılan, İsrail’in hukukî ve idari kurumları yanı sıra, sahip olduğu güvenlik aygıtlarının İngilizlerden miras kalan kontrgerilla pratiklerini, doktrinlerini, kanunlarını, söylemlerini özümsemiş ve yenilerini geliştirmiş olması. Manda dönemi boyunca Filistin, toplu cezalandırma biçimleri, kentlerin ve köylerin kuşatılması, duvarların inşa edilmesi ve sivillerin rehineler ve insanî birer kalkan olarak kullanılması, ayrıca (insanların mahkemeye çıkartılmaksızın, süresi belirsiz idari gözaltında tutulmasına imkân veren kanunlar türünden) kimi kanunlardan istifade edilmesi noktasında bir tür laboratuvar olarak iş gördü. Bu taktiklerin bazıları, İngilizlerin İrlanda ve Kuzeybatı Sınır Bölgesi gibi, kontrgerilla harekâtı yürüttüğü başka yerlerden ithal edildi. Ardından uygulamalar ve personel, ilgili yerelliklere ihraç edildi. Malaya, Kıbrıs ve Kenya gibi bu türden yerelliklerde İngilizler, sömürgecilik karşıtı güçlerle mücadele etmeyi sürdürdüler. İsrail de Filistin’i bir tür laboratuvara, aynı şekilde dönüştürdü. Bu laboratuvarda İsrail, insansız hava araçları türünden, kendi geliştirdiği silâhları sınamakla kalmıyor, aynı zamanda eski ve yeni diz çöktürme yöntemlerini de deniyor (kalori kontrolü, bu yöntemlerden biri. Söz konusu yöntem dâhilinde Gazze’ye girmesine izin verilen gıda miktarı, bir tür cezalandırma yöntemi olarak, azaltılıyor). Bu türden yöntemler ve ekipman, sonrasında, Doğu Timor’da Endonezya’nın ve ayrıca Kolombiya’nın yürüttüğü kontrgerilla faaliyetlerine dayalı savaşlar yürüttüğü başka yerlere ihraç ediliyorlar.
Kontrgerilla faaliyetini sömürge idaresinden ayrıştırmak tabii ki mümkün. Burada devlet, isyankâr halkı liberal veya liberal olmayan, kontrgerilla pratiğine yaslanan tedbirler aracılığıyla eziyor. Suriye’de kontrgerillanın devreye soktuğu şiddet bunun bir örneği.
Ama öte yandan bana kalırsa, devletin hukuka bağlı olduğunu söylediği liberal, hoşgörülü kontrgerilla pratikleri, yirminci yüzyılda sömürgeci güçlerin icat ettiği pratikler.
Sence kontrgerilla faaliyetlerinin cinsiyetle alakalı bir yönü var mı?
Bence cinsiyet meselesi, kontrgerilla pratiklerinde farklı yollardan işliyor. Ben daha çok ABD’nin Irak ve Afganistan’da yürüttüğü kontrgerilla faaliyetlerine odaklandım. Buralarda cinsiyet, her zaman zaten toplumsal sınıf, ırk ve jeopolitik/coğrafi konumla iç içe geçmiş bir olgu. Bu nedenle bazı örnekler vermek gerekirse; kontrgerilla güçlerinin uyguladığı şiddetin sonucunda Iraklı ve Afgan erkekler efemineleşti, özel alanlar, kontrgerilla güçlerinin gözetleme ve baskı pratiğine açık hâle geldi, tutsaklar cinsel açıdan aşağılamayı öne alan işkence pratiklerine maruz kaldılar. Cinsiyet, buralarda Ebu Gureyb Hapishanesi’nde herkesi dehşete düşüren görüntülerde çıktı karşımıza. Buralarda Iraklı erkeklere cinsel açıdan işkence etmekle kalmadılar, ayrıca çoğunlukla köken olarak beyaz ve işçi olan kadın askerler, işkenceci ve kırbaççı rolünü üstlendi. Cinsiyet, kurtarılmayla alakalı hikâyelerde önemli bir rol oynuyor. Özgürleştirme ve kurtarma meselesi, çoğunlukla liberal askerî müdahalelerde bir bahane olarak dillendiriliyor. Emperyalist ülkelerin metropollerinde bir tür emperyalist feminizm devrede. Bu hareket dâhilinde kadınlar, kontrgerilla faaliyetlerine destek veren düşünce kuruluşlarına giriyorlar, devlette görevler alıyorlar, böylelikle “sert” veya erkeksi kişiliklere bürünmeksizin, seçkin güvenlik kurumlarında yer buluyorlar. Emperyalizmi besleyen bir rol oynadıklarını açıktan ortaya koymuyorlar. Nihayetinde cinayet şebekesinin şoför koltuğunda oturmayı, tüm kadınların kurtuluşuna ve ilerlemesine dair bir gelişme olarak yüceltme yoluna gidiyorlar.
“Scholar, Pope, Soldier and Spy” [“Âlim, Papa, Asker ve Casus”] isimli makalende liberalizmle kontrgerilla faaliyetleri arasında diyalektik bir ilişki olduğunu, sağlam bir temel üzerinden dillendiriyorsun. Bu iki olgunun birbiriyle nasıl ilişkilendiğini izah edebilir misin?
İlişkinin diyalektik mi yoksa daha çok simbiyotik mi olduğundan bek pek emin değilim. Bence ABD ve İngiltere gibi ülkeler arasındaki ilişki gayet simbiyotik. Bunlar, hukuka ve yönetim meselesine bağlı olduğunu söylüyorlar ama ortaya çıkan sonuçlarca yalanlandığı biçimiyle, bu liberal kontrgerilla devletlerin başvurdukları yöntemlerin, iddialarının aksine, asla daha yumuşak, daha insanî veya insanın iyiliğini daha çok gözeten bir nitelikte olmadığını söylemek gerekiyor. Ahlâk konusunda dillendirdikleri iddialar dâhilinde erdemli olduklarını söylüyorlar, demokratik niyetlerle hareket ettiklerinden dem vuruyorlar veya insanların çektikleri çilelere hassasiyet gösterdikleri iddiasında bulunuyorlar ama bahsi geçen makalede asıl ilgilendiğim husus olan, kontrgerilla faaliyetlerinin yol açtığı şiddetin sonuçlarını asla ele almıyorlar.
Biraz da Time in the Shadows [“Gölgedeki Zaman”] isimli kitabından ve ona temel teşkil eden araştırma sürecinden bahsedebilir misin?
Bu kitapta ben, esas olarak liberal kontrgerilla güçlerinin kullandıkları yöntemlerin liberal olmayan rejimlerin yöntemlerinden çok farklı olduğuna dair iddiaları ele aldım. Yani burada ABD gibi bir devletin uzlaşmak nedir bilmeyen Irak halkına diz çöktürmek için başvurduğu yöntemle örneğin Rusya’nın Çeçenya’da başvurduğu yöntem arasında fark olup olmadığını anlamaya çalıştım. Bu amaçla, hapse atma noktasında başvurulan yöntemlerin kitlesel katliam gerçekleştirme noktasında kullanılan yöntemlerin yerini süreç içerisinde nasıl aldığını inceledim. Hapse tıkma yöntemleri derken, tek başına savaş tutsaklarının gönderildiği kampları değil, ayrıca “kara hapishaneler”i, ülke toprakları dışındaki hapis pratiklerini (ada hapishanesi, başka ülkede hapse tıkma veya özel hapishaneler), geçmişi Boer Savaşı’nda kurulan toplama kamplarına, Malaya’daki Yeni Köyler’e, Vietnam’daki Stratejik Mezralar’a uzanan, sivillerin toplu olarak hapse tıkıldığı uygulamaları, Filistin’de İsrail’in halka diz çöktürme amaçlı devreye soktuğu tedbirleri ve Bağdat’ta ABD’nin yürüttüğü kontrgerilla faaliyetine damgasını vuran duvar inşasını kastediyorum.
ABD ve İsrail’in günümüzde ortaya koyduğu uygulamaların emsallerini sömürgecilik karşıtı güçlerle mücadele eden Fransız ve İngiliz güçlerinin ortaya koyduğu pratiklerde buluyorum. Bunu yaparken, ABD ve İsrail’in belirli doktrinleri ve uygulamaları İngilizlerden ve Fransızlardan öğrendiğini ortaya koyuyorum, ayrıca geçmişin ve bugünün ezenlerinin söylem, doktrin ve pratik açısından birbirlerine bağlı ve birbirleriyle ilişkili olduklarını gösteriyorum.
Kitabın dayandığı araştırma süreci, bir düzineyi aşan arşivden, eski tutsak, esir, gözaltına alınıp bırakılmış kişi, muhafız, doktrin kaleme alanlar türünden insanlarla yapılmış onlarca mülâkattan, hapishanelerde yaşanılanların anlatıldığı anı kitaplarından ve muhtelif belgelerden beslendi.
Bahsi geçen Gölgedeki Zaman çalışmanda ele aldığın diğer bir konu da ABD’nin yürüttüğü teröre karşı savaş. Sence bu savaş, emperyalist güçlerin her daim kullandıkları gözetleme yöntemleri açısından bir paradigma değişikliğine işaret ediyor mu? Teröre karşı savaşın hâlen daha devam ettiğini düşünüyor musun? Yürürlüğe girdiği günden bugüne, aradan geçen on beş yıl içerisinde neler değişti? Sence bu değişiklikler, ABD emperyalizminin maruz kaldığı daha kapsamlı dönüşümlerle el ele mi ilerledi?
En önemli değişikliklerden birisi, Irak’ta kontrgerilla faaliyetinin son bulmasıydı. Bu, kontrgerilla doktrininde yaşanan bir tür geri çekilmeydi. Diğer önemli değişiklik ise kontrgerilla faaliyetinin yerini terörizmle mücadele söyleminin almasıydı. Bu söylem, karada faal olan askerler yerine, insansız hava araçlarına tabi. Böylelikle askeri ve politik açıdan vekil veya bağımlı güçlere tabiyet daha da arttı. Yirminci yüzyılda kontrgerilla faaliyetlerinin toplam tarihi, belirli bir salınıma tanıklık etti. Bir yandan ya daha fazla askeri güç kullanıldı, askeri müdahale geniş bir ölçek dâhilinde yürütüldü, baskının daha yoğun biçimleri devreye sokuldu (havadan veya ölümcül sonuçlar doğuran araçlarla, gözetlemenin ağırlıklı bir yer tuttuğu terörle mücadele yöntemlerine başvuruldu) ya da çoğunlukla vekil güçlerden istifade edildi. Kontrgerilla taktikleri başarısız olduğu için söz konusu salınım yaşansa da asıl neden, halkın süreçten bıkıp usanması veya yerine getirilmeyen vaatler (ki en fazla öne çıkan vaat, ulus inşasıdır) karşısında hayal kırıklığına uğraması. Sarkacın salınımı, kontrgerilla güçlerinin, kendi yöntemlerinin öncelikli olduğu konusunda ısrar edebilme becerisine ve yöntemlerinin verimli sonuçlar üreteceği, vaatlerin yerine getirileceği noktasında halklarını ve siyasetçilerini ikna edebilme kapasitesine bağlı.
Gözetleme yöntemlerinde yaşanan bu değişikliklerde iki mesele önemli bir rol oynuyor. Biri teknolojik yenilikler. İnsansız hava araçlarıyla yürütülen gözetleme faaliyeti, veri toplama ve internetin gizliden takip edilmesi gibi adımların her biri, birer teknolojik ilerleme. Bu adımlar, gözetleme pratiğiyle alakalı tarzları bir biçimde etkiliyor, veri toplama yöntemini değiştiriyor, muhalif güçleri ve sıradan halkı devletin baskı politikalarına açık hâle getiriyor. İkinci mesele ise devletlerin halkın çoğunluğunu bu türden gözetleme yöntemlerinin uygulanması noktasında ikna edebilme becerisinin düzeyi. Terör tehdidiyle bu tür yöntemlerin kullanıldığı günümüzde asıl iç karartıcı olansa, Avrupa başkentlerinde yaşanan terör saldırılarının olağanüstü hâlleri, gözetim ve kontrol rejimlerini, şüpheli görülen insanların (İngiltere’de Önleme Programı, ABD’de Müslümanların kayıt altına alınması gibi adımlar dâhilinde) sistematik olarak gözetlenmesine bir biçimde yol açması. Kamuoyunun bu türden baskıcı gözetleme yöntemlerinin sadece beyaz olmayanlara tatbik edilmesi kaydıyla o yöntemler karşısında susması, bu tür saldırılara kayıtsız kalması gerçekten önemli bir konu. Sadece ABD ve Avrupa’da değil tüm dünya genelinde siyaset sahnesinde kitlelerin yüzünü sağa dönmesi, baskıcı ama politik açıdan olağan hâle gelmiş gözetleme pratiklerine tabi insanlar açısından hiç de hayra alamet değil.
Gemi taşımacılığı ve küresel lojistikle alakalı son araştırmanızdan biraz bahsedebilir misin?
Son araştırmam, ailemin hapis ve sürgünle alakalı deneyimlerinin doğrudan bilgi açısından beslemediği, önceki çalışmalarımdan bir miktar farklı bir araştırma. Gerçi yine de kontrgerilla doktrinlerine dair çalışma ve Filistin’deki anma biçimleriyle alakalı çalışma ile arasında doğrudan bir bağ mevcut. Bugünlerde Arap Yarımadası’ndaki lojistik altyapılarının ve deniz taşımacılığının ortaya çıkışını inceleyen, kapsamlı bir proje için gerekli saha çalışmasını ve arşiv taramasını bitirmek için uğraşıyorum. Esas olarak odaklandığım konu, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, kapitalist üretimin ve birikimin, askeri lojistiğin merkezi biçimleri, modern denizcilik pratiğinin gelişim tarihi ve dayandığı coğrafya, ayrıca yurttaşlarla emekçilerin mücadeleleri. Burada sadece hangi limanların ortaya çıkıp hangilerinin yok olduğu meselesine değil, ayrıca limanların nasıl inşa edildiklerine, hukukî ve ticarî kategorilere dönüşen coğrafî özelliklere, liman inşaatının ekolojik sonuçlarına, tarihî ticaret yollarının günümüzde faal olan ulaşım koridorlarında hâlen varlığını sürdürüyor oluşuna ve konuyla alakalı diğer bir dizi faktöre bakıyorum. Projenin parçası olarak, Arap Yarımadası’ndaki limanların yanı sıra, denizcilik ve ticaret mevzuatının hazırlanıp yürürlüğe konduğu, finans ve sigortacılık faaliyetlerinin kendilerine yer bulduğu, ticarî faaliyetlerinin tüm geçmişiyle kayıt altına alınıp arşivlendiği merkezî metropolleri de ziyaret ettim. Ayrıca bölgede muhtelif limanlardaki konteynır gemilerinde seyahat etme imkânı buldum. Burada amacım, malların hareket etme tarzını anlamaktı. Bu hareketi mümkün kılan, gemiciler ve liman işçileri. Bir amacım da farklı limanlarda ticarî tertibat ve ticarî uygulamalardaki değişiklikleri görmekti.
Kimi yönlerden bu proje, araştırmayla alakalı, daha kapsamlı bir merakın ürünü. Geçmişte kaleme aldığım, Filistin’de anma pratiği ile alakalı çalışma, ulusötesi söylemlerin ve harekete geçme, seferberlik süreçlerinin yereldeki insanların muhayyilelerini nasıl etkilediği ile ilgiliydi. Öte yandan kontrgerilla üzerine kaleme aldığım kitapsa, kontrgerilla doktrinlerini, uygulamalarını ve halkların ulusötesi hareketini ele alıyordu. Bu liman ve gemi taşımacılığıyla alakalı projede ise ben, fizikî mamullerin hareketini inceliyorum. Diğer iki çalışma gibi burada da asıl ilgilendiğim konu, sömürgeciliğin veya kontrgerilla güçlerinin uyguladığı şiddetin nasıl devreye sokulup nasıl tecrübe edildiği. Buradan da ben, madunların iktidara yönelik direnişini ve o iktidarın ağına nasıl yakalandıklarını anlamaya çalışıyorum.