Mülakat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mülakat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Nisan 2025

Selçuk Kozağaçlı Söyleşisi



İştirakî: Uzunca bir süredir ülkenin siyasal gündemi, hukuki gelişmeler/dava süreçleri üzerinden belirleniyor; Türkiye’de siyasal gelişmeler neden hukuk zemininde meydana geliyor?

Selçuk Kozağaçlı: Bu soruyu cevaplayabilmek için siyasetle hukuk arasındaki ilişki üzerine sağlıklı bir fikir oluşturmamız lazım. Siyasetin ve hukukun birbirinin yerine geçme isteği, eğilimi vardır ve birisinin alanı daraldığında diğerinin alanı genişler. Bunu, bir sarkacın salınımına benzetebiliriz. Bir ülkede çok fazla hukuktan, yasadan, tüzükten, anayasalcılıktan söz ediliyorsa siyasal alan daralmış demektir. Bunu isterseniz “siyasal alan parlamentoya, yasamaya sıkışmıştır,” diye okuyun, isterseniz “oligarşik gruplar, birbirleri ile olan hesaplarını mahkemeler aracılığıyla görüyor,” diye okuyun, isterseniz “temel haklar ve özgürlükler perspektifi bir yasalcılığa bindirilmiş,” diye okuyun. Eğer ülkede en çok konuşulan iş mahkemeler, yasalar, anayasalar ise siyasal alan daralmış demektir.

Ben, hukuk devleti ya da başka isimlerle önümüze konan kavrama inanmıyorum. Bu, burjuva hukuk ideolojisi üretimidir. Hukuk devleti aracılığıyla ki bunun yanına sosyal devlet, refah devleti, esirgeyici devlet gibi kavramları da ekleyebilirsiniz, huzur, istikrar arayışı, özellikle de oligarşik yönetimleri olan burjuva iktidarlar için çok değerlidir.

Oligarşik iktidarlar her zaman, süreğen bir çatışma hâlindense, ister yasal düzenlenmeler aracılığıyla ister mahkeme kararları aracılığıyla istikrarlı bir meşruiyet yakalamaya çalışır. Zoru hiç ortadan kaldırmamakla birlikte ucuz ve yaygın meşruiyetin yolu budur. Dolayısıyla, hukuksal alanın siyaset lehine daraltılması gerektiğine inanıyorum. Bu da ancak, alanın yeniden tanımlanmasıyla, yeniden kavranmasıyla mümkün olabilir. Biz, siyasal ve toplumsal dava diye isimlendirdiğimiz alanda bunu yapmaya çalışıyoruz.

Bir davanın siyasal dava olması, sadece Terörle Mücadele Kanunu veya Türk Ceza Kanunu’nun bununla ilgili maddelerine dayanması anlamına gelmiyor. O davada halkın, halkların, ezilenlerin, yoksulların bir temel çıkarının tartışma konusu hâline getirildiği anlamına geliyor. Dolayısıyla polisin, hatta trafik polisinin, sokakta vurduğu bir kişinin davasıyla, tütün taban fiyatıyla ilgili bir dava arasında, bu açıdan bir fark yok. Veya koruma altındaki bir kadının kocası tarafından katledilmesi davasıyla KCK davası arasında bu açıdan bir fark yok. Yani bizim toplumsal ve siyasal davayı kodlama biçimimiz, hukuksal alanın daraltılmasını, siyasal alanının genişletilmesini hedefliyor.

Hukuk çok kanserojen bir ideolojidir. Eğer izin verilirse, bir burjuva ideolojisi olarak hukuk her şeye el atar, elinizden her şeyi alır. Estetikte, özel yaşamda, aile yaşamında, tabiatın ve dış dünyanın kavranmasında vs. sizin yerinize geçebilir ve sahte özneler inşa edebilir. Buna izin vermemek devrimci bir duyarlılıktır.

Biz, devrimci avukatın temel rolünün, siyasal alanın hukuk tarafından temellük edilmesine izin vermemek ve siyasal alanın kendisine akacak bir mecra bulması için mücadele etmek olduğunu düşünüyoruz.

Devrimci avukatlığı böyle kavrıyoruz. Dolayısıyla, sorudaki tespit doğrudur. Çok fazla hukuk konuşulmaktadır. Neden böyledir? Kısa cevap, siyasal alan daraltılmıştır. Bu yeni düzene isterseniz “yeni sömürge tipi faşizm” deyin, isterseniz “dikta” deyin, isterseniz “baskı rejimi” deyin, isterseniz “siyasal alanda yozlaşma” deyin. Ben, yeni sömürge tipi faşizm kavramını uygun buluyorum.

İştirakî: Bir diğer deyişle, “Kendinden menkul bir hukuk tanımı, ironik bir şekilde, çok siyasaldır ve bizim dostumuz değildir” diyebilir miyiz?

Selçuk Kozağaçlı: Kesinlikle. Hukuka yapılan her türlü vurgunun arkasında bir düşmanlık yattığını bilmeliyiz. Ünlü bir Latin sözü vardır: “Yasa düşman içindir!” Dostlar, zaten birbirine adil davranır. Çıkarları aynı olan insanlar zaten birbirine adaletli davranırlar. Eğer yasadan söz edilmeye başlanmışsa artık ortada düşmanlık var demektir. Artık sınıflardan konuşmaya başlayacağımızı fark ederiz. Yasaya ve hukuka her atıf yapıldığında temkinli olmalıyız.

İştirakî: Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargâh, Oda TV, ÇHD, KCK vb. davalar epey yol aldı, belli bir olgunluğa ulaştı, tahliyeler gerçekleşti, mahkemeler kapatıldı. Şimdi Cemaat’e dönük soruşturmalar gündemde; bu davaların aktörleri, sizce bu süreçlerden nasıl çıktı, davalar siyasal hedeflerine ulaştı mı? Sizce cemaat içine girdiği kriminal süreçten nasıl çıkar? Ya da böyle bir süreç var mı?

Selçuk Kozağaçlı: Bu süreci hukuk üzerinden okuma önerileri iki türlü oldu. Bunlardan birisi, “İtalya başta olmak üzere İspanya, Portekiz, belki Fransa, kısmen Yunanistan’da okunduğu şekliyle bir Temiz Eller Operasyonu ile karşı karşıyayız,” diye düşünmemizi istedi. “Cesaretli savcılar ve yargıçlar, yanlarına cesaretli polisleri de aldılar ve nihayet, ülkede bir rant düzeni kurmuş oligarşinin suçlu bir kanadını tasfiye ediyorlar,” dendi. “Bu ekip bunun için, İspanya’daki GAL (Grupos Antiterroristas de Liberación) ya da Fransa’nın Cezayir meselesinde kullandığı OAS (Organisation de l’armée secrète) örneklerinde gibi, Türkiye’de de Gladyo eliyle kontrgerilla faaliyetleri yürüttü; ama şimdi bu iyi savcılar ve yargıçlar eliyle temizlik yapılıyor,” dendi.

Biz, meseleyi böyle kavramayı reddettik. Eğer Türkiye’de kontrgerilla konuşulacaksa bütün ekonomik ve siyasî bağlantılarıyla konuşulmalıdır. Kürdistan’da işlenmiş suçlar; metropollerde sendikacılara, devrimcilere, halka karşı işlenmiş suçlar; Kürt halkının maruz kaldığı büyük bir tasfiye (tehcir), yani binlerce köyün boşaltılması... Bunlar kontrgerilla faaliyetidir. Ama yargılananlardan bunların hesabı sorulmamıştır. Bütün bu kontrgerilla düzeninin dayandığı ihale ve rant dayanışmasının; faili meçhul ve yargısız infazların, yolsuzlukların hesabı sorulmamıştır. Demek ki bu, bir Temiz Eller Operasyonu değildir. Gerçi Temiz Eller Operasyonu’nun kendisi de böyle değildir ama Avrupa kamuoyunda bu havayı yaratmayı başarmıştı. Aynı havanın yaratılması denendi, başarılı olamadı.

Biz ÇHD’de ana gövde davalar olarak adlandırdığımız Ergenekon davası bloğu, Ergenekon davası ile birleştirilen dosyalar ve Balyoz davası gibi davalardan uzak durduk. Ama bir yandan da, bu süreci izlememek mümkün değildi. Diğer taraftan, muhaliflere yönelik, KCK operasyonları, ÇHD davası, Öcalan’ın avukatlarına yönelik operasyonlar gibi büyük davalar başladı. Üstelik bu davaları yürütenler de aynı savcılar ve aynı kolluk görevlileriydi. Bu nedenle, birinde geçerli olan tariflerin, diğerinde de geçerli olduğu gibi bir kanaat oluştu. Muhalif kesimlere gerçek dışı ve inşa edilmiş delillerle komplolar kuruluyorsa, hukuka aykırılık yapılıyorsa, herhalde Ergenekon ve Balyoz davalarında da böyle yapmıştır dendi.

Bir de bu davalar arasında kısa devre denemeleri oldu. Devrimci Karargâh davası, Zirve Katliamı davası böyle denemelerdir. Bu işi yürütenler açısından son derece işlevliydi bu. Yani Kürt yurtseverlere, Türkiyeli devrimcilere ve “Birinci Cumhuriyet” olarak adlandıkları egemen oligarşik bloğa karşı, iki veya üç ayrı gövdede dava yürütüyorsunuz. Ne kadar çok kısa devre yaptırabilirseniz ve tek bir düşman hâline getirebilirseniz, o kadar iyi olacaktı. Ama olmadı. Çünkü sanıklar, tutsaklar, bu saldırı karşısında, kendi meşreplerine, kendi siyasî aidiyetlerine ve süreçten anladıklarına göre tutum aldılar. Birkaç tane örneği tartışma dışında bırakırsak, davalar birbirinden ayrı kaldı. Dolayısıyla, bir eşitleme başarılamadı. “Ergenekon aslında PKK’dir”, “Ergenekon aslında DHKP-C’dir”, “DHKP-C aslında PKK’dir” gibi kısa devre çalışmaları işe yaramadı.

Şimdi bu furyayı tarihsel/dönemsel olarak atlattık. Sonuç hakkında kabaca şöyle söyleyebiliriz: Çoklu bir iktidar yapısında güç dengesi, bir oligarşik kanattan diğer oligarşik kanata geçti. Son on yıldır inşası yürütülen bir süreç sonunda kanat değişikliği tamamlanmış görünüyor. Şimdi ise bu işi birlikte kotardığı anlaşılan koalisyonun arasındaki problemlerle uğraşıyorlar. Cemaat’e hesap da bu yüzden kesiliyor.

Tabii ki burada bir masumiyet ilişkisi yok. 17 Aralık’ın hesabı soruluyor. “Acemi nalbant, işi yoksul eşeğinde öğrenirmiş,” derler. Bunlar da komplo kurmayı bizim üzerimizde yetkinleştiler. Basın örgütlenmesini, bilgi kirliliği yaratmayı, adliyeleri yozlaştırmayı, süreci kontrol altında tutmayı öğrendiler. Şimdi de birbirlerine komplo kurmaya başladılar.

Dolayısıyla, ben bu davaları çok heyecan verici bulmuyorum. Cemaate yönelik dava da bir uzlaşmayla sona erecektir. Aynı Balyoz’un bir uzlaşmayla sona erdiği; aynı Ergenekon’un bir uzlaşmayla sona ermesini bekledikleri gibi... Çok uzun ve çok kalıcı hasarlar yaratacak şekilde çatlak yaratmak oligarşinin tabiatına aykırı ve riskli. Haziran Ayaklanması’nda olduğu gibi bir anda yönetemez hâle gelebilirsiniz. O yüzden, bu gibi risklere de izin vermezler. Egemenler, belli ölçüler içinde, ağırlık merkezini kaydırmakla birlikte, ellerindeki aparatı tamamen ortadan kaldırmazlar. Her oligarşik yönetime ordu, adliye, banka finans sistemi, uluslararası sermayeyle ilişki ağı lazımdır. Zaman zaman ağırlık dengeleri kayabilir ama sonuçta bu yapıyı korumazlarsa yönetemezler.

Hizmet mensuplarının haksız ve biraz ikiyüzlü sızlanmasına şöyle bir tevekkül önerilebilir: Bu gibi durumlarda eziyetin ortalama 5 yıl sürdüğü anlaşılıyor. 5 yıl kadar tevekkülle tesbih çeksinler içerde. Daha sonra, siyasal olarak anlaşma tamamlandığında, hukuksal olarak (şartlı tahliye, genel af, erteleme, yasa değişikliği) sonuçlarını da görürler. Eğer şeytana uyup da bu arada imanı karartmazlarsa yeniden meşgalelerine dönerler.

İştirakî: Bu süreçte sizi yargılayan mahkemeler lağvedildi, yargıçlar başka yerlere sürüldü. Ergenekon savcısının durumu ortada. Mahkemelerin içine düştüğü bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Selçuk Kozağaçlı: Demokrat Yargı’dan Orhan Gazi Ertekin’in çok sık söylediği bir söz var: “Türkiye’de bir yargı yok. Hiç olmadı.” Yani Türkiye’nin, Adalet Bakanlığı’nın taşra teşkilatı türünden, binaları olan, iyi kötü dosya-evrak işini yürüten bir adliyesi var. Ama yargı başka bir şey. Türkiye’de kendi dinamikleriyle gelişmiş, kendi alt kültürünü yaratmış, kendisine güvenen bir burjuva hukuk devleti kurumu cinsinden yargısı hiç oluşmamış durumda.

Dört yıl boyunca Şemdinli davasında avukatlık yaptım. Hukuk içerisinden bakıldığında, Ferhat’ın [Savcı Ferhat Sarıkaya –ed.] durumu bize hep sıra dışı gibi gelmişti. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı, sonradan Genelkurmay Başkanlığı yapacak bir adam hakkında kontrgerilla çetesinin lideri iması hatta iddiası bulunan bir iddianame hazırlamıştı. Ne kadar erken yaptığı anlaşıldı ve biliyorsunuz meslekten atılma gibi çeşitli cezalar gördü.

12 Eylül hakkında dava açan savcının veya bütün bu işleri karıştıran Zekeriya Öz ve ekibinin durumu ortada. Bunlar, siyasal dönüşümle ya da siyasal taleple, yargının bazı bireylerinin iktidarlarla ilişkilenmesi ile ilgili. Yoksa yargısal bir mekanizma Cemaatçilik ya da Ergenekonculuk yapmıyor. Çünkü böyle bir mekanizma, böyle bir yargı yok. Yargı iktidar karşısında tamamen çaresiz, hareketsiz ve dibe vurmuş.

Avukat-yargıç ilişkisi, yargıç-savcı ilişkisi, bütün bunların, kolluk kuvvetleri ile ilişkisi bize şunu gösteriyor: Türkiye’de bir yargı yok. İnşa edilebilir mi? Bu koşullarda mümkün gözükmüyor.

İştirakî: Sizce devrimci kurumlar ve özellikle ÇHD, bu süreçte üzerine düşen görevleri yerine getirebildi mi?

Selçuk Kozağaçlı: Elbette, hayır. “Üzerine düşen görevler” çok geniş bir kavram. Üzerimize çok iş düşüyor. Elbette çok eksiği var ama ÇHD doğru bir yönelime girdi. Devrimcilikle avukatlık arasında bir bağ kurulması gerekiyordu. Yani statünün adamı, Molière’in o meşhur kavramıyla, kölesi ve efendisi olmayan, loncadan baroya geçişte bir tür burjuva aydın figürü olarak ortaya çıkmış olan avukatın pili bitmişti. Merhametli, iyi, adalet peşinde koşan bir avukat! Bunların hepsinin yalan olduğunun herkes farkındaydı ama yerine ikame edilecek bir şey yoktu. Bir diğer deyişle, politik avukatlık, siyasi ceza davası avukatlığı yetmiyordu. Bu, Türkiye’de yaklaşık elli senedir sürdürülen bir faaliyettir, içeriği “devrimci öznenin yanında, mümkün olduğu kadar onu desteklemek, ona yardımcı olmak ve bunu hukuk ideolojisi içerisinden yapmaya çalışmak” olarak şekillenmişti.

ÇHD, kabuğunu kırıp devrimci avukatlık projesini inşa etti, oraya yöneldi. Burada avukat artık sadece mahkemede değil, kentsel dönüşümde, barikatlarda, hapishanede, adli tıpta, mezarlıkta, sokak eyleminde çalışan, dolayısıyla aslında siyasal muhalefetin sadece avukatlığını sürdürmekle yetinmeyen, aynı zamanda onun bir unsuru olarak, siyasal muhalefetle birlikte dövüşen bir avukat profili ortaya çıktı. Bu avukatın yargı algısı daha gelişkin ve parlak. Çünkü adalet kavramının siyasal bir kavram olduğunu farkında. Eğer ideolojik olarak, adaletin hukuk ile ilişkisini kesmeyi başarabilirseniz, bu sizin elinizi rahatlatır ve daha sağlıklı bir mücadele yürütmenize imkân tanır. 40 yıllık ÇHD geleneğinin, 25 yıllık Halkın Hukuk Bürosu geleneğinin bize öğrettiği budur.

Îştirakî: Devrimci avukatlık, hukuka kendinden menkul anlam yükleyen hâkimler ve savcılar üzerinde nasıl etki yapıyor, orada dönüştürücü bir etki görüyor musunuz?

Selçuk Kozağaçlı: Karşınızdakinin “gerçek” bir insan olduğunu ve okuduğunuz mavala inanmadığını fark ettiğinizde “maval”ı okumak zorlaşır. Yani hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler vs... gibi masallar bir kişinin yüzüne okunduğunda ve karşılığında o size, yoksulların katledildiği istatistiklerle, vaat edilen özgürlüklerin verilmediği uygulama alanını işaret ettiğinde, haydi şöyle söyleyelim, karşınızdaki kişinin yasanın sözüyle uyutulmamış, yasanın ya da yasalcılığın vaadini yutmamış bir meslektaşınız olduğu fark ettiğinizde, siz de pozisyonunuzu gözden geçirmek zorunda kalırsınız.

Ben Türkiye’de, yargıç sendikaları, yargıç dernekleri, kurulabilmesine izin veren konjonktürün aynı konjonktür olduğunu düşünüyorum. Biz siyasî dava avukatlığından, devrimci avukatlığa geçiş yaparken yargıçlar da ilk defa örgütlenebilir miyiz acaba, kendimize bir yargı alanı inşa edebilir miyiz duygusuna kapıldılar. Muhtemeldir ki bu duyguya kapılmalarına neden olan etkenler bizi devrimci avukatlığa zorlayan dış etkilerdir: siyasal alanın hukuk tarafından temellük edilmiş olması. Bu durumda siyaset imkânsız, ayıp ya da sakat hâle geldiği için hukuka öyle bir bindirme yapıldı ki hukukla ilgili bütün alanlar kısa devre oldu. Dolayısıyla ben, yargıç ve savcıların da bundan sonraki geleceklerinde, iktidarla kapalı ilişkiler geliştirmek yahut iktidar doğrultusunda, uzantısında kapalı işler çevirmek değil, açık ve yatay örgütlenmeler olduğuna inanıyorum.

İtalya örneğinde bu süreç benzer bir biçimde gerçekleştirdi. Bugün hakikaten bir baskı grubu olarak koca bir yargıç-savcı örgütüne sahipler. Kanatlı, hizipli. Dünyanın her yerinde böyledir bu Bizim yargıçlarımız da eğer açık ve yatay örgütlenmeyi başarabilirlerse, bu faydalı olur mu? Dediğim gibi ben hukuk devletine inanmıyorum, burjuva devletinin, demokrasi, parlamento, bağımsız yargı vs. hiçbir vaadine inanmıyorum. Dolayısıyla, benim açımdan çok heyecan verici değil ama yargıçlar açısından, kendilerine faaliyetlerini sürdürebilecekleri bir alan inşa etmek heyecan verici bulunabilir.

İştirakî: Yönetici kliklerin girdikleri iç çatışma döneminde, muhalif kesimlerin üzerindeki adli süreçlerle ilintili baskı bir nebze azalmış görünüyor. Bu sürecin sonunda yeni bir saldırı dalgası geleceği beklentisi yaygın; tam da bugünlerin içinden geçerken muhalif kesimler, devrimci güçler nasıl bir öngörü ile davranmalı?

Selçuk Kozağaçlı: Her zaman, ilk önce baskının azaldığı varsayımını iyimser bulalım. Gerçekten birbirleriyle uğraşırken kitlesel tutuklama veya hapishane katliamı yapmadılar bu 7-8 yıllık dönemde. Ama işkencede bir azalma olmadı. Devrimcilerin, sendikacıların tutsak edilmesinde bir azalma olmadı... Bir yandan birbirleriyle dövüşürken, bir yandan rutin işlerini ihmal etmediler. Ama doğrudur, o birikmiş güç yoksulların örgütlü kanatlarının üzerine çok daha fazla binebilirdi; birbirleriyle uğraşmaktan bunun dozu azaldı.

Daha önce de telaffuz edildiği için söyleyeyim: “Bir yumuşama dönemi, bir ‘az baskı’ dönemi geçiriyoruz” önermelerini kabul etmiyorum. Hapishanede tutsak yüzlerce müvekkilim var; hasta tutsaklar sorununda en ufak bir gelişme yok; telefon dinlemeleri, kurum baskıları, fişlemeler, takipler konusunda hiçbir gelişme yok, sokak ortası öldürmeleri, çevik kuvvet şiddeti hususunda değil ilerleme, gerileme var.

Buna karşın, daha ağır vurabilecekleri bir güç toplamışken, bunu kullanamamış olmalarını hesaba katarak şöyle söyleyebiliriz: Oligarşik bütünlük kısa sürede inşa edilir ve çok daha ağır bir saldırıya hazır olmak gerekir.

Bugüne kadarki saldırıların sistematik ve rutin olduğunu düşünelim. Çünkü halkın memnuniyetsizliği AKP iktidarı boyunca bir ağır ekonomik bunalımla taçlanmadı. Dolayısıyla, halkın memnuniyetsizliği sadece ileri kanatlarının lokal itirazları şeklinde devam etti. Oysaki şunu biliyoruz: AKP hükümeti, düzeltilmesinin bedelini kendisinden önceki hükümetlerin ödediği düzeltilmiş bir ekonomik zemin teslim almıştı ve bunu inanılmaz bir sıcak para akışıyla ayakta tuttu. Bunun sonsuza kadar devam etmeyeceğini herkes biliyor. Gerçekten büyük halk kitlelerinin memnuniyetsizliklerini artıracak, hatta belki kitleleri sokağa sevk edecek bir ekonomik bunalım geldiği anda, Türkiye’de açık faşizm koşullarının, ordunun kente sokulması ya da polisin bugün bulunduğundan çok daha büyük bir gövdeye ve ağır silaha kavuşturulması da dâhil olmak üzere, beklenmesi gerektiğini söyleyebilirim.

Burjuva hukuk devletinin, anayasal düzeyde yahut sözleşme düzeyinde, kazanım olarak iddia ettiği temel haklar ve özgürlükler rejimine kimse güvenmemelidir. Bu teminatlar hiçbir esaslı güvenceye dayanmamaktadır. O yüzden, bir kitlesel memnuniyetsizliği yaratacak, savaş, iç savaş ya da ekonomik buhran hâlinde, bu mevcut oligarşik dalgalanmayı bir anda unutur ve karşımızda, faşizmin bütün esasları ve kurallarıyla yürütüldüğü monoblok bir faşizm görürüz.

İştirakî: Hukukî süreçlerin bir diğer yüzü de devrimcilere yönelen açık devlet ve çete terörü ve bunlarla ilintili davalar. Geçtiğimiz ay Hasan Ferit Gedik davasının yapılamamasına tanık olduk. Bu dava sürecinde edindiğiniz kanaati bize aktarabilir misiniz? Ulaştığınız bilgiler ışığında, çeteler devrimci mahallelerde nasıl bir eğilim içerisindeler? Saldırıların temelinde ne yatıyor? Savcılıklar, mahkemeler sürece nasıl yaklaşıyor?

Selçuk Kozağaçlı: Bir komplo teorisi kurmamak gerekir. Türkiye’de kesintisiz yıllardır esrar içiliyor, kadın cinsel kimliği üzerinden ahlaksızlık, yozlaşmışlık, bunun bir ticari meta olarak kullanılması ve fuhuş var. Fakat bunun toprak rantının yüksek olduğu gecekondu mahallerinde ki görünümü bizim ilgimizi çekiyor. Bunun, bir örgütlü müdahale olduğunu biliyoruz. Bu müdahalenin bazı aktörleri var.

Ama eğer bir inşaat şirketi, o mahallenin kentsel dönüşümünü üstlenmeyi planlamışsa, bunun için TOKİ ve Başbakanlıkla ilişkilenmiş, Başbakanlığın havuzuna (ki bu havuzun bizzat başbakanın bizzat evinde olduğu anlaşılıyor) büyük paralar yatırmışsa ve ileride burada binlerce gayrimenkulden oluşacak bir rantı planlamışsa, iş artık alelade esrar içiciliği ya da gençlerin ahlakî yozlaşması olmaktan çıkmıştır. Örgütlü bir biçimde buraya silahlı çeteler yönlendiriyor, bunlar mahalle içerisinde kendilerine dayanaklar buluyorlar, geleneksel yapılar, hemşehricilik, isyanlar, itirazlar bunların hepsi devreye giriyor ve devlet, polisi ve istihbaratı aracılığıyla bu çeteleri yanlıyor, desteliyor, görmezden geliyor, önlerini açıyor.

Okmeydanı olsun, Gülsuyu olsun, yarın bir gün başarabilseler çok daha büyük rezerv alanları için olsun, beklenti şudur: insanlar buraları yaşanamaz hâlde bulmalılar. Kızılay’ın ortasındaki bu daire’nin (ofisi kastediliyor –ed.) tapusu bana ait olsa, ben de “buralar çok yozlaştı” deyip, buradan çıkıp gitsem, dairenin benle olan ilişkisi kaybolmaz.

Mülkiyet böyle bir ilişkidir. Oysa bu andığımız yerlerde evinizi bırakıp geri gittiyseniz, oraya bir daha geri dönemezsiniz. Çünkü bu evlerin değil tapusu, tapu tahsis belgesi bile yok. Çünkü burası bir mahalle dokusu. Yıllarca, yoksulların ve devrimcilerin emekle kurdukları bu mahalleler boşaltıldıkları anda, bu saydığım blokların tasarrufuna açık hâle geliyor. Dolayısıyla, buranın yozlaştırılmasının ve devrimciler olsun, mahallenin insanlarının kurdukları dayanışma dernekleri olsun, buna karşı çıkan her unsura bu kadar ağır saldırılıyor olmasının nedeni bu. Bu mahalleleri yaşanamaz hâle getirmek istiyorlar; korkuyla, tedirginlikle anılmasını sağlamak istiyorlar. Bu mahallelerde yaşayan insanların buraları terk etmesini istiyorlar. Bunu kamulaştırmayla yapabilirsiniz, para ödeyerek yapabilirsiniz bu şekilde yapabilirsiniz. Her yerde farklı hangi uygulama mümkünse öyle yapıyorsunuz. Bazen dozerle geliyorsunuz, bazen uyuşturucu çetesiyle, bazen polisle, helikopterle.

Bu iktidar, inşaatı lokomotif sektör olarak kullanarak sıcak parayla yürütülen bir ekonomi ile çalışıyor. Bir başbakan, neden bir mahalleye dozerin girememesine kafayı takmış olabilir diye düşünmeyeceksiniz. Çünkü gayet rasyonel biri olarak şunu biliyor: eğer ben, özünde bir müteahhit konsorsiyumu olan TOKİ diye bir gayrimenkul canavarı yaratmışsam, TOKİ’nin mahalleleri hızla yıkarak, inşa etmesine en küçük bir fasılaya sebep olursam, inşaat kaynaklı sıcak para ekonomisi çöker ve ben bunun altında kalırım. Bu yüzden mahalle mahalle İstanbul’u tanıyor ve sırayla nereye girmek istediğini bizzat planlıyor.

Şimdi “Başbakan, bu suç çetelerinin, uyuşturucu çetelerinin başındadır” dediğimde, bu elbette çetenin şefleri ve tetikçileri akşam Başbakanlığa gidip “bunları bunları yaptık, yarın ne yapalım?” diyorlar anlamında değildir. Ama ortada görülebilir bir ağ var. Bu müteahhit konsorsiyumu doğrudan Başbakan’a bağlı. AKP tarafından devşirilmiş büyük müteahhitler, bunların taşeron şirketler ile ilişkileri, taşeronların suç örgütleriyle ilişkileri ve suç örgütlerinin mahalleye yaptığı şeyler... Bu ağı görmeden ne Hasan Ferit’in katledilişini anlamak mümkündür ne de bu mahallelerdeki devrimci direnişi doğru tanımlamak mümkündür. Bunlar, sıradan mahalle direnişleri ya da suça karşı direnişler değildir. Son derece sınıfsal, son derece iktidara yönelik büyük girişimlerdir.

Şimdilik lokal, ada ada gözüküyor ama İstanbul’da aynı durumda olan 8 milyon insan var. Bu 8 milyon insan, önümüzdeki 10 yıl içerisinde evlerini, iş yerlerini kaybedecekler. Eğer doğru bir biçimde mücadele etmeyi öğrenirlerse, iktidara talip olacak olan bir yoksul hareketliliğinin merkezi olabilirler. Kentsel dönüşüme direniş, bu yüzden son derece kıymetlidir.

İştirakî: Devrimci mahalleler son günlerde sol içi şiddetle gündeme geldi; çatışmalar üzerine yürüyen tartışmalarda “siyaset yasakçılığı”, “provokatörlük”, “Kürt milliyetçiliği” suçlamaları sık sık dillendirildi. Siz süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Devrimci çevreler arasında bu süreçte ortaya çıkan uyuşmazlıkların temelinde yatan nedir? Bu uyuşmazlıklar uzlaşmaz mıdır?

Selçuk Kozağaçlı: Sol içi şiddet, sebebi her ne olursa olsun, kabul edilemez. Gerçekleştiği anda durdurulmalı, mahkûm edilmeli, tekrar etmemesi için bütün önlemler alınmalıdır. Bu konunun hem dünya solunda hem Türkiye’de çok acı deneyimleri var. Bu, bizim bilmediğimiz, anlamadığımız bir konu değil; tanıyoruz ama asla kabul etmiyoruz.

Bu yüzden derhal hepimizin şu bilinç seviyesine gelmesi lazım: bu konuda sebebin hiçbir önemi yok çünkü bir kere bir sebebe ayrıcalık vermeye kalkığınızda, herkes birçok “makul” sebep bulacaktır. Hiç bir sebep devrimcilerin, yurtseverlerin birbirine silah çekmesini, molotof atmasını, kurumları bombalamasını, yakmasını, birbirinin kalabalıklarına saldırmasını, açıklamaz. O yüzden bu sebep teorisinden tamamen vazgeçilmeli. Herkes açık bir şekilde şunu deklare etmekle yükümlüdür: sol içi şiddet kabul edilemez, kim yapıyor ise benden değildir, ben onu savunmam, korumam.

Ben, Türkiye’de birden fazla sol proje görüyorum ama kanaatimce bu kadar çeşitli devrimci program olamaz. Reformizm, sol içinde bir programdır; radikal demokrasi bugünlerde neredeyse sosyalizm içerisinde kabul ediliyor vs. Marksizm Leninizm’in Ortodoks hâlinin revize edilmesi olarak çeşitli revizyonist projeler, kendilerini sosyalist olarak tarif ediyor olabilirler. Devrimci mücadele de sonuçta bu alanda yürüyor. Bu ise sürtüşmeleri mümkün ve gerekli kılacaktır. Bundan kaçılamaz ve ideolojik mücadele devrimciler açısından zorunlu.

Sert eleştiriler, hem Marksist Leninist geleneğin hem de sosyalist geleneğin yabancısı olduğu işler değil. Kişiler veya partiler birbirine çok sert sözler söyleyebilir, çok ağır eleştiriler ortaya koyabilir, hatta birbirlerinin çalışmasına ket vurabilirler vs. Ama silah çekmek, bomba atmak, molotof atmak, katletmek olacak iş değildir.

İdeolojik mücadeleden kaçılamaz ve bu, gayet hararetli olabilir. Bunun için dergiler, bildiriler, TV kanalları radyolar var. Bunun için eğitim yapılıyor, bunun için kitle çalışması yapılıyor, yapılacak. Benim kabul edilemez bulduğum ise sol içi şiddettir.

Önümüzdeki dönemlerde bu bilinci yerleştirebilirsek, bunu hayatımızdan bir tehlike olarak çıkartma imkânımızın bulunduğunu düşünüyorum. Eğer bu bilinç yerleşmezse bir kaygı olarak da önümüzde duruyor. Bu siyaset tarzlarının birbiriyle çatışması, grupların, kişilerin, partilerin birbiriyle çatışmasına dönüşürse bunun önünü alamayız ve bu hem Türkiye devrimci hareketi için hem yurtsever hareket için hem de Türkiye halkları için endişe verici bir hâl alır.

İştirakî: Bu gerilim ÇHD’ye de yansıdı. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir?

Selçuk Kozağaçlı: Bu, ÇHD’nin bir kusuru yüzünden oldu. Örgütsel yaşamı boyunca siyasî ceza davası takip etmiş, hapishane izlemiş, toplumsal mücadele peşinde koşmuş 40 yıllık bu örgüt içerisinde devrimciler, devrimci avukatlar, sosyalistler var. Bu örgüt, sol içi çatışma rengini gördüğü anda müdahale edebilmeliydi. Nerede çatışma yaşanıyorsa oraya gidebilmeliydi.

Ben, bugüne kadar, müvekkillerimle devlet arasına, çevik kuvvet ile müvekkillerim arasına çok girdim, hepimiz girdik. Müvekkillerimiz ile müvekkillerimiz arasına da girmeliydik, girebilmeliydik. Eğer birisi ölecekse, arada durduğumuz için, biz ölmeliydik ve bunu durduruncaya kadar da çabalamalıydık. Durmuyorsa eğer, alanda bulunup durmayanı teşhir etmeliydik, uyarmalıydık. ÇHD’nin misyonu buydu, ÇHD, bu 40 yıllık enerjiyi bunun için biriktirmişti, bunca yükü bunun için çekmişti. Bir daha belirteyim ki kim durmuyorsa karşısındakine değil bize zarar vermesini sağlamalıydık ve durmayanı, sözünü tutmayanı sol için şiddette ısrar edeni teşhir etmeliydik.

ÇHD, İstanbul Şubemiz nezdinde, bunu öngöremedi yahut gücü yetmedi, buna hızla adapte olamadı. Bundan sonraki tartışmanın benim açımdan bir anlamı yok. ÇHD İstanbul Şubesi’nin Halk Cephesi’ne yer vermesiyle ilgili sürdürülen tartışma ilgimi çekmiyor. ÇHD’nin kapasitesinin, gücünün, değerinin çok altında bir tartışma olur bu. Çok iyi niyetli yürütüldüğünü de düşünmüyorum.

ÇHD’ye, “neden 40 yıllık itibarınızı sol içi çatışmaya derhal son verilmesi sağlamak için kullanamadınız” diye soran bütün ÇHD dostları ve üyeleri haklıdır. Uzun zamandır ÇHD yöneticiliği yapıyorum, iki dönemdir de ÇHD Genel Başkanlığı yapan biri olarak, bu eleştiride ben de sorumluluk üstlenirim. ÇHD’nin bir daha asla böyle bir hata yapmaması gerekiyor. Türkiye’nin neresinde olursa olsun, sol içi şiddet ortamını gördüğü anda, gerekirse kendi vücudunu siper ederek bunun durdurulmasını ve eğer sürdürülüyorsa, bunun sorumlusunun teşhir ve mahkûm edilmesini sağlamak gerekir.

Objektivist yani tarafsızlık öneren fikirlere inanmıyorum. Objektivizm, bir küçük burjuva sapmasıdır. Bir meselenin aslî unsuru olan, o meseleye dâhil olan, o meseleye derhal müdahale eden, çözüm için daha iyisini arayan birinin objektivist bakması mümkün ya da anlamlı değildir. Bizim açımızdan önemli olan, doğrunun ve iyinin hayata geçirilmesidir. ÇHD’de böyle bir sorun oldu. ÇHD de dalgalanır ama durulur.

Bu meseleyle ilgili toplantılar yapıyoruz. Eylül ayında sadece delegeleri değil, bütün üyelerimizi çağırdığımız bir konferans toplayıp “sol içi şiddet” meselesini ve bu meselede ÇHD’nin durduğu ve durması gereken yeri konuşacağız. ÇHD, çok güçlü geleneği olan bir örgüt. Hatalar nedeniyle hasar alabilir ama sonunda bu alanlarda söz söyleyecek başka bir örgüt yok. Türkiye’de, ülke çapında mücadele yürüten bu boyutta çok siyasetli başka demokratik kitle örgütü yok. Şu anda elimizde tek. Dolayısıyla, bunu kaybedecek lüksümüz de yok. Bu nedenle hepimiz elimizden gelen özeni gösteriyoruz, göstermeliyiz.

İştirakî: Sosyalist yapılara yöneltilen “Alevi mahallelerinde” sıkışıp kalındığı eleştirisine ve tespitine Sünni/Türk bir çevre ve kültürde yetişmiş bir devrimci olarak katılır mısınız? Katılıyorsanız, bu sıkışmışlık, pratik mi yoksa teorik temelli bir sorundur?

Selçuk Kozağaçlı: Bunun pratik temeli son derece açık. Mesela, Haziran Ayaklanması bir Alevi ayaklanması değildir. Mezhebe özel hiçbir talebi yok. Ama çok ilginç bir biçimde kalabalığa veya havaya ateş ettiniz ve ölenlerin tamamı Alevi. Pratik sıkışma denilen şey budur.

“Gezi’yi Aleviler, solcular ayaklandırdı” demek ne kadar saçmaysa, Türkiye devrimci hareketi Alevilerin içinde sıkışmış demek de o kadar saçmadır. Ama bu şu gerçekliği değiştirmiyor: yoksul mahallerde de devrimci ya da sınıfsal mücadele yürütülürken, en çok ve sık temas ettiğiniz gruplardan birisi Aleviler oluyor.

Eğer bu soru, “AKP seçmeni”, “AKP’yi ayakta tutan seçmen” diye adlandırılan Sünni Müslüman yoksul kitle için, Türkiye devrimci hareketinin bir projesinin olup olmadığı şeklinde soruluyorsa, etnik ya da dinsel temelli kimlik politikalarından hasar gördüğümüze inanıyorum. Bunlar, bir dönemin ilgi çekici işleriydi ve Kürt ulusal mücadelesi belirli bir düzeye yükseldiği için ciddi bir meşruiyet zemini vardı. Kürt ulusal mücadelesi öyle bir noktaya geldi ki ulusal kimlik, bir yandan silahlı mücadele eden bir yandan metropolleri dönüştüren güçlü bir kimlik hâline geldi. Ve bu kimliğin gölgesinde başka kimliklerde seslerini yükseltmeye başladılar; yüzlerce kimlikten ve kimlik ısrarından oluşan bir panorama oluştu. Ama asıl meselenin, sınıfsal mücadele temelinin, Türkiyeli devrimciler açısından muğlaklaşmaması gerekir.

Kürt ulusal hareketinin önündeki program, on dokuzuncu yüzyıldan beri bütün ulusal hareketlerin önünde olan program. Bunda bir hata, bir kusur görüyorsak, bunu onunla tartışacağız. Ama biz mücadeleyi, bir kimlik ya da kimlik hakkı mücadelesini merkeze alarak yürütmeyiz.

Sınıfın yeni görünümünün kimlikler olduğu iddiası var. Artık bugün sınıfa, kimlikler dışında başka bir yeren ulaşamayız diyen siyasal çevreler var. Ben sınıf gerçekliğinin, madenlerde, organize sanayi bölgelerinde, mahallelerde, okullarda yaşadığına inanıyorum. Sınıfla ilişkilenmek için muhakkak kimlik süzgecinden geçmek gerektiği ve bütün politikalarımız ve örgütsel yapılarımızın da bu kimlik siyasetlerine göre ayarlanması gerektiği tezini kabul etmiyorum.

Halk içerisinde, sınıf siyasetine tipik gözükmeyen, hak mücadelesi denenebilir ve deneniyor. Bunun sınıfsal bağı ve ilişkisi kurulabilir. Bu Çayancılıktır. Türkiye’de bunu yaparsınız, oluyorsa olur, ama bunun ötesinde, “sınıfa kimlik olmadan ulaşmam” demek, bana sorarsanız artık, bu işin aşılmasıdır. Bir halk mücadelesi, halk ayaklanması yerine, içine kapanan post-Marksist bir anlayıştır. Buradan liberalizm, buradan radikal demokrasiye kendisini kilitleyen bir program çıkar diye endişe ediyorum.

Dolayısıyla, Sünni-Müslüman kimliği de temel alarak, İhsan Eliaçık’ın projesindeki gibi, bu yeni ortaya çıkan projeler gibi veya yıllardır Mehmet Bekaroğlu’nun uğraştığı gibi bir siyasal mücadele örülebilir mi? Bu, bana işlevsel gelmiyor. En azından bugün ve bizlerin önündeki öncelik bu değil.

İştirakî: Sizin yargılandığınız dava sürecine dönecek olursak duruşmada kendinizi tanımlarken “ittihatçı, itilafçı değiliz, iştirakçiyiz” dediniz. İştirakçilik, sizin için ne ifade ediyor biraz daha açabilir misiniz? İştirakçilik, bir devrimci açısından ittihatçılık ve ihtilafçılıkla kendi arasına nasıl bir fark koyuyor? İştirakçiliğin, ittihatçılığın, itilafçılığın bugüne yansımaları var mı?

Selçuk Kozağaçlı: Aslında, ittihatçılık ile itilafçılıktan kurtulmamızı, ayrıştırmamızı sağlaması bile çok büyük bir fayda bence. Başka bir faydaya gerek yok. Çünkü bu ittihatçı ile itilafçı arasındaki salınım, bizi korkunç bir oligarşik batağa, bir iktidar-muhalefet batağına itmiş durumda. Ülkenin yakın siyasal tarihinin bununla ilişkisi olmadığının yüksek sesle söylemenin birkaç yolu var. Belki de söylenmesi hoş oluğu için de ittihatçı, itilafçı ve iştirakçi arasında bir fark tasarlamaya çalışıyoruz.

Cumhuriyetin kurulmasını yahut çarlığın yıkılışını fark etmeyen sınıflar, halklar, tabakalar olduğunu bilmeliyiz. Cumhuriyetin kurulduğu günü ya da Ankara parlamentosunun açıldığı günü siz çok büyük ve merkezî hadiseler diye tasarlarken, İstanbul’da ve İzmir’de grevlerin kesilmesine bile neden olmadığını hatırlamalıyız. Yani 23 Nisan’da grevde olan işçiler vardı ve ittihatçı siyasal program içinde çok büyük bir tarihsel kesinti zannedilen meselenin farkında bile değillerdi. Ankara’da bir binada açılış töreninin olması ilgilerini çekmiyordu.

Aynı şekilde, bizim bugün Ekim Devrimi diye kodladığımız o hafta içerisinde, Moskova’da neler olup bittiğini bilmeyen binlerce insan vardı, bazıları grevdeydiler, bazıları çatışmadaydılar Ekim Devrimi’nden 20 sene sonra bile Çar’ın iş başında olduğuna inanan binlerce taşralı köylü, işçi vardı. Dolayısıyla, bu ittihatçı ve itilafçı tayfaların siyasi tarih adı altında kendi oligarşik kapışmalarını ülke siyasetinin gündemine oturtmalarından ve hukuk aracılığıyla, siyasî davalar aracılığı ile kendilerini siyasetin hukukun merkezine yerleştirmiş olmalarından kurtuluşun yoludur iştirakçilik.

Elbette sosyalizme, kolektivizme, devrimci mücadeleye atıf yapılsın diye iştirakçilik deniyor. Bugün de liberalizmden bir İslam temelli yeni sömürge faşizmine kadar ilerleyecek olan sağ bantla, işte yine liberal Kemalizm’den bir askerî diktaya kadar ilerleyecek olan ve kendisini sözde solda sayan bant arasında bir tercih yapmak zorunda değiliz. Biz bu bandın, bu siyasal tarihin dışındayız. Bu siyasal tarihi tanımıyoruz.

Kendimize ait bir siyasal tarihimiz var. Bu tarihte köylülerin ayaklanması, işçilerin ayaklanması, barikatlar, grevler, mücadeleler var.

Bizim açımızdan on tane gencin bir binada katledilmesi, onların çok büyük tarihsel dönüm dedikleri işlerden daha önemli hâle gelebiliyor. Bir tek devrimci önderin işkencede katledilmesi kendi üzerine bir siyaset inşa edebiliyor, bir grup insanın hapishanede kendilerini yakması kocaman bir gerilla hareketine dönüştürüyor kendisini. Dolayısıyla, tarihlerimizin dinamikleri de aynı işlemiyor. İşçi grevlerinin, köylü ayaklanmalarının, öğrenci eylemlerinin, Haziran Ayaklanması türünde kent ayaklanmalarının izini sürmeli, tarihine ışık tutmalıyız. Gelecekte de yönümüzü buraya çevirmeliyiz. İştirakçilikten anladığım şey budur.

İştirakî: ÇHD operasyonu siz Suriye’deyken oldu ve siz Suriye’de bulunduğunuz için bu zamanda olduğu yorumları yapıldı. Bu Suriye meselesi kamuoyunda yeterince tartışılamadı. Sizin Suriye’de bulunma sebebiniz neydi? Orada ne gördünüz?

Selçuk Kozağaçlı: Suriye’ye, Üçüncü Cephe adında bir koalisyon tarafından davet edilmiştim. Bu ismi almalarının sebebi, bir tarafında Esad ve Baas Partisi’nin, diğer tarafında bunun karşısında oluşturulmaya çalışılan, Türkiye’nin de desteklediği ama artık bugün ortada olmayan ÖSO ya da Suriye muhalefetinin olduğu Suriye siyaseti haritasında, bu ikisine alternatif ve bunlardan bağımsız bir hat açma çabası vardı. Bu koalisyon Kürt, Türk, Türkmen, Arap Alevi ve Sünni Arap, Hıristiyan 35 farklı siyasal örgütten oluşuyordu ve o zaman hükümetten iki bakanlık almıştı. Elbette Baas partisi, hem parlamentoda hem hükümette çok güçlüydü. Ayrıca Meclis-i Şuab (Halk Meclisi) denilen parlamentoları seçimle gelmiş bir parlamento değil bir savaş parlamentosuydu. Bu meclis bölgesel atamayla oluşturulmuştu, çünkü genel seçim yapacak bir durum yoktu. Gerçi belki de, bir küçük burjuva diktatörlüğü olan Suriye’de hiçbir seçime, seçim denilemez.

Ben, birisi Başbakan Yardımcısı ve Ekonomi Bakanı olan Suriye Komünist Partisi eski Genel Sekreteri, diğeri bir başka bakanlık tarafından oluşturulan bir ekibin davetlisiydim. Oraya gittiğimde ise hemen herkesle görüştüm. Kürtlerle, Türkmenlerle, Baas Partisi’yle, Parlamento Başkanı’yla ki aynı zamanda Baro eski Başkanı bir avukattı, görüştüm. Hükümetten bazı bakanlarla görüştüm. Bazı talepleri oldu bizden.

Genel tabloyu –iki buçuk sene önceki tablodur ve çok değişmiştir– şöyle ifade edebilirim. Biz gittiğimizde Türkiye bütün sınırlarını ÖSO’ya ve şimdiki IŞİD’in nüvelerine e’n-Nusra ve e’l-Kaide’ye açmış durumdaydı. Bu kişiler Suriye’yi talan ediyordu; Halep başta olmak üzere fabrikaları kamyonlara yükleyip Türkiye’ye getiriyor ve Antep’te, Hatay’da, Mersin’de satıyorlardı; bakır telleri çalıyorlar, müzeleri yağmalıyorlardı.

Türkiye Devleti’nin, AKP hükümeti aracılığıyla çok etkili bir rolü vardı bunda. Onlarca fotoğraf ve video seyrettim bu konuda. Tecavüz ve katletme gibi büyük ahlaksızlıkları ve insanlık suçlarını saymıyorum bile. Burada saydıklarım uluslararası hukuk açısından tartışma konusu yapılabilecek işler.

Bize şunu sordular: “Sizin ülkenizle savaş halinde miyiz?” Ben de onlara şunu söyledim: “Savaş hâlinde değilsiniz. Bize katledilmiş, mallarına el konulmuş, kentleri yakılmış, yıkılmış insanların vekâletlerini verin. Türkiye’ye gideceğiz ve Türkiye yargısı önünde, Türkiye halkları önünde, dünyadaki yargı önünde davalar açacağız, sizi temsil edeceğiz. Madem sizin elinizden bu yetenek alınmış; ÇHD, Suriye halklarının avukatlığını yapacak. Gerekirse buraya, Şam’a bir şube açacağız ve vekâlet toplayacağız sizden. Gidip Türkiye mahkemelerinde, Avrupa mahkemelerinde dava açacağız ama daha da önemlisi, Türkiye halklarının önüne bütün bu gerçekleri götürüp anlatacağız. Biz sizlerin, Türkiye’yi bundan ibaret, AKP hükümetinden ibaret saymasını kabul etmiyoruz. Sizin yanınızdayız,” dedik onlara.

Bugün hâlâ da bu projemiz geçerli. Eğer mümkün olabilseydi, bütün dünyanın huzurunda Şam’da bir ÇHD şubesi açmak ve bütün o katledilen, yok edilen halkların avukatlığını yapabilmek isterdik. Belki de bunu hayata geçiririz bir gün. Bu gerçekleşmedi çünkü ben döner dönmez gözaltına alındım, sonra da birçok yeni gündem araya girdi.

Gazze saldırıları ve Irak Kürdistanı savaşı başladı. Ama gerçekleştirmeyi umuyoruz. Suriye işinin aslı budur. Bilgi kirliliği yarattıkları o dönemde ajanlıkla, yabancı devletlere çalışmakla suçladılar bizi ama iddianamede böyle bir şey yer almadı.

Bugün bu dengelerin belli oranda değiştiğini görüyoruz. Biz oradayken daha karamsarlardı. Şimdi dengeler Suriye halklarının lehine dönüyor. Emperyalizme ve düşmanlarına karşı dövüştüler ve bu mücadelelerinin karşılığını alacaklarını umuyorum.

İştirakî: Bugün Suriye’de ve Irak’ta gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaşanan toplu kıyım girişimlerini göz önüne aldığımızda, halklar açısından bir içe çöküşe mi yoksa devrimci bir çıkışa mı yakınız? PYD’nin geliştirmeye çalıştığı sistem Ortadoğu’da devrimci bir alternatif olarak görülebilir mi?

Selçuk Kozağaçlı: Ben, onun kadar iyimser olmadığım ama iyimser bir cümle telaffuz etmem gerektiği için Temel Demirer’in cümlesiyle söyleyeyim: “Bir karar ve denge anındayız. Dolayısıyla, Rojava Devrimi diyemem çünkü bir devrim olmadı orada; ama işler kötü gidiyor da diyemem, işler kötü gitmiyor; mücadele etmek gerekir” diyor.

Ben, bir parça daha karamsarım. Irak Kürdistanı uzun yıllardır özerk. Uzun yıllardır bütün mekanizmalarıyla, yani parlamentosundan, parasına, sermaye akışından, sınıfsal katmanlarına kadar, küçük bir devlet. Şimdi bu devletin Barzan aşiretlerini temsilen güçlü bir siyasal merkez var orada ama bu merkezin, Kürt halkı ve bölge hakları açısından kendisinden beklenen rolü oynamadığı anlaşıldı. Petrol meselesi olduğunda son derece sert biçimde askerî yöntemler kullanan; Peşmerge’yi Merkezî Irak Hükümeti’ne karşı sınıra dizen bu otoritenin, mesela IŞİD adı verilen o saldırganlık karşısında dövüşmeyi istemediği anlaşıldı. Ancak bu böyle sürmez.

Başlangıcı itibariyle bir Kürt yüzyılı yaşıyoruz. Kürtlerin tarih sahnesine patlayarak çıktığı bir andayız. Dolayısıyla HPG’nin, YPG’nin, Rojova Kürtlerinin, Güney Kürtlerinin ve Kuzey Kürtlerinin, –İran’da ne olup bitiyor, hiç bilmiyorum– hem siyasal hem ulusal bütünlüklerini sağlamak için, yani ulusal kurtuluş mücadelelerini tekemmül ettirmek için, bir imkân yakaladıkları anlaşılıyor. Bu büyük bir iş. Ayrıca Êzidîlerin, Süryanilerin, Türkmenlerin, Şii Türkmenlerin vs. kendi halklarını koruması için yürüttükleri mücadele de son derece saygı değer ve dikkat çekici.

Yakın zamanda Şengal’e ve Maxmur’a gitmeyi planlıyorum. Yabancı bir avukat heyetini oraya götürmek istiyoruz ve bu direnişin yanındayız. Ama şu cümle bana biraz hedefin yükseltilmesi olarak geliyor. Rojova’da bir komünalite, Ortadoğu halklarına örnek olacak ileri bir yaşam kuruluyor ve bu bir sosyalizm nüvesi denildiği zaman, iki temel konuda uyanık olmak gerektiğini düşünüyorum.

1. “Belediye sosyalizmi” diyebileceğimiz territoryal paylaşmacılık, klasik anlamda sosyalizm değildir.

2. Diyarbakır, Van gibi büyük sanayi ve iş merkezlerini yıllardır elinde tutan bir siyasal hareketin, sıkışmış ve kuşatılmış küçük kasabalarda sosyalizm denemesi bence gereksiz. Yıllardır Diyarbakır bütün halklarıyla beraber, Hakkâri bütün köyleriyle beraber, Van bütün bölgesiyle birlikte bu hareketin etkisinde. Ve buralar büyük sanayi şehirleri. Gerçekten sosyalizm gibi bir istek ya da heves varsa bunu inşa etmek için Kobani’dense, Van ya da Diyarbakır daha uygun. Bu kadar sıkışmış, soykırım tehdidi altında olan ve territoryal açıdan bir araya gelmiş insanların komünalite denemelerine, amacını aşan anlamlar yüklememek gerekir.

Bu söylediklerimin hem Kürt halkının çok büyük ve şanlı direnişini zayıflatıcı bir rol oynamasını hem de IŞID tehlikesini hafife alıyormuş gibi görünmesini istemem.

Ortadoğu’da emperyalizmin müdahalesi kısa karar anlarında Filistinlilerin, Mısırlıların, Arapların, Sünnilerin işine yarıyor gibi gözükebilir. Gerçekte bu hiç kimsenin işine yaramaz. Bu tip kumarlarda her zaman kasa kazanır ve kasa emperyalizmdir. Krupiye odur. Siz ne kadar çok el çevirirseniz çevirin, ne kadar kazanıyormuş gibi gözükürseniz gözükün, bu tip kumarlarda oyun bitip de masadan kalktığınızda, her zaman kasanın kazandığı görülür. Bu nedenle, emperyalizmin bölgedeki planlarını daha çok karşımıza alan ve bu planların karşısında geniş işbirlikleri organize eden bir modelden yanayım.

Kürt siyasal hareketinin güneyde izlediği politika, bütün bileşenleri nezdinde tamamen bu değildir ama umalım ki buna kapalı da olmasın. Emperyalizmle doğrudan ve açıkça dövüşmeksizin bizim Ortadoğumuzu anlamak veya inşa etmek mümkün görünmüyor.

İştirakî: Çok teşekkür ederiz.

Selçuk Kozağaçlı: Ben teşekkür ederim.

Ağustos 2014

13 Nisan 2025

,

Liberalizmle Mücadele Et


1. “Liberalizmle Mücadele” başlıklı yazı hangi bağlamda kaleme alındı? Mao’yu bu tür bir yazıyı yazmaya iten sebepler nelerdi?

Jose Maria Sison: Mao, “Liberalizmle Mücadele” yazısını 1937 yılında Yenan’da, teorik ve politik eğitim kampanyasının sürdüğü süreçte yazdı. Aralık 1936’da Japonya’ya Karşı İkinci Birleşik Cephe’nin anlaşma metninin imzalanması sonrası Çin Komünist Partisi ile milliyetçi parti (Kuomintang) arasında ateşkesin hüküm sürdüğü koşullardı. Bu kısa makale, 1942’de Yenan’daki Arınma Hareketi ile bağlantılı olarak, yeniden yayımlandı.

Yazı, kolektifle ve demokratik merkeziyetçilik ilkesiyle çatışan kimi parti üyelerinin bireyci tavırları ve bencil davranışlarına odaklanıyor. Komünist parti içerisinde açığa çıkmış olan bu sağlıksız olgunun toplumsal zeminini ise küçük burjuvazi teşkil ediyor. Partiye katılmış olan bazı üyeler partiye küçük burjuva kir-paslarını da taşıyorlar. Bunların proleter devrimciler kalıbına dökülmesi ihtiyacı açığa çıkıyor.

Bazı yorumcular, bu yazının başlığını görünce liberal felsefenin eleştirisini okuyacakları beklentisi içine giriyorlar. Oysa somutta Mao, isabetli bir müdahaleyle, muhtelif biçimler alan küçük burjuva ideolojisinin özünü teşkil eden bireyciliği eleştiriyor. Liberallerin, anarşistlerin, troçkistlerin, diğer bireyci ve öznelci eğilimlerin pek haz etmedikleri bu yazı ağır bir dille eleştiriliyor. Devrimci mücadele dâhilinde kolektiviteye, demokratik merkeziyetçiliğe ve kitle çizgisine karşı olan bu kesimler yazıyı yerden yere vuruyorlar.

2. Liberalizm, bazı insanlar için farklı anlamlara sahip. Bu broşürde Mao’nun üzerinde durduğu liberalizmi netleştirebilir misin? İdeolojik mücadeleye karşı çıkan liberalizm derken neyi kastediyor?

JMS: Mao, liberalizmin on bir tezahürünü ele alır. Bunlar şu hususları içerir:

1. Bir kimse açıkça hata işlediğinde huzur ve dostluk uğruna işi oluruna bırakmak; eski bir tanıdık, bir hemşeri, okul arkadaşı, yakın bir dost, sevilen biri, eski bir meslektaş ya da alt kademeden eski bir arkadaştır diye ilkelere bağlı tartışmadan kaçınmak.

2. Düşüncelerini örgüte aktif olarak iletmek yerine, özel çevrelerde sorumsuz eleştirilere girişmek. Kişilerin yüzlerine karşı hiçbir şey söylemeyip arkalarından çekiştirmek ya da toplantıda bir şey söylemeyip sonradan dedikodu yapmak.

3. Kendini şahsen ilgilendirmeyen işlere kayıtsız kalmak; yanlış olanı pek iyi bildiği hâlde, mümkün olduğu kadar az şey söylemek, açıkgöz davranıp, kaçak güreşmek; sadece, suçlanmamaya bakmak.

4. Emirlere uymayıp kendi görüşlerini her şeyin üstünde tutmak. Örgütten özel bir ilgi beklemek, buna karşılık örgüt disiplinini tanımamak.

5. Birlik, ilerleme ya da çalışmanın gerektiği gibi yapılması için hatalı görüşlere karşı tartışmak ve mücadeleye girişmek yerine, kişisel saldırılarda bulunmak, hır çıkarmak, kişisel kin gütmek ya da öç almaya bakmak.

6. Karşı çıkmaksızın yanlış görüşleri dinlemek ve hatta karşı-devrimci düşünceleri duyup da haber vermemek, bunları sanki hiçbir şey olmamış gibi kayıtsızlıkla karşılamak.

7. Kitleler arasında olup da propaganda ve ajitasyon yapmamak ya da kitle toplantılarında konuşmamak, […] bir komünist olduğunu unutarak, komünist olmayan sıradan biri gibi davranmak.

8. Birinin kitlelerin çıkarlarına zarar verdiğini görüp de tepki duymamak, onu vazgeçirmemek, engellememek, ya da ikna etmemek ve bunu sürdürmesine göz yummak.

9. Belli bir plan ya da yön olmadan, gönülsüz, baştan savma çalışmak, gün doldurmaya bakmak, “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” tavrı takınmak.

10. Kendisini devrime büyük hizmetlerde bulunmuş saymak, kıdemli olmakla böbürlenmek, büyük görevler için yetersiz olduğu hâlde küçük görevlere dudak bükmek. Çalışmada savruk, öğrenmede gevşek olmak.

11. Hatalarının farkında olmak, ama onları düzeltme yolunda hiçbir çaba göstermemek, kendine karşı liberal bir tavır takınmak.

Mao’nun yerinde tespitiyle, liberalizmin parti içerisindeki tüm eylemleri ideolojik mücadeleye yönelik reddiyenin somut tezahürü ve ifadesidir. Bunlara bir ekleme yapmak gerekirse, parti içerisinde liberalizmi icra edenlerin fiiliyatta kendi küçük burjuva ideolojilerini yaymaya, Marksist eğitime dönük ihtiyaçlarının üzerini örtmeye çalıştıklarından bahsedilebilir. Bu kişiler, Marksist eğitime olan ihtiyaçlarını kabul edecek tevazuya sahip değildirler. Parti üyeleri olarak kendilerini geliştirmeye yemin etmiş olanlar bu eğitime muhtaç olduklarını bilirler.

Makalenin bir yerinde Mao, bazı parti üyelerinin hem liberalizme hem de Marksizme aynı anda bağlı kalabileceklerini düşündüklerinden bahseder. Bu kişiler, birinden diğerine istedikleri zaman geçebileceklerini hatta ikisini harmanlayabileceklerini düşünürler. Hatta bu harmancılar, kendilerindeki eklektizm sebebiyle çok zeki olduklarını zannederler. Oysa liberalizmi çöpe atmadan, onunla mücadele etmeden tutarlı, sisteme bağlı, bilgili bir Marksist olunamaz.

3. Liberalizm, kendisini farklı yollardan ortaya koyuyor. İlk başlıkta Mao, bir kimse açıkça hata işlediğinde huzur ve dostluk uğruna işi oluruna bırakmaktan, kişisel ilişkiler üzerinden ilkelere bağlı bir tartışmadan kaçınmaktan bahsediyor. Ama burada söylenenin pratikte uygulanmasının güç olduğunu söylemek gerek. Bazen her yanlış hususu eleştiren ve tartışan yoldaşlara rastlıyoruz. Örgütleme safhasında kitlelerin her yanlış görüşünü ve fikrini hemen anında eleştirmenin sakıncaları ortada. Daha başta kitleleri kendimizden uzaklaştırmak istemeyiz. Burada gerekli dengeyi nasıl sağlarız, neyin liberalizm olduğunu neyin olmadığını nasıl anlarız?

JMS: Yoldaşların ve kitlelerin her bir yanlış fikri veya yanlış olguları temel alan her bir iddiası, saygılı, dostane ve ikna edici bir üslupla cevaplanabilir, açıklanabilir. Öncelikle devrimci hareket içerisinde birbirimizden öğrendiğimiz hattı propaganda ederiz. Sırf dile döken kişi gücenmesin diye yanlış fikrin dillendirilmesine izin veremeyiz.

Marksistler, tartışmada diğer tarafı ezmeden veya ona hakaret etmeden, yanlış bir fikri ya da iddiayı sorumlu ve ikna edici bir üslupla nasıl cevaplayacaklarını, nasıl açıklayacaklarını bilirler. Alabildiğine antikomünist olan fikirleri dile döken birçok öğrencim oldu. Ama bunlar, açıklamalarından bir şeyler öğrenecek zekâya sahiplerdi. En azılı antikomünist olanlar, zamanla bir eylemciye, hatta bir yoldaşa, Marksizmin sadakatli bir öğrencisine dönüştüler.

4. Mao, sorumsuz eleştiriden bahsediyor. Burada neyi kastediyor? Örgütlerimizde sorumlu eleştirilerin yapılabilmesi için hangi yöntemleri kullanmalıyız?

JMS: Parti yaşamı dâhilinde demokratik merkeziyetçiliğin ve kolektivitenin önemini ve gerekliliğini bildiğini iddia edenler bile çıkıp kolektif organların çalışma birimlerinin aldığı kararlar hilafına adımlar atabilirler veya yoldaşlarının olmadığı ortamlarda sorumsuz eleştirilere imza atabilirler, bu hâlleriyle liberal veya bireyci bir tavır sergilerler.

Bu tür sorumsuz yoldaşlara rastlanıldığında, onlar derhal gerekli organın veya kolektifin huzuruna çıkartılıp bu kişilerin eleştirileri dinlenmelidir. Bu kişiler, aynı zamanda uygun şekilde rapor edilmelidir. Böylelikle eleştiriler, ciddi bir mesele varsa onu gizleyecek her türden ayrışmaya mahal vermeden önce dinlenmiş olacaktır.

5. Emirlere uymamak ama kişinin kendi görüşlerini yüce tutması. Örgütten özel ilgi talep edilmesi ama örgütün disiplininin reddedilmesi. Bu da liberalizmin bir biçimi. Bize verilen emirleri kabul etmediğimiz durumlarda ne yapmalıyız? Örgütümüzde demokrasiyi nasıl güvence altına alabiliriz?

JMS: Bir alt organ veya kolektif, yukarıdan gelen bir emri kabul etmediğinde emrin neden yanlış olduğuna ve neden anında düzeltilmesi gerektiğine dair gerekçelerini ve konuyla ilgili gerçekleri hemen yukarıya iletmelidir. Partili herhangi bir birey, hatta partinin herhangi bir örgütü veya alt organı başıbozuk hareket edip disiplini bozamaz.

Üst ve alt organlar ve teşkilatlar arasında diyalektik ve interaktif bir ilişki söz konusudur. Üst organlar raporları, önerileri, eleştirileri ve yeni talepleri zamanında değerlendirir. Parti ve üst organları bürokratik merkeziyetçilikten ve komutacılıktan uzak durur. Komünist ilke ve tarz, kolektif üzerinden, demokratik merkeziyetçilik uyarınca çalışmayı temel alır.

6. Kitleler içinde olmak ama toplantılarda ajitasyon-propaganda faaliyeti yürütmemek, konuşmamak. Bu da liberalizmin bir biçimi. Bu başlığı birkaç örnekle açabilir misiniz?

JMS: Komünist, her zaman kitlelerin içinde olmalı, propaganda ve ajitasyon faaliyeti yürütme fırsatlarını hiçbir şekilde kaçırmamalıdır. Her zaman yakıcı sorunlarla karşılaşılır. Kitleler içerisinde devrimci bilinci artırmaya, militanlık düzeyini yukarı çekmeye her daim ihtiyaç vardır. Fırsatları heba edenler, görevini de yapamamış demektir. Bu da liberalizmin bir biçimidir, kolaya kaçmak, görevi ihmal etmektir.

7. “Gözlerimi yaparım vazifemi yaparım” ifadesi ne anlama geliyor, bu tavır örgütümüz için neden zararlı?

JMS: Bu tabir, devrimci çalışmanın düzeyini yukarıya, yeni bir düzeye çekmek için başka yoldaşlarla birlikte yeni inisiyatifler almamayı, kişinin her gün kendi rutinini yinelemesini ifade ediyor. Her gün aynı şeyi yapmaktan, statükodan memnun olanlar, devrimci hareketin güçlenmesi ve ilerlemesi için daha fazla insanın ayağa kaldırılması, örgütlenmesi ve harekete geçirilmesi gerektiği gerçeğiyle yüzleşmiyorlar.

8. Kendisini devrime büyük hizmetlerde bulunmuş saymak, kıdemli olmakla böbürlenmek, büyük görevler için yetersiz olduğu hâlde küçük görevlere dudak bükmek. Çalışmada savruk, öğrenmede gevşek olmak. Bu da liberalizmin bir türü. Yoldaşlarımızın bu liberalizm türüne meyletmemelerini sağlamak için ne yapmalıyız?

JMS: Daha fazla eğitime ihtiyaç duymasına rağmen kendisini kaf dağında görür, işlerini baştan savma yapar, kendi seviyesinin altında gördüğü işleri hor görür. Kendisine fazla değer veren ve işlerini eksik ve yanlış yapan yoldaşlarımız hem gerekli organlar ve kolektifler hem de kitleler aracılığıyla denetlenmeli ve yönlendirilmelidir.

9. Mao, broşüründe liberalizmin on birinci tezahüründen bahsettikten sonra daha fazla tezahürün bulunduğunu söylüyor. Biz okurlarımıza söz konusu metni bütünüyle okumalarını öneriyoruz. Yoldaş Joma, liberalizmin asıl kaynağını izah edebilir misin?

JMS: Mao, “Liberalizm, küçük-burjuva bencilliğinden kaynaklanır, kişisel çıkarları birinci plana alır, devrimci çıkarları ikinci plana iter ve bu da ideolojik, politik ve örgütsel liberalizme yol açar. […] Liberalizm, oportünizmin bir ifadesidir ve Marksizme tamamen aykırıdır. Olumsuzdur ve nesnel olarak düşmana hizmet eder; içimizde sürüp gitmesinden düşmanın hoşnut olması bundandır. Bu niteliğinden dolayı liberalizmin devrim saflarında yeri olmamalıdır” der.

10. Son olarak, liberalizmin devrimci kolektif için neden zararlı olduğunu, onunla nasıl mücadele edeceğimizi, bu gerçeği nasıl aşabileceğimizi izah edebilir misin?

JMS: Mao bize şunu öğretiyor:

Liberalizm, devrimci bir kolektife aşırı ölçüde zararlıdır. Birliği bozar, içteki bağları kopartır, kayıtsızlığa yol açar, nifak tohumları eker. Örgütün devrimci unsurlarını tasfiye eder, disiplini bozar, politikaların uygulanmasına mani olur, parti teşkilatlarını partinin öncülük ettiği kitlelerden kopartır. Liberalizm alabildiğine kötü bir eğilimdir.

Olumsuz bir özü olan liberalizmin üstesinden gelmek için olumlu bir özü olan Marksizmi kullanmalıyız. […] Bütün sadık, dürüst, faal ve açık sözlü komünistler, aramızdaki bazı kimselerin gösterdiği liberal eğilimlere karşı koymak için birleşmeli ve onları doğru yola getirmelidirler. Bu, ideolojik cephemizdeki görevlerden biridir.

Liberalizmi Mao’nun “Liberalizmle Mücadele” yazısını okuyup inceleyerek aşabilir, onunla bu metin üzerinden mücadele edebiliriz. Yazı, bizi liberalizm konusunda bilinçlendirecek, onu çıktığı her delikte ve her durumda dikkatle ve militan bir üslupla eleştirebilmemizi sağlayacak. Mao bize şunu tembih ediyor:

“Biz, aktif ideolojik mücadeleden yanayız, çünkü bu mücadele, parti ve devrimci örgütler içinde verdiğimiz kavganın lehine olan birliği güvence altına alan bir silâhtır. […] Buna karşılık liberalizm, ideolojik mücadeleyi reddeder ve ilkesiz barıştan yana saf tutar, böylelikle yozlaşmış ve bayağı bir tavra yol açar, parti ve devrimci örgütler içindeki bazı birimlerde ve bireylerde siyasî soysuzlaşmaya neden olur.”

20 Aralık 2020
Kaynak

11 Nisan 2025

, ,

Leyla Halid Söyleşisi

Paula Schmitt

17 Mayıs 2014

 

FHKC adına uçak kaçırma eylemine iştirak etmiş olan Leyla Halid’le isminin ünlenmesini sağlayan eylemleri, direnişin mevcut hâlini, kadın hareketini ve Filistin toplumunda dini baskıyı konuşuyoruz. Ayrıca Leyla Halid, FHKC saflarında yaşanan ihanetleri, uzun süre halının altına süpürülmüş olan suikastları anlatıyor.

Leyla Halid, o iki uçağın kaçırıldığı, onlarca yolcunun rehin alındığı eylem gerçekleştirildiğinde 28 yaşındaydı. Resmi haber dergilerinin kapaklarına yansıdı, öğrenci yurtlarının duvarlarını süsledi. Popüler bir isim hâline gelen Halid, TV’de ve sinemada birçok karaktere ilham kaynağı oldu.

Kayınbiraderinin ölümünü takip eden günlerdi. Kuzenini toprağa vereli bir gün olmuştu. Yetmiş yaşındaki Leyla, yemek malzemelerini alıp bir kabın içine koydu. Dikkatle karıştırdıktan sonra hepsini sıcağa dayanıklı, plastik bir poşetin içine döktü, sosunu da ekledikten sonra yemeği 250 santigrat sıcaklığa ayarlanmış fırına koydu. Pişen tavuğun kokusu Amman’daki evinin her köşesini kapladı. Silahlı mücadele, terörizm ve politikayla ilgili söyleşimizi böylesi bir ortamda gerçekleştirdik.

Leyla Halid, Amman’daki evinde. Koltuğun üzerindeki Mlabbas’ın kendisi için özel hazırladığı tişört duruyor. Tişörtün üzerinde elinde Kalaşnikof tuttuğu o ünlü resim var. (Foto: Paula Schmitt)


Leyla, yaptığı tercihler konusunda zerre pişmanlık duymuyor. Yaptığı her şeyi haklı ve meşru buluyor. Ne yaptıysa görevini ifa etmek için yaptığını düşünüyor. Sık sık Che Guevara’nın sözlerini alıntılasa da onun eylemlerini rasyonalize etmek için bir gerillaya hiç ihtiyacı yok. Gandi, “Korkaklık ve şiddetten gayrı bir seçeneğimiz yoksa eğer, ben şiddeti seçmenizi tavsiye ederim” diyor. Leyla, mültecinin aşağılanan, küçük görülen bir varlık olduğunu söylüyor. Bir mülteci olarak, ekmek karnesini cebine koyup dağıtılan battaniyeden bir tane almakla Kalaşnikof’a sarılma seçenekleri ile yüzleştiğinde, ikinci seçeneği seçiyor.

Halid’e göre, “uçak kaçırma eylemleri taktiksel eylemlerdi. Kısa süreliğine dünyanın duyacağı o çanı çalmak ve insanların ‘bunu neden yapıyorlar?’ sorusunu sormalarını sağlamak içindi.” Görebildiğimiz kadarıyla eylemler işe yaramış. Leyla’nın kaçırdığı ilk uçağın hostesi kameraya şunu söylüyor: “Filistinlilerin bir ülkelerinin olmaması utanç verici.” FHKC, bugün bu uçak kaçırma eylemlerine karşı. 1976’da bu eylem türü yasaklanmış, hatta bu sebeple Vedii Haddad Cephe’den kovulmuş.

Otobiyografisinde Leyla, rehineler arasında bulunan yaşlı bir kadının korkudan altına kaçırdığını söylüyor. Lina Makbul’ün yönetmenliğini yaptığı, birçok ödül almış olan “Leyla Halid: Uçak Korsanı” isimli belgesel, Leyla’nın eylemlerinin kendi halkı için iyi mi kötü mü olduğunu sorguluyor. Leyla, yönetmenin kendisine “bu eylem mücadelenize leke sürmüş” dediğini aktarıyor. Bu söz karşısında rahatsız olmuyor ama şaşırıyor. Kitabında Leyla Suriyeli bir albayın şu sözünü de paylaşıyor: “Bu eylem fedailerin yapacağı türden bir eylem değil. Bu terörizm.”

Ama kendisi bana yaptıkları eylemin “terörizm olmadığını” söylüyor: “Ben zulüm gördüm, işgalin çilesini çekiyorum. Biz, bir halk olarak her türden araçla direnme hakkına sahibiz.” Bunu dedikten sonra bir kez daha eylemlerde kimsenin ölmediği gerçeğini anımsatıyor.

Peki ya o uçakta biri korkudan kalp krizi geçirip ölseydi?

“Bu duruma çok üzülür, ailesinden özür dilerdim. Eylem esnasında panik yaşandı ama ben insanları rahatlatmaya çalıştım. Sonuçta o insanlar gidip basınla görüştüler, hiçbiri de kalp krizi geçirmedi.”

Ama biri altına kaçırmış.

“Evet ama biz, kimseye özellikle yolculara zarar vermememiz konusunda talimat almıştık. Onlarla bir işimiz yoktu. Bizim amacımız tutsakları, özellikle kadınları İsrail hapishanelerinden kurtarmaktı. Hepsi de müebbet hapse çarptırılmışlardı. Bir amacımız da hapishanedeki kardeşlerimize ve yoldaşlarımıza yalnız olmadıklarını, arkalarında olduğumuzu, bizim özgürlük savaşçısı olduğumuzu göstermekti. 

Tutuklandıklarında bu eylem diğer özgürlük savaşçılarına daha fazla güç verecekti. Böylelikle savcılarının karşısına dikilecek, bir gün yoldaşlarının kendilerini özgürleştireceklerini bileceklerdi.”

Bu noktada kendisine mağdurun başkalarını mağdur eden birine dönüşüp dönüşmediğini soruyorum. Şu cevabı veriyor:

“Evet. Tıpkı İsrailliler gibi.”

Beytüllahim’deki kontrol noktasında şablonla hazırlanmış, Yanında Leyla Halid resmi eklenmiş yazılama. (Foto: Katsumi3/CC)


“Şiddet direnişte hâkim eğilimdir”

Leyla, 1944 yılında Hayfa’da doğmuş, 13 Nisan 1948 günü, henüz dört günlükken şehri terk etmek zorunda kalmış. 9 Nisan, Filistinlilerin Deyr Yasin Katliamı’nın yasını tuttuğu gün. Bu yüzden Leyla, doğum gününü hiç kutlamamış.

Leyla, Filistin için o eski toprağa ve ülkeye bağlılık duygusu adına dövüşmüyor. Anne-babası Filistinli bile değil, Lübnanlı. Onu harekete geçiren ana duygu, adalete duyduğu sevda. Tıpkı Gassân Kenefâni gibi Leyla Halid de çocukken belirli bir noktada içinde yaşadığı durumu idrak etmiş. Oğluna yazdığı o güzel mektubunda Kenefâni, içinde yaşadığı durumu, on yaşındayken ailesindeki erkeklerin mülteci olmak için silahlarından vazgeçmek zorunda kaldıkları an yaşadıkları, o kaçmanın verdiği utanç sonrası idrak ettiğini söylüyor.

Kenefâni, devamında şunları aktarıyor: “Erkeklerin büyüdüğüne kimse inanmasın. Hayır, erkek dediğin şey bir anda doğuyor. Bir söz bir anda yüreğine nüfuz edip onun çarpmasını sağlıyor. Tek bir sahne bile onu çocukluğunun ağaç evinden taşlı yollara savurabiliyor.”

“Halkım Yaşayacak” isimli biyografisinde Leyla da benzer bir deneyim yaşadığını aktarıyor. Lübnan’a vardıklarında evlerinin yakınlarındaki bir bahçeden portakal toplamaya gittiğinde onların kendi portakalı olduğunu düşünmüş.

Annesi “aşkım o meyveler bizim değil. Hayfa’da değiliz, başka bir ülkedeyiz” demiş. Gözyaşlarını silmek ve utancından gidip bir yerlere saklanmak için eve doğru koşmuş. O an annesi anne sertliğiyle şunu söylemiş: “Sana ait olmayan portakalları yemen yasak, bunu biliyorsun.” Leyla, annesinin sözünü dinleyen çocuk hâliyle başını sallamış. Annesinin sözü sonrasında kafasının içinde yankılanıp durmuş. Dediğine göre, ilk kez o an sürgünün kendilerine dayattığı zulmü ve adaletsizliği sorgulamaya başlamış.

Ayrıca Kenefâni de Leyla gibi silahları teslim etme fikrine karşı çıktı. Hiç tanışmadığı bir adamın öncülük ettiği başka bir uçak kaçırma eylemine yardım etti. Dediğine göre bu kişi FHKC üyesi bile değildi. Londra’da Ealing karakolunda tutulurken birinin kendisinin serbest bırakılmasını istediğini öğrendi. Leyla’nın aktardığına göre, bu Hristiyan Filistinli uçağı tek başına kaçırdığını söylemiş. Kendisine ismini sordum. “Mervan. Soyadını bilmiyorum. Uçağı o kaçırmıştı.”

“Silahı yoktu. Uçak mürettebatını kandırmıştı. Altına mayo giymiş, lastiğini çekip ‘bu patlayıcı yerleştirilmiş bir kemer’ demiş. O dönemde uçaklar kaçırıldığı için kimse itiraz etmemiş, adama şüpheyle yaklaşmamış. Mürettebata ‘Amman’daki Dawson Havalimanı’na gitmek istiyorum’ demiş. Uçağa FHKC’li birinin gelmesini istemiş. Gassân Kenefâni aranmış. Kenefâni, Amman’ı arayarak eylemi gerçekleştiren insanlar için başka bir uçağın ayarlanacağını söylemiş. İnsanlar ona inanmamış. Vedii Haddad, uçak kaçırma planının kendilerine ait olmadığını söylemiş. Londra Emniyet Müdürlüğü’nde üst düzey görevde bulunan Bay Frew, uçak kaçırıldığını söyleyince çok şaşırdım. İngilizler beni uçakları kaçırıldığı için bıraktılar.”

FHKC, bugün uçak kaçırma eylemlerini kabul edilemez bulsa da Leyla şiddetin meşru bir silah olduğunu düşünüyor: “Direniş, sadece şiddet yoluyla yürütülmez, ama direnişte hâkim eğilim şiddettir.”

Direnişin ana tarzının şiddet olduğunu düşünüyorsun yani?

“Şiddet, hâkim eğilimdir. Farklı tarzlardan söz edilebilir: politik direniş, halk direnişi, sokaklara çıkmak, eylem yapmak, gösteri düzenlemek. Kadınlarımızın elbiselerine işledikleri nakışlar bile direniştir.”

Leyla Halid Beyrut’ta, 18 Ocak 2009. (Foto: Sebastian Baryli)


BDS konusunda ne düşünüyorsun?

“BDS, uluslararası düzlemde epey etkili bir eylem biçimi. Ama BDS halkı da ülkeyi de özgürleştirmez. BDS, tüm dünyayı kuşatsa bile halk direnmediği sürece bir değişim yaşanmaz. BDS, bizim mücadeleyi sürdürme irademize, İsrail’i yalnızlaştırma çabamıza katkıda bulunur. Güçler dengesi değişir. Uluslararası düzlemde çok daha fazla insanın bizim için kampanyalar örgütlemesi önemlidir, zira bu kampanyalar, bizim hikâyemizin uluslararası düzlemde işitildiğini ortaya koyar. İnsanlar, ‘neden BDS kampanyası yürütülüyor?’ diye sorarlar. Ortada artık salt teorik olmayan bir deneyim var. Güney Afrika’da ırk ayrımcılığı döneminde BDS eli silahlı insanlara katkıda bulunmuştu. Ama ellerinde silah olmasaydı, BDS politik olarak etkide bulunsa da halkı özgürleştiremezdi.”

Savaşın bu şekilde kazanılabileceğini mi düşünüyorsun?

“Vietnam’da Amerikalıları yoksul insanlar yendi.”

Ama o henüz dronların icat edilmediği, farklı bir dünyaydı.

“Neyse ne! Aslında denklem basit: işgal varsa direniş de vardır. Bu gerçeği kimse değiştiremez. Bu, basit bir gerçektir. Güneşi değiştiremezsiniz, onun batıdan doğmasını sağlayamazsınız. Hakikat budur. Zulüm görüyorsanız ona direnirsiniz.”

Direnişi tercih etmeyen, ama şiddete karşı olan insanları nasıl değerlendiriyorsun?

“Mahmud Abbas’ı kastediyorsun sanırım. Abbas’ın elde ettiği hiçbir şey yok. Koşullarını sunuyor ama İsrail, bu koşulları dikkate bile almıyor. O koşulların birini bile kabul etmiyor. Arafat Oslo’ya gitti, anlaşmayı imzaladı. İsrail ne yaptı? Onu Mukata’da bir odaya hapsedip öldürdü.”

Bu aktardığın bilgi kesin mi?

“Şaron ve Bush, Vaşington’da bir araya gelmişti, hatırlıyor musun? Şaron, Bush’a Arafat’ı öldürmek istediğini söylüyordu. Bush da ‘o çok yaşlı, öldürmene gerek kalmayacak’ cevabını vermişti. Şaron da bunun üzerine, ‘belki de tanrının bizim yardımımıza ihtiyacı var’ demişti.”

Bu toplantı gerçekleşti. İçerik olarak buna benzer bir diyalog yaşandı. Şaron’un dostu İsrailli gazeteci Uri Dan, “Ariel Şaron: Samimi Bir Dostun Gözüyle” isimli kitabında bu toplantıyı aktarıyor:

“14 Nisan 2004’te Şaron, Mart 2001’de Amerikan başkanına istemeye istemeye verdiği, Arafat’a dokunmayacağına dair sözü çiğneme imkânına vaadi çiğneme imkânına kavuştu. Şaron, Beyaz Saray’da ağırlandı. Başkan Bush kendisine Filistin liderinin kaderini tanrının takdirine bırakmasını tavsiye edince Şaron, yarı şaka yarı ciddi şu cevabı verdi: ‘bazen kader bir yardım eline ihtiyaç duyar.’ Şaron’a Arafat’ı yok etmesi için gerekli yeşil ışığı yakmayan Bush kendisinden bu yönde bir söz de almadı.”

Tek Bir Demokratik Devlet İçin Mücadele

7 Eylül 1970 günü FHKC’nin basın açıklaması yaptığı sırada Ürdün’ün Dawson Havalimanı’nda duran, eylemcilerce kaçırılmış uçaklar.

 

Leyla’ya Hamas’ı soruyorum. İsrail’in düşman bellediği örgüt, dinin kanun hâlini aldığı bir çatışmada en uygun düşmanmış gibi görünüyor. Bu öyle bir savaş ki çözümsüz belirsizlikler belirleyici ve kurucu ilkesi, cahile has kibir.

“Hamas, Filistin’in Müslümanlara ait kutsal bir yer olduğuna inanıyor. Bu, FHKC olarak bizim görüşlerimizle çelişen bir görüş. Ama şimdi ideolojiyi tartışmanın vakti değil. Meselemiz kurtuluş. Bugün İsrail’le savaşan herkes siper yoldaşıdır ve bizdendir.”

Leyla, Hamas’la Fetih arasında yeni kurulan “stratejik ittifak” onay veriyor. Bunun “iyi bir adım olduğunu söylüyor. “İttifak, bize zarar veren mevcut ayrışmaya son verecek bir adım. Bu anlamda bizim her zaman istediğimiz bir şeydi” diyor. Ama gene de meseleye dikkatle yaklaşmak gerektiği uyarısını yapıyor: “Bu ilk değil. Daha önce de birçok görüşme yapıldı…” dedikten sonra cümleyi nasıl bitireceğini bilemeden sözünü kesiyor.

FHKC kurucusu Corç Habeş Lidda’daki evine geri dönme imkânı bulsa oradaki Yahudileri çıkartmayacağını, onlarla birlikte yaşamanın zeminini arayacağını söyler. Otobiyografisinde Leyla da bir Filistinlinin “ülkemizi Araplar, Yahudiler ve tüm özgürlük sevdalıları için bir cennete dönüştüreceğiz” sözünü aktarır.

Leyla, herkes için tek bir ülke inşa edilmesini istiyor: “Biz, halkın kendi kaderini tayin hakkının uygulanmasını, Filistin toprağında kendi bağımsız devletimizi kurmayı istiyoruz. Biz, ‘iki devletli çözüm’den söz etmiyoruz. Bu, yeni bir söylem. Ben, iki devletli çözümü kabul etmiyorum. Tarihsel hedefimiz, Filistin’de demokratik bir devlete sahip olmak.”

Bu devletin adı Filistin mi olacak?

“Evet. Belki isim değişebilir, bu sorun değil. Asıl sorun, bu ülkenin geleceğine orada yaşayan halkın karar vermesi.”

Leyla, otobiyografisinde Haşımi Krallığı’nı ve Kral Hüseyin’i, Ürdün’ün İsrail’le kurduğu samimi ilişkiyi sert bir dille eleştiriyor. “Hüseyin, ABD ve İsrail’in yaptıklarından gayrı bir şey yapamaz.” “Hüseyin, saldırılara kamplardaki su ve elektriği keserek cevap verdi. Eylül’de de aynı şeyi yaptı, yoksulların hayatını harap etti.” “Bu Haşimî ailesine mensup despot, Hüseyin denilen barbar, direnişe saldırdı.” “Aylar boyunca ABD büyükelçiliği, Hüseyin’in bu Filistinlilerin yol açtığı meseleleri çözmesini isteyip durdu.” “Hüseyin’in ve CIA’deki danışmanlarının arkasında duran yoz ve çürümüş unsurlar”, “Hüseyin, kendi halkına mensup insanların kaldığı kampları vahşice bombaladı. Bu saldırıda kendisine suikast düzenleneceği iddiasının arkasına saklandı.” “Hüseyin’in tahtı için binden fazla insan kurban edildi.”

Gelgelelim, bu otobiyografisinin yayımlanmasından otuz yıl sonra konuşurken Halid cümlelerini daha dikkatli seçiyor. Burada kendisini güvende hissedip hissetmediğini soruyorum, şu cevabı veriyor: “Belli ölçüde evet, çünkü Ürdün ile İsrail, Ürdün’ün başka insanların takibi için kullanılmaması konusunda anlaştı.”

Ürdün seni suikasta karşı koruyacak mı yani?

“Evet. Ama bir yandan da benim faaliyet yürütmeme izin vermiyorlar.

Kitabını yazalı uzun zaman oldu, belki de Ürdün’le ilgili fikrin zamanla değişmiştir. Dolayısıyla, konuyla ilgili bir şeyler söylemek istemiyorsan söyleme. Ama kitabını okuduğumuzda, senin Ürdün’ü İsrail gibi büyük bir düşman olarak değerlendirdiğini görüyoruz.

“Hayır. Meseleyi şöyle izah edeyim. Biz, örgüt metinlerimizde düşmanlarımızın İsrail, Siyonist hareket ve emperyalistler olduğunu söylüyoruz. Ta başından beri düşmanlarımızın kim olduğunu açık bir dille ortaya koyuyoruz ki insanlar, bugün düşmanımızken yarın dostumuz olduklarını düşünmesinler. […] Hayır, ben Ürdün’ün düşman olduğunu söylemiyorum.”

İçeride Yaşanan İhanet

Leyla Halid’e, FHKC’nin hak ettiğini düşündüğü kaç insanı öldürdüğünü soruyorum. Hatırlamaya çalışıyor. İlk aklına gelen isim, Rehavam Zevi oluyor. Bu kişi, Filistinlileri bit ve kanser olarak gören, nüfus transferini savunan, dönemin İsrail turizm bakanı, aynı zamanda meclisteki en sağcı partinin de lideriydi.

Hepsi bu kadar mı?

“Bir de Londra’da yaşayan bir Mossad ajanı vardı. İsmi Seif’ti. Eşiyle birlikte evdeyken öldürüldü. Bu eylemi hâlen daha doğru bulmam. Bir de Yunanistan’da öldürülen bir kadın Mossad ajanı vardı.”

Bu Seif ile ilgili söylediğini doğrulatmaya çalıştım, ama bunu başaramadım. Muhtemelen Leyla, 1973’te Çakal Carlos’un saldırısına uğrayan ama öldürülemeyen Joseph Sieff’ten bahsediyor.

Sonra Leyla’ya Mossad’ı kaç FHKC üyesini hedef aldığını soruyorum. Bu soru üzerine kız kardeşinin ölümüyle ilgili okuduğumuz her şeyi çöpe atan gerçeği dile getiriyor. Üç ayrı kitapta ve birçok dergi-gazetede Leyla’nın kız kardeşinin nişanlısıyla birlikte 1976 yılında Noel arifesinde evlerindeyken yanlışlıkla öldürüldüğü söyleniyor. Ama FHKC’li olan, ismi bende saklı bir kaynak, öldürenin Mossad değil, Ebu Ahmed Yunus isimli FHKC’li biri olduğunu söylemişti. Bu kaynağa göre Yunus, “evde olan bu kişi, silah ve paraları çalıyordu. Burada bir işbirliği söz konusu değildi. Adam ahlaksızın tekiydi.”

Bir toplantıda Leyla’nın kız kardeşi ve nişanlısı, Yunus’u ahlaksızlıklarını herkese anlatmakla tehdit etti. O büyük toplantı öncesi Yunus, adamlarını gönderip ikisini de öldürttü. Bunun üzerine, Ali Mustafa’nın öncülük ettiği bir soruşturma komitesi kuruldu. Adamın peşine düştüler, onu yakaladılar, konuşturdular, ardından hapse arttılar. Asmaya karar verdiler. Yasir Arafat, o dönem Ebu Ali Mustafa’ya bir ekip gönderdi ve kendisine “lütfen asmayın, asarsanız tüm Filistin devrimini mahkûm etmiş olursunuz” dedi. Sonra Ali Mustafa, Arafat’ın ekibine, “Arafat’a gidin, ona önce kendi evini temizlemesi gerektiğini söyleyin” mesajını iletti. Onlara “Bizi kimse kendi evimizi temizliyoruz diye suçlayamaz. Her evin kendi kiri vardır ve biz bu kiri temizlemek zorundayız” dedi.

Leyla’ya bu hikâyeyi anlattım. Anlatılanların doğru olduğunu söyledi ve şunu ekledi: “Ama evdeki üçüncü kişi o değildi.” Yunus, muhtemelen birkaç ay sonra idam edildi.

Araştırmalarımda bu hikâyenin doğruluğunu ortaya koyan herhangi bir ifadeye rastlamamıştım. Sadece Yunus’un evdeki varlığından söz eden bir kitapta onun Leyla’nın kız kardeşinin öldürülmesinden birkaç yıl sonra öldürüldüğü yazılıydı.

Leyla’nın dediğine göre, bu adam “etkili bir isimdi. Filistinlilerle Lübnanlıların birlikte teşkil ettikleri lider kadrosu içerisindeki temsilciydi.” Yunus, Leyla’nın kız kardeşinin kendisine ve davranışlarına yönelik eleştirilerinden haberdardı. Eşi de aynı eleştirileri dillendiriyordu. Leyla, hikâyeyi şu şekilde anlatıyor: Noel arifesindeydi. Kız kardeşim, nişanlısı ve ben, Noel kutlaması için annemin Tyre’de bulunan evine gidiyorduk. Yunus, benim sorumlumdu. Bana ve diğerlerine ‘bu gece kendi evlerinizde uyumayın’ dedi. Onları öldürmek için adamlarını gönderdi.”

Leyla, bu cinayetin yol açtığı acı ve kederle başa çıkamadığını söylüyor. Başını sallayarak, “neticede bir yoldaş bir yoldaşını öldürdü” diyor. “Gidip yoldaşlarımıza ‘onu idam edin, yoksa onu ben öldüreceğim’ dedim. Adam idam edildi, o ve cinayetleri işleyen kişi vurularak öldürüldü.”

Leyla, Mossad’ın filmlere konu olan suikastlardan birini gerçekleştirmediğini söylüyor. Anlatılan hikâyeye göre FHKC’nin eski lideri Vedii Haddad, 1978 yılında Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nde Mossad’ın kendisine gönderdiği zehirli Belçika çikolatasını yedikten sonra ölüyor. Leyla, bu hikâyenin doğru olmadığını söylüyor ve şunu ekliyor: “Onu çok yakından tanırdım, Vedii Haddad çikolata sevmezdi. Kanser hastasıydı.”

Esasında 2012 yılında Wikileaks’in sızdırdığı bir Stratfor epostası, Leyla’nın bu iddiasını doğruluyor. Epostada istihbarata iş yapan NorAm İstihbarat şirketinin başkanı David Dafinoiu ile Stratfor’un karşı istihbarat dairesi başkan yardımcısı Fred Burton arasında geçen bir diyaloga yer veriliyor:

Kimden: david@dafinoiu.com

Kime: burton@stratfor.com

Merhaba Fred,

[…]

Vedii Haddad’a dair: Aharon Klein ve Mossad subaylarını anlatan diğer yayınların dediğinin aksine, Haddad’ın Mossad tarafından zehirli çikolatayla öldürüldüğü iddiası, gayet iyi kurgulanmış bir hikâye. Ama tabii Haddad, gerçekten de Mossad’ın suikast listesindeydi. Kemal Advan, Hüseyin Abad Şir, Muhammed Budia, Ebu Davud gibi isimler gibi onun için de ölüm emri verilmişti.

Ancak Vedii Haddad, uzun zamandır çilesini çektiği lösemi sebebiyle öldü. Onu Mossad’ın öldürdüğünü söylediler. Bu hikâye, her iki tarafın da işine geldi. Vedii kahramanlaştırıldı, Mossad da kendisini teröristlerin korkması gereken suikastçılar örgütü olarak takdim etme imkânı buldu.”

“Ben kadınları değil Filistinlileri temsil ediyorum.”

İlk uçağını 1969 yılında, 26 yaşındayken kaçıran Leyla, bıçak altına yatıp yüzünü değiştirdi, ardından kimsenin kendisini tanımadığı ikinci eylemde bir uçak daha kaçırdı. Doktorlar, estetik ameliyatlarının amacının yüzü deforme etmek değil güzelleştirmek olduğunu söylüyorlar. Ama Leyla, geçirdiği ameliyatı davası için yaptığı ufak bir fedakârlık olarak görüyor. Jennifer Jajeh’ye verdiği mülâkatta şunu söylüyor: “Kadınlar yüzlerini, dudaklarını değiştiriyorlar, tüm estetik ameliyatları kadınların zihinlerini değil yüzlerini güzelleştirmek için yapılıyor. Ben işte bunu yaptım. Zihnimi güzelleştirdim.”

Bu hâliyle Leyla Halid, kendi aklıyla redde tabi tuttuğu feminizmin bir ikonuna dönüştü. Free Arab Voice sitesinden İbrahim Alluş’a verdiği mülâkatta itirazını şu şekilde özetliyor:

“Dünyanın bazı yerlerinde kadınlar, kadına yönelik cinsel baskılar üzerinden birleşebileceğimizi söylüyor. Hangi metne veya eylem programına baksanız, bu ‘cinsel’ kelimesine rastlıyorsunuz. Bir yerde cinsel tacizden bir başka yerde seks turizminden bahsediliyor. Esas mesele, kadınların meselesinin depolitize edilmesi. Kadınların sadece kadınlar olarak birleşebileceği üzerinde duruluyor.”

Leyla Halid, Guardian’a şunu söylüyor: “Ne kadar yaygınlaşmış olursa olsun, cinsel taciz, esasında bireylere ait bir meseledir. Oysa işgal, tüm halkların meselesidir.”

Leyla, kendince bazı şeyleri öncelikli görüyor: “Kadınları değil, Filistinlileri temsil ediyorum” diyor. Ben de Hamas’ın yönettiği Gazze’de kadınların maratona katılmalarına izin verilmediğini söylüyorum.

“Bu, şimdi bizim meselemiz değil. Orada yüzleşilen, bizim bile yüzleştiğimiz bir mesele bu. Hamas, toplumu Müslümanlaştırmaya çalışıyor. Onun kontrolünde olan birçok kadın bugün tesettüre giriyor. Oysa eskiden böyle bir durum söz konusu değildi. Oraya gittim ve o kadınlara ‘kapanmayı neden kabul ettiniz?’ diye sordum.”

Leyla, cevabında kutsal ve tanımlanamaz bir güç olarak Allah’ın bile Filistinlilerin çektiği çileye sunulacak çözümden daha somut olduğunu söylüyor: “İnsanlar, yaralarının iyileşmesini sağlayacak bir çözüm yolu aradılar. Milliyetçileri denedi, Nasır rejimini denedi, Fetih’i ve FHKC’yi denedi, ama hiçbir sonuç alamadı.”

Leyla ve FHKC’nin dinle işi yok. FHKC’nin Amman’daki kolu olan Ürdün Halkının Demokratik Birlik Partisi’nin genel merkezini ziyaret ettiğinizde, karşınıza ayakları prangalı, ellerinde makineli tüfekler olan bir erkek ve kadın devrimciyi aktaran resim çıkıyor. Resimde asıl dikkat çeken şey, kadının tesettürsüz, hatta çıplak olduğu ve bu hâliyle bir erkeğin yanında duruyor oluşu. Şeriat mahkemesinin tesettürsüz olan kadınların şahitlik edemeyeceğine karar verdiği bir ülkede eczacılar birliğinin seçimine giren adayların yer aldığı broşüre rastlıyoruz. Broşürde adı geçen on adayın ikisi de tesettürsüz.

FHKC’nin Amman bürosunun duvarını süsleyen resimler (Foto: Paula Schmitt)

 

Leyla, kadınları temsil etmekle Filistinlileri temsil etmek arasında ayrım yapıyor. Bu anlamda, politik doğruculuk denilen hapishanenin tutsağı olmak yerine bu tuzağın bilincinde olduğunu ortaya koyuyor. Otobiyografisinde Ealing Hilton’daki emniyet müdürüyle yaptığı sohbete yer veriyor. Sorguda sorduğu sorulara cevap vermediği için öfkelenen Bay Frew, kendisine “saçlarıma ak düşürdün” diyor. Bunun üzerine Leyla, “ben değil, o dırdırcı karın düşürmüş” cevabını veriyor.

Leyla, bir yandan da Filistinli kadınların zulmün farklı bir türünün çilesini çektiğini söylemiş bir isim. Alluş’a şunları söylüyor:

“Bizim kadınlarımız, sadece sürecin biriktirdiği baskıyla değil, katman katman çoğalan bir baskıyla karşı karşıya. Sürgünde de işgal koşullarında da Filistinli olması hasebiyle, ulusal zulme maruz kalıyor. Ulusal zulüm, gördüğü baskıların ve toplam zulmün asli yüzü, en acımasız biçimi. İkinci yüzü ait olduğu toplumsal sınıfın üyesi olarak maruz kaldığı sosyo-ekonomik sömürü teşkil ediyor. Bir de tabii toplumlarımız cinsiyetçi olduğu için, bir kadın olarak zulüm görüyor.”

Otobiyografisinde Leyla, kimi yerlerde “Arap dünyasını esir eden batıl inanç ve gericilik denilen prangalar”ı acımasızca eleştiriyor. Aslında düşmanları konusunda gayet net olan Leyla, İsrail, Siyonist hareket ve emperyalistlerden oluşan listeye Arap gericiliğini de ekliyor.

Panarabizme hâlen daha inanıyor musun?

Sanki terimi ilk kez işitmiş gibi, “Panarabizm derken neyi kastediyorsun?” diyor.

Arap dünyasının birleşmesi gerektiğini söyleyen anlayışı kastediyorum.

“Biz Arap’ız. Tarihimiz de dilimiz de aynı. Bizi sömürgeciler böldü.”

Peki Hristiyanlar?

“Burada dinden bahsetmedim. Hristiyanlar da aynı tarihin parçası. Biz he birlikte Birinci Dünya Savaşı sonrası sömürgeleştirildik.”

Ona bazı Lübnanlı Hristiyanların sıklıkla gündeme getirdikleri, on altıncı yüzyıldan itibaren Osmanı idaresinde yarı özerk yaşama imkânı bulmuş, Mutasarriffiyye isimli Lübnan Dağı’daki Hristiyan bölgesini soruyorum.

“Bu, dinin eseri değildi. Sömürgeciliğin eseriydi. Birinci Dünya Savaşı sonrası Arap dünyası, Osmanlı’yı yenen sömürgeciler arasında taksim edildi. Daha önce de hilafet bizi sömürgeleştirmişti, bu da sömürgecilikti.”

Soruyu bugüne taşıyorum.

Tüm Arapların eşit olduğunu söyleyen ifadenin ırkçılık olup olmadığını sormak istiyorum ama soramıyorum. Sadece “tüm Arapları panarabizm bayrağı altında homojenleştirmek dayatma değil midir?” diye sormakla yetiniyorum.

“Brezilya’da farklı etnisiteler var ama hepsi tek bir ülkenin parçası. Şehirler bile kendi içinde farklılıklara sahip. Benim inandığım şey, rejimler değil halklar. ABD’ye gittiğinde her bir şehrin birbirinden farklı olduğunu görürsün. Arap birliğinde yer alan Arap ülkeleri, ortak pazara sahip olmaları konusunda anlaşıyorlar. Avrupa’da farklı halklar var ama hepsi birleşmiş.”

Sen, stratejik bir ittifak içerisinde birleşmekten bahsediyorsun değil mi? Ekonomi, askeri güç, doğal kaynaklar konusunda birleşmenin gerektiğini söylüyorsun?

“Evet tabii, tam da bunu söylüyorum.”

Otobiyografisinden “azgelişmiş insanların kadere bağlı olduklarını” söylediği bölümü aktarıyorum. Bir süre bu bölümdeki fikirleri üzerine sohbet ediyoruz. “Bu fikirler sadece kitapta kalsın, röportaja almayalım dersen anlayışla karşılarım” diyorum.

Bunun üzerine, “Din eleştirimi halkın gözü önünde yapmam. Ama dine de inanmam” cevabını veriyor.

Leyla eğer bir tanrıya iman ediyorsa bu, muhtemelen Marksizmdir. Kendisini “diyalektik materyalist” olarak tanımlayan Leyla, Küba ve Venezuela’nın dünyadaki en iyi hükümetlere sahip ülkeler olduğuna inanıyor. Kendisine Küba’nın baskıcı bir rejim olduğunu, Pan-Amerikan Oyunları’nda Küba’yı temsil eden bazı atletlerin Brezilya’da saklanıp politik sığınma talep ettiklerini söylüyorum. Ardından, adada neden birçok kitabın ve gazetenin yasak olduğu sorusuna cevap vermesini istiyorum. Leyla, bu sorular üzerine Küba’nın “kendi halkını Amerikan emperyalizmine karşı korumak için bu şekilde hareket etmek zorunda olduğunu söylüyor. “Peki iyi yönetime örnek olarak Norveç, Danimarka ve İsveç hükümetlerini verebilir misin?” diye sorunca “evet” cevabını veriyor.

Schopenhauer’in bahsini ettiği, insanın kendisine şüpheyle yaklaşması anlamında, kendi ahlak anlayışı üzerinden yaptığı herhangi bir şey konusunda pişmanlık duyup duymadığını soruyorum.

“Eğitimime devam etmediğim için pişmanım” cevabını veriyor ve şöyle devam ediyor: “Eğitimime devam etmek için uğraştım aslında. 1978’de Sovyetler Birliği’ne gittim. Tarih okumak istiyordum. Ama FKÖ, bursla gönderdiği tüm öğrencilerini geri çağırdı ve hepsinin Lübnan’daki devrimci faaliyetlere katılmalarını istedi. Lübnan’a gittim, ardından savaş patlak verdi.”

Dine ve dindarlık meselesine dair sohbet ediyoruz. Dinin ahlaki çürümeyi örtbas etmek için kullanıldığını söylüyoruz. Ona göre Nusret Cephesi gibi bugün Suriye’de savaşan örgütler, amaçları değil de eylemlerinin sonuçları itibarıyla İsrail için çalışıyorlar. Ardından şu düşüncesini aktarıyor: “Bence bu savaşçılar, paralarını Katar, Türkiye, Suudi Arabistan’dan alan paralı askerler, İslam’ı da büyük bir slogan olarak dillendiriyorlar.” Leyla, Suriye’deki savaşın büyük bir planın parçası olduğuna inanıyor:

“Amerikalıların ve İsrail’in tüm projesi, Ortadoğu haritasını yeniden çizme hedefi üzerine kurulu. Zaten uzun zamandır Büyük Ortadoğu’dan bahsedip duruyorlar. Bu konuda birçok şey okuyoruz. Şimon Peres bile bu konuyla ilgili bir kitap yazmış.”

Suudi rejimiyle ilgili düşüncelerini soruyorum:

“Suudi Arabistan’ı Amerikalılar yönetiyor. Baksana olan bitene. Son beş altı yıl Katar belirli bir role sahip olunca deliye döndü. Bugün ülkenin başındaki isimler değişti. Katar’dan, baştaki emirden istifa etmesi istendi. Bu emir, Taliban’la müzakere yürütüyordu. Körfez ülkeleri arasında anlaşmalar yapılmasını sağlamak için eğitimden geçirilmişti.”

Onun bir önceki isim kadar kötü olduğunu söylüyorsun yani?

“Evet ama bunun yüzünde gülümseme eksik olmuyor.”

Katar emirinin annesi Şeyha Moza’nın İsrail’de bağları olduğundan bahsediyorum. Leyla, kendisinin yazın Netanya’ya gittiğini söylüyor. “İsrail’in Lübnan’a saldırdığı 2006 yılında bu şehirdeydi” diyor.

Filistin ihanete uğradı mı, yalnız mı bırakıldı sence?

“Hayır, biz yalnız değiliz. Siz varsınız ya.”

Kaynak