22 Mayıs 2024

, ,

İşçi Partisi’nin Açmazı

İngiliz İşçi Partisi’nin ardı ardına dört seçimde de yaşadığı yenilgi üzerinden iki çıkarımda bulunabiliriz.

1. İngiliz İşçi Partisi, önemli bir çoğunluğa ulaşarak hükümet kurabilmesi için kimi özel ve istisnai koşulların oluşması gerekiyor.

2. Bugün bu bahsini ettiğimiz istisnai koşulların oluşması içinse Muhafazakâr Parti’nin politika ve seçim sathında bölünmesi gerekiyor.

İşçi Partisi’nin yaşadığı yenilgi, geleceğine dair tartışmaların da yaşanmasına neden oldu. Bu tartışmalar dâhilinde şu türden sorular ele alındı.

Parti ,sendikalarla kurduğu bağlara doğru daralma yoluna mı gitmeli yoksa bu bağları kesmeli mi?

Parti, nispi temsil sistemini savunmalı mı?

Savunacaksa, seçim yolunda liberal demokratlarla ittifak yapmalı mı?

Sosyal yardımların herkese yapılacağı vaadinden vaz mı geçmeli?

Bu türden sorular solu ümitsizliğe sürüklüyor, zira sol, İşçi Partisi’nin işçi partisi olduğu önermesini sorgusuz sualsiz kabul ediyor, partinin sınıfsal temelinin somut ifadesi olarak da onun sendikalarla kurduğu bağlara işaret ediliyor.

Solun görüşüne göre, sendikalarla bağların kopartılması durumunda işçi sınıfı temsil edilme imkânını yitirecek, böylelikle, tarihsel bir yenilgiyle yüzleşecek. Bu yüzden, işçi sınıfı nüfusun önemli bir kısmını teşkil ettiği için, sendikalarla bağlar kopartılsın mı kopartılmasın mı sorusu yerine onların daha iyi nasıl temsil edileceği sorusu üzerinde duran yığınla makale kaleme alınıyor.

Burada biz, meseleye başka bir açıdan yaklaşıyoruz. Bize göre, İşçi Partisi’ni orta sınıfın politik çıkarlarını korumak amacıyla işçi sınıfının ufak ve imtiyazlı katmanıyla ittifak kuran, orta sınıfın radikal kesimi kurdu. Dolayısıyla, İşçi Partisi, bugün olmadığı gibi dün de hiçbir vakit bir işçi sınıfı partisi olmadı.

İşçi sınıfının iyi maaşlı kesimlerinden oluşan toplumsal taban dardı, bu sebeple, işçi sınıfının geri kalan kısmının oylarını almak için çalışmalar yürütüldü. Söz konusu toplumsal taban, meclis içerisinde muteber bir güç olarak temsil edilmesi için uğraşıp durdu. Ama bu durum, onu bir işçi sınıfı partisi yapmaz. Neticede işçi sınıfının oyları seçimi kazanmaya yetmez. Dolayısıyla, orta sınıfın en geniş kesimlerinin oylarına ihtiyaç duyar. Bu imkân, iki kez ortaya çıktı. İlki 1945’te ikincisi 1966’da. Her iki seçim sonrası parti hükümet kurdu, ama ya azınlık partisi olarak çalışma yürüttü ya da çoğunluğa zar zor ulaşabildi.

Burada sunduğumuz bakış açısı, solcuların bakış açısından farklı, çünkü biz, solun çıkış noktasından farklı bir çıkış noktası üzerinde duruyoruz. Sol, İşçi Partisi varolduğu dönem boyunca onun Britanya’nın büyük bir emperyalist güç olduğu, bu olgunun partinin politik gelişimini tayin ettiği gerçeğini unutuyor.

Partiyi işçi sınıfı içinde yer alan dar bir katman kurdu. Bu işçi aristokrasisi daha çok kalifiye işçilerden oluşuyordu. Bu kesim, esas olarak Çartizmin yaşadığı yenilgi sonrası İngiltere’nin dünya genelinde tekelci güç hâline gelen sanayisinin inşa edildiği dönemde ortaya çıktı. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde ABD ve Almanya ile girdiği rekabet, İngiltere’nin sanayi sahasındaki gücünü bir miktar kırdı, böylelikle işçi aristokrasisinin imtiyazlı konumu sömürgeci tekellerin verdiği kırıntılara bağımlı hâle geldi. Böylesi bir güçlükle yüzleşen işçi aristokrasisi, mevcut konumunun zayıfladığını gördü ve düne kadar müttefiki kabul ettiği Liberal Parti’den uzaklaştı.

İşçi aristokrasisi, sınıfsal çıkarlarını savunmak adına, meclis içerisinde ayrı bir grup oluşturma ihtiyacı duydu. Böylesi bir grubu oluşturmak için de radikal orta sınıfla birlikte İşçi Partisi’ni kurdu. Bu iyi ücretli kesimin imtiyazları İngiliz İmparatorluğu’nun devamlılığına tabi olduğu için İşçi Partisi imparatorluğu savunmak zorunda kaldı. Neticede İşçi Partisi, kurulduğu günden beri emperyalist bir partiydi.

Buna karşın sol, İşçi Partisi’nin emperyalist niteliğini zımnen veya alenen görmezden geliyor, bunun neticesinde de işçi sınıfı içerisindeki ayrışmaya dair tespitlerden uzak duruyor. İşçi Partisi’nin işçi sınıfı partisi olduğuna dair efsanenin bugüne dek gelmesi için gerekli teorik zemini bu yanlış yaklaşım örüyor. Sol, politik koşullar ne vakit onu korumasını talep etse İşçi Partisi’ne kalkan oluyor. Sol, ilgili efsaneyle uyumlu bir role sahip.

Örneğin 1992 seçiminde istisnasız tüm sol, İşçi Partisi ile Muhafazakâr Parti arasındaki politika farklılıklarının neredeyse silinip gitmiş olmasına rağmen gidip tıpış tıpış İşçi Partisi’ne oy verdi, onun için kampanya yürüttü.

Her ne kadar 30 yaşın altındaki kadınları dışarıda tutsa da 1918 tarihli Halkın Temsili Kanunu’nun işçi sınıfına oy kullanma hakkı vermesi sonrası İşçi Partisi, mecliste önemli bir güç hâline geldi. Ama gene de aldığı oylar, partinin çoğunluğu elde etmesine yetmedi. Bu çoğunluğu elde etmesi için partinin işçi sınıfının çıkarlarıyla imtiyazlı üst katmanlarla orta sınıfa mensup geniş kitlelerin çıkarlarını uzlaştırması gerekiyordu. Bu uzlaştırma girişimi, sadece savaş sonrasında başarıya ulaştı. Ekonomik canlanmaya yol açtığı düşünülen Keynesçi “şu çıkarları uzlaştıralım”cı anlayış, refah devletinin tesisiyle birlikte sonuç verdi.

Yetmişlerin sonunda Keynesçiliğin ölümü, esasen şu anlama geliyordu: işçi aristokrasisinin ve orta sınıfın imtiyazlı koşullara sahip olduğu dönem sona erdi, aynı zamanda işçi kitleleri, kendilerine yeterli olan yaşam standartlarını tümüyle yitirdi. Artık o işçi aristokrasisi ve orta sınıf, zenginliğe işçi sınıfının hilafına kavuşabilirdi. İşçi Partisi içerisinde bugün sürmekte olan sosyal yardımların hedefe konulması ile ilgili tartışma, oluşan bu yeni gerçekliğin bir yansıması.

Yirminci yüzyılın başından itibaren İngiliz emperyalizminin biçimi değişti ama özü hiç değişmedi. İngiliz emperyalizmiyle birlikte işçi aristokrasisi de değişti, ama işçi sınıfı içerisindeki ayrışma varlığını bir biçimde korudu. Usta işçiler, yerlerini sendika memurlarına, çalışanlarına, yetenekli beyaz yakalı işçilere ve idarecilere bıraktı. Bu, bilhassa kamu sektöründe işleyen bir süreçti. İlgili katmana hâkim olan politik kültür tümüyle yozlaşmış, paraya teslim olmuş bir kültürdü. Yani bu kesim, ülke içerisindeki ve ülke dışındaki fakirlikle ve zulümle zerre ilgilenmiyordu, çünkü bu fakirlik ve zulüm, imtiyazlı ve asalak varlığının zorunlu koşuluydu.

Söz konusu kesim, demokrasi anlayışından uzak, ruhen köle isimlerden oluşuyordu. Ama politik ihtiyaçlar uyarınca öyle değilmiş gibi görünmeye özen gösteriyorlardı. İşçi Partisi üyelerinin alamet-i farikası, cahillikti.

Ülkedeki demokratik ve politik hakların durumu bugün öyle kötü ki Avrupa Mahkemesi’ne yapılan başvuruların önemli bir bölümü bu konularla alakalı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ekonomik canlılık döneminde sayıları giderek artan kamu sektörü işçilerinin nispeten zengin kesimlerinden gelen solcular, bu hâkim kültüre teslim oldular ve yerlerini almaya çalıştıkları isimlerden daha fazla yozlaştılar. İmtiyazlı toplumsal konumları politik duruşlarını tayin etti.

Bu politik duruşları ve işleyen süreci idrak edebilmek için işçi aristokrasisinin yükselişi ve kitlelerle ilişkisini, işçi sınıfının mecliste bağımsız temsil edilme imkânlarını araştırmak zorunda kalışını, 1918 anayasasının kabulünden beri yürüttüğü faaliyetleri incelemek gerekiyor. Bu açıdan, İşçi Partisi’nin tarihi ve sicili araştırılmayı bekliyor.

Dünya ezilenleri açısından İşçi Partisi, gerçekte ne demokrasi ne de eşitlik ilkesine bağlı. O, ülke içerisinde elde ettiği bir iki önemsiz başarı haricinde önemli bir tarihsel başarı elde edebilmiş değil. Tek işi, İngiliz emperyalizminin çıkarlarını savunmak. Bu gerçeği anlamak için 1918’den beri partinin işçi sınıfı ile kurduğu ilişkilere bakmak gerekiyor. Bu süreçte parti, işçi sınıfını sürekli politik hayattan uzak tuttu. İşçiler, ne vakit kendilerini savunmaya çalıştılar, parti, elindeki tüm kaynakları kullanarak, zerre vicdan azabı duymadan, işçilere saldırdı.

1992 seçimleri, İngiliz emperyalizminin sanayi, maliye ve siyaset sahasında yaşadığı çöküş sürecinin hızlandığı gerçeklikte yapıldı. 1986’da başka ülkelerdeki varlıklarının toplamı 100 milyar sterlini aşan, dünyanın en büyük borç veren ülkesi olan İngiltere, 1991’de toplam 16 milyar sterlinlik bir varlığa sahipti. 1990’da borç alan ülke olmaktan çıktı. Tokyo, dünyanın finans merkezi unvanını Londra’nın elinden aldı.

Kuzey Denizi petrolünden gelen gelirler seksenlerin ortalarında zirveye ulaştı. İmalat sektörünün ürettiği ürünlerin 1992’deki oranı, 1979’daki seviyenin sadece yüzde 1 üzerindeydi. İmalat sektörüne yönelik yatırım ise düşüktü. Böylelikle, otuzlardan beri hüküm süren en uzun resesyon sürecinin orta yerinde ülke, mamul ürünler konusunda yaşadığı ticaret açığını beklenmedik bir biçimde dengeleme imkânı buldu. Kamu kesimi borçlanma gereksinimi, hâlihazırda 34 milyar sterlin ve bu değer sürekli yukarı çekiliyor. Reel harcamalardaki kesintilerle birlikte hizmetlerin niteliği sürekli bozuluyor.

Buna rağmen, daha doğrusu, tam da bu sebeple İşçi Partisi seçim kazanamıyor. Parti, ne orta sınıfın ne de işçi sınıfının kalburüstü kesimini ikna edebiliyor. Bu kesimlerin Muhafazakâr Parti’ye yönelik desteğini bir türlü sonlandıramıyor, işçi sınıfına, bilhassa yoksul kesimlerine anlamlı hiçbir şey sunamıyor. Aslında parti, seçim süreci boyunca görmezden geldi ve bu yaklaşımı seçim sonrasında da sürdürdü. İşçi sınıfı ve yoksullardan korkuyor ya da onlara acıyor. Bu kesimleri “altsınıf” olarak görüp çöpe atıyor. Gelgelelim, bu “altsınıf” dedikleri kesim, hızla büyüyor.

Bugün tüm çalışanların yüzde 47’si, Avrupa Eşik Gelir Düzeyi’nin altında ücret alıyor. “Örgütlenemeyen parya” veya “cehennemin dibini boylamış insanlar” olarak görülen “altsınıf”, giderek işçi sınıfına dair bir örtmece hâline geliyor. Bu örtmeceli ifade, aslında işçi sınıfının politik hayattan dışlanmışlığını anlatıyor. 1992’deki Los Angeles isyanları, yoksul işçi sınıfının ancak daha fazlası sunacak politikayı kabul edebileceğini gösteriyor. O hâlde bugünün meselesi şu: bu kesimin politik çıkarlarını kim temsil edecek? İşçi Partisi’nin temsil edemeyeceği açık.

Robert Clough
Haziran 1992

[Kaynak: Labour: A Party Fit for Imperialism, İkinci Baskı, 2014, Counterattack, s. 11-15.]

0 Yorum: