Çoğunlukla
İsrail’in Yahudi yerleşimci sömürgecilik pratiğine sunulan ekonomik, askeri ve
diplomatik destek konusunda ABD ve Batı ülkelerinin siyasetleri düzleminde
istisnai bir yere sahip olduğu iddia ediliyor.
Bu
iddia kısmen doğru, zira İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımına hâlen
daha devam ettiği, 34.000’den fazla insanı öldürdüğü koşullarda ABD başkanı Joe
Biden, İsrail’i her türden uluslararası yaptırıma karşı korumaya devam
edeceğini söyledi. Geçen hafta ABD Kongresi, İsrail’e 26 milyar dolarlık yardım
yapılmasını öngören bir kanun tasarısını yürürlüğe koydu.
Peki
ama İsrail, gerçekten de istisnai ve özel bir yere mi sahip?
Batı’nın
o hepimizin bildiği Avrupa’ya ait yerleşimci sömürgeci pratiklerine sunduğu
desteğin tarihi bize, Batı’nın bugün İsrail’e sunduğu destek belirli detaylarda
farklılık arz etse de bu desteğin hiç de emsalsiz ve özgün olmadığını ortaya
koyuyor.
Cezayir’deki
sömürgecilik karşıtı mücadeleye destek veren birçok insanın Filistin halkına
destek sunmayı reddettiği, tarihsel açıdan doğrudur. Aynı şekilde, Güney Afrika’nın
ırk ayrımcısı rejimden kurtulmak için verdiği mücadeleye destek veren birçok isim,
İsrail’e ısrarla arka çıkmış, Filistinlileri sert bir dille eleştirmiştir.
Cezayir’in
Fransa elinde olduğu döneme, Rodezya’ya ve ırk ayrımcısı Güney Afrika’ya Batı’da
destek sunanların büyük bir bölümü, Yahudilerin üstün olduğunu söyleyen İsrail’e
hâlen daha onay veriyor.
Beyaz
Üstünlükçülüğüne Kalkan Olmak
Cezayirlilerin
bağımsızlık mücadelesi esnasında Fransızların bu sömürgesine yönelik uyguladığı
baskı ve zulmün zirveye ulaştığı dönemde ABD ve Avrupa Fransa’ya destek sundu,
Birleşmiş Milletler’de alınacak yaptırım kararlarına karşı Fransa’ya kalkan
oldu, Cezayirli devrimcileri kınadı.
Bu
Batılı güçler, aynı desteği Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı devlete ve ondaki
beyaz üstünlükçülüğü fikrine de sundular, ayrıca, altmışlardan seksenlerin
sonuna dek yaptırımlara karşı bu ülkeyi korudular. Hatta Güney Afrika’daki beyaz
üstünlükçülerinin Namibya’daki yasa dışı işgalin 1990’a dek sürmesini
sağladılar.
Aynı
durum, Rodezya için de geçerliydi. Burada İngilizler, beyaz üstünlükçülerinin
yönettiği yerleşimci sömürgecilik pratiğini uluslararası toplumun
eleştirilerine karşı korudu. Beyaz sömürgeciler, 1965 yılında Ian Smith
liderliğinde hazırladıkları Tek Taraflı Bağımsızlık Deklarasyonu’nu
yayınladılar. Burada amaç, beyaz üstünlükçülüğünü koruma altına almaktı.
1962
yılından başlayarak BM Güvenlik Konseyi, BM Genel Kurulu ve Özel Sömürgecilik Komitesi,
İngilizleri Rodezya’daki beyaz üstünlükçülüğüne son verme yönünde teşvik etme
konusunda aktif bir rol oynadı. 1962 yılında Genel Kurul, konuyla ilgili bir
karara imza attı.
Ama
İngilizler, bu tür çağrılara hiçbir zaman kulak asmadı. Eylül 1963’te İngiltere,
İngilizlerin Rodezya Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin Rodezya hükümetine devrine
karşı çıkmaya çağıran Güvenlik Konseyi kararını veto etti.
Nisan
1965’te, şu Tek Taraflı Bağımsızlık Deklarasyonu’ndan önce, Güvenlik Konseyi
İngiltere’yi bu deklarasyona mani olmaya çağıran başka bir kararı kabul etti.
Ekim ayı içerisinde Genel Kurul, İngilizleri bu deklarasyona mani olması
konusunda mümkün olan her türden tedbiri almaya çağıran kararı yürürlüğe koydu.
Deklarasyondan altı gün önce Genel Kurul, İngilizlerden yerleşimcilerin
bağımsızlık ilân etmesine mani olmak için askeri güç kullanmak dâhil, gerekli
tüm araçları kullanmasını isteyen bir karar aldı.
Bağımsızlık
Deklarasyonu’nun yayınlanması ardından, uluslararası planda yüzleştiği baskılar
üzerine İngiltere, Rodezya parasının sterlinle ilişkisini kesti, ülkeyi kendisine
bağlı milletler topluluğu bünyesinde geçerli olan ekonomik anlaşmaların kapsamı
dışına çıkarttı. Ayrıca İngiltere, bu ülkeden ithalat yapılmasına yasak
getirdi, ayrıca, Rodezya’nın İngiltere bankalarında bulunan 9 milyon
sterlinini, yaklaşık 25,5 milyon dolarını dondurdu.
BM
Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi Bağımsızlık Deklarasyonu’nun hemen ardından bu
deklarasyonu kınayan ve devletleri bu ülkeyi tanımamaya çağıran kararlar aldı.
Bu kararlarda, “ülkelerin illegal rejime yardım ve teşvik anlamına gelecek her türden
eylemden uzak durmaları, Rodezya’ya silâh, teçhizat ve askeri araç-gereç temin
etmemeleri, ayrıca, tüm ekonomik ilişkileri kesmeleri” isteniyordu.
Güvenlik
Konseyi kararı, bir yandan da petrol ambargosu çağrısında bulunuyordu. Bu süreç
işlerken dokuz Afrika ülkesi, Bağımsızlık Deklarasyonu’na izin verdi diye
İngiltere’yle diplomatik ilişkilerini kesti.
İngiltere,
Aralık 1966 ve Ekim 1968’de açık denizdeki gemiler meselesi ile ilgili müzakere
yürütmek için Rodezya’daki yeni rejimle ilişki kursa da bir sonuç alamadı. En nihayetinde
İngiliz hükümeti, 1968’de BM’den 1965’ten beri mali varlıklarını İngiliz
bankalarından alıp, onları korumak adına Güney Afrika’ya aktaran ve kendisinin
sözünü dinlemeyen sömürge güçlerine karşı yaptırım uygulamasını istedi.
Açık
İtiraz
BM
Güvenlik Konseyi, Mart 1970’te İngiltere’yi yasa dışı Rodezya rejimini devirmek
için güç kullanmayı reddettiği için kınadı, ama bu karar, ABD ve İngiltere
tarafından veto edildi. İngiltere, Şubat 1972’de aynı içerikteki diğer kararı
da veto etti.
Bu
esnada İngiliz parlamentosundaki bazı Muhafazakâr Partili vekiller, 1966
tarihli BM yaptırımlarına epey öfkelendiler. Bu kişilere göze Rodezya, bir
anomali değil, tümüyle olağan bir devletti. Hatta bir vekil, “tüm makul
insanlar, BM’nin Rodezya’ya karşı önyargılı olduğunu görüyor, zira aynı BM
Macaristan’a, Tibet’e, Zanzibar’a ya da diğer herhangi zorba rejime yaptırım
uygulamadı” dedi.
ABD’de
eski dışişleri bakanı Dean Acheson sürece dâhil oldu ve BM yaptırımlarını
kınadı.
Bağımsızlık
Deklarasyonu’nun Güney Afrika ve o dönemde Angola ve Mozambik’i elinde bulunduran
Portekiz’den aldığı yardım, beyaz üstünlükçüsü yerleşimci rejiminin hayatta
kalmasına önemli bir katkı sundu. Batı Almanya, Fransa, ABD ve Japonya BM’deki
boykot kararına uymadı, kafalarını başka yöne çevirmek suretiyle ilgili rejimin
hayatta kalmasına katkıda bulundu.
Edward
Heath liderliğinde kurulan yeni Muhafazakâr Parti hükümeti 1970’te iş başı
yaptı. İlk işlerinden biri, Rodezya’daki illegal hükümetle müzakereleri başlatmak
oldu. 24 Kasım 1971’de İngiliz hükümeti, Rodezya devletiyle “İngiltere-Rodezya Arasında
Varılacak Uzlaşma İçin Öneriler” isimli çalışmada dile getirilen hükümler
üzerinden bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma uyarınca İngiltere, Rodezya’nın
bağımsızlığını tanıdı ve iktidardaki beyaz üstünlükçüsü idareye en az 2035’e
kadar muktedir olma güvencesi verdi.
Diğer
yandan, boykota pek uymayan ABD, 1972’de İngilizlerin anlaşması üzerine fikrini
değiştirdi. BM kararlarının ihlal edildiği koşullarda Amerikan başkanı Richard
Nixon, Rodezya madenlerini ithal edip askeri alanda kullanmaya, ayrıca BM’nin açık
itirazına rağmen Güney Afrika ve Portekiz’le birlikte hareket etmeye karar
verdi.
Kesintisiz
Destek
1963’te
ABD, İngiltere ve Batı Almanya diğer Avrupa ülkeleriyle birlikte, BM Güvenlik
Konseyi’nin uyulması zaruri olmayan, Güney Afrika’ya silâh satılmasını
yasaklayan kararına uygun hareket etmeyeceğini açıkladı.
1973’te
BM Genel Kurulu, ırk ayrımcılığının “insanlığa karşı işlenmiş suç” olduğunu
beyan etti. Buna karşın Batılı ülkeler, ırk ayrımcısı rejime desteklerini
sürdürdüler, bu ülkeye ekonomi sahasında önemli yatırımlar yaptılar, ona silâh
temin ettiler.
1975’te
Angola ve Mozambik’in Afrikalı devrimcilerin eline geçmesi ve Portekiz
sömürgeciliğinin desteklediği beyaz üstünlükçüsü iktidarların son bulması ile
birlikte Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı rejim, ilk önemli felâketiyle
yüzleşti.
1980’de
Rodezya’nın adı Zimbabwe olarak değiştirildi. Namibya’daki devrimci kurtuluş
savaşı derinleşti, Güney Afrika, böylelikle Afrika genelinde beyaz
üstünlükçülüğü bayrağını dalgalandıran tek ülke hâline geldi. O günden sonra
ABD ve Batı Avrupa haricinde sahip olduğu müttefiklerini bir bir yetirdi. Elinde
sadece yerleşimci sömürgeci bir devlet olarak İsrail ve Kumintang idaresi
altında olan Tayvan kaldı.
BM,
Güney Afrika polisinin Steve Biko’yu öldürdüğünün öğrenilmesinden iki ay sonra,
Kasım 1977’de, ülkeye uyulması zorunlu olan silâh ambargosunu dayatınca İsrail
ve Tayvan bu karara uymayacağını söyledi ve ülkeye silâh göndermeye devam etti.
BM, kendisine üye devletlerden birine ilk kez bu tür bir ambargoyu uyguluyordu.
Ekonomi
açısından bakıldığında, 1978 yılında Amerika Güney Afrika’nın en büyük ticaret
ortağıydı, onu İngiltere, Japonya, Batı Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri takip
ediyordu.
Yılda
26 milyar doları aşan yabancı yatırımın yüzde 40’ı İngiliz sermayesinden, yüzde
20’si Amerikan sermayesinden, yüzde 10 ise Batı Alman sermayesinden oluşuyordu.
Altmışlarda ve yetmişlerde bu yatırımların getiri oranı epey yüksekti.
ABD,
Güney Afrika’daki Siyahların çilesiyle zerre ilgilenmiyordu. Öyle ki 1972’de ABD
büyükelçisi, Teksaslı petrol zengini John Hurd, Nelson Mandela gibi Afrika
Ulusal Kongresi üyelerinin ve Afrikalı liderlerin hapis yattığı Robben Adası’na
o dönemin Ulaştırma Bakanı Ben Schoeman’la birlikte sülün avlamaya gidiyordu.
Av esnasında adadaki politik tutsaklar, vurulacak hayvanların yerlerinden
çıkartılmasında kullanılıyorlardı. Sonrasında dışişleri bakanlığı, bu elçisini işlediği
“kusur” sebebiyle geri çağırdı.
Batı’nın
Arsızlığı
Uluslararası
planda, seksenlerin ortasında Güney Afrika’daki rejim tavizlerde bulunmayı
reddedince uluslararası toplumdaki kınamaların sayısı iyice arttı. Ülkede
giderek güçlenen, Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı rejime karşı çıkan, bu
ülkenin tecrit edilmesini isteyen kitle hareketinin baskısıyla yüzleşen ABD
yönetimi yanında, İngiltere’ye bağlı sömürge ülkeler ve Avrupa Topluluğu, tecrit
ve ekonomik yaptırımlarla ilgili girişimlerini yoğunlaştırdı.
Bu
yönelime tek karşı çıkan isim, Margaret Thatcher’dı. Thatcher, ırk ayrımcısı
rejime ticari ve ekonomik bağlar üzerinden destek sunmayı sürdürdü. Gelgelelim,
Mayıs 1986’da Milletler Topluluğu heyeti Güney Afrika’ya gitti. Bu ziyarete
rağmen Güney Afrikalılar, saldırılarına devam edeceklerini söylediler.
Henüz
daha heyet ülkeyi terk etmemişken devlet, Afrika Ulusal Kongresi’nin Zimbabwe,
Zambiya ve Botswana’daki üslerine saldırdı. Ülke yönetimine yönelik sayısız
kınama kaleme alındı. Bu metinlerde artık Thatcher’ın adı da anılıyordu. İngiliz
Milletler Topluluğu komitesine göre, 1980-1989 arası dönemde Güney Afrika’nın
gerçekleştirdiği saldırılar ve komşu ülkelerde iç savaşlar başlatan karşı
devrimci örgütlere sunulan destekler neticesinde bir milyon insan ölmüş, üç
milyon insan evsiz kalmış, komşu ülkelerin ekonomileri 35 milyar dolar zarara
uğramıştı.
Irk
ayrımcısı rejim, ırk ayrımcılığını destekleyen kanunların bir kısmını Sovyetler
Birliği ve sosyalist kampın çöktüğü süreçte kaldırmak suretiyle kimi tavizlerde
bulunmaya başladı. Sosyalist kampın çöküşü neticesinde, Güney Afrika’nın ve
Batılı emperyalist ülkelerin ırk ayrımcısı rejime uzun zamandır destek sunmak
için kullandıkları bahane olarak komünizm tehdidi de ortadan kalkmış oldu.
O
günden sonra emperyalist ülkeler, Güney Afrika hükümetine Afrika Ulusal
Kongresi üzerindeki yasağın kaldırılması ve politik tutsakların serbest bırakılmaları
yönünde baskı uyguladı. Dünyanın neoliberal döneme girdiği koşullar, Afrika
Ulusal Kongresi’nin yeni düzenle bütünleştirilmesi için uygun zemini oluşturdu.
Mandela,
ilk iş olarak silâhlı mücadeleyi askıya aldı ve müzakere sürecini başlattı. Böylelikle,
uluslararası ekonomik yaptırımlar ve spor alanındaki boykotlar yürürlükten
kalktı.
Bugün
Filistinlilere destek sunanlar ve onlara yönelik soykırımına devam eden İsrail’e
arka çıkan Batılıların arsızlığına şaşıranlar için bu tarihi hatırlamakta fayda
var.
Bu
İsrail’e destek sunan arsızlar, geçmişte aynı şekilde Fransız Cezayiri, Rodezya
ve Güney Afrika’ya da destek sunmuşlardı. Dolayısıyla İsrail, bu utanç verici
tarihte istisnai bir yere sahip değil.
Joseph Massad
30 Nisan 2024
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder