Maoizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Maoizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2025

, ,

Bangladeş'te Maoizm II


Dış Etkiler

Bangladeş’te Maoizmin dış kaynaklardan etkilendiğine hiç şüphe yok. En önemli etkileyici güç, yan komşudaki Naksalcılar hareketi. Hareket, 1967’de Çaru Mazumdar, Kanu Sanyal ve Canfal Santal’ın gerçekleştirdiği, kanla bastırılan isyan ile birlikte yola koyuldu.[16]

Bugün Naksalcılar, Hindistan’da birkaç eyalette etkili olan Maoizm akımının önemli bir bileşeni olarak görülüyor. Yetmişlerde Batı Bengal’de devlet, Naksalcı ayaklanmayı demir yumrukla bastırmayı bildi. Bangladeş devleti ise bu hareketi daha başlangıç aşamasında durdurdu.

Bangladeşli Maoistler, birkaç sebebe bağlı olarak, Nepal Birleşik Komünist Partisi’nin başarısından da etkilendiler.

1. O dönemki lideri Puşpa Kemal Dahal’ın (Praçanda –“Öfkeli”) doksanların ortalarından iktidarı aldığı 2008 yılına dek Maoizmin “iktidar namlunun ucunda” düsturu üzerinden başarılı bir halk savaşı yürütmüş olmasıydı. Aynı dönemde Bangladeş’te Maoizm tüm gücünü yitirmişti.

2. Nepal’den farklı olarak, Bangladeş’te hareketin krallıktan cumhuriyete geçiş gibi kitlelerin kabul edebileceği, köklü bir değişim hedefi bulunmamaktaydı.

3. Bangladeş’te Praçanda’nın yolunu çok az insan benimsedi. Onun ideolojisi, daha çok kendisinin kaleme aldığı “Büyük Atılım: Tarihin Kaçınılmaz İhtiyacı” broşürünü temel alıyordu.

Bir analizcinin de dile getirdiği biçimiyle, “dünyanın son dönemde en fazla başarılı olmuş Maoist isyanı bir şekilde yan komşusu Bangladeş’e tesir etmemişti.”[17] Ancak gene de Bangladeşli Maoistler, Nepalli Maoistlerle bölgesel ve uluslararası forumlarda ilişki kurdu.

Çin’deki gelişmelerinse Bangladeşli Maoistlere hiçbir faydası olmadı. Maoizmin “sınır konusunda hiçbir anlayışa sahip olmadığını”[18] ortaya koyan Kültür Devrimi ve yol açtığı korkular, Mao düşüncesinin cazibesine zarar verdi. Ayrıca süreç içerisinde Çin, daha çok Bangladeş devletiyle kurulmuş yakın ilişkileri geliştirmeye odaklandı. Dolayısıyla Çin, Hindistan’dan farklı olarak Pakistan gibi müttefik olarak görülen Bangladeş devletinin istikrarsız kılınmasında bir çıkarı olmadığını düşündü.[19]

Bangladeşli Maoistler, Deng Şavping’in gerçekleştirdiği reformların Mao düşüncesiyle örtüşmediğine kanaat getirdiler. Buna karşın Şavping gibi reformcular, Maoizmin devrimci yanının devlet yanından ayrı olduğuna vurgu yaptılar. Bu da “Mao yüzde 70 iyi yüzde 30 kötüydü” tespitine yol açtı.[20] Bazı yazarlar, Maoizmin kapitalizmle komünizm haricinde duran, Konfüçyüsçülükle sosyalizmi birleştirmeye çalışan bir üçüncü yolu ifade ettiğini düşünüyorlardı.[21]

Aydınların düşünce süreçlerini biçimlendiren başka bir okuldan da söz etmek gerekiyor. Bu okul, özellikle ülke siyasetine önemli katkılar sunan Dakka Üniversitesi’ndeki öğrenciler ve hocaları etkiledi. Bu, özelde Latin Amerika’da, genelde tüm gelişmekte olan ülkelerde faaliyet yürüten neomarksist iktisatçıların geliştirdikleri “bağımlılık” okuluydu.

Bu okula mensup kişiler, dış yardım dâhil yabancı ülkelerle kurulan her türden ilişkinin yapısal bağımlılık halini derinleştirdiğini, eskiden sömürge olan çevre ülkeyi eski sömürgeci güçler, şimdilerde emperyalist merkezler adına sömürdüğünü ve kendi içinde komprador elit sınıfı meydana getirdiğini söylüyorlardı. Kalkınmak için bu ilişkilerin kopartılması gerekiyordu. Bu kopuş, farklı biçimler alabilirdi. Gerektiğinde devrim yoluyla kopulmalıydı.[22]

Yetmişlerde ve belli ölçüde bugün Bangladeş, yardımlara muhtaç bir ülke olduğu için bu düşünce uygun görüldü. Bu düşünce, zamanla radikal düşünme sürecini besledi. Ama ülkenin dış yardımlarla en azından yoksulluğu bir nebze azalttığı koşullarda bu tür anlayışlar Maoist hareketi pek beslemedi.[23]

Hindistan’da Maoizmin yayılmasını sağlayan sebepler, Bangladeş’te mevcut değildi. Hindistan’da devlet, maden şirketleriyle anlaştı. Bu da neticede yoksul kabilelerin yaşadığı eyaletlerde kitleleri harekete geçirdi. Hint devleti, tam da bu sebeple ormanlarda “Yeşil Av Operasyonu”nu başlattı.[24] Böylelikle Hint devleti, Arundhati Roy’un tabiriyle, “hem gurur hem de utanç duyduğu bir savaş”a girdi.[25]

İkinci sebep, Maoizmin Hindistan’daki kabilelerde karşılık bulmasıydı. Bangladeş’te Çittagong Dağ Sırası’nda yaşayan kabilelerle yaşanan çatışmalar, 1997’de Avami Birliği hükümetiyle Parbatta Çattagram Canasangati Samiti (“Çittagong Dağ Sırası Birleşik Halk Komitesi” -kabile direnişinin ana politik hareketi) arasında imzalanan anlaşmayla son buldu. Anlaşma hükümlerinin yavaş uygulandığına dair şikâyetlere ara sıra düzlüklerde yaşayanlarla kabileler arasında cereyan eden çatışmalar eşlik etti. Bunun üzerine devlet, bölgeyi kalkındırmaya yönelik adımlar attı.[26] Bu süreçte kabileler içerisinde kimse, Maoistlerle ortak bir davada buluşmak için hiçbir gayret sarf etmedi.[27]

Uluslararası ve Bölgesel Bağlar

Yeni yeni gelişme imkânı bulan Bangladeş Maoizmi, uluslararası ve bölgesel bağlar kurmayı bildi. 1984’te Marksizm-Leninizm-Maoizmin değerlerini ve ilkelerini savunmak amacıyla Devrimci Uluslararası Hareket (DUH) isminde bir uluslararası komünist örgüt kuruldu. Örgütün ana amacı, yeni tipte bir Komünist Enternasyonal kurmaktı. Gelişmekte olan ülkelerde Marksist devrim süreçlerine etki etmenin en iyi yöntemi olarak Maoist “halk savaşı” stratejisine sırtını yasladı. Örgütün üyeleri arasında 2001’de Maoist Bolşevik Yeniden Örgütlenme Hareketi adıyla kurulmuş örgüt ve Bangladeş Komünist Partisi de bulunuyordu.[28] Ancak BKP’yi, mevcut lideri bakanlar kurulunda yer aldığı için devrimci olarak nitelemek güç.

Bölgesel düzeyde bir de Güney Asya Maoist Partiler ve Örgütler Koordinasyon Komitesi var. Proletarya Partisi’nden çıkan muhtelif hizipler ve BKP, bu teşkilatın üyesi. Güney Asyalı Maoistler, gizli toplantılar düzenliyorlar. Bu toplantılarda, doğalında Hindistan Maoistleri, Sri Lanka Halkın Kurtuluş Cephesi, Seylan Komünist Partisi (Maoist), Nepalli Marksistler ve Maoistlerle bağlar kuruluyor. Analizciler, “bölgedeki Maoistler, Güney Asya Bölgesel İşbirliği Örgütü’ndeki işbirliği anlayışını kendi ülkelerindeki devletlerden önce benimsemiş olsalardı, bu bölgeselleşme anlayışından epey fayda sağlarlardı” diyorlar.[29]

Maoizme Ayak Bağı Olan Faktörler

Bangladeş ekonomisi, kimi zaman “çelişki yumağı” olarak tarif ediliyor. Bir dizi güçlükle boğuşan ülke ekonomisi, bir yandan da birkaç yıl içerisinde yüzde altılık büyüme oranına ulaşabiliyor. Diğer bölgelere kıyasla sosyal yardımları daha eşit dağıtabiliyor. İlk baştaki kötümserliğe rağmen ülke, bugün en az gelişmiş ülkeler içerisinde başa oynuyor. Kişi başına geliri düşük seviyede olan bir ülke, geleneksel toplumdan modern topluma başarıyla geçiş yapıyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, ülkeyi orta düzey insani gelişme düzeyini yakalayan ülkeler arasında gösteriyor.[30] Maoist propaganda, derin yoksulluğun olmadığı koşullarda başarı imkânı bulamıyor.

Mikro kredi gibi fikirlerin yayılması da Maoizme mani olan diğer bir faktör. Profesör Muhammed Yunus ve Grameen Bankası, 2006’da Nobel Barış Ödülü aldı. Sör Fazıl Hasan Abid ve başında olduğu Bangladeş Kırı Geliştirme Komitesi de epey takdir topladı. Kadınlara yetki ve güç veren bu çalışma sayesinde Maoizm gibi aşırıcı düşünceler ve eylemler, marjinalleşti.

Bangladeş, aynı zamanda Müslüman bir topluma sahip. Ondaki tasavvuf geleneği de Maoizmi yabancı bir ideoloji olarak görüyor ve onun yayılmasına mani oluyor. Geçmişte sömürgecilik döneminde Müslüman köylüler, radikal hareketlere iştirak ettiler, Müslümanlıkları Hindu toprak ağaları ile İngiliz idarecilerine karşı gerçekleştirilen ayaklanmalarda önemli bir unsurdu. Ama bugün durum farklı.

Bir analizcinin tespitine göre, “Bangladeş siyasetindeki Maoist aşama sona erdi. Bölünüp un ufak olmuş, izole alanlarda hayat mücadelesi veren, kendisine Maoist diyen kesimler, bugün ana akım siyasetin yüzleştiği bir güçlükten ziyade, basit bir asayiş sorunu.”[31]

Ülkede canlı olan sivil toplum da birçok eski Maoisti STK lideri haline getirip soğurdu. Bugün “umut” anlamına gelen ASA’nın (Toplumsal İlerleme Derneği) başında bulunan Şefikul Hak Çavduri, eski bir Maoist.[32]

Sonuç

Haritaya göz attığımızda, Bangladeş’in tüm komşularında Maoist mücadelenin devam etmekte olduğu görülüyor. Hindistan’ın bazı eyaletlerinde ve Nepal’de bu hareket güçlü. Eskiden Bangladeş de aşırı sol politika için bereketli bir topraktı, çünkü ülke, köylü ayaklanmalarıyla ve dış kaynaklı düşünce akımlarından etkilenmiş aydınların faaliyetleriyle örülü, uzun bir geçmişe sahip. Ama gene de Maoizm de başka herhangi bir aşırıcı radikalizm biçimi de ülkede önemli bir yol kat edemedi. Bunun birkaç sebebi var:

1. Bangladeş olmazdan önce, Doğu Pakistan döneminde (1947-1971), toprak ağalığının kaldırılmış olması ve sömürücü feodal sisteme son veren yasaların çıkartılması, Maoizmi gelişeceği topraktan mahrum bıraktı.

2. Halk kitlelerinin destek sunduğu bağımsızlık hareketine karşı çıkmış olmaları Maoistlerin ve tüm aşırı solun halkla bağını kesti.

3. Bağımsızlığı takip eden on yıl içerisinde polisin ortaya koyduğu faaliyetler aşırı unsurları ortadan kaldırdı.

4. Çin’deki Kültür Devrimi’nin sergilediği aşırılıklar, Bangladeşlilere pek cazip gelmedi. Pekin, aynı zamanda Maoistlerle dayanışma ilişkisi kurmaktan imtina etti, bunun yerine, Pakistan’da olduğu gibi, devletle güçlü bağlar kurma işine odaklandı.

5. Aydınlar ve öğrenciler arasında destek bulan bağımlılık okulu türünden neomarksist fikirler ve anlayışlar, yabancı yardımlardan ve uluslararası bağlardan uygun şekilde yararlanıldığında eşitlikçi bir büyümenin gerçekleşmesiyle birlikte boşa düştü.

6. Mikro kredi ve kızlara “gayriresmi eğitim” verilmesi gibi adımlar, ayaklanmanın zeminini besleyen toplumsal koşulları ortadan kaldırdı. Ayrıca ahlaki ilkelerle yüklü, mütevazı değerlere sahip ılımlı Müslüman toplumunda aşırıcılık kendisine pek alan bulamadı. Naureen Fink’in ifadesiyle, “Devlet, zayıf göründüğü koşullarda bile, çöküşün veya yıkımın eşiğine hiç gelmedi, çünkü barışçıl, demokratik ve kapsayıcı bir toplumu savunmayı sürdüren birçok toplumsal ve politik güç buna mani oldu.”[33]

Tabii burada biz, “ortada hiç tehdit yok” demek istemiyoruz. Uyanık olmadığı takdirde toplum, dindar aşırıcıların ve Maoistlerin ülkeyi istikrarsız kılması riskini kendi içinde taşır. Eğer Hindistan’da Maoistler önemli bir başarı elde ederlerse ülkedeki tehlike artar. Aynı durum, alt kıtadaki Müslüman bir ülkede Talibanvari dindar aşırıcıların başarısı için de söz konusudur. Pakistan ile Bangladeş birbirine coğrafi açıdan uzaksa da küreselleşme ile birlikte bu mesafe ortadan kalkmıştır. Ayrıca bir de ne kadar zayıf olursa olsunlar, Maoistlerin İslamcı köktencilerle bağ kurup güçlenme ihtimalleri de mevcuttur. İki tarafın klasik Leninist Birleşik Cephe’yi meydana getirip taktiksel kazanımlar elde etmesi mümkündür.

Bu açıdan, Maoizm gibi aşırıcı siyasetlerin yayılmasına mani olmak adına komşularıyla işbirliği kurması Bangladeş’in çıkarına ve hayrınadır. Bangladeş Başbakanı Şeyh Hasina’nın Ocak 2010’da Hindistan’a yaptığı ziyaret neticesinde terörle mücadele konusunda bir dizi anlaşmaya varılmıştır. Bu anlaşmalar, ayrıca Maoizm haricinde tüm terör faaliyetleriyle mücadele etme amacını içermektedir.

İki ülkenin içişleri bakanları ve istihbarat kurumları, Maoizm konusunda birbirine bilgi alışverişinde bulunmalıdır. 28 Şubat 2009’da imzalanan Güney Asya Bölgesel İşbirliği Örgütü Terörizmle Mücadelede İşbirliği Deklarasyonu doğru yönde atılmış bir adımdır.

Birleşmiş Milletler’in sunduğu destek de bu yönde kullanılmalıdır. Bugünlerde Bangladeş ve BM, terörizmle mücadele etmek için gerekli kapasitenin oluşturulması amacıyla kullanılacak bölge merkezini kurmak için müzakere yürütmektedir ki bu da olumlu bir adımdır. Rehavete fırsat verilmemeli, sürekli tetikte olunmalı, meseleler sakince düşünülmeli, süreç iyi bir şekilde yönetilmelidir.

İftihar Ahmed Çavduri
2010

Dipnotlar:
[16] Bkz.: Sankar Ghosh, The Naxalite Movement: A Maoist Experiment (Kalküta: Firma KL Mukhapadhyay, 1975).

[17] Manish Thapa, “Evolution of Maoism in Nepal: Understanding Maoist Insurgency from Wider Perspective”, Panorama, Tigweb, erişim tarihi: 12 Mayıs 2010.

[18] Dayan Jayatilleka, Fidel’s Ethics of Violence: The Moral Dimension of the Political Thought of Fidel Castro (Londra: Pluto Press, 2007), s. 168.

[19] Iftekhar Ahmed Chowdhury, A Method in the Dragon’s Moods, ISAS Raporu No.75, s. 12.

[20] Deng’in bu Mao değerlendirmesi, Mao’nun Stalin konusunda önceden söylediklerini temel alıyor. Bkz.: “Interpreting Mao”, Beijing Review, Sayı. 40, 5 Ekim 2006, güncelleme: 10 Aralık 2006. Bjreview, erişim tarihi: 11 Mayıs 2010.

[21] Martin Cohen, Political Philosophy from Plato to Mao (Londra: Pluto Press, 2001), s. 206.

[22] Birkaç örnek: Andre Gunder Frank, The Development of Underdevelopment (Monthly Review Press, 1970); Samir Amin, Unequal Development: An Essay on the Social Formation of Peripheral Capitalism, Çeviri: Brian Pearce (New York: Monthly Review Press, 1976); ve Gerard Chiliand, Revolution in the Third World: Myths and Prospects (Sussex: The Harvester Press, 1977).

[23] Bkz.: M.A. Muhith: “Is Foreign Aid Essential for Development in Bangladesh?”, Seminer Makalesi, Dakka Üniversitesi İktisat Bölümü, 10 Kasım 1978. O dönem devlette üst düzey görevde bulunan yazar bu yönde bir çıkarımda bulunuyor. Muhith, Avami Birliği’nin Şeyh Hasina başkanlığında kurduğu kabinede 2009 Ocak’ına dek maliye bakanı olarak çalıştı.

[24] Gautama Navlakha, “Days and Nights in the Maoist Heartland”, Economic and Political Weekly (17-23 Nisan 2010), Cilt. XLV, Sayı. 16, s. 47.

[25] Arundhati Roy, “Walking with the Comrades”, (29 Mart 2010), Outlookindia, erişim tarihi: 11 Mayıs 2010.

[26] Yazar, 2007-2008’de Çittagong Dağ Sırası meselesinde Bangladeş hükümetine bakanlık görevlisi olarak danışmanlık yaptı.

[27] Ekramul Kabir, “Terrorism in Bangladesh: How Long the Denial?”, Daily Star (19 Şubat 2006).

[28] Mohosin Al Abbas, “Maoism in South Asia: Insurgency or Movement”, Groundreport, erişim tarihi: 7 Mayıs 2010.

[29] Rajat Kumar Kujur, “CCOMPOSA: A Mirage or Reality?”, Institute of Peace and Conflict Studies, Ipcs, erişim tarihi: 7 Mayıs 2010.

[30] Binayek Sen, Mustafa K. Mujeri ve Quazi Shahabuddin, “Operationalizing Pro-poor Growth: Bangladesh as a Case Study”, 7 Kasım 2004. Sitere, erişim tarihi 11 Mayıs 2010.

[31] Ekramul Kabir, a.g.e.

[32] Abhoy, “From Maoism to Micro-finance-Something to read for India’s Maoists”, Microfinance Business News (20 Nisan 2009), Indiamicrofinance, erişim tarihi: 7 Mayıs 2010.

[33] Naureen Chowdhury Fink, Bombs and Ballots: Terrorism, Political Violence and Governance in Bangladesh, (New York: International Peace Institute, 2010), s. 19.

29 Ağustos 2025

, ,

Bangladeş’te Maoizm


Sömürgecilik Geçmişi

Bangladeş’te sol politika güçlüydü. 1857-1947 arası sömürgecilik döneminde Bengal’in doğu kısmını teşkil eden bölge, bir dizi köylü ayaklanmasına tanıklık etti. Ağırlıklı olarak Müslümanlardan oluşan Doğu Bengal’in nüfusu içinde feodal ağalar (zemindarlar) ise büyük ölçüde Hinduydu.[1]

Köylüler, ağalara ve İngiliz yöneticilerine tepki geliştirmeye başladılar.[2] Ancak süreç içerisinde harekete liderlik eden Hindular, Doğu Bengal’daki sol politikaya damga vuran seküler kültür için gerekli zemini meydana getirdiler.

Ülkede Nilbidraha olarak bilinen “Çivit İsyanları” yaşandı. İsyan, İngilizlerin köylüleri zararına ürün ekmeye zorlaması neticesinde yaşandı.[3] Bir de 1873’te topraklarıyla ilgilenmeyen ağalara karşı Pabna İsyanları gerçekleştirildi.

İlk başta ağalardan yana saf tutan, onların icar üzerinden kâr elde etmesini kolaylaştıran yasalar çıkartan İngilizler, köylülerin öfkesini dindirmek için araziyi işleme karşılığında ağasına icar ödeyen köylüyü koruyan yasalar çıkarttı.[4] 1885’te hem ağaların hem de köylülerin yükümlülüklerini tanımlayan Bengal İcar Kanunu kabul edildi.[5]

1947’de Pakistan Hindistan’dan ayrıldı. Doğu Bengal Pakistan’da, Batı Bengal Hindistan’da kaldı. Kongre Partisi’nin Hindistan’ın bağımsızlığı, Müslüman Birliği’nin Pakistan’ın bağımsızlığı için mücadele verdiği koşullarda, her iki yakada 1920’de kurulmuş olan Hindistan Komünist Partisi içerisinde faaliyet yürüten Bengalli komünistler, “bu bağımsızlık sahte” anlayışına örgütlendiler. Bu komünistlere göre bağımsızlık, işçi sınıfının kurtuluşunu koşullamamıştı.[6] Coşkunun hâkim olduğu koşullarda iki egemen devletin doğumuna büyük isyanlar eşlik etti.

Doğu Pakistan’da Sol Politika

1956’da Pakistan kurulana dek Bangladeş Doğu Pakistan olarak anıldı. Bu ülkede sol iki önemli gelişme neticesinde güçsüzleşti. İlki, yaklaşık yirmi bin HKP üyesinin Doğu Bengal’den Hindistan’a göç etmesiydi. 1950’deki isyanlar neticesinde tamamı Hindu olan bu insanlar Hindistan’a yerleştiler.[7] İkinci gelişme, 1950’te Devletin Arazi Satın Alması ve Kiralaması ile İlgili Kanun’un kabul edilmesiydi. Müslüman Birliği hükümeti Doğu Bengal’de bu kanunla ilerici bir adım atmıştı. Bu adımdan en çok da Hindu toprak ağaları etkilendi, Müslüman Birliği’ni destekleyenlere bir şey olmadı, çünkü onlar çok önceden Kalküta’ya gitmişlerdi.

İlgili kanun eşitlikçi bir toplumun inşasında önemli bir adımdı. Pencap, Sind, Belucistan gibi yerlere, Pakistan’ın batısındaki eyaletlere kıyasla daha eşitlikçi bir zeminin kurulmasını sağlıyordu. Bunun iki sebebi vardı. İlk olarak kanun toprak ağalarını ortadan kaldırarak, devrimcilerin “sınıf düşmanı” olarak gördükleri kesimi yok ediyordu. İkinci sebepse devletin tahsildarlar aracılığıyla reayayı düzene sokmak gibi kalkınma ve yönetimle ilgili hedeflere daha kolay ulaşabilir hale gelmesiydi.

Bu süreçte tahsildarlar ve devlet sömürücü değil hayırsever olarak görülmeye başlandı. Köylüler radikal sloganlara yüz vermemeye başladılar. Şubat 1952’de dil hareketi başlatıldı. Müslüman Birliği Urducayı devlet dili kabul etti. 1954’te Doğu Bengal’deki seçimlerde Bengalce yerine Urduca öne çıkartıldı.

Hükümet koridorlarına Birleşik Cephe içerisindeki partiler hâkimdi. Bu cephenin sıradan insanların arzularını düşündüğüne inanılıyordu. En önemli güç, Avami Birliği’ydi. Sonrasında başına Şeyh Mucibur Rahman geçti. Bu kişi 1971’de Bangladeş’in bağımsızlığı mücadelesine öncülük etti.[8]

1956-57’de Avami Birliği üyesi H. S. Sühreverdi Pakistan başbakanı oldu. Başbakanın batı yanlısı dış politikasını protesto eden, sosyalizme meyilli din adamı Mevlana Abdülhamid Han Başani Avami Birliği’nden ayrılıp Ulusal Avami Partisi’ni kurdu.[9]

Başani’nin sosyalist politikalarına yanaşan sıkıyönetim hükümeti ve cumhurbaşkanı Muhammed Eyüp Han kısa bir süre sonra Çin’le ittifak kurdu. Bu koşullarda kendisini Hindistan Komünist Partisi’nin varisi olarak gören, ondan daha devrimci bir partinin, Doğu Pakistan Komünist Partisi’nin kuruluşu için çalışmalara başlandı.

Komünistler ve Bangladeş Hareketi

1962’de hangi Marksist tekniklerin kabul edileceği tartışması üzerinden uluslararası komünist hareket ikiye bölündü. Doğu Pakistan Komünist Partisi de bu saflaşmada yerini aldı. Parti, Moskova yanlıları ile Pekin yanlıları arasındaki tartışma süreci ardından bölündü.

Başını eski Hindu toprak ağası ve HKP üyesi Moni Sih’in çektiği Moskova kanadı, sosyalizmin barışçıl parlamento süreci üzerinden kurulacağını söylüyordu. Bu anlamda Başani’yle ve başını Profesör Muzaffer Ahmed’in çektiği Moskova yanlısı Ulusal Avami Partisi’yle aynı yerde duruyordu.

Pekinci kanada ise ileride Maoizm olarak anılacak olan, devrimci sınıf mücadelesi çizgisini savunan Muhammed Taha ve Suhendu Dastidar öncülük etmekteydi. Hatta bu süreçte, 1967 yılında Sirac Sikdar’ın liderliğinde bir grup, Dakka’da genç komünist, Mao Düşüncesi Araştırma Merkezi’ni kurdu.[10] Bu, bugün Bangladeş olarak anılan bölgede Maoist politikanın ilk kaynağıydı. Pekinci kanat, Bangladeş hareketi ve sonrasında bir düzineden fazla hizbe bölündü.

1971’de halkta ciddi bir desteğe sahip olan Bangladeş hareketi Doğu Pakistan Komünist Partisi’ni yoğun bir teorik tartışmaya sürükledi. Muhammed Taha’nın yanında bu tartışmada öne çıkan isim Abdülhak idi.

Bu ikiliye göre, Pakistan’dan ayrılma fikrini savunanlar, Hint yayılmacılığı ile Sovyet hegemonyasının hilelerine teslim oluyorlardı. Abdülhak, Pakistan’dan ayrılmanın Sovyet hegemonyasını savunanları ve Hint yayılmacılarını sevindireceğini, onların elini güçlendireceğini düşünüyordu. Hatta Abdülhak, hem Pakistan ordusuyla hem de Avami Birliği ile savaşılması gerektiğini söyledi.[11]

Abdülhak’ın çizgisi sonrasında Çin’den destek gördü. Çin, Pakistan’ın bölünmesine karşı çıktı ama itirazı sözde kaldı, Pakistan’ı kurtarmak için askeri bir müdahale gerçekleştirmedi.[12] Abdülhak ve ona benzer görüşlere sahip olan HKP (ML) üyesi Aşim Çatırcı’nın görüşleri Pekin Radyosu’nda ve Tiran Radyosu’nda kendilerine yer buldular.[13]

Aslında komünistler ve devrimciler, Bangladeş’in bağımsızlığına destek veren kamuoyuyla çelişen bir görüşe sahiplerdi. Bu onlara ve Maoistlere politik düzlemde pahalıya mal oldu. Tuhaf bir biçimde İslamcılar da aynı pozisyondalardı.

Sirac Sikdar ve “Serbaharalar”

1967’de Dakka’da Mao Düşünce Merkezi’ni kuran genç komünistlerin lideri Sirac Sikdar, Bangladeş mücadelesi konusunda Pekinci yoldaşlarından farklı bir çizgiyi benimsedi. Sikdarcı hizip, sömürgeci güç olarak gördüğü Pakistan’a da Hindistan’a da karşı çıkıyordu. Doğu Bengal Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulmasını isteyen bu hizip, 1971’’de Purbu Banglar Şarbahara Partisi’ni [Doğu Bengal Proletarya Partisi] kurdu. Bangladeş’in egemen bir devlet haline gelmesiyle birlikte parti Mucip hükümetine karşı militan bir mücadele yürüttü.

Düşüncelerini yaymak için temelde Lal Canda [“Kızıl Bayrak”] adını taşıyan broşürü kullandılar. Sikdar, Ocak 1975’te katledildi. Sonrasında parti muhtelif gruplara ayrıştı. Militanlık düzeyi düştü. Bu süreçte Avami Birliği içinde yer alan ve bilimsel sosyalizmi benimseyen kesim ayrışıp Milliyetçi Sosyalist Parti’yi kurdu. Bu parti de yetmişlerin sonunda Albay Ebu Tahir’in idamı ve sonradan cumhurbaşkanı olacak olan Ziya Rahman’ın benimseyeceği sert tedbirlerle birlikte güç kaybetti.[14]

Yetmişlerin sonunda Maoist hareket ülkede güç kaybetti. Düşünsel planda ayakta kalmak için uğraşan hareket Hindistan’daki Maoistlerin yeni gelişen faaliyetlerinden beslenmeye çalıştı. Hareket, Hindistan’daki hareketle bölgesel ve uluslararası bağlar kurmayı başardı. Sikdarcı çizgiden geriye kalanlar sapmacıları eleştiren broşür yayımladılar. Doğru yol konusunda şu tespitleri yaptılar:

“Biz, boş ve gerçekte karşılığı olmayan teoriye inanmıyoruz. Başkan Mao, ana çelişki yasasının karşıtların birliği yasası olduğunu gösterdi. Başkan Mao, niceliğin niteliğe karşıtların birliği yasası üzerinden dönüştüğünü izah etti. O, yadsınmanın yadsımasının artık bir yasa olarak varolmadığını söyledi. Ona göre asıl varolan, olumlama ve yadsımanın birliğiydi. Mao, aşamalı gelişme öğretisini çöpe attı ve monizmi savundu. Engels’in özgürlükle ilgili formülünü düzelten Mao, özgürlüğün ancak zorunluluğu ama aynı zamanda o zorunluluğun dönüşümü olarak anlaşılması gerektiğini ortaya koydu.”[15]

Bu kapalı dille kaleme alınmış, felsefi sözlerle örülü yaklaşımın kitleleri örgütlemesi imkânsız. Sadece üniversitelerde ve sivil toplumda bir avuç aydını etkileyebilir. Gelgelelim Bangladeş’te militan Maoizm kitle desteği olmaksızın hiçbir hedefine ulaşamaz.

İftihar Ahmed Çavduri
2010

Dipnotlar:
[1] On üçüncü yüzyılda Müslümanların bölgeyi fethetmesi ardından Hinduların ve Budistlerin önemli bir bölümü Müslüman oldu. Bunun sebebi, ilgili halk kitlelerinin “kast disiplininin o katı sistemi”nden pek hoşlanmıyor oluşlarıydı. (E.A. Gait, Census of India, 1909, Cilt. 6, Bölüm 1, Rapor, s. 165). Bu gelişme Doğu Bengal deltasında yaşananlarla alakalıydı. Bölgenin batısında iletişim imkânları daha iyiydi. Daha düzenli ürün alınıyordu. Bu durum toplumsal ayrışma sürecine katkıda bulundu. Bu farklılaşma Ganj Nehri’nin üst kısmındaki düzlüklerde hâkim olan Hindu kültürünün parçası haline geldi. Bkz.: Premen Addy ve Ibn Azad, “Politics and Society in Bengal”, Yayına Hz.: Robin Blackburn, Explosion in a Subcontinent içinde (Penguin, 1975), s. 80-82.

[2] Doğu Bengal’de bu türden fikir ve duygulara Lord Cornwallis’in çıkarttığı Daimi Yerleşim Kanunu (1793) sebep oldu. Bkz.: Rajat ve Ratna Ray, “Zamindars and Jotdars: A Study of Rural Politics in Bengal”, Modern Asian Studies, Cilt. 9 (1975), s.101.

[3] İki olayla ilgili incelemeler konusunda bkz.: Kalyan Kumar Sengupta, “The Agrarian League of Pabna, 1873”, The Economic and Social History Review, Cilt. 7, Sayı. 2, (Haziran 1970), s. 253-270; ve Chittabrata Palit, Tensions in Rural Bengal Society: Landlords, Planters, and Colonial Rule, 1830- 1860 (Kalküta: Progressive Publishers, 1975), s. 140-151. “Çivit İsyanları” 1858-1859’da Dinabandu Mitra’nın kaleme aldığı Nil Durpan [“Çivit Aynası”] ismini taşıyan Bengal oyununda anlatılır.

[4] Dietmar Rothermund, Government, Landlord and Peasant in India: Agrarian Relations Under British Rule (Wiesbaden: Franz Steiner Verlog GMBH, 1978), s. 89.

[5] “Banglapedia: Survey and Settlement Operations”, National Encyclopedia of Bangladesh 2006, Banglapedia, erişim tarihi: 14 Mayıs 2010.

[6] Saurabh Jyoti Sharma, “Evaluating Jyoti Basu”, Voice of India Features (7 Şubat 2010), Voi, Erişim tarihi: 10 Mayıs 2010.

[7] Bu tespit şu çalışmadan alındı: Marcus Franda, “Communism and Regional Politics in East Pakistan”, Asian Survey, Cilt. 10, Sayı. 7 (Temmuz 1970), s. 588-606.

[8] Iftekhar Ahmed Chowdhury, “Pre-history of Bangladeshi Nationalism and a Theory of Tripartite Balance”, Asian Affairs, Cilt. IV, Sayı. IV, Aralık 1982, s. 417-418.

[9] M. Rashiduzzaman, “The National Awami Party of Pakistan: Leftist Politics in Crisis”, Pacific Affairs, Cilt. XLIII, Sayı.3 (Güz 1970), s. 395.

[10] M. Nurul Amin, “Maoism in Bangladesh: The Case of the East Bengal Sarbohara Party”, Asian Survey, Cilt. 26, Sayı. 7 (Temmuz 1986), s. 759-773.

[11] Radikal Bengal partilerinin Bangladeş Hareketi’ne yönelik konumları konusunda bkz.: Talukdar Maniruzzaman, Radical Politics and Emergence of Bangladesh (Dakka: Bangladesh Books International, 1978), özellikle s. 51-52.

[12] Stephen Philip Cohen, The Idea of Pakistan (Washington DC: Brookings Institution Press, 2004), s. 73.

[13] Tariq Ali, “Pakistan and Bangladesh: Results and Prospects”, Yayına Hz.: Robin Blackburn, a.g.e., s. 318.

[14] Bu döneme dair ilginç bir değerlendirme için bkz.: Lawrence Lifsschultz, Bangladesh: The Unfinished Revolution (Londra: Zed Press, 1979).

[15] “Maoist Party in Bangladesh Reorganizes”, Anubad Sahitya Potro, (10. Sayı). Southasiarev, erişim tarihi: 7 Mayıs 2010.

13 Nisan 2025

,

Liberalizmle Mücadele Et


1. “Liberalizmle Mücadele” başlıklı yazı hangi bağlamda kaleme alındı? Mao’yu bu tür bir yazıyı yazmaya iten sebepler nelerdi?

Jose Maria Sison: Mao, “Liberalizmle Mücadele” yazısını 1937 yılında Yenan’da, teorik ve politik eğitim kampanyasının sürdüğü süreçte yazdı. Aralık 1936’da Japonya’ya Karşı İkinci Birleşik Cephe’nin anlaşma metninin imzalanması sonrası Çin Komünist Partisi ile milliyetçi parti (Kuomintang) arasında ateşkesin hüküm sürdüğü koşullardı. Bu kısa makale, 1942’de Yenan’daki Arınma Hareketi ile bağlantılı olarak, yeniden yayımlandı.

Yazı, kolektifle ve demokratik merkeziyetçilik ilkesiyle çatışan kimi parti üyelerinin bireyci tavırları ve bencil davranışlarına odaklanıyor. Komünist parti içerisinde açığa çıkmış olan bu sağlıksız olgunun toplumsal zeminini ise küçük burjuvazi teşkil ediyor. Partiye katılmış olan bazı üyeler partiye küçük burjuva kir-paslarını da taşıyorlar. Bunların proleter devrimciler kalıbına dökülmesi ihtiyacı açığa çıkıyor.

Bazı yorumcular, bu yazının başlığını görünce liberal felsefenin eleştirisini okuyacakları beklentisi içine giriyorlar. Oysa somutta Mao, isabetli bir müdahaleyle, muhtelif biçimler alan küçük burjuva ideolojisinin özünü teşkil eden bireyciliği eleştiriyor. Liberallerin, anarşistlerin, troçkistlerin, diğer bireyci ve öznelci eğilimlerin pek haz etmedikleri bu yazı ağır bir dille eleştiriliyor. Devrimci mücadele dâhilinde kolektiviteye, demokratik merkeziyetçiliğe ve kitle çizgisine karşı olan bu kesimler yazıyı yerden yere vuruyorlar.

2. Liberalizm, bazı insanlar için farklı anlamlara sahip. Bu broşürde Mao’nun üzerinde durduğu liberalizmi netleştirebilir misin? İdeolojik mücadeleye karşı çıkan liberalizm derken neyi kastediyor?

JMS: Mao, liberalizmin on bir tezahürünü ele alır. Bunlar şu hususları içerir:

1. Bir kimse açıkça hata işlediğinde huzur ve dostluk uğruna işi oluruna bırakmak; eski bir tanıdık, bir hemşeri, okul arkadaşı, yakın bir dost, sevilen biri, eski bir meslektaş ya da alt kademeden eski bir arkadaştır diye ilkelere bağlı tartışmadan kaçınmak.

2. Düşüncelerini örgüte aktif olarak iletmek yerine, özel çevrelerde sorumsuz eleştirilere girişmek. Kişilerin yüzlerine karşı hiçbir şey söylemeyip arkalarından çekiştirmek ya da toplantıda bir şey söylemeyip sonradan dedikodu yapmak.

3. Kendini şahsen ilgilendirmeyen işlere kayıtsız kalmak; yanlış olanı pek iyi bildiği hâlde, mümkün olduğu kadar az şey söylemek, açıkgöz davranıp, kaçak güreşmek; sadece, suçlanmamaya bakmak.

4. Emirlere uymayıp kendi görüşlerini her şeyin üstünde tutmak. Örgütten özel bir ilgi beklemek, buna karşılık örgüt disiplinini tanımamak.

5. Birlik, ilerleme ya da çalışmanın gerektiği gibi yapılması için hatalı görüşlere karşı tartışmak ve mücadeleye girişmek yerine, kişisel saldırılarda bulunmak, hır çıkarmak, kişisel kin gütmek ya da öç almaya bakmak.

6. Karşı çıkmaksızın yanlış görüşleri dinlemek ve hatta karşı-devrimci düşünceleri duyup da haber vermemek, bunları sanki hiçbir şey olmamış gibi kayıtsızlıkla karşılamak.

7. Kitleler arasında olup da propaganda ve ajitasyon yapmamak ya da kitle toplantılarında konuşmamak, […] bir komünist olduğunu unutarak, komünist olmayan sıradan biri gibi davranmak.

8. Birinin kitlelerin çıkarlarına zarar verdiğini görüp de tepki duymamak, onu vazgeçirmemek, engellememek, ya da ikna etmemek ve bunu sürdürmesine göz yummak.

9. Belli bir plan ya da yön olmadan, gönülsüz, baştan savma çalışmak, gün doldurmaya bakmak, “gözlerimi kaparım vazifemi yaparım” tavrı takınmak.

10. Kendisini devrime büyük hizmetlerde bulunmuş saymak, kıdemli olmakla böbürlenmek, büyük görevler için yetersiz olduğu hâlde küçük görevlere dudak bükmek. Çalışmada savruk, öğrenmede gevşek olmak.

11. Hatalarının farkında olmak, ama onları düzeltme yolunda hiçbir çaba göstermemek, kendine karşı liberal bir tavır takınmak.

Mao’nun yerinde tespitiyle, liberalizmin parti içerisindeki tüm eylemleri ideolojik mücadeleye yönelik reddiyenin somut tezahürü ve ifadesidir. Bunlara bir ekleme yapmak gerekirse, parti içerisinde liberalizmi icra edenlerin fiiliyatta kendi küçük burjuva ideolojilerini yaymaya, Marksist eğitime dönük ihtiyaçlarının üzerini örtmeye çalıştıklarından bahsedilebilir. Bu kişiler, Marksist eğitime olan ihtiyaçlarını kabul edecek tevazuya sahip değildirler. Parti üyeleri olarak kendilerini geliştirmeye yemin etmiş olanlar bu eğitime muhtaç olduklarını bilirler.

Makalenin bir yerinde Mao, bazı parti üyelerinin hem liberalizme hem de Marksizme aynı anda bağlı kalabileceklerini düşündüklerinden bahseder. Bu kişiler, birinden diğerine istedikleri zaman geçebileceklerini hatta ikisini harmanlayabileceklerini düşünürler. Hatta bu harmancılar, kendilerindeki eklektizm sebebiyle çok zeki olduklarını zannederler. Oysa liberalizmi çöpe atmadan, onunla mücadele etmeden tutarlı, sisteme bağlı, bilgili bir Marksist olunamaz.

3. Liberalizm, kendisini farklı yollardan ortaya koyuyor. İlk başlıkta Mao, bir kimse açıkça hata işlediğinde huzur ve dostluk uğruna işi oluruna bırakmaktan, kişisel ilişkiler üzerinden ilkelere bağlı bir tartışmadan kaçınmaktan bahsediyor. Ama burada söylenenin pratikte uygulanmasının güç olduğunu söylemek gerek. Bazen her yanlış hususu eleştiren ve tartışan yoldaşlara rastlıyoruz. Örgütleme safhasında kitlelerin her yanlış görüşünü ve fikrini hemen anında eleştirmenin sakıncaları ortada. Daha başta kitleleri kendimizden uzaklaştırmak istemeyiz. Burada gerekli dengeyi nasıl sağlarız, neyin liberalizm olduğunu neyin olmadığını nasıl anlarız?

JMS: Yoldaşların ve kitlelerin her bir yanlış fikri veya yanlış olguları temel alan her bir iddiası, saygılı, dostane ve ikna edici bir üslupla cevaplanabilir, açıklanabilir. Öncelikle devrimci hareket içerisinde birbirimizden öğrendiğimiz hattı propaganda ederiz. Sırf dile döken kişi gücenmesin diye yanlış fikrin dillendirilmesine izin veremeyiz.

Marksistler, tartışmada diğer tarafı ezmeden veya ona hakaret etmeden, yanlış bir fikri ya da iddiayı sorumlu ve ikna edici bir üslupla nasıl cevaplayacaklarını, nasıl açıklayacaklarını bilirler. Alabildiğine antikomünist olan fikirleri dile döken birçok öğrencim oldu. Ama bunlar, açıklamalarından bir şeyler öğrenecek zekâya sahiplerdi. En azılı antikomünist olanlar, zamanla bir eylemciye, hatta bir yoldaşa, Marksizmin sadakatli bir öğrencisine dönüştüler.

4. Mao, sorumsuz eleştiriden bahsediyor. Burada neyi kastediyor? Örgütlerimizde sorumlu eleştirilerin yapılabilmesi için hangi yöntemleri kullanmalıyız?

JMS: Parti yaşamı dâhilinde demokratik merkeziyetçiliğin ve kolektivitenin önemini ve gerekliliğini bildiğini iddia edenler bile çıkıp kolektif organların çalışma birimlerinin aldığı kararlar hilafına adımlar atabilirler veya yoldaşlarının olmadığı ortamlarda sorumsuz eleştirilere imza atabilirler, bu hâlleriyle liberal veya bireyci bir tavır sergilerler.

Bu tür sorumsuz yoldaşlara rastlanıldığında, onlar derhal gerekli organın veya kolektifin huzuruna çıkartılıp bu kişilerin eleştirileri dinlenmelidir. Bu kişiler, aynı zamanda uygun şekilde rapor edilmelidir. Böylelikle eleştiriler, ciddi bir mesele varsa onu gizleyecek her türden ayrışmaya mahal vermeden önce dinlenmiş olacaktır.

5. Emirlere uymamak ama kişinin kendi görüşlerini yüce tutması. Örgütten özel ilgi talep edilmesi ama örgütün disiplininin reddedilmesi. Bu da liberalizmin bir biçimi. Bize verilen emirleri kabul etmediğimiz durumlarda ne yapmalıyız? Örgütümüzde demokrasiyi nasıl güvence altına alabiliriz?

JMS: Bir alt organ veya kolektif, yukarıdan gelen bir emri kabul etmediğinde emrin neden yanlış olduğuna ve neden anında düzeltilmesi gerektiğine dair gerekçelerini ve konuyla ilgili gerçekleri hemen yukarıya iletmelidir. Partili herhangi bir birey, hatta partinin herhangi bir örgütü veya alt organı başıbozuk hareket edip disiplini bozamaz.

Üst ve alt organlar ve teşkilatlar arasında diyalektik ve interaktif bir ilişki söz konusudur. Üst organlar raporları, önerileri, eleştirileri ve yeni talepleri zamanında değerlendirir. Parti ve üst organları bürokratik merkeziyetçilikten ve komutacılıktan uzak durur. Komünist ilke ve tarz, kolektif üzerinden, demokratik merkeziyetçilik uyarınca çalışmayı temel alır.

6. Kitleler içinde olmak ama toplantılarda ajitasyon-propaganda faaliyeti yürütmemek, konuşmamak. Bu da liberalizmin bir biçimi. Bu başlığı birkaç örnekle açabilir misiniz?

JMS: Komünist, her zaman kitlelerin içinde olmalı, propaganda ve ajitasyon faaliyeti yürütme fırsatlarını hiçbir şekilde kaçırmamalıdır. Her zaman yakıcı sorunlarla karşılaşılır. Kitleler içerisinde devrimci bilinci artırmaya, militanlık düzeyini yukarı çekmeye her daim ihtiyaç vardır. Fırsatları heba edenler, görevini de yapamamış demektir. Bu da liberalizmin bir biçimidir, kolaya kaçmak, görevi ihmal etmektir.

7. “Gözlerimi yaparım vazifemi yaparım” ifadesi ne anlama geliyor, bu tavır örgütümüz için neden zararlı?

JMS: Bu tabir, devrimci çalışmanın düzeyini yukarıya, yeni bir düzeye çekmek için başka yoldaşlarla birlikte yeni inisiyatifler almamayı, kişinin her gün kendi rutinini yinelemesini ifade ediyor. Her gün aynı şeyi yapmaktan, statükodan memnun olanlar, devrimci hareketin güçlenmesi ve ilerlemesi için daha fazla insanın ayağa kaldırılması, örgütlenmesi ve harekete geçirilmesi gerektiği gerçeğiyle yüzleşmiyorlar.

8. Kendisini devrime büyük hizmetlerde bulunmuş saymak, kıdemli olmakla böbürlenmek, büyük görevler için yetersiz olduğu hâlde küçük görevlere dudak bükmek. Çalışmada savruk, öğrenmede gevşek olmak. Bu da liberalizmin bir türü. Yoldaşlarımızın bu liberalizm türüne meyletmemelerini sağlamak için ne yapmalıyız?

JMS: Daha fazla eğitime ihtiyaç duymasına rağmen kendisini kaf dağında görür, işlerini baştan savma yapar, kendi seviyesinin altında gördüğü işleri hor görür. Kendisine fazla değer veren ve işlerini eksik ve yanlış yapan yoldaşlarımız hem gerekli organlar ve kolektifler hem de kitleler aracılığıyla denetlenmeli ve yönlendirilmelidir.

9. Mao, broşüründe liberalizmin on birinci tezahüründen bahsettikten sonra daha fazla tezahürün bulunduğunu söylüyor. Biz okurlarımıza söz konusu metni bütünüyle okumalarını öneriyoruz. Yoldaş Joma, liberalizmin asıl kaynağını izah edebilir misin?

JMS: Mao, “Liberalizm, küçük-burjuva bencilliğinden kaynaklanır, kişisel çıkarları birinci plana alır, devrimci çıkarları ikinci plana iter ve bu da ideolojik, politik ve örgütsel liberalizme yol açar. […] Liberalizm, oportünizmin bir ifadesidir ve Marksizme tamamen aykırıdır. Olumsuzdur ve nesnel olarak düşmana hizmet eder; içimizde sürüp gitmesinden düşmanın hoşnut olması bundandır. Bu niteliğinden dolayı liberalizmin devrim saflarında yeri olmamalıdır” der.

10. Son olarak, liberalizmin devrimci kolektif için neden zararlı olduğunu, onunla nasıl mücadele edeceğimizi, bu gerçeği nasıl aşabileceğimizi izah edebilir misin?

JMS: Mao bize şunu öğretiyor:

Liberalizm, devrimci bir kolektife aşırı ölçüde zararlıdır. Birliği bozar, içteki bağları kopartır, kayıtsızlığa yol açar, nifak tohumları eker. Örgütün devrimci unsurlarını tasfiye eder, disiplini bozar, politikaların uygulanmasına mani olur, parti teşkilatlarını partinin öncülük ettiği kitlelerden kopartır. Liberalizm alabildiğine kötü bir eğilimdir.

Olumsuz bir özü olan liberalizmin üstesinden gelmek için olumlu bir özü olan Marksizmi kullanmalıyız. […] Bütün sadık, dürüst, faal ve açık sözlü komünistler, aramızdaki bazı kimselerin gösterdiği liberal eğilimlere karşı koymak için birleşmeli ve onları doğru yola getirmelidirler. Bu, ideolojik cephemizdeki görevlerden biridir.

Liberalizmi Mao’nun “Liberalizmle Mücadele” yazısını okuyup inceleyerek aşabilir, onunla bu metin üzerinden mücadele edebiliriz. Yazı, bizi liberalizm konusunda bilinçlendirecek, onu çıktığı her delikte ve her durumda dikkatle ve militan bir üslupla eleştirebilmemizi sağlayacak. Mao bize şunu tembih ediyor:

“Biz, aktif ideolojik mücadeleden yanayız, çünkü bu mücadele, parti ve devrimci örgütler içinde verdiğimiz kavganın lehine olan birliği güvence altına alan bir silâhtır. […] Buna karşılık liberalizm, ideolojik mücadeleyi reddeder ve ilkesiz barıştan yana saf tutar, böylelikle yozlaşmış ve bayağı bir tavra yol açar, parti ve devrimci örgütler içindeki bazı birimlerde ve bireylerde siyasî soysuzlaşmaya neden olur.”

20 Aralık 2020
Kaynak

30 Kasım 2024

, , , ,

O Günün Tanığı Olacağız


Kampın son günü dik tepenin üzerine kamp kurduk. Sabah kamptan ayrıldık. Yola indik. Bir motosiklet gelip beni aldı. Orman, artık ilk adım attığım andan çok farklı görünüyordu. Fıstık ağaçları, mango ağaçları, pamuk, çiçek açmıştı.

Kudurlu köylüler, taze balık dolu büyük bir tencere göndermişlerdi kampa. Elime 71 ayrı malzemeden oluşan bir liste tutuşturdular. Liste meyvelerden, sebzelerden, tohumlardan ve ormandan toplanan böceklerden oluşuyordu. Yanlarına da pazar fiyatları iliştirilmişti. Bu liste, aynı zamanda onların dünyasının haritası gibiydi.

Orman postası geldi. Bana iki bisküvi getirmişti. Narmada yoldaştan bir şiir ve bir de kitap arasında ezilmiş bir adet çiçek vardı. Maase de hoş bir mektup göndermişti. (Maase kimdi? Onu tanıma imkânı bulabilecek miydim?)

Suhdev yoldaş, “Ipod’undan benim bilgisayara müzik yükleyebilir misin?” diye sordu. Ziya-ül Hak iktidarının uyguladığı zulmün zirveye ulaştığı günlerde Lahor’da verdiği ünlü konserde kaydedilmiş, sözleri Faiz Ahmed Faiz’e ait olan Hum Dekhenge [“Günün Tanığı Olacağız”] isimli şarkıyı dinliyoruz İkbal Banu’dan.

Günün Tanığı Olacağız


Şüphesiz biz de tanık olacağız
Ezelden gelen levhada vaat edilmiş o güne.

Yeryüzü kulakları sağır edercesine tek yürek çarptığında
Hükümdarların başlarına yıldırımlar yağdığında
Dağılacak pamuk misali zulmün dağları
Biz mazlumların ayakları altında

Putlar devrilip arz-ı Hüda’da
Merdud ve haram ilân edilen
Biz ehl-i safa kurulunca yüceye
Tüm taçlar ayrılacak başlardan
Tüm tahtlar yıkılacak birer birer
Sadece Allah kalacak geride

O her yerde hazır ve nazır olan.
“Enel Hak” diye bir çığlık yükselecek sonra.
Bu hem benim hem sen
O vakit hükmedecek dünyaya halk-ı Hüda
Bu hem benim hem sen

Faiz Ahmed Faiz

* * *

O konserde elli bin Pakistanlı, şarkının ardından meydan okuyarak şu sloganı atıyordu: “İnkilab Zindebad! İnkilab Zindebad!” [“Yaşasın Devrim!”]. Onca yılın ardından bu şarkı, bugün Naksalcıların egemen olduğu ormanlarda yankılanıyor. Devrimciler ilginç ittifaklar kurmuştu, burası açık.

O günlerde içişleri bakanı, “Maoistlere fikri ve maddi destek sunanlar”a tehditler savuruyordu. Bu tehdit dolu ifadeler, İkbal Banu’yu da kapsıyor muydu?

Şafak vakti Madhav, Curi, genç Mangtu ve diğer yoldaşlarla vedalaşıyorum. Çandu yoldaş, bisikletleri organize etmek için aramızdan ayrıldı. Onunla ana yolda buluşacaktık. Raju yoldaş bizimle gelmiyordu. O dizlerle o tepeye tırmanması zordu. Niti (ki arananlar listesindeydi adı), Suhdev, Kamla ve diğer beş yoldaşla birlikte tepeye tırmandık. Yürümeye başladığımızda Niti ve Suhdev, bir sebeple, aynı anda kalaşnikoflarının emniyet kilidini açtılar. Bunu yaptıklarına ilk kez şahit oluyordum. Sınıra yaklaşıyorduk. Suhdev o an, “Bize ateş açmaları durumunda ne yapacağını biliyor musun?” diye sordu. Sanki dünyadaki en doğal şeyden bahsediyor gibiydi.

“Evet” dedim, “biliyorum. Hemen sınırsız açlık grevine başlarım.”

Büyükçe bir taşın üzerine oturup gülmeye başladı. Tırmanışımız bir saat daha sürdü. Yolun aşağısında kayanın içinde oluşmuş oyuğa girip oturduk. Pusu kurmuş gibiydik. Bizi görmeleri imkânsızdı. Bisikletlerin sesine kulak kabarttık. Vakit geldiğinde vedalaşma olabildiğince hızlı olmalıydı. “Kızıl selam yoldaşlar” deyip ayrılmalıydık. Öyle de yaptık.

Geriye dönüp baktığımda hâlen daha oradalardı. El sallıyorlardı. Boğazım düğümlendi. Onlar, düşleriyle yaşarken dünyanın geri kalanı kâbuslarıyla baş başaydı.

Her gece bu yolculuk düşer aklıma. O geceki gökyüzü, o orman yolları geçer gözümün önünden. Elindeki meşaleyle yürüyen Kamla yoldaşın o eski püskü terlikleri (şapal) içindeki topuklarını görürüm. Biliyorum, hep yürümek, hareket etmek zorunda. O sadece kendisi için yürümüyor, umut hepimiz için capcanlı kalsın diye yürüyor.

Arundhati Roy

[Kaynak: Walking with the Comrades: Report from Maoist Political Base Areas in India’s DK Forest, Kasama, 9 Mart 2010, s. 36-37]




25 Mayıs 2024

, ,

Hindistan’da “Maoist” Sorunu ve Demokratik Sol


Şok Doktrini çalışmasında bakış açısını yansıtan argümanlardan birinin altmetninde Naomi Klein, esasında demokrat olmayan, şiddete meyilli, “totaliter” Marksist hareketlerin, neoliberal devletin baskıcı tedbirlerini meşrulaştırmaya yaradığını söylüyor.

Devletin baskıcı tepkilerini davet ederken, bu “demokrat olmayan”, devrimci sol hareketler, demokratik uzamların aşınmasının ve muhalefet etme hakkının ortadan kalkmasının sebebi olarak takdim ediliyorlar. Peki ama ya o demokratik uzamlara demokrat olmayan devrimci soldan uzak durmak suretiyle destek olma fikri, radikal dönüşüm konusunda ortaya çıkacak ihtimallere mani olma, bunun yanında, kapitalist demokrasiyi ideolojik planda meşrulaştırma amaçlı pratiği temel alıyorsa?

Bugün Klein türü muhalif demokrat solcular bile baskıcı neoliberal düzeni, ondaki çifte standartçı yaklaşımları ve ikiyüzlü iddiaları ifşa ediyorlar ama bir yandan da bu düzenin temel öncüllerine bağlı kalıyorlar, zira kapitalist politik demokrasiye ait normları destekleyip meşrulaştırıyorlar. Bu isimler, demokrasiye yönelik sancılı bağlılıklarını (demokrasi mücadelelerini, geçim yollarını esas alan yaklaşımlarını, hak temelli dillerini, maduna odaklanan anlayışlarını vs.) neoliberal devletin benimsediği “şok doktrini”nin ve baskı politikalarının karşısına çıkartıyorlar ama bu yaklaşım dâhilinde devrimci solu, kabul edilir, “meşru” politik mücadelenin genel alanından kovuyorlar. Oysa Hindistan’da da gördüğümüz üzere, bu “demokrat olmayan, totaliter” Maoist hareketi baskıcı devletle bir gören demokratik sol, nesnel düzlemde içeriden konuşuyor, dolayısıyla, ağzından çıkan her şey, bu neoliberal baskıcı devlete ait demokratik uzam adına dile dökülüyor.

Bu da bize, Hindistan’da muhalif solun demokrasiyi ve demokrasi mücadelesini şehirde oynanacak yegâne oyun olarak gördüğünü gösteriyor. Bu kesimler, biçimsel demokrasiye ait normlara sadıklar, ama bir yandan da “demokrasi dışı” politik mücadelenin de şoke etme ve korkutma ile ilgili olduğunu düşünüyorlar.

Demokrasi oyununu oynamayı reddeden bir gücün liberal demokratik veya radikal demokratik konsensüsü politik düzlemde tehdit etmesi karşısında kapitalist devlet, kendisine muhalif müttefiki olarak demokratik solla birlikte iş tutuyor. Bu anlamda, birbirine karşı duran müttefikler olarak devlet ve muhalif sol, Maoist hareketi hep birlikte bir “sorun” olarak görüyor: aralarındaki fark, sadece bu sorunu anlama yöntemleriyle ilgili.

Hindistan’da Maoist hareket konusunda süren tartışmada taraflar, iki farklı yaklaşım geliştiriyorlar. Bir taraf sorunu “asayiş” sorunu; diğeri ise sosyo-ekonomik sorun olarak görüyor. Her iki bakış açısı da hareketi sorun olarak gördüğünden, esasında iki konum da tek bir konummuş gibi ele alınabilir. Ama buna hiçbir şekilde izin verilmiyor. Zira iki konum, birbirinden ayrı şeylermiş gibi görülüyor.

Hâkim düzen, politika sahasını mücadele, muhalefet ve demokrasi üzerinden inşa ediyor. Bu anlamda, tıpkı ABD’de görüldüğü gibi, Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasındaki rekabetteki politik farklılığın özünde sahte ve boş bir farklılık olduğu anlaşılmıyor. Bu politika sahası, bugün Hindistan’da Maoist seçeneğin gözden ırak tutulması suretiyle ayakta tutuluyor.

Naksallılar hareketi olarak bilinen Maoist hareket, 25 Mayıs 1967’de yaşanan köylü ayaklanmasının tetiklediği, Hindistan komünist hareketi içerisinde gelişen eğilimi ifade ediyor. Hedefini Yeni Demokrasi Devrimi olarak belirleyen hareket bu devrimi, “yarı feodal, yarı sömürgeci” devletin uzun soluklu halk savaşı ile yıkılması olarak tarif ediyor. Bu sebeple, hareket, devletin baskı ve zulmüyle yüzleşiyor. Maoistleri yok etmek için çabalayan devletin zulmü, çelişkili bir biçimde, bugün muhalif solun sosyo-ekonomik yaklaşımıyla uyumlu bir nitelik arz ediyor.

Son yıllarda birçok siyasetçi ve içişleri bakanlığı yetkilisi, Maoistleri bir asayiş sorunu olarak görüyorlar ve resmi düzeyde Maoistleri “terörist” olarak tasnif ediyorlar. Kısa süre önce başbakan, Maoistlerin ülkedeki en büyük güvenlik tehdidi olduğunu söyledi.

Maoist “sorun”unu güvenlik merkezli ele alan yaklaşıma itiraz eden muhalif solun belirli kesimleri, bu sorunu yokluktan, geçim sıkıntısından, işsizlikten ve fakirlikten kaynaklanan “sosyo-ekonomik bir sorun olarak görüyorlar ve sorunu devletin sosyal yardımla alakalı işlevlerini ortadan kaldıran neoliberal devletle ilişkilendiriyorlar. Bu solculara göre, hükümet bir hileye başvurarak, “Maoist tehdidi”ni güvenlik merkezli devleti güçlendirmek için bir bahane olarak kullanıyor. Böylelikle, baskıcı kanunlarıyla gerçek demokrat sesleri ve muhalefeti susturuyor.

Muhalif sol içerisinde bir vakitler Nehrucu sosyalizme ve planlı kalkınma anlayışına bel bağlamış, eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmayı dert edinmiş kesim, bugün sosyo-ekonomik yaklaşımı savunuyor. 1991’den beri bu kesim, neoliberal politikaların benimsenmesiyle birlikte, devlet ve bürokrasi içerisinde epey zayıfladı, dolayısıyla, onun geliştirdiği, “insaniymiş” gibi görünen sosyo-ekonomik yaklaşım, ilgili seçkinci kesimin çıkarlarıyla ilişkilendirilmeden anlaşılamaz.

Bu kesimin varlığı ve ortaya koyduğu çabalar sayesinde bir vakitler güçlü olan, refah devletçi Hindistan Planlama Komisyonu, kısa süre önce Maoist hareketi ele alan, sosyo-ekonomik yaklaşım üzerine kurulu bir çalışma yayımladı. Bizim bu makalemiz, Müfritlerin Etkisi Altındaki Bölgelerde Kalkınmayla İlgili Güçlükler başlıklı çalışmayı ele alıyor (“Planlama Komisyonuna Uzman Ekibinin Sunduğu Rapor”, Hindistan Hükümeti, Yeni Delhi, Nisan 2008, PDF).

Rapor

Rapor, Naksallılar hareketi/Maoist hareket denilen olguyu iki yaklaşımı, güvenlik merkezli yaklaşımla sosyo-ekonomik yaklaşımı merkez alarak oluşturulmuş politika sahasıyla ilişkisi içerisinde gelişen üç değerlendirme üzerinden ele alıyor. Bu politika sahasını verili kabul eden raporda Maoistler, bu sahayla ilişkileri konusunda üç düzlemde inceleniyorlar. Bu üç düzlem, birbiriyle bağlantılı, aralarında geçişler söz konusu, bu anlamda, basit düzeyde diyalektik bir ilişki içerisinde. Üç düzlemin ilki, hareketin sistemden kopmasıyla birlikte oluşuyor. İkinci düzlemde, adivasiler, arazi hakları gibi konular için dövüşmeleri sebebiyle, hareketin olumlu bir içeriğe sahip olduğu üzerinde duruluyor. Bu bağlamda, devletin sosyo-ekonomik niteliğiyle ilişkilendirilen hareketin yoksullara iş bulma, merkezsizleşme, kabile hakları gibi konularla bağlantısına vurgu yapılıyor.

Üçüncü düzlemde Maoistler, güvenlik merkezli devletle Maoistlerin reforma tabi tutulması durumunda sisteme dâhil olabilecek bir yapı olarak takdim ediliyor. Üç düzleme bütün olarak bakıldığında, Naksallıların/Maoistlerin sistemden kopma anından olumlu şeyler söyleme aşamasına, oradan da sisteme yedirilme aşamasına doğru ilerlediğinden söz ediliyor. Bu arada, güvenlik merkezli yaklaşımla sosyo-ekonomik yaklaşım denilen devlet içi iki eğilimin teşkil ettiği politika sahası, genel yapısıyla muhafaza edilmekle kalmıyor, aynı zamanda Naksallıların/Maoist tehdidinin tasfiyesiyle pekiştiriliyor. Tüm bunlar, insani duygu ve fikirleri temel alan sosyo-ekonomik yaklaşım üzerinden yapılıyor!

Rapor, ideoloji sahasında üç hamle yapıyor: ilk hamlede Naksallılar, devletin kalkınma modelinin başarısızlığının bir sonucu olarak görülüyor, buradan da hareket, onu politik bir alternatif olmaktan çıkartacak politika sahası dâhilinde bir yan ürün, tali bir olgu olarak anlaşılıyor. Buradan da rapor, ikinci ideolojik hamlesini gerçekleştiriyor ve hareketin toplumun kıyısına köşesine atılmış kesimlerin hakları için dövüşen niteliğini olumlu bir şey olarak tespit ediyor. Rapora göre önemli olan, hareketin politik ve ideolojik hedefleri değil, aslolan, bu türden yardım faaliyetleri.

Rapor, politik amaçlar denilen cilânın altındaki yardım çalışmalarına odaklanıyor. Bu tespit üzerinden Naksallıların, özyönetim, kırsalın güçlendirilmesi, adivasi hakları gibi konulara dair planları devreye sokan şefkatli bir devletten farkı kalmıyor.

İnsani duygu ve fikirleri temel alan sosyo-ekonomik yaklaşımın başvurduğu üçüncü ideolojik hamle dâhilinde rapor, doğal olarak, Maoistlerle devlet kurumları arasında ortak bir zemin bulmaya çalışıyor. Bu zeminin iki tarafında yürütülecek müzakereler için zaruri olduğu üzerinde duruluyor. İlginçtir, komşu ülke Nepal’de Maoistlerin halk savaşı alanını terk edip demokratik siyaset alanına dâhil olması için aracılık eden Hintli siyasetçiler de esas olarak Hindistan’da Maoistlere sosyo-ekonomik açıdan yaklaşan görüşü savunan isimlerden oluşuyordu. Bu kişiler, Nepal’de ideolojik açıdan gerici bir rol oynadılar. Dolayısıyla, bu gerici rol, Hintli Maoistleri bu siyasetçilerin karakteri konusunda bir ikaz işlevi görmeli.

Bahsini ettiğimiz rapor da insani temele dayalı sosyo-ekonomik yaklaşımı benimsiyor. Rapor, bu noktada Naksallıları politikalarından arındırıyor, sonra da onu “olağan politik sürece” dâhil etmek için uğraşıyor. Güvenlik merkezli yaklaşımı eleştiren sosyo-ekonomik yaklaşım, politika sahasını öyle bir yapılandırıyor ki Naksallılara-Maoistlere yönelik savunu, onları politik bir seçenek olmaktan çıkartma girişimi olarak vücut buluyor. Sosyo-ekonomik yaklaşımı benimseyenlerle güvenlik merkezli yaklaşımı benimseyenler, Naksallıların alternatif bir politik güç olmaktan çıkartılması konusunda ortaklaşıyorlar.

Görev Tanımı

Raporu hazırlayanlar, görev tanımları dâhilinde, Naksallılar hareketiyle değil, devletin “aşırıya kaçmış örgütlerin etkisi altındaki bölgeleri devletin ele geçirememiş olmamasıyla ilgileniyor. Bu sebeple, “halkta sistemdeki hatadan kaynaklı olarak oluşan hoşnutsuzluklar”dan dem vuruyor (s. vi). Rapor, Naksallıların bu hoşnutsuzluktan istifade edip toplumun kıyısına köşesine itilmiş kesimleri politik programına örgütlediğini söylüyor:

“Devlete ait mekanizmalarda ve kurumlarda yüzleşilen hatalar, yetersizlik ve adaletsizlik, Naksallıların faaliyetleri için gerekli alanı açtı.” (s. 45)

Sosyo-ekonomik bakış açısı, tam da bu mesele üzerinde duruyor. O da asayişi esas alan yaklaşım gibi Naksallıları basit bir terör örgütü olarak görüyor.

Naksallıları kendi şartları üzerinden değerlendirmek yerine, sosyo-ekonomik yaklaşım, örgütü devletin başarısız kalkınma politikalarının yan ürünü olarak görüyor. Bu yaklaşımsa esasında bugün devleti kontrol eden, güvenliği ve büyümeyi merkeze koyan, neoliberalizmden yana duran yağmacılara karşı Nehrucu kalkınma anlayışını ve devleti savunan görüş bağlamında gündeme geliyor. Bu sebeple Rapor, “1991’den itibaren ekonomi politikasında bir paradigma değişikliği yaşandığı”ndan, “devlet politikalarının eskiden gelir ve servetteki eşitsizliği azaltma vaadinde bulunduğu”ndan, ama “artık bu vaadi dillendirmediği”ndensöz ediyor (s. 57).

Rapor, altmışlarda ve yetmişlerde devletin Naksallılar hareketine yönelik geliştirdiği olumlu tepkilere atıfta bulunuyor. Bahsini ettiği tepkilerin, Maoistlerin yeminli düşmanı olan revizyonist Hindistan Komünist Partisi (Marksist) tarafından konulduğundan tabii ki hiç söz etmiyor. Bu parti, toprakların yeniden dağıtılması konusunda geliştirdiği politika dâhilinde şunu söylüyordu:

“Köylüler, büyük arazilere kavuşacaklarını gördükleri vakit Naksallılar hareketine mensup militanlara sırtlarını dönüp yüzlerini olağan politik sürece çevireceklerdir.” (s. 56)

Bu bağlamda, İndira Gandi hükümetinin toprak reformu konusunda yönetmelik hazırladığı, mevcut kanunları revize ettiği, bunun neticesinde, köylerdeki huzursuzlukların azaldığı, böylelikle Naksallıların kitle tabanının eridiği üzerinde duruluyor (s. 56).

Rapor, artık güvenliği esas alan neoliberal devletin hükmünü yürüttüğü koşullarda, devletin herkese eşit toplumsal haklar sunma sorumluluğunun ortadan kalktığını, devletin yoksul köylülere karşı yükümlülüklerini yerine getirmediğini söylüyor. Rapora göre “hükümet politikalarında modernleşmeye, makineleşmeye, ihracat odaklı ekonomiye, piyasa için üretilen ürünlerin çeşitlendirilmesine, kimi teşvik uygulamalarının kaldırılmasına yönelik bir eğilim ortaya çıktı, bu da birçok yönden yoksulların canını yaktı” (s. 2). Dolayısıyla, köylerde artan hoşnutsuzluğun ve huzursuzluğun, buradan da Naksallılar hareketinin gücündeki artışın sebeplerini açıklarken Rapor, esas olarak devletin neoliberal politikalarına yönelik kapsamlı eleştiriye odaklanıyor. Naksallılar hareketinin artan gücü ve saldırganlığı, bu politikalardaki başarısızlığın delili olarak sunuluyor.

Birinci İdeolojik Hamle: “Başarısız” Kalkınma Modelinin Sonucu

Rapor göre Naksallılar, devletin kalkınma politikalarındaki yanlışlığın somut bir tezahürü. İki devletçi kutup arasındaki rekabetin damgasını vurduğu politika sahasında güvenlik merkezli yaklaşımla kalkınma merkezli yaklaşım kapışıyor. Esasında tartışmada Naksallılar hareketi bir bahaneden ibaret. Artık devlet içerisinde marjinalleşmiş olan kesim, onu kontrol eden neoliberallere Naksallılar üzerinden laf yetiştiriyor. Bu kapışma, Planlama Komisyonu ile İçişleri Bakanlığı arasındaki çekişmede karşılık buluyor. İki kesim de Naksallılar hareketi-Maoist hareketin politika sahasında kurucu bir bileşen olarak varolduğunu düşünmüyor, onu sadece yan ürün, tali unsur olarak görüyor. Sosyo-ekonomik yaklaşım diğerinden, harekete devletin daha müşfik yaklaşılmasına dair önerisi üzerinden farklılaşıyor.

Tabii devletin harekete müşfik, insani, kucaklayıcı bir şekilde yaklaşabilmesi, “demokratik tarzı” muhafaza edebilmesi için hareketin politik açıdan sahip olduğu çapaklarından kurtulması, radikal niteliğinden sıyrılması gerekiyor. Güvenlik merkezli yaklaşımla rekabeti dâhilinde, bahsini ettiğimiz raporda dile getirilen sosyo-ekonomik yaklaşımın sahipleri, cesur bir adım atarak Naksallıların kendilerine benzediklerini söylüyorlar! Bu noktada, hareketin marjinalleştirilmiş kesimlerin hakları için verdiği mücadeleyle refah devletini yan yana koyuyorlar. Naksallılar hareketinin refah devletçi muhalif solun onu devlet iktidarından uzaklaştırmış olan neoliberalcilere darbeler indirdiği imasında bulunuluyor. Bu tespitler, refah devletçi muhalif solun Hindistan’da Maoistlere karşı neden “yumuşak” bir tavır içerisinde olduklarını izah ediyor.

İkinci İdeolojik Hamle: Hizmet Sağlayıcılar Olarak Maoistler

Rekabet ettiği güvenlik merkezli yaklaşımla arasına mesafe koymak adına Rapor, Maoist hareketin sadece mevcut devletin başarısız kalkınma politikalarının basit bir sonucu olmadığını söylemekle kalmıyor, aynı zamanda bu sorunu kendince çözmeye çalışıyor. Bu noktada Rapor, şunu söylüyor:

“Devleti şiddet araçlarıyla ele geçirme denilen ideolojik hedefleri haricinde, bu aşırı radikal güçlerin temel programları, esasında yoksulların ve topraksız köylülerin yoksul ve mahrum hâllerine, temel haklardan uzak oluşlarına son vermeyi amaçlıyor.” (s. 70)

Burada da görüyoruz ki Rapor, Naksallıları tali unsur, yan ürün olarak görüyor. Bu anlamda Rapor, hareketin politik güç olarak sahip olduğu “kimliği” göz ardı ediyor. “Müşfik ve insani” yaklaşım, esasında Naksallıların ideolojisine, politik programına ve “Hindistan devletini yıkma amacını beyan edişi”ne “kimlik”leri gibi birer yan ürün ve tali unsur olarak yaklaşıyor.

Bu anlamda Naksallılara yönelik müşfik ve insani yaklaşım, “ideolojik hedefi ve politik muhteva”yı dışlıyor. Rapor, Hint devletinin güvenlik merkezci saldırganlığına karşı koymanın en iyi yolu olarak gördüğü refah devletçi yaklaşımla ele aldığı Naksallıları politik özünden arındırmak için uğraşıyor. Naksallıların “halk yanlısı” faaliyetlerine dair doğru şeyler söyleyen Rapor, sosyo-ekonomik yaklaşımıyla, güvenlik merkezci yaklaşıma kıyasla “daha ilerici”ymiş gibi görünüyor. Oysa, güvenlik merkezci kutbun daimi varlığına ihtiyaç duyan politika sahasında faaliyet yürüten bu sosyo-ekonomik yaklaşım, mevcut politik dizilimi takviye ediyor.

Güvenlik merkezci yaklaşıma karşı koyarken muhalif sol, mevcut politika sahasını yeniden teyit ediyor, Maoistlerin bu sahayı yeni bir dizilime kavuşturma çabalarını çöpe atıyor. Bu anlamda, Naksallıların politik bir hareket olarak görülmemesi, Rapor’un görev tanımının dayattığı kısıtlamalardan kaynaklanmış bir “kusur” olarak görülmemeli. Bu yaklaşım, esasında Rapor’un sosyo-ekonomik yaklaşımının dayandığı mantığın pratikteki işleyişine ait bir sonuç. Bu yaklaşım, ideolojik açıdan en iyi ve en net ifadesini, güvenlik merkezci yaklaşıma karşı ilerici bir konum alıp Naksallıların insanların geçimle alakalı sorunlarına yardım çalışmalarıyla çözüm bulmalarına işaret eden cümlelerinde buluyor.

Rapor’un üzerinde durduğu zımni, örtük önerme şu: Maoistlerin politik hedefleri ve ideolojisi, basit bir kabuktur, o kabuğun içindeki olumlu öz, açığa çıkartılmalıdır. O öz de halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması, şikâyetlerinin giderilmesi ile ilgilidir (ki zaten Naksallılar da Robin Hood tarzı iyiliksever isyancılardan başka bir şey değildir!)

Rapor’un açık etmediği, gizli tuttuğu ideolojik önermeyi ise şu şekilde ifade etmek mümkündür: “Günün sonunda hepimiz halka mal ve hizmet tedarik etmek için yola çıkmış, geçimle ilgili imkânları sağlamaya çalışan yardımsever insanlar değil miyiz? Neticede iktidar, demokrasi, zulüm gibi meseleler tali değil midir?”

Her ne kadar Maoistleri devleti şiddet araçlarıyla yıkma mücadelesi veren politik bir güç olarak görmese de Rapor, iktidar, demokrasi ve zulüm gibi meselelerin ele alındığını iddia ediyor.

“Raporun ele aldığı konularla almadığı konular arasındaki bağ, Naksallılar hareketinin kitlelerden destek bulma çabası dâhilinde belirleyici olan halkın sorunları ve ihtiyaçlarına cevaplar bulmasında aranmalı.” (s. 45)

Naksallıların faaliyetlerinin halkın şikâyetlerini gidermeyle sınırlı olmadığını tespit eden Rapor, nedense halkın o şikâyetleri giderme çabaları yüzünden örgütle birlikte hareket ettiğini söylüyor (yani diyor ki “yoksula yiyecek-giyecek verirsen o da sandıkta oy atar”.) Yani aslında Rapor, Naksallılara yönelik kitle desteğinin geçimle alakalı sorunları çözmesiyle ve örgütün halka devletten daha hizmet sunmasıyla ilgili olduğunu söylüyor. Bu fikri hattı takip eden Rapor, devamında Naksallıların yardım çalışmalarına dair örnekleri sıralıyor ve böylelikle örgütü hizmet sağlayıcı STK’larla devletin kalkınma kurumlarının yanına yerleştiriyor. Buradaki diğer önemli sorunsa şu: Rapor, Maoistleri hizmet sağlayıcı olarak kodladığı gibi Maoistlere örgütlenen halkı da hizmet beklentisi içerisinde olan kişiler toplamı olarak görüyor.

Rapor, politik özneye, toplumsal değişimin failine ve o değişimin sonuçlarının yükünü omuzlamak isteyen bir güce dönüşmesi mümkün olan halkı insani yardım arayıp duran bir güruh olarak takdim ediyor. Alain Badiou’nün de dediği gibi, “İnsanı kurban, ölüme yazgılı bir varlık gibi gören, ona bu şekilde muamele eden insan hakları, sefalet karşısında hayatta kalanların hakkına dönüşüyor.” [Ethics: An Essay on the Understanding of Evil, Londra: Verso, 2001, s. 12).

İlk ideolojik hamle dâhilinde Naksallılar, devletin başarısız kalkınma politikalarının sonucu olan tali bir unsur olarak tasvir ediliyorlar. İkinci hamlede ise halkın geçim sorunlarına dokunan bir güç olarak görülen Naksallıların olumlu rolünden söz ediliyor, buradan da örgütün politikası refah devletinin yürüttüğü faaliyetlere indirgeniyor. Ardından da üçüncü hamleye geçiliyor. Bu hamle dâhilinde Naksallılara, refah devletinin marjinalleştirilmiş kesimlerin belirli haklara kavuşmasını sağlamakla ilgili misyonunun ortağı ve yedek gücü olma rolü bahşediliyor. Bu anlamda Naksallılar politik manada hadım ediliyorlar.

Rapor, Naksallılarla müzakereler yürütülmesini tam da bu zemin üzerinden öneriyor. Aslında bu öneri, hareketin tasfiyesi veya insani bir yaklaşımla elinden tutup onu “demokratik sürece” dâhil etmek için başvurulacak bir tür reçete olarak dillendiriliyor.

Üçüncü İdeolojik Hamle: Müzakereler (Ya da Maoistlerin Tasfiye Edilmesi)

Sosyo-ekonomik yaklaşım, Naksallıların yoksul köylülere mal ve hizmet sunma çabalarını, onlara geçim kaynaklarına erişme imkânı sunmaya yönelik adımlarını, orman haklarının gündeme getirilmesi ile ilgili çalışmalarını takdir ediyor. Naksallıları neoliberal kalkınma modelinin yol açtığı boşlukları dolduran bir güç olarak takdim eden Rapor, marjinal kesimlere yönelik yükümlülükleri yerine getiren, toplumsal hakları savunan Naksallılarla toplumsal sorumlulukları olan devlet arasında bir süreklilik bulunduğunu varsayıyor. Rapor, merkezsiz ama toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan bir devletin halkı Naksallılardan uzaklaştıracağını, benzer türde faaliyetler yürütmekte olan örgütle müzakere süreci için gerekli zeminin bu şekilde sağlanacağını söylüyor.

Refah devletiyle Maoistleri ortak zeminde buluşturan sosyo-ekonomik yaklaşım, örgütü potansiyel müttefik olarak görüyor. Üçüncü ideolojik hamle dâhilinde ilgili yaklaşım, buradan, devlete örgütle müzakere yürütmesi için bir gerekçe sunuyor.

Özetle; sosyo-ekonomik yaklaşım, ilk hamlesinde Naksallıları sistemin hatasının yan ürünü, tali unsuru olarak tasvir ediyor; ikinci hamlede hizmet sağlayıcı bir güç olarak takdim edilen örgütün olumlu yönü üzerinde duruluyor; üçüncü hamlede ise örgüt, sistemin sorunlarına çözüm bulacak bir müttefik olarak görülüyor. S. Banerjee’nin de ifade ettiği biçimiyle, Rapor esasında net ve açık bir mesaja sahip:

“Maoistler, iktidarı almakla ilgili ‘azami’ hedeflerini bir süreliğine rafa kaldırıp devletle polisle Naksallılar arasında yaşanan çatışmaların ortasında kalmış olan binlerce yoksul ve masum ailenin insani çıkarları konusunda devletle müzakere yürütebilir.” [“On the Naxalite Movement: A Report with a Difference”, Economic & Political Weekly, 24 Mayıs 2008, s. 12).

Bu yaklaşımda örtük olarak Maoistlerin refah devletiyle müzakere yürütmesi ve şiddet araçlarına başvurulan halk savaşını askıya alması gerektiğinden söz ediliyor. Bunu yapmamaları durumunda, şiddet takıntıları sebebiyle ve halkın en temel sorunlarını çözmek yerine insanları öldürmeleri üzerinden suçlanacaklar (İlginç olan şu ki kısa süre önce Nepal’de de Maoistler, “politik farklılıklar”ı bir yana koymanın şart olduğuna dair fikre teslim oldular, “yeni ve birleşik modern Nepal” için yürütülen “uzlaşma, gelişme ve barış” süreci içerisinde çalışma sözü verdiler. Bunu yaptıkları an radikal politik güç olarak tasfiye oldular.) Demek ki bu noktada bizim şu soruyu sormamız gerekiyor: sosyo-ekonomik yaklaşım, Maoistlerin “demokratik” veya “insani” yollardan tasfiye edilmesi için önerilen bir reçete olabilir mi?

Eleştiri ve İdeoloji

Muhalif sol, mevcut politika sahasındaki ayrışmayı görüyor, onu dikine kesecek hamleler yapma cüretini göstermediği için egemenlerin politika sahasına kul-köle oluyor. Sosyo-ekonomik yaklaşım ile onun neoliberal devlete yönelik eleştirisi, her türden radikal dönüşüm ihtimalini ortadan kaldırıyor: bu anlamda, yaklaşımın ideolojik niteliği üzerinde durmak gerekiyor: burada “ideoloji”, yanlış bilinç yaymakla değil, mevcut politika sahasının sürekli ve daimi kılınması ile ilgili. Sosyo-ekonomik yaklaşım, Maoistlerin politika sahasındaki ayrışmayı dikine kesme ihtimalini ortaya çıkartmak suretiyle yeni bir politika sahasının oluşturulmasına mani oluyor.

Muhalif sol, Maoistlerin “tanınma”sını ve kabulünü sosyo-ekonomik bir sorun olarak gören güvenlik merkezli yaklaşıma yönelik ilerici eleştirilerinin ve itirazlarının kendisindeki insani öznelliğin bir sonucu olduğunu düşünüyor. Bu, özünde yanlış bir düşünce. Zira aslında tam tersi geçerli: Muhalif sol, sosyo-ekonomik yaklaşımını geliştirecek demokratik alanı, Maoistlerin politika sahası dışından gerçekleştirdikleri, kendisinin “totaliter” ve “gayrı demokratik” kabul ettiği, mevcut devlet düzenini yıkmakla ilgili müdahaleleri sayesinde buluyor. Muhalif solun, neoliberal devlet sosyal yardımla ilgili işlevlerinden uzaklaştığı için Maoistlerin yoksul ve marjinal kesimleri örgütlediği, bu kesimlerin tam da bu sebeple ele silah aldıklarına dair lafları sakız gibi sürekli çiğnemesinin bir anlamı yok.

Arundhati Roy konuyla ilgili şunu söylüyor:

“Bugün silaha artık daha fazla insan ulaşıyor. Peki şiddetin arttığından söz edebilir miyiz? Eğer hükümet, ilerlemeyi ve halkın refahını ölçmek için ‘büyüme oranları’na ve Bombay borsasındaki işlemleri gösteren Sensex endeksine bakıyorsa, tabii ki artacak.” (“Interview”, Tehelka, 31 Mart 2007).

Halkın silaha ulaştığı koşullarda Maoistlerin sebep olduğu “totalitarizm tehdidi”ni muhalif sol, neoliberal güvenlik merkezli değerlendirmeyi çürütmek için kullanıyor. Bu noktada muhalif sol, neoliberal güvenlik merkezli yaklaşımı devletin, temsil kurumlarının ve hükümetin “demokratik” meşruiyetini ortadan kaldırmakla suçluyor. Bu sayede solcu Uzman Grubu Maoist örgütün omzu üzerinden mevcut “neoliberal”, “halk düşmanı” Hint devletini yaylım ateşine tutuyor ve “sol”un mevcut devleti (yani “demokratik ve halk odaklı devlet”i) daha iyi yöneteceğini, devrimci hareketlerin yol açtığı güçlüklere karşı devleti “demokratik yollardan” koruma altına alacağını iddia ediyor.

Aslında Maoistlerin şiddete meyilli ve gayrı demokratik olduğunu söyleyenler, devlete muhalefeti boğması ve demokratik güçleri ezmesi için bahane sunuyorlar. Bugün birçok yerde işittiğimiz bu görüş, devlet merkezli demokrasi ve özgürlük anlayışının ürettiği bir görüş. “Maoist bahanesini ortadan kaldıralım ki devlet yanılgıya düşüp insanlarına baskı uygulamasın” diyen anlayış devlete hürmet eden bir anlayıştır ve devletin özünde baskıcı olmadığını söylüyordur. Bu yaklaşım daha önemli bir şey yapar: radikal dönüşüme yönelik her türden çabayı devlete demokrasiyi askıya alması için bir bahane sunduğu gerekçesi üzerinden ideolojik düzlemde kötüler.

Neoliberal politikalara yönelik eleştirileri dâhilinde, muhalif sol içerisinde önemli konumlarda olan bazı insanlar, Ülke Genelinde Köylülere İstihdam Garantisi Verilmesiyle İlgili Kanun ve Bilgilenme Kanunu gibi kanunlara destek verdiler, bu tür konularla ilgili hukuki çalışmalara katıldılar, bir yandan da baraj, maden, özel ekonomi bölgeleri gibi projeler üzerinden insanların yerinden edilmesine karşı çıktılar, kabilelerin ormanla ilgili hakları konusunda faaliyet yürüttüler. Muhalif sol ayrıca Çatisgar’da iç savaşın eşiğine gelen sürece karşı çıkmak gibi kimi pozisyonlar aldı. Bilindiği üzere Çatisgar’da devlet, Maoistlere karşı Salva Cudum denilen örgüte bağlı çeteleri silahlandırmış, Orissa’da insanların yerinden edilmesine neden olan eylemlere destek sunmuştu.

Politika sahası ve genel olarak sistem, tavizler talep edildiğinde veya kopartıldığında pekişiyor. Bunun bir örneği de insan hakları eylemcisi Binayak Sen’in serbest bırakılmasına dönük eylemlerdi. Bu eylemlerde onun “iyi bir doktor” ve “gerçek bir hümanist” olduğu üzerinde duruldu ve gözaltı halinin sürmesinin Hint demokrasisinin kötü görünmesine neden olduğu söylendi. Ama kimse, onun Maoistlerle bağlarına değinmedi, Maoistler, radikal ötekiler olarak lanse edildiler. Maoistlerin ülkedeki zalim yasalara, baskı tedbirlerine, genel olarak devlete karşı verdiği mücadelesi de aynı şekilde dışarlıklı ve yabancı bir olgu olarak gösterildi.

Tüm bu eleştiriler, hareketler ve kampanyalar, Hint devletinin içerisinde zayıflamış bir kanat olarak sosyal demokrat hizbin icraatları olarak biçimlendi. Totalitarizm karşıtı, yeni Gandici, modernizmi eleştiren, devlete karşı solcuların bir pratiği olarak cisimleşti. Dolayısıyla, üçüncü bir konumun oluşmasına izin verilmedi.

Birleşik İlerici İttifak hükümetinin kurduğu Ulusal Danışma Kurulu, muhalif solun özelliklerini bünyesinde toplamış bir yapı. Bu kurul, Hindistan Komünist Partisi’ndeki ve Hindistan Komünist Partisi (Marksist)’teki sosyal demokrat solun, “sosyalist yol”un, yeni Gandici solun ve parti dışı politik oluşumların buluştuğu bir kavşak. Neoliberal saldırıya aynı zamanda Hindu sağındaki güçlenmeye karşı birleştiklerini iddia ediyorlar. Solun bu kadar farklı rengini bir araya getiren diğer bir etkinlik de 2004’te Mumbay’da düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’ydu.

Hindistan Komünist Partisi (Marksist) hükümetinin 2007-2008’de özel ekonomik bölgeler oluşturma teklifine karşı gelişen direnişle birlikte bu ittifak, güçlü bir itirazla yüzleşti. Eski sosyal demokrat sol olarak HKP(M) ve her daim kararsız olan HKP’nin birlikte neoliberal politikaları uygulayacağı net bir biçimde görüldü. HKP(M), bazen Dünya Bankası ve IMF politikalarına saldıran ama bazen de tam tersi yönde ilerleyip o eleştirdiği neoliberal küreselleşmeye uygun adımlar atan bir parti. Ondaki antiemperyalizm, parlamento siyaseti denilen oyunda hayatta kalabilmek adına üzerine geçirdiği basit bir gömlekten başka bir şey değil. Muhalif sol, HKP(M)’nin emperyalizm ve kapitalizm yanlısı politikalarına ve baskıcı tedbirlerine pratikte karşı çıktı.

Kopan Gürültüler, Yaşanan Değişimler

Gelgelelim, sınıfsal çelişkiler keskinleştikçe, güçlü kapitalist sınıfın ittifak kurduğu, zincirlerinden boşanmış ve tüm acımasızlığıyla saldıran devlet karşısında ümitsizliğe kapılan halk kitlelerinin tepkileri bazen şiddete ve radikalizme meylettikçe, muhalif solun neoliberalizme ve baskıcı yasalara yönelik geliştirdiği demokratik eleştirinin alanı iyice daralıyor. Yani 1991 öncesinde politika sahasına sosyal demokrat sosyo-ekonomik yaklaşım ile güvenlik merkezli yaklaşım damgasını vuruyordu. Bugünse serbest pazarcı devlette önemli değişimlere tanık olunuyor. Güvenlik merkezli yaklaşımı benimsemiş olan neoliberal devletin güçlenmesiyle birlikte sosyal demokrasi, özelde HKP(M), “kitlelerin safında” olan bir güç iken, açıktan devletin ve sermayenin safına geçti. Bu değişimle birlikte Maoist hareket gibi direniş tarzlarının ve eylem biçimlerinin niteliği ve kapsamı da değişti.

Nandigram’da kitleler, HKP(M)’nin parti ve hükümet olarak parlak bir buluşmuş gibi takdim ettiği özel ekonomik bölgelere karşı eylemler yapınca sosyal demokrasinin kitleleri sermaye ve devlet adına kontrol altında tutma rolünden uzaklaşıp neoliberal saldırının öncüsü olma rolünü üstlendiği anlaşılmış oldu. HKP ve HKP(M) gibi iki önemli komünist partide cisimleşmiş olan sosyal demokrasi, onlarca yıl kitlesel direnişleri zarar vermeyecekleri yerlere kanalize edip etkisizleştirme görevini üstlendi. Bugün görünüyor ki sosyal demokrasi, kitlelerin sisteme yönelik tehdidi yönetme işiyle artık yetinmiyor. Bu “tarihsel yağma” pratiğinden elde ettiği kazancın yanında, sermaye ve devletin yönetilmesi işinin getireceği kazançtan da doğrudan pay almak istiyor.

Bu süreç, muktedir politik sınıflara uysal ama kızıl bir sol armağan ediyor. Ama görebildiğimiz kadarıyla aynı sınıflar, kitlelerdeki toplumsal hoşnutsuzluğu kontrol altına alma konusunda güvenebileceği bir “sol” bulamıyorlar. Bu hoşnutsuzluğu kontrol altına alma konusunda STK’lar, toplumsal hareketler, Hindu sağı, tümden başarısız oldu. Narmada Baçao Andolan [“Narmada Nehri’ni Kurtarın Hareketi”] gibi militan ama şiddet araçlarından uzak duran, hiyerarşiden yoksun mücadelelere yürüten yeni Gandici toplumsal hareketler, enerjilerini bu süreçte önemli ölçüde tükettiler.

Bunun yanında, komünist partiler ve sosyal demokratlar gibi meclis siyaseti yürüten partiler, açıktan sağa kaydılar. Güvenlik meselesini merkeze alan, baskıcı neoliberal devletin milyonlarca insanın hayatını ve geçim kanallarını mahvettiği koşullarda, sosyal demokrasinin oynadığı roldeki değişiklik, esasında ezilen-sömürülen halk kitlelerini direnişlerini “demokrasi” hattına çekip kuşatabilecek, kontrol altında tutabilecek, güven veren tek bir “sol” politik gücün bulunmadığının delili. Oysa direniş imkânları muktedir sınıflar için sorun, devrimci güçler için avantajdır.

Bu anlamda, mevcut konjonktür, sermaye ve devletin şu veya bu hizbinin yönetemediği kitlesel tepkilere dair ihtimalleri gündeme getiriyor. Batı Bengal eyaletinin Nandigram şehrinde HKP(M)’nin özel ekonomik bölge projesi dâhilinde bir kimya merkezi kurma çabalarına yönelik tepkiler sonucu yaşanan polis saldırısı, sosyal demokrasinin ve sol güçlerin rolündeki ve niteliğindeki değişikliğin kitlelerin radikal direnişleri için yeni kapılar açtığını ortaya koyan bir gelişmedir. Uzlaşma nedir bilmeyen, radikal halk kitleleri ne müzakereye ne de arabuluculara olur verdi. Medha Patkar gibi orta sınıfa mensup aktivistlerin direnişe yönelik desteği, “saldırıların yaşandığı bölgeler”e yapılan ziyaretlerle sınırlı kaldı. Oysa Narmada Baçao Andolan gibi önceki eylemlerde orta sınıfa mensup aktivistler, hiyerarşiden ari olsa da mevcut harekete liderlik edebilmişlerdi.

Bu durumda mevcut “gerçekliği” aşan radikal değişimin tohumlarını bağrında taşıması muhtemel herhangi bir sol örgüte rastlanmıyor. Maoist hareket de tam da bu boşluğa doğru genişlemek zorunda. Genel anlamda, Maoistlerden ayrı olarak şu tespiti yapabiliriz: kitlelerin direnişi ve tepkileri ileride her zaman radikal olmasa da nispeten daha az demokratik daha az hak temelli ama daha çok şiddet araçlarına açık bir hâl alacak.

Ülkenin birçok yerinde Maoistler varlık alanlarını genişletiyorlar, toprağa daha fazla kök salıyorlar. Nandigram şehrindeki direnişe can katanlar ve yön verenler, bizatihi Maoistlerdi. Bu türden gelişmeler, mevcut politik dizilimi yeniden yapılandırma potansiyeline sahip.

Buna karşılık, muhalif sol politik güçler dengesindeki bu değişimi hâlen daha dikkate almak istemiyor. Devletin gücünü, sermayenin gür sesini anlamaya yanaşmayan, bu anlamda, demokrasi ve anayasa alanının dışında seyreden kitlesel hareketler ve direniş karşısında hâlen daha devlete ve sermayeye odaklanan muhalif sol, bu iki gücü saf ve soyut olgular olarak ele alıyor, eleştirmenin anlamsız olduğu, hepten kudretli yapılar olarak görüyor.

Mevcut politik düzene yönelik eleştiri konusunda muhalif sol, sadece kendi keyfine bakıyor, sadece kendisini görüyor, sadece kendisine kilitleniyor. Bu sebeple, muhalif sol, hâkim politika sahasının dışında cereyan eden her türden direnişi değersiz görüyor, bu tür direnişlerin başka bir seçeneğin tohumlarını bağrında taşıdığını düşünmüyor. Muhalif sol, sadece “kitlelerin şikâyetleri”ni gideremeyen neoliberal devletin sunduğu örneklere bakıyor.

Bahsini ettiğimiz Rapor’da acil ele alınması gereken konular olarak, “toplumsal huzursuzluk”, “demokrasinin aşırı yükü”, “demokratik yönetişimdeki kriz” ve “gerçek şikâyetler giderilmesi ihtiyacı” gibi başlıklar üzerinde duruluyor. Bu vurgular bize, esasında muhalif ve parlamentocu solun silâhlı devrimci mücadelenin ortaya çıkma ihtimalinden korktuğunu gösteriyor.

Tam da burada Frantz Fanon’un sömürgecilik karşıtı mücadelede orta sınıfların sergilediği tavra ve karaktere dair tespitini hatırlamak gerekiyor: Orta sınıflar, sömürgecilik karşıtı dili kullanmalarına rağmen, bir yandan da silahlı mücadeleyi ne pahasına olursa olsun sonlandırmak istiyorlar.

Sistemin arzusu sır değil. Her şeyden önce sistem toplumsal hoşnutsuzluğu kontrol altına almak istiyor. Bu konuda gösterdiği başarıları muhalif solun belirli kesimlerini yeni gelişmekte olan politik seçeneklere karşı körleştiriyor. Tam da bu sebeple muhalif sol, neoliberal devleti devlete dosta ikazda bulunur gibi eleştiriyor, bu anlamda, devletin kriz yönetimine katkıda bulunuyor. Kendi tabanının yaşadığı deneyimler üzerinden muhalif sol, daha fazla bilgiye vakıf oluyor. Devletin gerçek çıkarlarını derinlemesine bilince çıkartıyor, gerçek tehlikeleri daha iyi görüyor, devletin yüzeysel, büyüme merkezli fikirler üzerinden ayakta kalamayacağını anlıyor, iktidardakilerin kibrine ve açgözlülüğüne saldırıyor. Devletin gerçek sesi olarak muhalif sol, her şeyi devletin için doğru yola sokmak amacıyla faaliyet yürütüyor. Bu nedenle kendisinin ve demokrasinin daha fazla bela ve sıkıntıyla yüzleşmemesini istiyor. Muhalif sol, bu düzlemde, ülkedeki politik güçler dengesini yeniden yapılandıracak bir gücün ortaya çıkışı için yol açmakla zerre ilgilenmiyor. Nandigram gibi yerlerde yaşanan direnişler gündeme mevcut politik sistemin dışında duran yeni demokrasi biçimleri ve iktidar organlarını getirdiklerinde muhalif sol, hemen anayasada yer alan, artık gerçeklikte hiçbir karşılığı kalmamış, özyönetime ve köy konseylerine dair hükümleri “demokratik karar alma süreçleri adına” canlandırmaya, yani “cemaatleri bu karar alma süreçlerine dâhil etmeye” çalışıyor. Amit Bhaduri Development With Dignity: A Case for Full Employment (Yeni Delhi: National Book Trust, 2005) kitabında tam da bu sebeple “köy konseyleri üzerinden iktidarın merkezsizleştirilmesi”nden ve” anayasal hükümlere atıfta bulunmak suretiyle, “katılımcı demokrasi yoluyla kalkınma”dan bahsediyor.

Korkuların En Büyüğü

Görebildiğimiz kadarıyla güvenlik meselesini öne çıkartan devlet, kitlelerin politik hareketliliğinden ve tepkilerinden korkuyor, buna karşın, muhalif solun sosyo-ekonomik yaklaşımı ise bu politik hareketliliği ve tepkileri politika sahasının dışında tutmak istiyor. Bu anlamda, ideolojik açıdan ilericiymiş gibi görünen sosyo-ekonomik yaklaşım, baskıcı güvenlik merkezci devletin mütemmim cüzü.

Devlet, kitlelerden, kitlelerin direnişinden, daha da kötüsü, kitlelerin Maoist olmasından korkuyor. Kendisini güvence altına almak adına insan haklarını çiğniyor, baskıcı tedbirlere başvuruyor. Demokratik alanın daralıp hakların ortadan kalkması, bunun sebebi olarak güvenlik merkezci devletin yükselişinden de muhalif sol korkuyor. Alain Badiou buna “korkuların en büyüğü” diyor (“The Communist Hypothesis”, New Left Review, Sayı 49, 2008, s. 30).

Muhalif sol, devletin kitlelerin direnişi karşısında geliştirdiği baskıcı tepkinin demokratik olmayan sonuçlarından korkuyor. Oysa “bu en büyük korku, içeriği pek tespit edilemeyen tali, başka şeylerin sonucu olan bir duygu. Geniş halk kitleleriyle kurulacak ittifaka dair hiçbir anlayış geliştirilmiyor.” (s. 30)

Hem devletin tepkisinden korkuyor hem de kitlelerin politik tepkilerine iştirak edemiyor. Hindistan’da muhalif solun yüzleştiği açmazın özeti bu. Örneğin Kasım 2005’te Cihanabad kentinde Maoistlerin hapishaneden firar edişine bakalım. Şehirdeki halk, hapishaneye hücum etti. Devlet iktidarının eli kolu bağlandı. Bu sayede tutsaklar hapishaneden firar ettiler. O gün orada görevde olan bir polis, tüm şehir halkının “terörist” olduğu yorumunu yapıyordu.

Gelgelelim, devlet düzeninin çöktüğü, halkın kendisine güveninin arttığı bu olay neticesinde muhalif sol, korkuların en büyüğüyle yüzleşti. O, yaşanan olayda sadece “Naksallılarla devlet arasına sıkışmış halk”ı ve “mücadelenin başka biçimlerinin yürütüleceği demokratik alanın büyük ölçüde daralmış olması”nı gördü (Bela Bhatia, “Jailbreak and the Maoist Movement”, Economic & Political Weekly, 17 Aralık 2005, s. 5370).

Geniş halk kitlelerinden kopan muhalif sol, “muhalefet etme hakkı”nın peşinden koşuyor, sürekli, boş ve bitaraf kalabileceği bir alanın savunulması ve desteklenmesi için “demokratik alanlar” arıyor. Muhalif solun eleştirileri, radikal muhalifin sadece kendisiyle ilgili ifadeleri ile radikal şık beylerin ve hanımların radikal hayal ürünü fikirleri arasında salınıp duruyor. Bu açıdan, Roy’un şu muhteşem ifadesi, söz konusu yaklaşımı gayet iyi anlatıyor: “Ben, ülkeden kopmuş olan, bağımsız, hareket hâlindeki bir cumhuriyetim” (“The End of Imagination”, Outlook, 3 Ağustos 1998). Orta sınıftaki kendine ve keyfine düşkünlük hâli, onun “demokratik alanlar” aramayı asli politik görev kabul etmesine neden oluyor. Bu arayış neticesinde orta sınıf, halk kitlelerinin bu demokratik alanların ötesinde, kolektif devrimci bir proje dâhilinde harekete geçtiğini görmüyor.

Arundhati Roy, bu orta sınıf solculuğunun en iyi örneği. O da muhalif solun içinden çıkamadığı açmazın, kördüğümün çilesini çekiyor: Roy da şiddet araçlarından uzak duran toplumsal hareketlerin yolun sonuna geldiğini, STK’ların “kafesteki aslanlar” olduklarını görüyor, ama bir yandan da “surda gedik açabilecek tek güç olsalar da” Maoistlerin politik açıdan desteklenemeyeceğini söylüyor (Mülâkat, Tehelka, 31 Mart 2007).

Meramımın daha iyi anlaşılabilmesi için Salva Cudum çeteleriyle iş tutan devlete dair tartışmalara, özelde de bu mesele karşısında endişe duyan bağımsız yurttaşların tepkilerine bakılabilir. Devlet bizatihi Salva Cudum çetesi hâline gelmişken, muhalif sol, tüm coşkusuyla bu tür çetelerle iş tutmayacak demokratik, anayasaya bağlı bir devlet varolsun diye mücadele ediyor. Devletin hesap vermesini isterken, bir biçimde onu yeniden tesis ve ıslah ediyor. Hiç bilinmeyen ve tüm riskleriyle yeni olan devletin aynasında sadece şiddet ve totalitarizm görüyor. Bunu yaparken, bugünkü devletin canına can katıyor.

Saroj Giri
2009

[Kaynak: Journal of Contemporary Asia, Cilt 39, Sayı 3, s. 463-474.]