01 Mayıs 2024

, ,

Batı Soykırımcıları Hep Destekledi

Çoğunlukla İsrail’in Yahudi yerleşimci sömürgecilik pratiğine sunulan ekonomik, askeri ve diplomatik destek konusunda ABD ve Batı ülkelerinin siyasetleri düzleminde istisnai bir yere sahip olduğu iddia ediliyor.

Bu iddia kısmen doğru, zira İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımına hâlen daha devam ettiği, 34.000’den fazla insanı öldürdüğü koşullarda ABD başkanı Joe Biden, İsrail’i her türden uluslararası yaptırıma karşı korumaya devam edeceğini söyledi. Geçen hafta ABD Kongresi, İsrail’e 26 milyar dolarlık yardım yapılmasını öngören bir kanun tasarısını yürürlüğe koydu.

Peki ama İsrail, gerçekten de istisnai ve özel bir yere mi sahip?

Batı’nın o hepimizin bildiği Avrupa’ya ait yerleşimci sömürgeci pratiklerine sunduğu desteğin tarihi bize, Batı’nın bugün İsrail’e sunduğu destek belirli detaylarda farklılık arz etse de bu desteğin hiç de emsalsiz ve özgün olmadığını ortaya koyuyor.

Cezayir’deki sömürgecilik karşıtı mücadeleye destek veren birçok insanın Filistin halkına destek sunmayı reddettiği, tarihsel açıdan doğrudur. Aynı şekilde, Güney Afrika’nın ırk ayrımcısı rejimden kurtulmak için verdiği mücadeleye destek veren birçok isim, İsrail’e ısrarla arka çıkmış, Filistinlileri sert bir dille eleştirmiştir.

Cezayir’in Fransa elinde olduğu döneme, Rodezya’ya ve ırk ayrımcısı Güney Afrika’ya Batı’da destek sunanların büyük bir bölümü, Yahudilerin üstün olduğunu söyleyen İsrail’e hâlen daha onay veriyor.

Beyaz Üstünlükçülüğüne Kalkan Olmak

Cezayirlilerin bağımsızlık mücadelesi esnasında Fransızların bu sömürgesine yönelik uyguladığı baskı ve zulmün zirveye ulaştığı dönemde ABD ve Avrupa Fransa’ya destek sundu, Birleşmiş Milletler’de alınacak yaptırım kararlarına karşı Fransa’ya kalkan oldu, Cezayirli devrimcileri kınadı.

Bu Batılı güçler, aynı desteği Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı devlete ve ondaki beyaz üstünlükçülüğü fikrine de sundular, ayrıca, altmışlardan seksenlerin sonuna dek yaptırımlara karşı bu ülkeyi korudular. Hatta Güney Afrika’daki beyaz üstünlükçülerinin Namibya’daki yasa dışı işgalin 1990’a dek sürmesini sağladılar.

Aynı durum, Rodezya için de geçerliydi. Burada İngilizler, beyaz üstünlükçülerinin yönettiği yerleşimci sömürgecilik pratiğini uluslararası toplumun eleştirilerine karşı korudu. Beyaz sömürgeciler, 1965 yılında Ian Smith liderliğinde hazırladıkları Tek Taraflı Bağımsızlık Deklarasyonu’nu yayınladılar. Burada amaç, beyaz üstünlükçülüğünü koruma altına almaktı.

1962 yılından başlayarak BM Güvenlik Konseyi, BM Genel Kurulu ve Özel Sömürgecilik Komitesi, İngilizleri Rodezya’daki beyaz üstünlükçülüğüne son verme yönünde teşvik etme konusunda aktif bir rol oynadı. 1962 yılında Genel Kurul, konuyla ilgili bir karara imza attı.

Ama İngilizler, bu tür çağrılara hiçbir zaman kulak asmadı. Eylül 1963’te İngiltere, İngilizlerin Rodezya Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin Rodezya hükümetine devrine karşı çıkmaya çağıran Güvenlik Konseyi kararını veto etti.

Nisan 1965’te, şu Tek Taraflı Bağımsızlık Deklarasyonu’ndan önce, Güvenlik Konseyi İngiltere’yi bu deklarasyona mani olmaya çağıran başka bir kararı kabul etti. Ekim ayı içerisinde Genel Kurul, İngilizleri bu deklarasyona mani olması konusunda mümkün olan her türden tedbiri almaya çağıran kararı yürürlüğe koydu. Deklarasyondan altı gün önce Genel Kurul, İngilizlerden yerleşimcilerin bağımsızlık ilân etmesine mani olmak için askeri güç kullanmak dâhil, gerekli tüm araçları kullanmasını isteyen bir karar aldı.

Bağımsızlık Deklarasyonu’nun yayınlanması ardından, uluslararası planda yüzleştiği baskılar üzerine İngiltere, Rodezya parasının sterlinle ilişkisini kesti, ülkeyi kendisine bağlı milletler topluluğu bünyesinde geçerli olan ekonomik anlaşmaların kapsamı dışına çıkarttı. Ayrıca İngiltere, bu ülkeden ithalat yapılmasına yasak getirdi, ayrıca, Rodezya’nın İngiltere bankalarında bulunan 9 milyon sterlinini, yaklaşık 25,5 milyon dolarını dondurdu.

BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi Bağımsızlık Deklarasyonu’nun hemen ardından bu deklarasyonu kınayan ve devletleri bu ülkeyi tanımamaya çağıran kararlar aldı. Bu kararlarda, “ülkelerin illegal rejime yardım ve teşvik anlamına gelecek her türden eylemden uzak durmaları, Rodezya’ya silâh, teçhizat ve askeri araç-gereç temin etmemeleri, ayrıca, tüm ekonomik ilişkileri kesmeleri” isteniyordu.

Güvenlik Konseyi kararı, bir yandan da petrol ambargosu çağrısında bulunuyordu. Bu süreç işlerken dokuz Afrika ülkesi, Bağımsızlık Deklarasyonu’na izin verdi diye İngiltere’yle diplomatik ilişkilerini kesti.

İngiltere, Aralık 1966 ve Ekim 1968’de açık denizdeki gemiler meselesi ile ilgili müzakere yürütmek için Rodezya’daki yeni rejimle ilişki kursa da bir sonuç alamadı. En nihayetinde İngiliz hükümeti, 1968’de BM’den 1965’ten beri mali varlıklarını İngiliz bankalarından alıp, onları korumak adına Güney Afrika’ya aktaran ve kendisinin sözünü dinlemeyen sömürge güçlerine karşı yaptırım uygulamasını istedi.

Açık İtiraz

BM Güvenlik Konseyi, Mart 1970’te İngiltere’yi yasa dışı Rodezya rejimini devirmek için güç kullanmayı reddettiği için kınadı, ama bu karar, ABD ve İngiltere tarafından veto edildi. İngiltere, Şubat 1972’de aynı içerikteki diğer kararı da veto etti.

Bu esnada İngiliz parlamentosundaki bazı Muhafazakâr Partili vekiller, 1966 tarihli BM yaptırımlarına epey öfkelendiler. Bu kişilere göze Rodezya, bir anomali değil, tümüyle olağan bir devletti. Hatta bir vekil, “tüm makul insanlar, BM’nin Rodezya’ya karşı önyargılı olduğunu görüyor, zira aynı BM Macaristan’a, Tibet’e, Zanzibar’a ya da diğer herhangi zorba rejime yaptırım uygulamadı” dedi.

ABD’de eski dışişleri bakanı Dean Acheson sürece dâhil oldu ve BM yaptırımlarını kınadı.

Bağımsızlık Deklarasyonu’nun Güney Afrika ve o dönemde Angola ve Mozambik’i elinde bulunduran Portekiz’den aldığı yardım, beyaz üstünlükçüsü yerleşimci rejiminin hayatta kalmasına önemli bir katkı sundu. Batı Almanya, Fransa, ABD ve Japonya BM’deki boykot kararına uymadı, kafalarını başka yöne çevirmek suretiyle ilgili rejimin hayatta kalmasına katkıda bulundu.

Edward Heath liderliğinde kurulan yeni Muhafazakâr Parti hükümeti 1970’te iş başı yaptı. İlk işlerinden biri, Rodezya’daki illegal hükümetle müzakereleri başlatmak oldu. 24 Kasım 1971’de İngiliz hükümeti, Rodezya devletiyle “İngiltere-Rodezya Arasında Varılacak Uzlaşma İçin Öneriler” isimli çalışmada dile getirilen hükümler üzerinden bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma uyarınca İngiltere, Rodezya’nın bağımsızlığını tanıdı ve iktidardaki beyaz üstünlükçüsü idareye en az 2035’e kadar muktedir olma güvencesi verdi.

Diğer yandan, boykota pek uymayan ABD, 1972’de İngilizlerin anlaşması üzerine fikrini değiştirdi. BM kararlarının ihlal edildiği koşullarda Amerikan başkanı Richard Nixon, Rodezya madenlerini ithal edip askeri alanda kullanmaya, ayrıca BM’nin açık itirazına rağmen Güney Afrika ve Portekiz’le birlikte hareket etmeye karar verdi.

Kesintisiz Destek

1963’te ABD, İngiltere ve Batı Almanya diğer Avrupa ülkeleriyle birlikte, BM Güvenlik Konseyi’nin uyulması zaruri olmayan, Güney Afrika’ya silâh satılmasını yasaklayan kararına uygun hareket etmeyeceğini açıkladı.

1973’te BM Genel Kurulu, ırk ayrımcılığının “insanlığa karşı işlenmiş suç” olduğunu beyan etti. Buna karşın Batılı ülkeler, ırk ayrımcısı rejime desteklerini sürdürdüler, bu ülkeye ekonomi sahasında önemli yatırımlar yaptılar, ona silâh temin ettiler.

1975’te Angola ve Mozambik’in Afrikalı devrimcilerin eline geçmesi ve Portekiz sömürgeciliğinin desteklediği beyaz üstünlükçüsü iktidarların son bulması ile birlikte Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı rejim, ilk önemli felâketiyle yüzleşti.

1980’de Rodezya’nın adı Zimbabwe olarak değiştirildi. Namibya’daki devrimci kurtuluş savaşı derinleşti, Güney Afrika, böylelikle Afrika genelinde beyaz üstünlükçülüğü bayrağını dalgalandıran tek ülke hâline geldi. O günden sonra ABD ve Batı Avrupa haricinde sahip olduğu müttefiklerini bir bir yetirdi. Elinde sadece yerleşimci sömürgeci bir devlet olarak İsrail ve Kumintang idaresi altında olan Tayvan kaldı.

BM, Güney Afrika polisinin Steve Biko’yu öldürdüğünün öğrenilmesinden iki ay sonra, Kasım 1977’de, ülkeye uyulması zorunlu olan silâh ambargosunu dayatınca İsrail ve Tayvan bu karara uymayacağını söyledi ve ülkeye silâh göndermeye devam etti. BM, kendisine üye devletlerden birine ilk kez bu tür bir ambargoyu uyguluyordu.

Ekonomi açısından bakıldığında, 1978 yılında Amerika Güney Afrika’nın en büyük ticaret ortağıydı, onu İngiltere, Japonya, Batı Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri takip ediyordu.

Yılda 26 milyar doları aşan yabancı yatırımın yüzde 40’ı İngiliz sermayesinden, yüzde 20’si Amerikan sermayesinden, yüzde 10 ise Batı Alman sermayesinden oluşuyordu. Altmışlarda ve yetmişlerde bu yatırımların getiri oranı epey yüksekti.

ABD, Güney Afrika’daki Siyahların çilesiyle zerre ilgilenmiyordu. Öyle ki 1972’de ABD büyükelçisi, Teksaslı petrol zengini John Hurd, Nelson Mandela gibi Afrika Ulusal Kongresi üyelerinin ve Afrikalı liderlerin hapis yattığı Robben Adası’na o dönemin Ulaştırma Bakanı Ben Schoeman’la birlikte sülün avlamaya gidiyordu. Av esnasında adadaki politik tutsaklar, vurulacak hayvanların yerlerinden çıkartılmasında kullanılıyorlardı. Sonrasında dışişleri bakanlığı, bu elçisini işlediği “kusur” sebebiyle geri çağırdı.

Batı’nın Arsızlığı

Uluslararası planda, seksenlerin ortasında Güney Afrika’daki rejim tavizlerde bulunmayı reddedince uluslararası toplumdaki kınamaların sayısı iyice arttı. Ülkede giderek güçlenen, Güney Afrika’daki ırk ayrımcısı rejime karşı çıkan, bu ülkenin tecrit edilmesini isteyen kitle hareketinin baskısıyla yüzleşen ABD yönetimi yanında, İngiltere’ye bağlı sömürge ülkeler ve Avrupa Topluluğu, tecrit ve ekonomik yaptırımlarla ilgili girişimlerini yoğunlaştırdı.

Bu yönelime tek karşı çıkan isim, Margaret Thatcher’dı. Thatcher, ırk ayrımcısı rejime ticari ve ekonomik bağlar üzerinden destek sunmayı sürdürdü. Gelgelelim, Mayıs 1986’da Milletler Topluluğu heyeti Güney Afrika’ya gitti. Bu ziyarete rağmen Güney Afrikalılar, saldırılarına devam edeceklerini söylediler.

Henüz daha heyet ülkeyi terk etmemişken devlet, Afrika Ulusal Kongresi’nin Zimbabwe, Zambiya ve Botswana’daki üslerine saldırdı. Ülke yönetimine yönelik sayısız kınama kaleme alındı. Bu metinlerde artık Thatcher’ın adı da anılıyordu. İngiliz Milletler Topluluğu komitesine göre, 1980-1989 arası dönemde Güney Afrika’nın gerçekleştirdiği saldırılar ve komşu ülkelerde iç savaşlar başlatan karşı devrimci örgütlere sunulan destekler neticesinde bir milyon insan ölmüş, üç milyon insan evsiz kalmış, komşu ülkelerin ekonomileri 35 milyar dolar zarara uğramıştı.

Irk ayrımcısı rejim, ırk ayrımcılığını destekleyen kanunların bir kısmını Sovyetler Birliği ve sosyalist kampın çöktüğü süreçte kaldırmak suretiyle kimi tavizlerde bulunmaya başladı. Sosyalist kampın çöküşü neticesinde, Güney Afrika’nın ve Batılı emperyalist ülkelerin ırk ayrımcısı rejime uzun zamandır destek sunmak için kullandıkları bahane olarak komünizm tehdidi de ortadan kalkmış oldu.

O günden sonra emperyalist ülkeler, Güney Afrika hükümetine Afrika Ulusal Kongresi üzerindeki yasağın kaldırılması ve politik tutsakların serbest bırakılmaları yönünde baskı uyguladı. Dünyanın neoliberal döneme girdiği koşullar, Afrika Ulusal Kongresi’nin yeni düzenle bütünleştirilmesi için uygun zemini oluşturdu.

Mandela, ilk iş olarak silâhlı mücadeleyi askıya aldı ve müzakere sürecini başlattı. Böylelikle, uluslararası ekonomik yaptırımlar ve spor alanındaki boykotlar yürürlükten kalktı.

Bugün Filistinlilere destek sunanlar ve onlara yönelik soykırımına devam eden İsrail’e arka çıkan Batılıların arsızlığına şaşıranlar için bu tarihi hatırlamakta fayda var.

Bu İsrail’e destek sunan arsızlar, geçmişte aynı şekilde Fransız Cezayiri, Rodezya ve Güney Afrika’ya da destek sunmuşlardı. Dolayısıyla İsrail, bu utanç verici tarihte istisnai bir yere sahip değil.

Joseph Massad
30 Nisan 2024
Kaynak

0 Yorum: