28 Aralık 2017

,

Badiou-Joffrin Tartışması

Philippe Douroux

20 Aralık 2017

 

“Komünist hipoteze bağlı olduğunu” söyleyen Alain Badiou ile mevcut sosyal demokrasiyi savunan reformist (Libération yazı işleri müdürü) Laurent Joffrin arasında cereyan eden tartışma.

● ● ●


Alain Badiou, siyaseti nasıl tarif ediyorsun?

Belki de Siyasete Övgü isimli kitabımın adı Siyaset Övgüsü olmalıydı. Esasında bence iki siyaset tanımı mevcut. İlk tanım, devlet iktidarının ele geçirilmesini ve iktidar pratiğini merkeze alıyor. Burada siyaset, iktidarın taleplerinin gerçekçi mânâda yönetilmesi olarak tanımlanıyor. Özellikle Platon gibi ilk filozoflarda karşımıza çıkan ikinci tanımsa, ana sorunun adalet sorunu olduğunu düşünüyor. Ben, bu ikinci tanıma bağlıyım ve siyaseti âdil bir toplumun örgütlenmesine zemin hazırlayacak tüm yöntemleri içeren küme olarak tanımlıyorum. Böylesi bir toplum, müşterek gerçekliği teşkil eden eşitsizliklerden ve güç ilişkilerinden arınmış bir toplumu ifade ediyor. Bu, aslında çok öncesinde Aristo’da ve Platon’da zaten cereyan etmiş bir tartışma. 

Aristo’daki kavrayış tarzı daha pragmatik. O, toplumun varoluşunun ekonomik ve mali koşullarını analiz ediyor ve bir orta sınıfın bulunması gerektiği üzerinde duruyor. Platon ise tersten, her şeyden önce âdil bir toplumu tanımlama gayreti içerisinde ve sadece, o da ilerleyen süreçte, böylesi bir topluma ulaşmak için gereken araçlara odaklanıyor.

Bence bu tür bir ayrım gayet yerinde. Siyasete Övgü kitabında bundan daha fazlasını söylüyordun. Sana göre, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti sorgulamadığımız sürece siyaset diye bir şeyden söz edemeyiz. Dolayısıyla siyaset, ancak toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiği ile ilgili, birbiriyle çelişen iki farklı öneriyi, özel mülkiyete dayalı toplumla müşterek sahipliğe dayalı toplumu karşı karşıya getirdiğimiz noktada çıkış alabiliyor. Bence bu, yanlış bir düşünce. Piyasa sistemleri içinde de siyaset söz konusudur: “Irak’taki savaşa dâhil olmamız gerekiyor mu gerekmiyor mu?” sorusu siyasettir; “Dayanışma temelli servet vergisinden kurtulmak zorunda mıyız değil miyiz?” sorusu siyasettir; “Fillon’a mı yoksa Hamon’a mı oy vereceğiz?” sorusu siyasettir. Mülkiyet meselesi diğer birçok meseleden biridir. Komünizmin başarısız olduğu hususu dikkate alındığında, bu mesele de ikincil bir mesele hâline gelmiştir.

Oysa ana mesele, bahsini ettiğin meselenin ta kendisi. Bugün yerleşik tarım, yeni üretim, iletişim ve savaş tekniklerine göre kurulmuş devletlere sahip politik toplumlar, tümüyle toplumun sınıflara ayrışması meselesiyle ilişkilidirler. Bu ayrışma, müşterek kabul edilmesi gereken emtia üzerindeki özel sahiplik ilişkilerine dayanır. Dolayısıyla siyaset, mülk sahipleri ile mülksüzler arasındaki ihtilafı çözüme kavuşturma meselesidir. Bugün bizler, bilhassa teknik düzeyde, bu benim “siyasetin neolitik çağı” dediğim, bin yıllık inşa sürecinin en kusursuz biçiminde yaşıyoruz. Kapitalizm, doğal seyri müşterekliğe doğru olan, emtia üzerindeki özel sahiplik ilişkileri etrafında örgütlenmiş toplumun o uzun tarihinin nihai bir sonucudur. Kapitalizm bu gerçeklikten doğmuştur, dolayısıyla bugün siyaset, en temel mesele olan adalete dair bir anlayış bağlamında, eksiksiz bir değişimi ve sistemsel bir dönüşümü varsayar.

Siyasetten söz edebilmek için özel mülkiyet ilişkilerine ait kuralları ve piyasaya ait kuralları sorgulamak zorunda olduğumuz kanaatinde değilim. Bundan başka bir yığın mesele var. Burada takdim edilen, özünde gerçeğe dair alabildiğine dair bir ekonomist bakış açısıdır.

Kesinlikle katılmıyorum söylediklerine. Mülkiyet meselesiyle yüzleşmeyen bir siyaset, salt devlet iktidarının ele geçirilmesini ve iktidar pratiğini öne alan bir siyaset yorumudur. Oysa devlet iktidarının idaresi meselesine vurgu yapan bu yaklaşım, temelde “burjuva” mülkiyetine bel bağlar. Bu mülkiyet de maliye, hissedarlar, sanayi ve medya gibi konularla alakalıdır. Hiç şüphe yok, serbest piyasacı idare ile sosyal liberalizm arasında kimi nüanslar mevcuttur.

Bunlar basit nüanslar değil…

Elbette ki öyle…

Gerekçelerimi izah edeyim. Başka bir örnek vereceğim: toplumda dinin yeri meselesini ele alalım. Teokrasi ile laik rejim arasında yapılacak tercih, milyonlarca insanın gündelik hayatı için oldukça önemli bir tercihtir ve bu tercihin özel mülkiyet meselesiyle hiçbir bağlantısı yoktur. Emek yasasını liberal bir yönelim dâhilinde reforma tabi tutulması, milyonlarca Fransız işçinin kaderi bağlamında önemli sonuçlara yol açacak politik bir karardır.

Bunlar basit nüanslar değil. Bence burada toplumun nasıl örgütleneceği konusunda yaşanan derin anlaşmazlıklar söz konusu. Tüm insanlığın geleceğini tehdit eden küresel ısınmayla mücadele edip etmeyeceğimiz meselesi, basit nüans olarak görülecek bir mesele değil.

Tabii ki değil, ama gezegenin yıkımı meselesi de mülkiyet meselesiyle bağlantılıdır. Özel mülkiyet, müşterek iyiyi yok eden, yıkıcı bir sistemdir. Ekoloji meselesi, kapitalizme itiraz etmeyi gerekli kılar.

Özel mülkiyet ilga edildiğinde, doğal kaynakların daha yoğun bir biçimde yok edildiğine tanıklık ettik ama.

Bu, başka bir mesele. Özel mülkiyeti merkeze koymuş bin yıllık idarenin ardından sahip olabildiğimiz kolektivizasyon deneyiminin süresi sadece yetmiş yıl! Tarihte Rusya ve Çin üzerinden ilk kez edinilen bu oldukça kısa deneyimin kısa sürede istikrarlı bir biçim edinemeyip süreç içerisinde başarısız olması karşısında kimse neden şaşkınlığa düşmüyor? Burada bin yıllık tabuya karşı bir saldırı söz konusu: her şey, yola devam edebilmek için, önceden elde herhangi bir model olmaksızın, baştan icat edilmek durumunda kalındı.

Sen “komünist hipotez”i savunuyorsun. Bu konuda bir yığın müdahalede bulundun ve bir dizi kitap yazıp yayınladın. Bu “hipotez” neden çok fazla yankı bulmadı peki? Çünkü kimse böyle bir hipotezi duymak bile istemiyor. Kimse, tarihsel bir felâketle sonuçlanmış olan komünist deneyimi tekrarlamak niyetinde değil.

Aslında kimse, zaten başarısız olmuş bir şeyi sürdürmek istemiyor! Bir hipotezi teyit edecek ilk adımlar yeterince ikna edici bulunmadı diye o hipotezi terk etmek pek rasyonel bir yöntem olmasa gerek. Fizikçiler ve sanatçılar, senin bu argümanının peşinden gitmedikleri için çok şanslıyız!

Alain Badiou, madem Rusya ve Çin deneyimleri birer hataydı, neden ilk başlarda bu deneyimleri savundun?

Ben bugün bu deneyimleri savunmuyorum. Tam tersine, zenginliklerin âdil ve müştereken mülk edinilmesi hipotezini diri tutmak için bizim böylesine muazzam böylesine önemli bir deneyimin ilk yirmi otuz yılında kaçınılmaz olarak yaşanacak hataları kabul edip yeni çözümler icat etmemiz gerekir. Fakat Laurent Joffrin ve kapitalizm yanlısı hâkim görüşe göre, her şey zaten çok önceden kurulmuştur ve böylesi bir adalet biçimi suçtur.

Fakat komünizm, salt kullandığı yöntemler ve araçlar değil, özü itibarıyla da başarısız oldu. Sense bu deneyimlerin yeterince ileri götürülmediği için başarısız olduğunu söylüyorsun. Oysa esasen bu deneyimler, en ileri aşamaya götürüldüğünde başarısızlık en net biçimde görüldü. Ellili yılların sonunda Çin’de gerçekleştirilen Büyük Atılım’ı örnek vermek mümkün. Kolektif mülkiyet, mümkün olan en ileri aşamasına taşındı. O noktada sadece toprak değil, aletler, gübre, köylülerin gündelik hayatı da kolektivize edildi. Köylüler, yemeklerini müşterek kantinlerde yediler ve kendi aletlerini müşterek alana teslim etmek zorunda kaldılar. Sonuçta ise bir yıl içerisinde tarımsal üretim çöktü. Çin’de taşra hayatının zaten geçimlik tarımsal üretim aşamasında olması sebebiyle bu aşırı komünizm dehşet verici bir kıtlığa yol açmıştır. Herkesin de gördüğü biçimiyle, bu kolektivizasyon, 10 ilâ 30 milyon insanın öldüğü bir felâkete sebep olmuştur. Aynı süreç her yerde yaşanmıştır.

İyi de işin aslı başka.

Örnekler üzerinden konuşursak.

Yetmişlerde SSCB, dünyanın ikinci büyük gücü kabul ediliyordu, sanayileşmiş ülkeler sıralamasında Doğu Almanya yedinci sıradaydı.

İyi ama Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra bu tespitin yanlış olduğu görüldü! Batı Almanya ile Doğu Almanya’yı kıyasladığımızda, ilkinin ekonomik açıdan daha başarılı olduğu görülecektir, üstelik işçiler açısından bile bu başarı gayet açık ortadadır. İnsan haklarından söz etmeye bile gerek yok!

Rakamlar başına belâ olunca, nedense hepsi yanlış oluyor! Zaten meselenin özünü de rakamlar teşkil etmiyor. Burada insanlığın geleceğinin bağlı olduğu, özgürleştirici hipotezden bahsediyoruz. Bu hipotez, bin yıl içerisinde bir emsali bile olmayan, her şeyi kucaklayan bir örgütlenme öneriyor. Bu hipotezin gerçek kılınmasına dönük ilk adımların neden çok önemli krizlerden geçtiği meselesini izah eden her şeyi tefekkür etmek, belirli kategorilere oturtmak ve doğru bir zemine yerleştirmek mümkün ve zaruridir. Asıl bunu yapmamamız tuhaflıktır! Burada zor bir matematik sorusunu çözmek türünden bir durum söz konusudur. Büyük akıllar bile hata yaparlar ama bu, çözüm bulma ihtiyacını geçersiz kılmaz.

Kanıtlanabilecek en ufak vasfa ve güce sahip olmayan bir mecaza başvuruyorsun burada. Matematik denilen sahada olan biten, kendiliğinden topluma uyarlanamaz. Elimizde kobay fareleri üzerinde yapılan deneylere benzeyen, insanlar üzerinde yapılmış, her türden deney var. Belirli bir noktada aslında bu deneylerden insanların sıtkı sıyrılmış durumda! Daha çok deney, büyük katliamlara yol açmaktan başka bir işe yaramıyor.

Asıl insanların sıtkı liberalizmden sıyrılmış durumda. Ölüleri sayıyoruz madem, hepsini sayalım.

Kitabında kapitalizmin en olumsuz yönü olan sömürgecilikten bahsediyorsun…

Sen de nispeten daha az ciddiyetsiz ve bitmek tükenmek bilmeyen bir tarz dâhilinde, komünizmin en olumsuz yönünü cımbızla seçip gözümüze sokuyorsun.

Katliamlar söz konusu olduğunda, komünizmin kapitalizmden daha beter olmadığını söylüyorsun. Bu, bile şüpheli bir tespit ama. Diyelim ki senin haklı olduğunu kabul ettik: madem öyle, ilerleme imkânını nerede aramalıyız? Sömürgeciliğin ölümüyle komünizmin ölümünü denkleştirmek nasıl mümkün olabilir? İlkesel düzlemde komünizm özgürleştirici bir güç. Onun kapitalizme nazaran daha az cani olması gerekir. Ama bunun tam tersine tanık olundu.

Kapitalist yol, tümüyle suç üzerine temellendirilmiş bir yoldur. Mesele, sadece sömürgecilik de değil! Son yüzyıl, iki dünya savaşının yol açtığı büyük bir katliama tanıklık etti. Yeni bir komünizmin gerekli olduğunu iddia ederken ben, aynı zamanda geçmişin bilançosu üzerinden ulaşılması gereken sonuçları da göz önünde bulunduruyorum. Oysa sen, sermayenin boyunduruğu altında yaşamaya mutlu mesut devam etme fikrine destek oluyorsun.

Katiyen! Tarihsel açıdan demokratik sosyalizm, kapitalizmi reforma tabi tutmuş, bir yandan da bireysel özgürlükleri güvence altına alan anayasal düzeni muhafaza etmiştir. Demokratik sosyalizm, tek parti boyunduruğunda mağdur olan insanlardan çok daha az insanı mağdur etmiştir. Sense bu tek parti boyunduruğunu savunup duruyorsun.

Bu “sosyalizm” dediğin şeye bizzat şahit oldum ben. Ona politik eğitimim boyunca, Cezayir Savaşı süresince tanıklık ettim. O dönemde Fransız Sosyalist Partisi hükümetteydi ve Paris karakollarında tutsaklara işkence ediyordu!

Bitirmeme izin verirsen… Sosyalizm ve sosyal demokrasi, piyasa ekonomisini düzene sokmuş olan, muazzam bir toplumsal ilerleme sürecinin yaşanmasını mümkün kıldı. Yirminci yüzyılın başında sosyalist program sayesinde sendikalar, emeklilik maaşı, sosyal güvenlik, sağlık sistemi, işgünü sayısının sınırlı tutulması ve emek yasası hukukî zemine kavuştu. Tüm bu ilerlemeler, milyonlarca işçinin hayatını değiştirdi. Özgürlük meselesiyle cem olduğunda sosyalizm tarihi, bizler ekonomik düzlemde verimli bir şekilde inşa edilen bir özel mülkiyet sistemini muhafaza ettiğimizde bile, ciddi bir ilerlemenin sağlanabileceğini ortaya koyuyor. Aynı dönemde kolektivist ekonomi ise verimsizlik, kıtlıklar, durağanlık, yalanlar ve kütlesel baskılara tanıklık edilen gerçeklikte çöküp gitti.

İyi de tüm bunlara yol açan dünya, bütünüyle adaletsiz bir yer. Bu adaletsizlik, hâlihazırda koruduğunuz az sayıdaki rezerv değil de küresel düzeyde ele alındığında, söz konusu adaletsizlik net biçimde görülüyor. Bugün 364 kişinin mal varlığının değeri 3 milyar insanın toplam mal varlığına denk! Dünyada insan yurduna konulmayan ve yaşamak için en ufak fırsatın peşinde, oradan oraya dolaşıp duran insanların sayısı 2 milyarı buluyor.

Kitabında, 1966’da Mao’nun gerçekleştirdiği Kültür Devrimi’ni savunuyorsun. Bu konuyla ilgili söylediklerinin beni epey şoke ettiğini söylemeliyim. Kültür Devrimi’nde büyük bir kısmını eğitimsiz gençlerin oluşturduğu sürüler, üniversitelere, şirketlere ve bakanlıklara hücum ettiler, aydınları ve memurları yerlerinden indirip sokaklarda yürüttüler, onlara hakaret ettiler, boyunlarına üzerlerinde “hain”, “dönek” veya “revizyonist” yazan yaftalar astılar. Meydanlarda mahkemeler kurdular, bazılarını döve döve öldürdüler veya Gobi Çölü gibi yerlere sürgün ettiler. Bu, korkunç bir terör deneyimiydi. Sense bunu gerekli, faydalı bir olay olarak tarif ediyorsun ve geleceği daha da yakınlaştırdığını söylüyorsun! Örneğin “kızıl prenses” denilen Song Binbin’i ele alalım. Halk Ordusu kurucularından birinin kızı olan Binbin, kendi okulunun müdürünün linç edilişine katılıyor, üstelik linç ettikleri kişi de komünist. Adam, işkencelerle geçen gecenin ardından, sabah erken saatte ölüyor. 1994’te Song Binbin, bu olaydan dolayı özür diledi. Mao’nun Tiananmen Meydanı’nda Kızıl Muhafızları selamladığı güne ait fotoğraflarda gördüğümüz kadın da o. Büyük Serdümen, onu bir örnek olarak takdim ediyor halka.

Kültür Devrimi tarihi ile ilgili söylediklerin, Fransız Devrimi tarihi konusunda o dönemde yaşamış bir lordun veya kontun sözlerine benziyor!

Ben ne lordum ne de kont… Söylediklerim yanlış mı?

Değil. Daha da beter. Kültür Devrimi’ni bu türden bir hikâyeye indirgersen, sözlerin bu gerici, saçma sapan bir kara propagandadan başka bir şeyi ifade etmez. Paris Komünü’nde üzeri yırtık pırtık olan kundakçı kadınlardan başka bir şey görmeyen Dumas’dan bir farkın kalmaz. Peki o binlerce gerçek ve büyüleyici hikâyeden neden bahsetmiyorsun? Önceki mücadelelerin felç ettiği Şangay limanında öğrenciler ve işçiler arasında oluşan o yeni ve pratik ittifaktan neden hiç söz etmiyorsun? Son yüzyılın ikinci yarısında 68 Mayıs’ı gibi büyük bir işçi-öğrenci temelli kitle hareketinin özetini çıkartmak için korkunç bir anekdotu seçmeye benziyor senin yaptığın.

Anekdot değil aktardığım, bir milyon kişinin ölümüne sebep olan Kültür Devrimi’ni sembolize eden bir isim…

Aynı hesapla, Fransız Devrimi’nin sembolü de ezelden ebede Nantes’daki suda boğarak öldürme olayları olmalı. Yapma ama!

İyi de bugün Terör Dönemi’ni kimse savunmuyor ki. Nantes’daki idamlar, Konvansiyon’un beğenilen işleri üzerine düşmüş korkunç birer leke.

Sen neye “Terör Dönemi” diyorsun? Kastettiğin, kraliyetin devrilişini takip eden 1792-94 arası dönemse, bugüne dek dengine rastlamadığımız, 1793 tarihli o muhteşem anayasa ise, başka ülkelerin işgaline karşı harekete geçildiği dönemden bahsediyorsan, o vakit evet, ben “Terör Dönemi’ni savunuyorum.” Fransız Devrimi, İngiltere’de yaşandığı gibi, kralın yetkilerinin anayasal düzeyde azaltılmasının ötesine geçildiği bir olay hâline gelmesini sağlayan, Robespierre dönemiydi.

Terör Dönemi’ne son veren, bizzat devrimin kendisi ve bu adım dış tehdit ortadan kalkar kalmaz Robespierre’e karşı atılmıştır. Robespiyerciler, “yeni insan”ın ortaya çıkartılmasıyla ilgili deneye devam etmek istediler ki bu, tam bir delilikti. Fakat biz, bu dönemi son tahlilde onu sürdürerek zaten savunuyoruz, zira her şeye rağmen bu dönem, özgür bir toplumun kurulmasını mümkün kılmıştır. Maoist Kızıl Muhafızların savundukları toplum ise teröre ve zulme dayanıyordu. Bugün Çinliler bu dönemi korkuyla anıyorlar, oysa Fransızlar demokratik bir cumhuriyeti benimsediler.

Kültür Devrimi ve Kızıl Muhafızlar ile ilgili sözlerin birbirlerinin aynı. Oysa onlar hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Burası açık. Özgür toplumdan bahsediyorsun, lâkin tek başına ele alındığında “özgürlük” kategorisi hiçbir şey ifade etmez. Büyük bir kapitalist imparatorluğu olan bir insanın özgürlüğünün, hiçbir şeyi olmayan insanın özgürlüğüyle bir alakası olabilir mi? Bir yığın eşitsizliğin varolduğu koşullarda, özgürlük yanıltıcı bir kavramdır.

Özgürlük, her koşulda kıymetli bir varlıktır. O, mücadelenin bizatihi koşuludur. Yoksullar kadar zenginler için de önemlidir. Yoksulların özgürlüğü, onların zenginlerin gücünü sınırlamalarına imkân sağlar, bu da geçmişte olduğu gibi refah devletini örgütleyerek atılacak bir adımdır. Partinin özgürlüğü kısıtlaması, komünist oligarşinin hâkimiyetine yol açar ki bu hâkimiyet, yeni bir eşitsizlik biçimini yaratır.

Onlarca yıldır bu yere göğe sığdırılamayan “fark” meselesinin tüm dünya genelinde sistemin korunması ile ilgili bir simge olduğunu söylemeye yetecek deneyime sahibiz. İnsanlar, daha fazlasını tespit etmeye başladılar bile: Macron’u iktidara taşıyan son komedide çoğu insan oy kullanmadı.

Aramızdaki anlaşmazlığın temel dayanağı da burası zaten. Sen özgürlüğü eşitliğe feda ediyorsun. Sonuçta ise her ikisi de elinden kayıp gidiyor.

Alain Badiou, senin anladığın biçimiyle, komünist toplumun dayandığı ilkeler nelerdir?

Ana görevimiz, komünist toplumun dayandığı temel ilkeleri güncellemektir: Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ilga etmek; yönetim ve icra görevleri, fikrî emek ve el emeği arasında oluşmuş bulunan işbölümüne son vermek; ulusal kimliklere yönelik baskıları ortadan kaldırmak; ve tüm bunları yapmak için devletin etkisini müşterek müzakere lehine olacak şekilde azaltmak.

Komünist deneyimin kullandığı araçları sen de eleştiriyorsun. Peki komünizme hangi yoldan yürünecek?

Askerîleşmiş bir örgüt, tek parti, iktidarı ele geçirip onu tek başına sürdürebilir ama gerçek komünizmi örgütleyeceğini söylediğim ilkeleri asla garanti etmez. Bizim siyaseti yeniden icat etmemiz gerekmektedir. Bunun için kitleye veya harekete yaslanan demokrasi, örgütlerimiz ve devlet arasında tümüyle yeni bir diyalektik işlemelidir. Peki bunun biçimi nasıl olacak? Hangi araçların gerektiği sorusunun karanlıkta kaldığı kimi dönemlere tanık olunduğundan, şüphenin hüküm sürdüğü bir dönemden geçtiğimizden, henüz bu biçimi bilmiyoruz. Araçların ne olduğu sorusuna hızla atlamadan önce, bizim işe, sorunun meşruluğunu, hipotezin geçerliliğini yeniden sağlayarak başlamak zorundayız. Dolayısıyla bizim ihtiyacımız aydınlaradır. Bugün yeterli aydının, “Yeni Felsefe” ile simgelenen, seksenlerin karşı-devriminin geride bıraktığı tahribatı göremediğini söylemek gerekmektedir. Şükür ki bugün sahneye yeni bir gençlik çıkıyor.

Peki ama şu araçlar bahsinde, insan haklarının, oy kullanma özgürlüğünün, tüketicinin seçim yapma özgürlüğünün, seyahat etme özgürlüğünün ve ifade özgürlüğünün korunması konusunda ne düşünüyorsun? Güçler ayrılığını ve yargının politik otoriteler karşısındaki bağımsızlığını korumak gerekmiyor mu?

Bireysel ifade konusunda, hâlihazırda varolandan daha kapsamlı özgürlüklerin bulunması gerekiyor. Bugün, mülkiyet ilişkilerine dayalı yapıların mutlak ve değişmez olduğu koşullarda, özgürlük dar bir çerçeveye sıkışmış durumdadır. İfade özgürlüğünden mi bahsediyoruz, o zaman medyadaki ana şirketlerin sahipleri kimler, ona bakalım. Bu şirketlerin neredeyse tamamı, Fransız borsasında işlem gören en büyük kırk şirketin elinde.

Ne yani, “halkın” ekseriyeti komünist hipoteze itiraz ederse, o hipotez günışığını bile göremeyecek mi?

Mao’nun birkaç kez dile getirdiği biçimiyle: “Biz, kitlelerin fikirleri üzerine esaslı bir çalışma yürütmeden, onlara siyaset tavsiye edemeyiz.”

O zaman sen, onca şeyden sonra demokratik sürece önem veriyorsun. Çoğunluğu kendi safına kazanmak şart yani. Komünist hipoteze aktif bir azınlık veya bir öncü temelinde ilerlememiz mümkün değil sonuçta.

Sayısal düzlemde anlaşılan bir “çoğunluk” kavramının politik bir anlamı yoktur, bu kavram, anketlerde karşımıza çıkıp duran o boşluktan başka bir şeyi ifade etmez. Öte yandan ben, öncücü anlayışları uzun süredir eleştiren biriyim. Kitle hareketlerinin varlığı ve kamuoyunun büyük bir kısmının verdiği destek, zaferleri güvence altına alan, yeni komünist politik vizyonu mümkün kılan, zaruri bir koşuldur.

O vakit sen bir demokratsın?

Ben senden daha demokratım. Demokrasinin abecesi şudur: mali oligarşiye ve medya tekellerine hoşgörü göstermeyeceksin, mülkiyeti her türden gerçek özgürlük fikrine dayatan ve ölümcül sonuçlar doğuran çarpıklıklara izin vermeyeceksin. Bu açıdan bence sen zerre demokrat değilsin.

Demokratik solun mevcut deneyiminin de gösterdiği üzere, sistemi reforma tabi tutmak mümkündür. Diğerleriyle ilgili olaraksa ben, çoğunluğun kararlarına itimat edeceğim.

O halkın “karar vermesi” de ne demek? Etimolojik açıdan demokrasi “halkın iktidarı”nı ifade eder. Oysa asıl önemli olan, bu iktidarın maddi açıdan oligarşinin mülkiyetinde olmamasıdır. Yani sen, kapitalizm koşullarında işte böylesi bir mülkiyeti ve iktidarı savunuyorsun.

Ben kapitalizmi savunmuyorum; ben, devletin düzene soktuğu piyasa ekonomisi fikrinden yanayım. Bu ikisi aynı şey değil.

Buyur buradan yak! Piyasa ekonomisinden bahsedenler, nedense “kapitalizm” denilen o nahoş kelimeyi ağızlarına bile almıyorlar.

2017’nin en acil görevi ne sence? Jean-Luc Mélenchon’un başını çektiği, 2016’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde kurulan İsyankâr Fransa [La France insoumise] isimli ittifakı, Mart 2016’da kurulan toplumsal muhalefet hareketi Gece Ayakta Hareketi’ni [Nuit Debout] ve Hayalî Komite’yi alaycı ve eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutuyorsun…

Niyetim, Mélenchon’u tümüyle düşman göstermek değil. Deneyimlerim bana gösteriyor ki sosyal demokraside ne vakit bir kriz yaşansa, daha aktif ve daha ideolojik bir kol ortaya çıksa, bu kol, hep komünist hipotezin dirilişi için gerekli rahim işlevi görüyor. Lenin bile sosyal demokrasi içerisinde yaşanan ayrışmalardan kök alıyor. Yani François Mitterrand’la birlikte anılan bir isim olarak Mélenchon, asla benim kalemim değil.

Ona ben daha çok benziyorum herhâlde…

Senden kök alması beni asla şaşırtmaz. Mélenchon’un aktif bir güç olarak takdim edilmesi sonucu o, gençliğin belirli bir kısmını bir araya getirdi, ayrıca belli sayıda işçinin ilgisini çekti. Bekleyip göreceğiz. İlk taşı ben atmayacağım. Bekleyip onun gerçek meyveler verip vermeyeceğini, komünist hipotezin yeniden üretimine, onun bir kez daha kendi bağımsız örgütüne ve halk gücüne sahip olmasını mümkün kılıp kılmayacağını göreceğiz.

Kaynak

0 Yorum: