Şok
Doktrini çalışmasında bakış açısını yansıtan argümanlardan birinin
altmetninde Naomi Klein, esasında demokrat olmayan, şiddete meyilli,
“totaliter” Marksist hareketlerin, neoliberal devletin baskıcı tedbirlerini
meşrulaştırmaya yaradığını söylüyor.
Devletin
baskıcı tepkilerini davet ederken, bu “demokrat olmayan”, devrimci sol
hareketler, demokratik uzamların aşınmasının ve muhalefet etme hakkının ortadan
kalkmasının sebebi olarak takdim ediliyorlar. Peki ama ya o demokratik uzamlara
demokrat olmayan devrimci soldan uzak durmak suretiyle destek olma fikri,
radikal dönüşüm konusunda ortaya çıkacak ihtimallere mani olma, bunun yanında,
kapitalist demokrasiyi ideolojik planda meşrulaştırma amaçlı pratiği temel
alıyorsa?
Bugün
Klein türü muhalif demokrat solcular bile baskıcı neoliberal düzeni, ondaki
çifte standartçı yaklaşımları ve ikiyüzlü iddiaları ifşa ediyorlar ama bir
yandan da bu düzenin temel öncüllerine bağlı kalıyorlar, zira kapitalist
politik demokrasiye ait normları destekleyip meşrulaştırıyorlar. Bu isimler,
demokrasiye yönelik sancılı bağlılıklarını (demokrasi mücadelelerini, geçim
yollarını esas alan yaklaşımlarını, hak temelli dillerini, maduna odaklanan
anlayışlarını vs.) neoliberal devletin benimsediği “şok doktrini”nin ve baskı
politikalarının karşısına çıkartıyorlar ama bu yaklaşım dâhilinde devrimci
solu, kabul edilir, “meşru” politik mücadelenin genel alanından kovuyorlar.
Oysa Hindistan’da da gördüğümüz üzere, bu “demokrat olmayan, totaliter” Maoist
hareketi baskıcı devletle bir gören demokratik sol, nesnel düzlemde içeriden
konuşuyor, dolayısıyla, ağzından çıkan her şey, bu neoliberal baskıcı devlete
ait demokratik uzam adına dile dökülüyor.
Bu
da bize, Hindistan’da muhalif solun demokrasiyi ve demokrasi mücadelesini
şehirde oynanacak yegâne oyun olarak gördüğünü gösteriyor. Bu kesimler,
biçimsel demokrasiye ait normlara sadıklar, ama bir yandan da “demokrasi dışı”
politik mücadelenin de şoke etme ve korkutma ile ilgili olduğunu düşünüyorlar.
Demokrasi
oyununu oynamayı reddeden bir gücün liberal demokratik veya radikal demokratik
konsensüsü politik düzlemde tehdit etmesi karşısında kapitalist devlet,
kendisine muhalif müttefiki olarak demokratik solla birlikte iş tutuyor. Bu
anlamda, birbirine karşı duran müttefikler olarak devlet ve muhalif sol, Maoist
hareketi hep birlikte bir “sorun” olarak görüyor: aralarındaki fark, sadece bu
sorunu anlama yöntemleriyle ilgili.
Hindistan’da
Maoist hareket konusunda süren tartışmada taraflar, iki farklı yaklaşım
geliştiriyorlar. Bir taraf sorunu “asayiş” sorunu; diğeri ise sosyo-ekonomik
sorun olarak görüyor. Her iki bakış açısı da hareketi sorun olarak
gördüğünden, esasında iki konum da tek bir konummuş gibi ele alınabilir. Ama
buna hiçbir şekilde izin verilmiyor. Zira iki konum, birbirinden ayrı şeylermiş
gibi görülüyor.
Hâkim
düzen, politika sahasını mücadele, muhalefet ve demokrasi üzerinden inşa
ediyor. Bu anlamda, tıpkı ABD’de görüldüğü gibi, Cumhuriyetçilerle Demokratlar
arasındaki rekabetteki politik farklılığın özünde sahte ve boş bir farklılık
olduğu anlaşılmıyor. Bu politika sahası, bugün Hindistan’da Maoist seçeneğin
gözden ırak tutulması suretiyle ayakta tutuluyor.
Naksallılar
hareketi olarak bilinen Maoist hareket, 25 Mayıs 1967’de yaşanan köylü
ayaklanmasının tetiklediği, Hindistan komünist hareketi içerisinde gelişen
eğilimi ifade ediyor. Hedefini Yeni Demokrasi Devrimi olarak belirleyen hareket
bu devrimi, “yarı feodal, yarı sömürgeci” devletin uzun soluklu halk savaşı ile
yıkılması olarak tarif ediyor. Bu sebeple, hareket, devletin baskı ve zulmüyle
yüzleşiyor. Maoistleri yok etmek için çabalayan devletin zulmü, çelişkili bir
biçimde, bugün muhalif solun sosyo-ekonomik yaklaşımıyla uyumlu bir nitelik arz
ediyor.
Son
yıllarda birçok siyasetçi ve içişleri bakanlığı yetkilisi, Maoistleri bir
asayiş sorunu olarak görüyorlar ve resmi düzeyde Maoistleri “terörist” olarak
tasnif ediyorlar. Kısa süre önce başbakan, Maoistlerin ülkedeki en büyük
güvenlik tehdidi olduğunu söyledi.
Maoist
“sorun”unu güvenlik merkezli ele alan yaklaşıma itiraz eden muhalif solun
belirli kesimleri, bu sorunu yokluktan, geçim sıkıntısından, işsizlikten ve
fakirlikten kaynaklanan “sosyo-ekonomik bir sorun olarak görüyorlar ve sorunu
devletin sosyal yardımla alakalı işlevlerini ortadan kaldıran neoliberal
devletle ilişkilendiriyorlar. Bu solculara göre, hükümet bir hileye başvurarak,
“Maoist tehdidi”ni güvenlik merkezli devleti güçlendirmek için bir bahane
olarak kullanıyor. Böylelikle, baskıcı kanunlarıyla gerçek demokrat sesleri ve
muhalefeti susturuyor.
Muhalif
sol içerisinde bir vakitler Nehrucu sosyalizme ve planlı kalkınma anlayışına
bel bağlamış, eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmayı dert edinmiş kesim, bugün
sosyo-ekonomik yaklaşımı savunuyor. 1991’den beri bu kesim, neoliberal
politikaların benimsenmesiyle birlikte, devlet ve bürokrasi içerisinde epey
zayıfladı, dolayısıyla, onun geliştirdiği, “insaniymiş” gibi görünen
sosyo-ekonomik yaklaşım, ilgili seçkinci kesimin çıkarlarıyla
ilişkilendirilmeden anlaşılamaz.
Bu
kesimin varlığı ve ortaya koyduğu çabalar sayesinde bir vakitler güçlü olan,
refah devletçi Hindistan Planlama Komisyonu, kısa süre önce Maoist hareketi ele
alan, sosyo-ekonomik yaklaşım üzerine kurulu bir çalışma yayımladı. Bizim bu
makalemiz, Müfritlerin Etkisi Altındaki Bölgelerde Kalkınmayla İlgili
Güçlükler başlıklı çalışmayı ele alıyor (“Planlama Komisyonuna Uzman
Ekibinin Sunduğu Rapor”, Hindistan Hükümeti, Yeni Delhi, Nisan 2008, PDF).
Rapor
Rapor,
Naksallılar hareketi/Maoist hareket denilen olguyu iki yaklaşımı, güvenlik
merkezli yaklaşımla sosyo-ekonomik yaklaşımı merkez alarak oluşturulmuş
politika sahasıyla ilişkisi içerisinde gelişen üç değerlendirme üzerinden ele
alıyor. Bu politika sahasını verili kabul eden raporda Maoistler, bu sahayla
ilişkileri konusunda üç düzlemde inceleniyorlar. Bu üç düzlem, birbiriyle
bağlantılı, aralarında geçişler söz konusu, bu anlamda, basit düzeyde
diyalektik bir ilişki içerisinde. Üç düzlemin ilki, hareketin sistemden
kopmasıyla birlikte oluşuyor. İkinci düzlemde, adivasiler, arazi hakları gibi
konular için dövüşmeleri sebebiyle, hareketin olumlu bir içeriğe sahip olduğu
üzerinde duruluyor. Bu bağlamda, devletin sosyo-ekonomik niteliğiyle
ilişkilendirilen hareketin yoksullara iş bulma, merkezsizleşme, kabile hakları
gibi konularla bağlantısına vurgu yapılıyor.
Üçüncü
düzlemde Maoistler, güvenlik merkezli devletle Maoistlerin reforma tabi
tutulması durumunda sisteme dâhil olabilecek bir yapı olarak takdim ediliyor.
Üç düzleme bütün olarak bakıldığında, Naksallıların/Maoistlerin sistemden kopma
anından olumlu şeyler söyleme aşamasına, oradan da sisteme yedirilme aşamasına
doğru ilerlediğinden söz ediliyor. Bu arada, güvenlik merkezli yaklaşımla
sosyo-ekonomik yaklaşım denilen devlet içi iki eğilimin teşkil ettiği politika
sahası, genel yapısıyla muhafaza edilmekle kalmıyor, aynı zamanda
Naksallıların/Maoist tehdidinin tasfiyesiyle pekiştiriliyor. Tüm bunlar, insani
duygu ve fikirleri temel alan sosyo-ekonomik yaklaşım üzerinden yapılıyor!
Rapor,
ideoloji sahasında üç hamle yapıyor: ilk hamlede Naksallılar, devletin kalkınma
modelinin başarısızlığının bir sonucu olarak görülüyor, buradan da hareket, onu
politik bir alternatif olmaktan çıkartacak politika sahası dâhilinde bir yan
ürün, tali bir olgu olarak anlaşılıyor. Buradan da rapor, ikinci ideolojik
hamlesini gerçekleştiriyor ve hareketin toplumun kıyısına köşesine atılmış
kesimlerin hakları için dövüşen niteliğini olumlu bir şey olarak tespit ediyor.
Rapora göre önemli olan, hareketin politik ve ideolojik hedefleri değil,
aslolan, bu türden yardım faaliyetleri.
Rapor,
politik amaçlar denilen cilânın altındaki yardım çalışmalarına odaklanıyor. Bu
tespit üzerinden Naksallıların, özyönetim, kırsalın güçlendirilmesi, adivasi
hakları gibi konulara dair planları devreye sokan şefkatli bir devletten farkı
kalmıyor.
İnsani
duygu ve fikirleri temel alan sosyo-ekonomik yaklaşımın başvurduğu üçüncü
ideolojik hamle dâhilinde rapor, doğal olarak, Maoistlerle devlet kurumları
arasında ortak bir zemin bulmaya çalışıyor. Bu zeminin iki tarafında
yürütülecek müzakereler için zaruri olduğu üzerinde duruluyor. İlginçtir, komşu
ülke Nepal’de Maoistlerin halk savaşı alanını terk edip demokratik siyaset
alanına dâhil olması için aracılık eden Hintli siyasetçiler de esas olarak
Hindistan’da Maoistlere sosyo-ekonomik açıdan yaklaşan görüşü savunan
isimlerden oluşuyordu. Bu kişiler, Nepal’de ideolojik açıdan gerici bir rol
oynadılar. Dolayısıyla, bu gerici rol, Hintli Maoistleri bu siyasetçilerin
karakteri konusunda bir ikaz işlevi görmeli.
Bahsini
ettiğimiz rapor da insani temele dayalı sosyo-ekonomik yaklaşımı benimsiyor.
Rapor, bu noktada Naksallıları politikalarından arındırıyor, sonra da onu
“olağan politik sürece” dâhil etmek için uğraşıyor. Güvenlik merkezli yaklaşımı
eleştiren sosyo-ekonomik yaklaşım, politika sahasını öyle bir yapılandırıyor ki
Naksallılara-Maoistlere yönelik savunu, onları politik bir seçenek olmaktan
çıkartma girişimi olarak vücut buluyor. Sosyo-ekonomik yaklaşımı
benimseyenlerle güvenlik merkezli yaklaşımı benimseyenler, Naksallıların
alternatif bir politik güç olmaktan çıkartılması konusunda ortaklaşıyorlar.
Görev
Tanımı
Raporu
hazırlayanlar, görev tanımları dâhilinde, Naksallılar hareketiyle değil,
devletin “aşırıya kaçmış örgütlerin etkisi altındaki bölgeleri devletin ele
geçirememiş olmamasıyla ilgileniyor. Bu sebeple, “halkta sistemdeki hatadan
kaynaklı olarak oluşan hoşnutsuzluklar”dan dem vuruyor (s. vi). Rapor,
Naksallıların bu hoşnutsuzluktan istifade edip toplumun kıyısına köşesine
itilmiş kesimleri politik programına örgütlediğini söylüyor:
“Devlete ait
mekanizmalarda ve kurumlarda yüzleşilen hatalar, yetersizlik ve adaletsizlik,
Naksallıların faaliyetleri için gerekli alanı açtı.” (s. 45)
Sosyo-ekonomik
bakış açısı, tam da bu mesele üzerinde duruyor. O da asayişi esas alan yaklaşım
gibi Naksallıları basit bir terör örgütü olarak görüyor.
Naksallıları
kendi şartları üzerinden değerlendirmek yerine, sosyo-ekonomik yaklaşım, örgütü
devletin başarısız kalkınma politikalarının yan ürünü olarak görüyor. Bu
yaklaşımsa esasında bugün devleti kontrol eden, güvenliği ve büyümeyi merkeze
koyan, neoliberalizmden yana duran yağmacılara karşı Nehrucu kalkınma
anlayışını ve devleti savunan görüş bağlamında gündeme geliyor. Bu sebeple
Rapor, “1991’den itibaren ekonomi politikasında bir paradigma değişikliği
yaşandığı”ndan, “devlet politikalarının eskiden gelir ve servetteki eşitsizliği
azaltma vaadinde bulunduğu”ndan, ama “artık bu vaadi dillendirmediği”ndensöz
ediyor (s. 57).
Rapor,
altmışlarda ve yetmişlerde devletin Naksallılar hareketine yönelik geliştirdiği
olumlu tepkilere atıfta bulunuyor. Bahsini ettiği tepkilerin, Maoistlerin
yeminli düşmanı olan revizyonist Hindistan Komünist Partisi (Marksist)
tarafından konulduğundan tabii ki hiç söz etmiyor. Bu parti, toprakların
yeniden dağıtılması konusunda geliştirdiği politika dâhilinde şunu söylüyordu:
“Köylüler, büyük arazilere
kavuşacaklarını gördükleri vakit Naksallılar hareketine mensup militanlara
sırtlarını dönüp yüzlerini olağan politik sürece çevireceklerdir.” (s. 56)
Bu
bağlamda, İndira Gandi hükümetinin toprak reformu konusunda yönetmelik
hazırladığı, mevcut kanunları revize ettiği, bunun neticesinde, köylerdeki
huzursuzlukların azaldığı, böylelikle Naksallıların kitle tabanının eridiği
üzerinde duruluyor (s. 56).
Rapor,
artık güvenliği esas alan neoliberal devletin hükmünü yürüttüğü koşullarda,
devletin herkese eşit toplumsal haklar sunma sorumluluğunun ortadan kalktığını,
devletin yoksul köylülere karşı yükümlülüklerini yerine getirmediğini söylüyor.
Rapora göre “hükümet politikalarında modernleşmeye, makineleşmeye, ihracat
odaklı ekonomiye, piyasa için üretilen ürünlerin çeşitlendirilmesine, kimi
teşvik uygulamalarının kaldırılmasına yönelik bir eğilim ortaya çıktı, bu da
birçok yönden yoksulların canını yaktı” (s. 2). Dolayısıyla, köylerde artan
hoşnutsuzluğun ve huzursuzluğun, buradan da Naksallılar hareketinin gücündeki
artışın sebeplerini açıklarken Rapor, esas olarak devletin neoliberal
politikalarına yönelik kapsamlı eleştiriye odaklanıyor. Naksallılar hareketinin
artan gücü ve saldırganlığı, bu politikalardaki başarısızlığın delili olarak
sunuluyor.
Birinci
İdeolojik Hamle: “Başarısız” Kalkınma Modelinin Sonucu
Rapor
göre Naksallılar, devletin kalkınma politikalarındaki yanlışlığın somut bir
tezahürü. İki devletçi kutup arasındaki rekabetin damgasını vurduğu politika
sahasında güvenlik merkezli yaklaşımla kalkınma merkezli yaklaşım kapışıyor.
Esasında tartışmada Naksallılar hareketi bir bahaneden ibaret. Artık devlet
içerisinde marjinalleşmiş olan kesim, onu kontrol eden neoliberallere
Naksallılar üzerinden laf yetiştiriyor. Bu kapışma, Planlama Komisyonu ile
İçişleri Bakanlığı arasındaki çekişmede karşılık buluyor. İki kesim de
Naksallılar hareketi-Maoist hareketin politika sahasında kurucu bir bileşen
olarak varolduğunu düşünmüyor, onu sadece yan ürün, tali unsur olarak görüyor.
Sosyo-ekonomik yaklaşım diğerinden, harekete devletin daha müşfik
yaklaşılmasına dair önerisi üzerinden farklılaşıyor.
Tabii
devletin harekete müşfik, insani, kucaklayıcı bir şekilde yaklaşabilmesi,
“demokratik tarzı” muhafaza edebilmesi için hareketin politik açıdan sahip
olduğu çapaklarından kurtulması, radikal niteliğinden sıyrılması gerekiyor.
Güvenlik merkezli yaklaşımla rekabeti dâhilinde, bahsini ettiğimiz raporda dile
getirilen sosyo-ekonomik yaklaşımın sahipleri, cesur bir adım atarak
Naksallıların kendilerine benzediklerini söylüyorlar! Bu noktada, hareketin
marjinalleştirilmiş kesimlerin hakları için verdiği mücadeleyle refah devletini
yan yana koyuyorlar. Naksallılar hareketinin refah devletçi muhalif solun onu
devlet iktidarından uzaklaştırmış olan neoliberalcilere darbeler indirdiği
imasında bulunuluyor. Bu tespitler, refah devletçi muhalif solun Hindistan’da
Maoistlere karşı neden “yumuşak” bir tavır içerisinde olduklarını izah ediyor.
İkinci
İdeolojik Hamle: Hizmet Sağlayıcılar Olarak Maoistler
Rekabet
ettiği güvenlik merkezli yaklaşımla arasına mesafe koymak adına Rapor, Maoist
hareketin sadece mevcut devletin başarısız kalkınma politikalarının basit bir
sonucu olmadığını söylemekle kalmıyor, aynı zamanda bu sorunu kendince çözmeye
çalışıyor. Bu noktada Rapor, şunu söylüyor:
“Devleti şiddet
araçlarıyla ele geçirme denilen ideolojik hedefleri haricinde, bu aşırı radikal
güçlerin temel programları, esasında yoksulların ve topraksız köylülerin yoksul
ve mahrum hâllerine, temel haklardan uzak oluşlarına son vermeyi amaçlıyor.” (s.
70)
Burada
da görüyoruz ki Rapor, Naksallıları tali unsur, yan ürün olarak görüyor. Bu
anlamda Rapor, hareketin politik güç olarak sahip olduğu “kimliği” göz ardı
ediyor. “Müşfik ve insani” yaklaşım, esasında Naksallıların ideolojisine,
politik programına ve “Hindistan devletini yıkma amacını beyan edişi”ne
“kimlik”leri gibi birer yan ürün ve tali unsur olarak yaklaşıyor.
Bu
anlamda Naksallılara yönelik müşfik ve insani yaklaşım, “ideolojik hedefi ve
politik muhteva”yı dışlıyor. Rapor, Hint devletinin güvenlik merkezci
saldırganlığına karşı koymanın en iyi yolu olarak gördüğü refah devletçi
yaklaşımla ele aldığı Naksallıları politik özünden arındırmak için uğraşıyor.
Naksallıların “halk yanlısı” faaliyetlerine dair doğru şeyler söyleyen Rapor,
sosyo-ekonomik yaklaşımıyla, güvenlik merkezci yaklaşıma kıyasla “daha
ilerici”ymiş gibi görünüyor. Oysa, güvenlik merkezci kutbun daimi varlığına
ihtiyaç duyan politika sahasında faaliyet yürüten bu sosyo-ekonomik yaklaşım,
mevcut politik dizilimi takviye ediyor.
Güvenlik
merkezci yaklaşıma karşı koyarken muhalif sol, mevcut politika sahasını yeniden
teyit ediyor, Maoistlerin bu sahayı yeni bir dizilime kavuşturma çabalarını
çöpe atıyor. Bu anlamda, Naksallıların politik bir hareket olarak görülmemesi,
Rapor’un görev tanımının dayattığı kısıtlamalardan kaynaklanmış bir “kusur”
olarak görülmemeli. Bu yaklaşım, esasında Rapor’un sosyo-ekonomik yaklaşımının
dayandığı mantığın pratikteki işleyişine ait bir sonuç. Bu yaklaşım, ideolojik
açıdan en iyi ve en net ifadesini, güvenlik merkezci yaklaşıma karşı ilerici
bir konum alıp Naksallıların insanların geçimle alakalı sorunlarına yardım
çalışmalarıyla çözüm bulmalarına işaret eden cümlelerinde buluyor.
Rapor’un
üzerinde durduğu zımni, örtük önerme şu: Maoistlerin politik hedefleri ve
ideolojisi, basit bir kabuktur, o kabuğun içindeki olumlu öz, açığa
çıkartılmalıdır. O öz de halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması,
şikâyetlerinin giderilmesi ile ilgilidir (ki zaten Naksallılar da Robin Hood
tarzı iyiliksever isyancılardan başka bir şey değildir!)
Rapor’un
açık etmediği, gizli tuttuğu ideolojik önermeyi ise şu şekilde ifade etmek
mümkündür: “Günün sonunda hepimiz halka mal ve hizmet tedarik etmek için yola
çıkmış, geçimle ilgili imkânları sağlamaya çalışan yardımsever insanlar değil
miyiz? Neticede iktidar, demokrasi, zulüm gibi meseleler tali değil midir?”
Her
ne kadar Maoistleri devleti şiddet araçlarıyla yıkma mücadelesi veren politik
bir güç olarak görmese de Rapor, iktidar, demokrasi ve zulüm gibi meselelerin
ele alındığını iddia ediyor.
“Raporun ele aldığı
konularla almadığı konular arasındaki bağ, Naksallılar hareketinin kitlelerden
destek bulma çabası dâhilinde belirleyici olan halkın sorunları ve
ihtiyaçlarına cevaplar bulmasında aranmalı.” (s. 45)
Naksallıların
faaliyetlerinin halkın şikâyetlerini gidermeyle sınırlı olmadığını tespit eden
Rapor, nedense halkın o şikâyetleri giderme çabaları yüzünden örgütle birlikte
hareket ettiğini söylüyor (yani diyor ki “yoksula yiyecek-giyecek verirsen o da
sandıkta oy atar”.) Yani aslında Rapor, Naksallılara yönelik kitle desteğinin
geçimle alakalı sorunları çözmesiyle ve örgütün halka devletten daha hizmet
sunmasıyla ilgili olduğunu söylüyor. Bu fikri hattı takip eden Rapor, devamında
Naksallıların yardım çalışmalarına dair örnekleri sıralıyor ve böylelikle
örgütü hizmet sağlayıcı STK’larla devletin kalkınma kurumlarının yanına
yerleştiriyor. Buradaki diğer önemli sorunsa şu: Rapor, Maoistleri hizmet
sağlayıcı olarak kodladığı gibi Maoistlere örgütlenen halkı da hizmet
beklentisi içerisinde olan kişiler toplamı olarak görüyor.
Rapor,
politik özneye, toplumsal değişimin failine ve o değişimin sonuçlarının yükünü
omuzlamak isteyen bir güce dönüşmesi mümkün olan halkı insani yardım arayıp
duran bir güruh olarak takdim ediyor. Alain Badiou’nün de dediği gibi, “İnsanı
kurban, ölüme yazgılı bir varlık gibi gören, ona bu şekilde muamele eden insan
hakları, sefalet karşısında hayatta kalanların hakkına dönüşüyor.” [Ethics:
An Essay on the Understanding of Evil, Londra: Verso, 2001, s. 12).
İlk
ideolojik hamle dâhilinde Naksallılar, devletin başarısız kalkınma
politikalarının sonucu olan tali bir unsur olarak tasvir ediliyorlar. İkinci
hamlede ise halkın geçim sorunlarına dokunan bir güç olarak görülen
Naksallıların olumlu rolünden söz ediliyor, buradan da örgütün politikası refah
devletinin yürüttüğü faaliyetlere indirgeniyor. Ardından da üçüncü hamleye
geçiliyor. Bu hamle dâhilinde Naksallılara, refah devletinin
marjinalleştirilmiş kesimlerin belirli haklara kavuşmasını sağlamakla ilgili
misyonunun ortağı ve yedek gücü olma rolü bahşediliyor. Bu anlamda Naksallılar
politik manada hadım ediliyorlar.
Rapor,
Naksallılarla müzakereler yürütülmesini tam da bu zemin üzerinden öneriyor.
Aslında bu öneri, hareketin tasfiyesi veya insani bir yaklaşımla elinden tutup
onu “demokratik sürece” dâhil etmek için başvurulacak bir tür reçete olarak
dillendiriliyor.
Üçüncü
İdeolojik Hamle: Müzakereler (Ya da Maoistlerin Tasfiye Edilmesi)
Sosyo-ekonomik
yaklaşım, Naksallıların yoksul köylülere mal ve hizmet sunma çabalarını, onlara
geçim kaynaklarına erişme imkânı sunmaya yönelik adımlarını, orman haklarının
gündeme getirilmesi ile ilgili çalışmalarını takdir ediyor. Naksallıları
neoliberal kalkınma modelinin yol açtığı boşlukları dolduran bir güç olarak
takdim eden Rapor, marjinal kesimlere yönelik yükümlülükleri yerine getiren,
toplumsal hakları savunan Naksallılarla toplumsal sorumlulukları olan devlet
arasında bir süreklilik bulunduğunu varsayıyor. Rapor, merkezsiz ama toplumsal
sorumluluklarının bilincinde olan bir devletin halkı Naksallılardan
uzaklaştıracağını, benzer türde faaliyetler yürütmekte olan örgütle müzakere
süreci için gerekli zeminin bu şekilde sağlanacağını söylüyor.
Refah
devletiyle Maoistleri ortak zeminde buluşturan sosyo-ekonomik yaklaşım, örgütü
potansiyel müttefik olarak görüyor. Üçüncü ideolojik hamle dâhilinde ilgili
yaklaşım, buradan, devlete örgütle müzakere yürütmesi için bir gerekçe sunuyor.
Özetle;
sosyo-ekonomik yaklaşım, ilk hamlesinde Naksallıları sistemin hatasının yan
ürünü, tali unsuru olarak tasvir ediyor; ikinci hamlede hizmet sağlayıcı bir
güç olarak takdim edilen örgütün olumlu yönü üzerinde duruluyor; üçüncü hamlede
ise örgüt, sistemin sorunlarına çözüm bulacak bir müttefik olarak görülüyor. S.
Banerjee’nin de ifade ettiği biçimiyle, Rapor esasında net ve açık bir mesaja
sahip:
“Maoistler, iktidarı
almakla ilgili ‘azami’ hedeflerini bir süreliğine rafa kaldırıp devletle
polisle Naksallılar arasında yaşanan çatışmaların ortasında kalmış olan
binlerce yoksul ve masum ailenin insani çıkarları konusunda devletle müzakere
yürütebilir.” [“On the Naxalite Movement: A Report with a Difference”, Economic
& Political Weekly, 24 Mayıs 2008, s. 12).
Bu
yaklaşımda örtük olarak Maoistlerin refah devletiyle müzakere yürütmesi ve
şiddet araçlarına başvurulan halk savaşını askıya alması gerektiğinden söz
ediliyor. Bunu yapmamaları durumunda, şiddet takıntıları sebebiyle ve halkın en
temel sorunlarını çözmek yerine insanları öldürmeleri üzerinden suçlanacaklar
(İlginç olan şu ki kısa süre önce Nepal’de de Maoistler, “politik
farklılıklar”ı bir yana koymanın şart olduğuna dair fikre teslim oldular, “yeni
ve birleşik modern Nepal” için yürütülen “uzlaşma, gelişme ve barış” süreci
içerisinde çalışma sözü verdiler. Bunu yaptıkları an radikal politik güç olarak
tasfiye oldular.) Demek ki bu noktada bizim şu soruyu sormamız gerekiyor:
sosyo-ekonomik yaklaşım, Maoistlerin “demokratik” veya “insani” yollardan tasfiye
edilmesi için önerilen bir reçete olabilir mi?
Eleştiri
ve İdeoloji
Muhalif
sol, mevcut politika sahasındaki ayrışmayı görüyor, onu dikine kesecek hamleler
yapma cüretini göstermediği için egemenlerin politika sahasına kul-köle oluyor.
Sosyo-ekonomik yaklaşım ile onun neoliberal devlete yönelik eleştirisi, her
türden radikal dönüşüm ihtimalini ortadan kaldırıyor: bu anlamda, yaklaşımın
ideolojik niteliği üzerinde durmak gerekiyor: burada “ideoloji”, yanlış bilinç
yaymakla değil, mevcut politika sahasının sürekli ve daimi kılınması ile
ilgili. Sosyo-ekonomik yaklaşım, Maoistlerin politika sahasındaki ayrışmayı
dikine kesme ihtimalini ortaya çıkartmak suretiyle yeni bir politika sahasının
oluşturulmasına mani oluyor.
Muhalif
sol, Maoistlerin “tanınma”sını ve kabulünü sosyo-ekonomik bir sorun olarak
gören güvenlik merkezli yaklaşıma yönelik ilerici eleştirilerinin ve
itirazlarının kendisindeki insani öznelliğin bir sonucu olduğunu düşünüyor. Bu,
özünde yanlış bir düşünce. Zira aslında tam tersi geçerli: Muhalif sol,
sosyo-ekonomik yaklaşımını geliştirecek demokratik alanı, Maoistlerin politika
sahası dışından gerçekleştirdikleri, kendisinin “totaliter” ve “gayrı
demokratik” kabul ettiği, mevcut devlet düzenini yıkmakla ilgili müdahaleleri
sayesinde buluyor. Muhalif solun, neoliberal devlet sosyal yardımla ilgili
işlevlerinden uzaklaştığı için Maoistlerin yoksul ve marjinal kesimleri
örgütlediği, bu kesimlerin tam da bu sebeple ele silah aldıklarına dair lafları
sakız gibi sürekli çiğnemesinin bir anlamı yok.
Arundhati
Roy konuyla ilgili şunu söylüyor:
“Bugün silaha artık daha
fazla insan ulaşıyor. Peki şiddetin arttığından söz edebilir miyiz? Eğer
hükümet, ilerlemeyi ve halkın refahını ölçmek için ‘büyüme oranları’na ve
Bombay borsasındaki işlemleri gösteren Sensex endeksine bakıyorsa, tabii ki
artacak.” (“Interview”, Tehelka, 31 Mart 2007).
Halkın
silaha ulaştığı koşullarda Maoistlerin sebep olduğu “totalitarizm tehdidi”ni
muhalif sol, neoliberal güvenlik merkezli değerlendirmeyi çürütmek için
kullanıyor. Bu noktada muhalif sol, neoliberal güvenlik merkezli yaklaşımı
devletin, temsil kurumlarının ve hükümetin “demokratik” meşruiyetini ortadan
kaldırmakla suçluyor. Bu sayede solcu Uzman Grubu Maoist örgütün omzu üzerinden
mevcut “neoliberal”, “halk düşmanı” Hint devletini yaylım ateşine tutuyor ve
“sol”un mevcut devleti (yani “demokratik ve halk odaklı devlet”i) daha iyi
yöneteceğini, devrimci hareketlerin yol açtığı güçlüklere karşı devleti
“demokratik yollardan” koruma altına alacağını iddia ediyor.
Aslında
Maoistlerin şiddete meyilli ve gayrı demokratik olduğunu söyleyenler, devlete
muhalefeti boğması ve demokratik güçleri ezmesi için bahane sunuyorlar. Bugün
birçok yerde işittiğimiz bu görüş, devlet merkezli demokrasi ve özgürlük
anlayışının ürettiği bir görüş. “Maoist bahanesini ortadan kaldıralım ki devlet
yanılgıya düşüp insanlarına baskı uygulamasın” diyen anlayış devlete hürmet
eden bir anlayıştır ve devletin özünde baskıcı olmadığını söylüyordur. Bu
yaklaşım daha önemli bir şey yapar: radikal dönüşüme yönelik her türden çabayı
devlete demokrasiyi askıya alması için bir bahane sunduğu gerekçesi üzerinden
ideolojik düzlemde kötüler.
Neoliberal
politikalara yönelik eleştirileri dâhilinde, muhalif sol içerisinde önemli
konumlarda olan bazı insanlar, Ülke Genelinde Köylülere İstihdam Garantisi
Verilmesiyle İlgili Kanun ve Bilgilenme Kanunu gibi kanunlara destek verdiler,
bu tür konularla ilgili hukuki çalışmalara katıldılar, bir yandan da baraj,
maden, özel ekonomi bölgeleri gibi projeler üzerinden insanların yerinden
edilmesine karşı çıktılar, kabilelerin ormanla ilgili hakları konusunda
faaliyet yürüttüler. Muhalif sol ayrıca Çatisgar’da iç savaşın eşiğine gelen
sürece karşı çıkmak gibi kimi pozisyonlar aldı. Bilindiği üzere Çatisgar’da
devlet, Maoistlere karşı Salva Cudum denilen örgüte bağlı çeteleri
silahlandırmış, Orissa’da insanların yerinden edilmesine neden olan eylemlere
destek sunmuştu.
Politika
sahası ve genel olarak sistem, tavizler talep edildiğinde veya kopartıldığında
pekişiyor. Bunun bir örneği de insan hakları eylemcisi Binayak Sen’in serbest
bırakılmasına dönük eylemlerdi. Bu eylemlerde onun “iyi bir doktor” ve “gerçek
bir hümanist” olduğu üzerinde duruldu ve gözaltı halinin sürmesinin Hint
demokrasisinin kötü görünmesine neden olduğu söylendi. Ama kimse, onun
Maoistlerle bağlarına değinmedi, Maoistler, radikal ötekiler olarak lanse
edildiler. Maoistlerin ülkedeki zalim yasalara, baskı tedbirlerine, genel
olarak devlete karşı verdiği mücadelesi de aynı şekilde dışarlıklı ve yabancı
bir olgu olarak gösterildi.
Tüm
bu eleştiriler, hareketler ve kampanyalar, Hint devletinin içerisinde
zayıflamış bir kanat olarak sosyal demokrat hizbin icraatları olarak
biçimlendi. Totalitarizm karşıtı, yeni Gandici, modernizmi eleştiren, devlete
karşı solcuların bir pratiği olarak cisimleşti. Dolayısıyla, üçüncü bir konumun
oluşmasına izin verilmedi.
Birleşik
İlerici İttifak hükümetinin kurduğu Ulusal Danışma Kurulu, muhalif solun
özelliklerini bünyesinde toplamış bir yapı. Bu kurul, Hindistan Komünist
Partisi’ndeki ve Hindistan Komünist Partisi (Marksist)’teki sosyal demokrat
solun, “sosyalist yol”un, yeni Gandici solun ve parti dışı politik oluşumların
buluştuğu bir kavşak. Neoliberal saldırıya aynı zamanda Hindu sağındaki
güçlenmeye karşı birleştiklerini iddia ediyorlar. Solun bu kadar farklı rengini
bir araya getiren diğer bir etkinlik de 2004’te Mumbay’da düzenlenen Dünya
Sosyal Forumu’ydu.
Hindistan
Komünist Partisi (Marksist) hükümetinin 2007-2008’de özel ekonomik bölgeler
oluşturma teklifine karşı gelişen direnişle birlikte bu ittifak, güçlü bir
itirazla yüzleşti. Eski sosyal demokrat sol olarak HKP(M) ve her daim kararsız
olan HKP’nin birlikte neoliberal politikaları uygulayacağı net bir biçimde
görüldü. HKP(M), bazen Dünya Bankası ve IMF politikalarına saldıran ama bazen
de tam tersi yönde ilerleyip o eleştirdiği neoliberal küreselleşmeye uygun
adımlar atan bir parti. Ondaki antiemperyalizm, parlamento siyaseti denilen
oyunda hayatta kalabilmek adına üzerine geçirdiği basit bir gömlekten başka bir
şey değil. Muhalif sol, HKP(M)’nin emperyalizm ve kapitalizm yanlısı
politikalarına ve baskıcı tedbirlerine pratikte karşı çıktı.
Kopan
Gürültüler, Yaşanan Değişimler
Gelgelelim,
sınıfsal çelişkiler keskinleştikçe, güçlü kapitalist sınıfın ittifak kurduğu,
zincirlerinden boşanmış ve tüm acımasızlığıyla saldıran devlet karşısında
ümitsizliğe kapılan halk kitlelerinin tepkileri bazen şiddete ve radikalizme
meylettikçe, muhalif solun neoliberalizme ve baskıcı yasalara yönelik
geliştirdiği demokratik eleştirinin alanı iyice daralıyor. Yani 1991 öncesinde
politika sahasına sosyal demokrat sosyo-ekonomik yaklaşım ile güvenlik merkezli
yaklaşım damgasını vuruyordu. Bugünse serbest pazarcı devlette önemli
değişimlere tanık olunuyor. Güvenlik merkezli yaklaşımı benimsemiş olan
neoliberal devletin güçlenmesiyle birlikte sosyal demokrasi, özelde HKP(M),
“kitlelerin safında” olan bir güç iken, açıktan devletin ve sermayenin safına geçti.
Bu değişimle birlikte Maoist hareket gibi direniş tarzlarının ve eylem
biçimlerinin niteliği ve kapsamı da değişti.
Nandigram’da
kitleler, HKP(M)’nin parti ve hükümet olarak parlak bir buluşmuş gibi takdim
ettiği özel ekonomik bölgelere karşı eylemler yapınca sosyal demokrasinin
kitleleri sermaye ve devlet adına kontrol altında tutma rolünden uzaklaşıp
neoliberal saldırının öncüsü olma rolünü üstlendiği anlaşılmış oldu. HKP ve
HKP(M) gibi iki önemli komünist partide cisimleşmiş olan sosyal demokrasi,
onlarca yıl kitlesel direnişleri zarar vermeyecekleri yerlere kanalize edip
etkisizleştirme görevini üstlendi. Bugün görünüyor ki sosyal demokrasi,
kitlelerin sisteme yönelik tehdidi yönetme işiyle artık yetinmiyor. Bu
“tarihsel yağma” pratiğinden elde ettiği kazancın yanında, sermaye ve devletin
yönetilmesi işinin getireceği kazançtan da doğrudan pay almak istiyor.
Bu
süreç, muktedir politik sınıflara uysal ama kızıl bir sol armağan ediyor. Ama
görebildiğimiz kadarıyla aynı sınıflar, kitlelerdeki toplumsal hoşnutsuzluğu
kontrol altına alma konusunda güvenebileceği bir “sol” bulamıyorlar. Bu
hoşnutsuzluğu kontrol altına alma konusunda STK’lar, toplumsal hareketler,
Hindu sağı, tümden başarısız oldu. Narmada Baçao Andolan [“Narmada Nehri’ni
Kurtarın Hareketi”] gibi militan ama şiddet araçlarından uzak duran,
hiyerarşiden yoksun mücadelelere yürüten yeni Gandici toplumsal hareketler,
enerjilerini bu süreçte önemli ölçüde tükettiler.
Bunun
yanında, komünist partiler ve sosyal demokratlar gibi meclis siyaseti yürüten
partiler, açıktan sağa kaydılar. Güvenlik meselesini merkeze alan, baskıcı
neoliberal devletin milyonlarca insanın hayatını ve geçim kanallarını
mahvettiği koşullarda, sosyal demokrasinin oynadığı roldeki değişiklik,
esasında ezilen-sömürülen halk kitlelerini direnişlerini “demokrasi” hattına
çekip kuşatabilecek, kontrol altında tutabilecek, güven veren tek bir “sol”
politik gücün bulunmadığının delili. Oysa direniş imkânları muktedir sınıflar
için sorun, devrimci güçler için avantajdır.
Bu
anlamda, mevcut konjonktür, sermaye ve devletin şu veya bu hizbinin
yönetemediği kitlesel tepkilere dair ihtimalleri gündeme getiriyor. Batı Bengal
eyaletinin Nandigram şehrinde HKP(M)’nin özel ekonomik bölge projesi dâhilinde
bir kimya merkezi kurma çabalarına yönelik tepkiler sonucu yaşanan polis
saldırısı, sosyal demokrasinin ve sol güçlerin rolündeki ve niteliğindeki
değişikliğin kitlelerin radikal direnişleri için yeni kapılar açtığını ortaya
koyan bir gelişmedir. Uzlaşma nedir bilmeyen, radikal halk kitleleri ne
müzakereye ne de arabuluculara olur verdi. Medha Patkar gibi orta sınıfa mensup
aktivistlerin direnişe yönelik desteği, “saldırıların yaşandığı bölgeler”e
yapılan ziyaretlerle sınırlı kaldı. Oysa Narmada Baçao Andolan gibi önceki
eylemlerde orta sınıfa mensup aktivistler, hiyerarşiden ari olsa da mevcut
harekete liderlik edebilmişlerdi.
Bu
durumda mevcut “gerçekliği” aşan radikal değişimin tohumlarını bağrında
taşıması muhtemel herhangi bir sol örgüte rastlanmıyor. Maoist hareket de tam
da bu boşluğa doğru genişlemek zorunda. Genel anlamda, Maoistlerden ayrı olarak
şu tespiti yapabiliriz: kitlelerin direnişi ve tepkileri ileride her zaman
radikal olmasa da nispeten daha az demokratik daha az hak temelli ama daha çok
şiddet araçlarına açık bir hâl alacak.
Ülkenin
birçok yerinde Maoistler varlık alanlarını genişletiyorlar, toprağa daha fazla
kök salıyorlar. Nandigram şehrindeki direnişe can katanlar ve yön verenler,
bizatihi Maoistlerdi. Bu türden gelişmeler, mevcut politik dizilimi yeniden
yapılandırma potansiyeline sahip.
Buna
karşılık, muhalif sol politik güçler dengesindeki bu değişimi hâlen daha
dikkate almak istemiyor. Devletin gücünü, sermayenin gür sesini anlamaya
yanaşmayan, bu anlamda, demokrasi ve anayasa alanının dışında seyreden kitlesel
hareketler ve direniş karşısında hâlen daha devlete ve sermayeye odaklanan
muhalif sol, bu iki gücü saf ve soyut olgular olarak ele alıyor, eleştirmenin
anlamsız olduğu, hepten kudretli yapılar olarak görüyor.
Mevcut
politik düzene yönelik eleştiri konusunda muhalif sol, sadece kendi keyfine
bakıyor, sadece kendisini görüyor, sadece kendisine kilitleniyor. Bu sebeple,
muhalif sol, hâkim politika sahasının dışında cereyan eden her türden direnişi
değersiz görüyor, bu tür direnişlerin başka bir seçeneğin tohumlarını bağrında
taşıdığını düşünmüyor. Muhalif sol, sadece “kitlelerin şikâyetleri”ni
gideremeyen neoliberal devletin sunduğu örneklere bakıyor.
Bahsini
ettiğimiz Rapor’da acil ele alınması gereken konular olarak, “toplumsal
huzursuzluk”, “demokrasinin aşırı yükü”, “demokratik yönetişimdeki kriz” ve
“gerçek şikâyetler giderilmesi ihtiyacı” gibi başlıklar üzerinde duruluyor. Bu
vurgular bize, esasında muhalif ve parlamentocu solun silâhlı devrimci
mücadelenin ortaya çıkma ihtimalinden korktuğunu gösteriyor.
Tam
da burada Frantz Fanon’un sömürgecilik karşıtı mücadelede orta sınıfların
sergilediği tavra ve karaktere dair tespitini hatırlamak gerekiyor: Orta
sınıflar, sömürgecilik karşıtı dili kullanmalarına rağmen, bir yandan da
silahlı mücadeleyi ne pahasına olursa olsun sonlandırmak istiyorlar.
Sistemin
arzusu sır değil. Her şeyden önce sistem toplumsal hoşnutsuzluğu kontrol altına
almak istiyor. Bu konuda gösterdiği başarıları muhalif solun belirli
kesimlerini yeni gelişmekte olan politik seçeneklere karşı körleştiriyor. Tam
da bu sebeple muhalif sol, neoliberal devleti devlete dosta ikazda bulunur gibi
eleştiriyor, bu anlamda, devletin kriz yönetimine katkıda bulunuyor. Kendi
tabanının yaşadığı deneyimler üzerinden muhalif sol, daha fazla bilgiye vakıf
oluyor. Devletin gerçek çıkarlarını derinlemesine bilince çıkartıyor, gerçek
tehlikeleri daha iyi görüyor, devletin yüzeysel, büyüme merkezli fikirler
üzerinden ayakta kalamayacağını anlıyor, iktidardakilerin kibrine ve
açgözlülüğüne saldırıyor. Devletin gerçek sesi olarak muhalif sol, her şeyi devletin
için doğru yola sokmak amacıyla faaliyet yürütüyor. Bu nedenle kendisinin ve
demokrasinin daha fazla bela ve sıkıntıyla yüzleşmemesini istiyor. Muhalif sol,
bu düzlemde, ülkedeki politik güçler dengesini yeniden yapılandıracak bir gücün
ortaya çıkışı için yol açmakla zerre ilgilenmiyor. Nandigram gibi yerlerde
yaşanan direnişler gündeme mevcut politik sistemin dışında duran yeni demokrasi
biçimleri ve iktidar organlarını getirdiklerinde muhalif sol, hemen anayasada
yer alan, artık gerçeklikte hiçbir karşılığı kalmamış, özyönetime ve köy
konseylerine dair hükümleri “demokratik karar alma süreçleri adına”
canlandırmaya, yani “cemaatleri bu karar alma süreçlerine dâhil etmeye”
çalışıyor. Amit Bhaduri Development With Dignity: A Case for Full Employment
(Yeni Delhi: National Book Trust, 2005) kitabında tam da bu sebeple “köy
konseyleri üzerinden iktidarın merkezsizleştirilmesi”nden ve” anayasal
hükümlere atıfta bulunmak suretiyle, “katılımcı demokrasi yoluyla kalkınma”dan
bahsediyor.
Korkuların
En Büyüğü
Görebildiğimiz
kadarıyla güvenlik meselesini öne çıkartan devlet, kitlelerin politik
hareketliliğinden ve tepkilerinden korkuyor, buna karşın, muhalif solun
sosyo-ekonomik yaklaşımı ise bu politik hareketliliği ve tepkileri politika
sahasının dışında tutmak istiyor. Bu anlamda, ideolojik açıdan ilericiymiş gibi
görünen sosyo-ekonomik yaklaşım, baskıcı güvenlik merkezci devletin mütemmim
cüzü.
Devlet,
kitlelerden, kitlelerin direnişinden, daha da kötüsü, kitlelerin Maoist
olmasından korkuyor. Kendisini güvence altına almak adına insan haklarını
çiğniyor, baskıcı tedbirlere başvuruyor. Demokratik alanın daralıp hakların
ortadan kalkması, bunun sebebi olarak güvenlik merkezci devletin yükselişinden
de muhalif sol korkuyor. Alain Badiou buna “korkuların en büyüğü” diyor (“The
Communist Hypothesis”, New Left Review, Sayı 49, 2008, s. 30).
Muhalif
sol, devletin kitlelerin direnişi karşısında geliştirdiği baskıcı tepkinin
demokratik olmayan sonuçlarından korkuyor. Oysa “bu en büyük korku, içeriği pek
tespit edilemeyen tali, başka şeylerin sonucu olan bir duygu. Geniş halk
kitleleriyle kurulacak ittifaka dair hiçbir anlayış geliştirilmiyor.” (s. 30)
Hem
devletin tepkisinden korkuyor hem de kitlelerin politik tepkilerine iştirak
edemiyor. Hindistan’da muhalif solun yüzleştiği açmazın özeti bu. Örneğin Kasım
2005’te Cihanabad kentinde Maoistlerin hapishaneden firar edişine bakalım.
Şehirdeki halk, hapishaneye hücum etti. Devlet iktidarının eli kolu bağlandı.
Bu sayede tutsaklar hapishaneden firar ettiler. O gün orada görevde olan bir
polis, tüm şehir halkının “terörist” olduğu yorumunu yapıyordu.
Gelgelelim,
devlet düzeninin çöktüğü, halkın kendisine güveninin arttığı bu olay
neticesinde muhalif sol, korkuların en büyüğüyle yüzleşti. O, yaşanan olayda
sadece “Naksallılarla devlet arasına sıkışmış halk”ı ve “mücadelenin başka
biçimlerinin yürütüleceği demokratik alanın büyük ölçüde daralmış olması”nı
gördü (Bela Bhatia, “Jailbreak and the Maoist Movement”, Economic &
Political Weekly, 17 Aralık 2005, s. 5370).
Geniş
halk kitlelerinden kopan muhalif sol, “muhalefet etme hakkı”nın peşinden
koşuyor, sürekli, boş ve bitaraf kalabileceği bir alanın savunulması ve
desteklenmesi için “demokratik alanlar” arıyor. Muhalif solun eleştirileri,
radikal muhalifin sadece kendisiyle ilgili ifadeleri ile radikal şık beylerin
ve hanımların radikal hayal ürünü fikirleri arasında salınıp duruyor. Bu
açıdan, Roy’un şu muhteşem ifadesi, söz konusu yaklaşımı gayet iyi anlatıyor:
“Ben, ülkeden kopmuş olan, bağımsız, hareket hâlindeki bir cumhuriyetim” (“The
End of Imagination”, Outlook, 3 Ağustos 1998). Orta sınıftaki kendine ve
keyfine düşkünlük hâli, onun “demokratik alanlar” aramayı asli politik görev
kabul etmesine neden oluyor. Bu arayış neticesinde orta sınıf, halk
kitlelerinin bu demokratik alanların ötesinde, kolektif devrimci bir proje
dâhilinde harekete geçtiğini görmüyor.
Arundhati
Roy, bu orta sınıf solculuğunun en iyi örneği. O da muhalif solun içinden
çıkamadığı açmazın, kördüğümün çilesini çekiyor: Roy da şiddet araçlarından
uzak duran toplumsal hareketlerin yolun sonuna geldiğini, STK’ların “kafesteki
aslanlar” olduklarını görüyor, ama bir yandan da “surda gedik açabilecek tek
güç olsalar da” Maoistlerin politik açıdan desteklenemeyeceğini söylüyor
(Mülâkat, Tehelka, 31 Mart 2007).
Meramımın
daha iyi anlaşılabilmesi için Salva Cudum çeteleriyle iş tutan devlete dair
tartışmalara, özelde de bu mesele karşısında endişe duyan bağımsız yurttaşların
tepkilerine bakılabilir. Devlet bizatihi Salva Cudum çetesi hâline gelmişken,
muhalif sol, tüm coşkusuyla bu tür çetelerle iş tutmayacak demokratik,
anayasaya bağlı bir devlet varolsun diye mücadele ediyor. Devletin hesap
vermesini isterken, bir biçimde onu yeniden tesis ve ıslah ediyor. Hiç
bilinmeyen ve tüm riskleriyle yeni olan devletin aynasında sadece şiddet ve
totalitarizm görüyor. Bunu yaparken, bugünkü devletin canına can katıyor.
Saroj Giri
2009
[Kaynak:
Journal of Contemporary Asia, Cilt 39, Sayı 3, s. 463-474.]
0 Yorum:
Yorum Gönder