İngiltere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İngiltere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Temmuz 2024

Hitchens Küçük Tanrı Büyük

Bir an gelir, çocuk, büyüklerinin kendisine onu terbiyeli kılmak için anlattıkları o aptal hikâyelerdeki tutarsızlıkları ve saçmalıkları fark etmeye başlar. Christopher Hitchens o idrake eriştiğinde dokuz yaşındaymış. Bir gün öğretmen, “Öyle muhteşem bir şey ki! Tanrı, ağaçları ve otları gözümüze hoş görünsün diye yeşil yaratmış” demiş. Hitchens, öğretmenin meseleyi yanlış anladığını artık biliyormuş:

“Çünkü gözlerimiz kendilerini doğaya ayarlıyordu, başka türlüsü de mümkün değildi.”

Sonra Hitchens, başka tuhaflıkları da fark etmeye başlamış ve “Madem İsa kör bir adamı iyileştirebiliyor, körlüğü neden ortadan kaldırmıyor?”, “Dualarımıza neden cevap alamıyoruz?”, “Seks neden bu kadar zararlı bir şeymiş gibi görülmüş?” gibi sorular sormaya başlamış.

Hitchens’ın da dile getirdiği biçimiyle “bu türden çocukça ve net olmayan itirazlar” çocukta kötü durmuyor, kişiyi hiçbir şekilde rezil etmiyor.[1] Asıl şaşırtıcı olan da bu türden yavan bir akıl yürütme pratiğinin Hitchens’ın dinle ilgili yazılarında karşımıza çıkıyor olması.

Burada mesele, Hitchens’ın ifadesiyle, “hiçbir dinin tatmin edici bir cevap sunamaması” değil. Oysa bu, doğru bir tespit olarak görülemez. Bu türden sıradan tespitleri ısrarla dile getirmemek gerek. Karşımızda, ele aldığı konuya her şeyi motamot anlayan, beceriksiz genellemelere ulaşan, dikkatsizce hatalar yapan bir yazar olarak yaklaşan tipik bir İngiliz var. Hitchens, aleniliğin, motamotçuluğun ve zırvanın karışımı olmaklığıyla madalyayı hak ediyor.

Hitchens, bu anlamıyla kötü bir ateist. O, sekülerizmi ilginç olmaktan çıkartıyor, materyalizmi incelikten yoksun kılıyor. Daha da kötüsü, önemli momentlerde dine karşı gerçekleştirdiği saldırıya, şovenizm, medeniyetler savaşı konusunda attığı paranoyakça çığlıklar ve sağcı ırkçılık hükmediyor.

Hitchens’ın dinle ilgili temel görüşü siyasi hayatı boyunca somutta hiç değişmedi. Ama antiteizmin politikasında dilinde önemli bir unsur olarak oynadığı roldeki köklü değişim, 2005 civarı başladı. Bu değişimin ardındaki dürtü ise kısmen fırsatçılıkla tanımlıydı.

Burada sadece Hitchens’ın Sam Harris, Daniel Dennett ve Richard Dawkins gibi isimlerin kaleme aldıkları kitapların başarısını görüp fırsattan istifade etmeye çalıştığı gerçeği üzerinde duruyor değilim. Hitchens’taki değişimin ana sebebi tabii ki bu kitapların elde ettiği başarıydı. Diğer yazarların peşinden gitmeye ve o pazara girmeye karar vermesi, esasen itibar sahibi olmak istemesiyle ilgiliydi.

Bir yandan da Hitchens, kanın oluk oluk aktığı, işkencelerin ifşa olduğu gerçeklikte giderek itibarsızlaşmış olan Irak işgaline yönelik ideolojik mücadeleyi dağıtmak için uğraştı. Bahsi edilen alana geçmesinin bir nedeni de buydu. Dinle ilgili yazıları sayesinde hem savaşı odaktan çıkarttı hem de süreci kendince izah etme imkânı buldu. Ona göre din her şeyi zehirlediği için, vaat ettiği kurtuluşa bizi Saddam Hüseyin’in devrilişi götürecekti. Bu anlamda Allah Büyük Değildir kitabı emperyalizmin, esasında kapitalizmin günahlarının kefaretinin eğlenceli bir şekilde ödenmesinden başka bir şey değildi.

Hitchens’ın anti-teizminin gördüğü işlev, yapısal açıdan Irving Howe’un Stalinofobi olarak nitelediği şeye benzer. Bu tabir, Soğuk Savaş siyasetinin dönüşmüş özel bir hâline atıfta bulunmaktadır. Bu siyaset dâhilinde anti-Stalinist solun eski unsurları Sovyetler’e yönelik nefretlerine göre hareket ettiler. “Stalinizm” denilen umacı ve günah keçisi, sağla kurulan yeni ittifakı meşrulaştırdı, insanları kapitalist toplumdaki kalıcı adaletsizlere karşı kayıtsızlaştırdı ve “Özgür Dünya” adına yapılan baskıcı uygulamalara hoşgörüyle yaklaşıldı. Aynı kaba biçim dâhilinde, Hitchens’ın dine yönelik meşguliyeti, kapitalizmin ve imparatorluğun adaletsizliklerine karşı gözleri kör etmekle kalmadı, ayrıca, onlara dönük arsız bir savunuya yol açtı.

Tüm dinleri eş gören kaba bir yaklaşımı benimseyen Hitchens, dinle, özelde dini siyasetle ilişkisi dâhilinde, kapitalizmin zulümlerine kör baktığı gibi, bir yandan da imparatorluğu hararetle savunuyor. Daha da kötüsü Hitchens, o korkunç yaklaşımları dâhilinde, tüm dinleri eşit gören, ama İslam’ı ayrıştırıp onu daha aşağıda bir din olarak değerlendiren yeni ateistlerin birçok görüşünü paylaşıyor. Bu yönüyle Hitchens, aşırı sağa destek veren gerici bir konum alıyor.

Richard Seymour

[Kaynak: Unhitched: The Trial of Christopher Hitchens, Verso 2012, s. 53-55.]

30 Mayıs 2024

,

Emperyalizmin Yaverleri: Sosyal Demokrasideki Emperyalist Ruh

Refah devleti denilen olgu, bu dönemde muhtemelen işçi sınıfındaki sosyalizm vizyonunu bir biçimde bulanıklaştıracaktır.
[Kwame Nkrumah]

 

Ülke içerisinde yaygın olarak anlatılan hikâyeye göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, fedakarlıklarının karşılığını almak isteyen İngiliz işçileri, refah devletini inşa eden İşçi Partisi hükümetine oy vererek daha adil bir topluma kavuşmak adına güçlerini birleştirdi. Bu herkesin dilinde olan “45 Ruhu”nun merkezinde duran isimse Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin (NHS) mimarı “Sülün” lakaplı Aneurin Bevan’dı (1897–1960). 

Bevan, İşçi Partisi içerisindeki sol kanadın romantikleştirdiği putlar arasında gururlu bir yere sahipti ve genel kabule göre, partinin “sosyalist ruhu”nu temsil ediyordu. 

Bir zamanlar “Muhafazakâr Parti’nin politika sahasından tümüyle silinmesi” çağrısında bulunan, dünyaya sınıf savaşı penceresinden bakan bu efsaneleştirilmiş, gençken madenci olarak çalışmış olan adamın geçmişine baktığımızda, karşımıza oldukça karmaşık ve çelişkili bir tablo çıkıyor.

İngiltere, İkinci Dünya Savaşı sonrası bu refah devleti anlayışı üzerinden belirli bir uzlaşma zeminine kavuştu. Esasında bu zemin, türlü pazarlıklarla sömürgelerden çekilme süreci üzerinden gelişti. Üstelik bu çekilme süreci, hiç de barışçıl ve düz bir yol izleyerek ilerlemedi. İmparatorlukla kurulan ilişkiler korundu, bu ilişkiler üzerinden, kapitalist ulus-devletin sınırları içerisinde belirli bir uzlaşmaya varıldı.

Bevan’a göre sosyalizm, her şeyden önce “önceliklerin belirlenmesinde kullanılan bir dil”di. Bevan’ın parlamentodaki kariyerine eleştirel bir gözle baktığımızda, onun Afrika, Asya ve Karayipler’deki sömürge halklarını tabi unsurlar olarak kabul ettiğini görüyoruz. Onun uzun süre Hindistan bağımsızlık hareketinin lideri Cevahirlal Nehru’nun arkadaşı olmuş olması, bu gerçeği değiştirmiyor.

Refah devletine, İngiltere’nin sömürgecilik düzleminde kendisine bağımlı olan ülkelerden getirilen göçmen işgücünün hizmet ettiği, bu göçmenlerin İngiltere’ye vardıklarında zaman zaman Bevan’ın da destek sunduğu ırkçı ve dışlayıcı dürtülerle karşılandığı gerçeği, çoğunlukla unutuluyor. Benzer “yerlici” eğilimler, bugün tanık olduğumuz sosyal demokrasideki canlanma sürecinde de karşımıza çıkıyor. Bu durum, bizi geleneksel işçi hareketinin emperyalizmle iç içeliğini sorgulamak zorunda bırakıyor.

Yeni Sömürgeci Sözleşme Olarak Refah Devleti

Devlet tarafından gerçekleştirilen sosyal yardım reformları, esasen çelişkili bir sınıfsal niteliğe sahipti. Bir yandan işçiler için acil kazanımlar oluştururken, aynı zamanda değer yaratan bir işgücünün yeniden üretilmesine yardımcı oluyorlardı. Bu anlamda, ilgili reformlar, kapitalizmin meşruiyetini artırabilecek tavizleri ifade ediyorlardı. Dolayısıyla, sosyal yardım sahasında alınan önlemler, sınıf mücadelesinin kontrolünde, aniden kabarmasını sağlayıp süreçte gerici manada sınırlandırılmasında bir araç olarak kullanıldılar.

İki savaş arası dönemde İngiltere, Kıta Avrupası’nı sarsan toplumsal sarsıntılardan tümüyle muaf değildi. Savaş döneminde parlamentodaki bir Muhafazakâr Partili, o ünlü konuşmasında şu uyarıyı yapıyordu: “Eğer halka toplumsal reform havucunu vermezseniz o da sizi toplumsal devrim sopasıyla döver.”

1945-1951 arası dönemde reformdan yana olan İşçi Partisi hükümeti, bu havuç-sopa siyasetini benimsedi. Sosyal konut projelerini artırdı, kamusal eğitim alanını genişletti, ücretsiz sağlık hizmetlerini yaygınlaştırdı, tüm bunlara işyeri disiplinini pekiştiren adımlar eşlik etti.

İddialara göre Bevan, Marksist siyasi eğitim almış bir isimdi, gelgelelim, o aslında parlamenter demokrasiye iman etmiş, ülke genelinde sanayinin dizginleri elinde tutmasının “yukarıdan” sosyalizmin inşası için gerekli temeli teşkil ettiğine inanan biriydi. İngiliz başbakanı Clement Attlee’nin kurduğu Acil Durumlar İçin Bakanlık Komitesi üyesi olan bu eski militan sendikacı, verimlilik meselesiyle ilgili tartışmalar üzerinden millileştirilmiş olan sanayi kollarındaki grev dalgasının kırılmasına katkıda bulundu. Bevan, bu grev kırıcılığına dönük faaliyeti dâhilinde, yirmi yıl önce, 1926’da yapılan genel grevin sonlandırılması çabalarına katkıda bulunmuş olan Tedarik ve Nakliye Teşkilâtı’ndan istifade etti. 1925’te örgüt, sağcı faşist unsurlarca, grevdeki işçilerin işlerini yapmak suretiyle grevleri kırmak, bu noktada nakliye ve iletişim gibi işleri üstlenmek amacıyla kurulmuştu.

Sosyal yardım tavizleri, esasen ülkedeki sınıfsal güç dengesinin bir yansımasıydı, ama bu tavizler, hikâyenin sadece belirli bir kısmını teşkil ediyordu. İngiliz yeni solunun tarihini inceleyen John Saville’in 1957’de dile getirdiği biçimiyle, “yeni bir toplumsal mutabakatın planlanması konusunda yönetici sınıfın sahip olduğu esneklik ve manevra kabiliyeti, temelde ülkenin dünyanın en büyük imparatorluğuna sahip olmasının bir sonucuydu.”

İşçi Partisi hükümeti bu temel sayesinde, kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmadan, ülke içinde (göreceli) sınıf barışını sürdürme imkânı buldu. Afrika’nın Birliği fikrini savunan Kwame Nkrumah, 1965 yılındaki ufuk açıcı çalışması Yeni Sömürgecilik’te Avrupa ve Kuzey Amerika'daki yönetici seçkinlerin savaştan sonra ülke içindeki toplumsal taleplerle başa çıkmanın bir yolunu nasıl bulduğunu şu şekilde açıklıyor:

“Bilinçli bir çaba dâhilinde, zengin sınıfın elinde toplanan ve sömürgelerden gelen kazanç, refah devletini finanse etmek için kullanıldı. […] Bu yöntemi savaştan önce sömürge halklarını ülke içerisindeki kapitalist düşmanlarına karşı doğal müttefikleri olarak gören işçi sınıfının liderleri bile benimsedi.”

Savaşın hemen ardından İngiltere, İşçi Partisi’nin sosyal planlarının sorgulanmasına neden olan bir para dengesi kriziyle karşı karşıya kaldı. Bevan, başbakan Attlee’nin “Yeni Kudüs”ü için paranın nereden geleceği konusunda net değildi, ancak eski bir Marksist ve İşçi Partisi hükümetinde gıda bakanı olan meslektaşı Evelyn John Strachey, daha açık sözlüydü. Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin kurulduğu yıl olan 1948’de Sömürge Gelişimi yasa tasarısı üzerine yapılan parlamento tartışması sırasında Strachey, konuşmasının sonunda şunu söylüyordu:

“Her ne pahasına olursa olsun, sömürgelerde, sömürgeleştirilmiş topraklarda, Britanya İmparatorluğu’na bağlı bölgelerde birinci öneme sahip her türden üretimin geliştirilmesinin ülke ekonomisi için ölüm kalım meselesi olduğunu söylersek abartmış olmayız.”

Attlee hükümeti, Malaya’dan kauçuk ve kalay, Gana’dan kakao gibi önemli ihracatlardan kazanılan dolarlar karşılığında, sömürgelere “borç” verme politikası izliyordu. İngiltere’nin savaş sonrası girdiği yeniden yapılanma süreci, işçi bürokrasisinin aktif desteğiyle “sömürgelerin imparatorluk tarihinde daha önceki herhangi bir zamanda olduğundan daha sistematik bir şekilde sömürülmesini” içeriyordu.[1] Sendika lideri Ernest Bevin, konuyla ilgili şunları söylüyordu:

“Ben, Britanya İmparatorluğu’nu feda etmeye hazır değilim, çünkü onun yok oluşu, seçmenlerimizin yaşam standartlarının önemli ölçüde kötüleşmesi ihtimalinden başka bir anlama sahip değil.” Trinidadlı Marksist George Padmore’un belirttiği gibi, emperyalizmin bu işçi vekilleri, İngiliz işçi sınıfını kolektif “İmparatorluğun paydaşları” hâline getirmek istiyorlardı.

İngiliz Sosyalizminin Medenileştirme Misyonu

Sosyalist gazete Morning Star’da yazan sendikacı ve tarihçi Graham Stevenson, dış politikanın Bevan’ın yetki alanında olmadığını öne sürerek, refah devletinin mirasını savunmaya ve onu Attlee’nin Kore, Malaya ve İran’da giriştiği emperyalist maceralardan ayırmaya çalışıyordu. Ancak Bevan’ın Sömürgeler Bürosu’nu istediği ve “yumuşak sol” olarak nitelendirilen Kürsü grubunun karizmatik lideri olarak uluslararası ilişkilerde etkili bir ses olduğu, herkesin bildiği bir husus.

Bevan’ın savaş öncesinde sömürgelerin sahip olduğu statükoya karşı çıkmış olması, onu İşçi Partisi’nin sağıyla ayrılığa düşürse de, Bevan gene de sömürgeleştirilmiş ülkeler İngiliz parlamenter demokrasisi altında yeterince vesayet altına alınana kadar, her türden “tam özyönetim önerisine karşı” olduğunu vurgulayıp durdu.

Bevan, özünde “Sosyalist Milletler Topluluğu”nun medenileştirme misyonuna inanıyordu. 1948’de Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin gelişiyle birlikte İngiltere’nin “dünyanın ahlaki lideri” olduğunu söyledi. “Beyaz adamın sırtındaki yük”ten dem vurup duran ve alabildiğine vesayetçi olan bu zihniyet, İşçi Partisi’ndeki ahlaki sosyalist geleneğin tipik bir örneğiydi. Söz konusu zihniyet Bevan gibileri, bu öneriyi açıktan reddeden Komintern’e bağlı olan sömürgelerin “aydınlanmış” güçlerin vesayetinde olması gerektiğini savunan bu görüşe karşı çıkan Emperyalizme Karşı Birlik ve Manchester Afrika’nın Birliği Kongresi’nin yaklaşımından uzaklaştırdı.

Bevan, İngiltere’nin serbest ticaret emperyalizmine damga vuran, “bağımlı ülkeler”le kurulmuş olan eşitsiz ekonomik ilişkilere de veya kendisinin ifade ettiği biçimiyle, “dünya ticaretiyle ilgili meşru hak iddiaları”na da hiçbir vakit karşı çıkmadı. İngiltere’nin çıkarlarını ahlakileştirme konusunda sahip olduğu üstün beceri, Bevan’ın eşi ve milletvekili Jennie Lee’de de mevcuttu. Lee, 1956’da düzenlenen İşçi Partisi konferansında açıktan şunları söylüyordu:

“Buradaki ve sömürgelerdeki hayat standartlarının yükseldiği, özgür ve dost ulusların bizden kendilerinin bankacıları olmamızı isteyecekleri günler için çalışmalıyız.”

Bevan’ın emperyalizme meyilli olan görüşleri, bilhassa Ortadoğu’yla ilgili değerlendirmelerinde öne çıkıyordu. Bevan, Mısır’daki İngiliz-Fransız işgaline karşı çıkarken ırkçı bir dille “Ali Baba” olarak nitelendirdiği Başkan Cemal Abdünnasır’ın İngilizlere ait olduğunu düşündüğü petrolün taşınması için kullanılan Süveyş Kanalı’nı millileştirmesine öfke kusuyordu. 700.000 Filistinliyi şiddet araçlarına başvurarak yerinden eden Siyonist sömürgeci projeyi meşrulaştıran Bevan, kabine toplantısında şu görüşü savunuyordu:

“Arap devletleri bizden uzaklaşmamalı görüşü, kesinlikle yanlış. Bize dost bir Yahudi devleti, herhangi bir Arap devletinde bulacağımız güvenden daha fazlasını sunacak bir askeri üs hâline gelecektir.”

Bevan, bu düzlemde, Avrupalılaşmış Yahudi yerleşimcilerin Arap dünyasının “Ortaçağ’dan miras kalmış olan kurumları”nı yıkıp sosyalist demokrasinin zeminini inşa edebileceklerini düşünüyordu. Bu anlamda Bevan, ırkçı bir öze sahip medeniyetçi gelişim görüşüne sırtını yaslıyordu.

Ne var ki sömürgecilik temelli kurtuluşu savunan ama bu konuda tereddütlü ifadelere başvuran bir siyasetçi olarak Bevan, partisi içerisindeki solcu kesimde ayrıksı bir isim olarak görülemez. Misal, partinin sömürgeler bakanı olarak, İngilizlerin elinde bulunan Gine’nin (Guyana) sosyalist başbakanı Cheddi Jagan’ın devrilmesi sürecini yöneten isim, Sömürgelerin Özgürlüğü Hareketi’nin eski saymanı Anthony Greenwood’du. Komünist Parti teorisyeni Rajani Palme Dutt, Batı sosyal demokrasisinin bu denenmiş ve sınanmış modelini tanımlama yoluna giderken, İşçi Partisi içerisinde güya sınıfın sözcüsü olduğunu söyleyen isimler, “emperyalist mekanizma dâhilinde anti-emperyalist görüşleri dile getirmekten alıkoyan, ama aynı zamanda onları emperyalist politikaları savunmak denilen resmi görevi ifa etmeye mecbur kılan mevkilere getiriliyorlardı.”

Nihayetinde ülke içerisinde eşine daha önce rastlanmamış olan sosyal güvenlik uygulamalarını yürürlüğe sokan hükümet, bir yandan da Küresel Güney’deki ilerici siyasi faaliyetlerin geleceğini karartıyor, Nkrumah’nın Afrika Birleşik Devletleri projesinde somutluk kazanan bölgesel arzuları bastırıyor, toprak ve kaynaklar üzerindeki egemenliği savunan ulusal kurtuluş hareketlerini eziyordu.

İşçi Partisi, sömürgeler konusunda berbat bir sicile sahipti. Bu sicil, bir açıdan, Bevan’ın Muhafazakâr Parti üyelerine emperyalist politikalar konusunda verdiği derste dil buluyordu. Bevan, Nkrumah’nın hapse atılmasından bahsettiği sırada kendisini dinleyen Muhafazakâr Parti üyeleri, ona bu işten kendisinin sağlık bakanı olarak görev yaptığı Attlee hükümetinin sorumlu olduğunu hatırlattı! Bevan, bu sözü savuşturmak adına şu cevabı verdi: “Evet onu hapse biz attık. Sayın üyeler kahkahalarını bir anlığına dizginlerlerse, şunu söyleyeceğim: bu olay, bahsini ettiğim mücadelelerle ilgili o klasik hikâyenin bir parçası olarak cereyan etti.” Bevan’ın hiç düşünmeden verdiği bu cevapta, Nkrumah’nın tutuklanmasından aylar önce Gana’da silahsız protestocuların öldürülmesinden hiç bahsedilmiyordu. O günlerde Dr. Nkrumah’nın da eski üyesi olduğu Batı Afrika Öğrenci Birliği, ABD emperyalizminin sömürgelerin bağımsızlığı konusunda “İngiliz Sosyalizmi”nden daha az tehdit teşkil ettiğini söylüyordu.[2]

Attlee’nin dış politikasının bir başka dayanağı da Batı Avrupa’nın ABD’ye ait Marshall Planı kapsamında yeniden askerileştirilmesini desteklemekti; bu destek sebebiyle, Britanya Komünist Partisi, İşçi Partisi'nin kurduğu refah devletini gerçek manada bir “savaş devleti” olduğunu söyleme imkânı buldu.[3] İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bevan, Avrupa'daki faşist tehdide karşı komünistlerle Birleşik Cephe çağrısında bulunarak İşçi Partisi liderliğini kendisinden uzaklaştırmıştı. Ancak Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte Sovyetler Birliği tarafından desteklenen sömürgecilik karşıtı hareketler, batılı emperyal güçlerin hegemonyasını istikrarsızlaştırdıkça yakınlık duyduğu odaklar değişti. Böylelikle Bevancılar, Batılı sosyal demokrasiyi Marksizm-Leninizmle karşı karşıya getiren ideolojik bir mücadelenin tuzağına düştüler. Bevan’ın 1951’de İşçi Partisi’ndeki militarizme karşı gerçekleştirdiği “isyan”, Kore Savaşı’nın ulaştığı soykırım boyutuna karşı geliştirilmiş bir itirazı hiçbir şekilde içermiyordu. Esasında Bevan, Kore Yarımadası’nın İngiltere ve Amerika tarafından işgal edilmesi fikrine destek sunuyor, özünde partideki militarizme, yüksek seviyelere ulaşmış olan savunma harcamalarının artık kendisinin örgütlediği sağlık hizmetlerinde kesinti yapılmasına neden olduğunu düşündüğü için karşı çıkıyordu.

İmparatorluk ve Ulusal Sağlık

Refah devleti, yurt içinde de imparatorluğun damgasını taşıyordu. Sağlık hizmetleri temel bir toplumsal gereklilik olsa da, tarihsel olarak tıbbi hizmetlerin devlet tarafından sağlanması, emek verimliliği ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren emperyalist ırksal hijyen ideolojileri çerçevesinde ele alınan bir konuydu. Liberal iktisatçı William Beveridge’in 1942 tarihli sosyal yardım temelli çözüm planı, “iyi hayvanların üremesine izin verilirken, kötü hayvanların devlet müdahalesi yoluyla ıslah edilmesi” tavsiyesinde bulunuyor, öjeni fikrinden etkilenen benzer fikirler, Fabyusçular Derneği üzerinden İşçi Partisi içerisinde yayılıyordu.[4]

1945-1951 arası dönemde uygulanan millileştirme politikaları, kapitalist devlet tarafından yukarıdan yönetilen ve hiçbir şekilde sosyalist olmayan politikalardı. Bevan, Ulusal Sağlık Hizmetleri’ni “saf sosyalizm” olarak tanımlasa da ilgili alan, esas olarak, bağımsız yüklenicilerin devam eden varlığı ve özel muayenehanelerin sürdürülmesi nedeniyle başından beri verilen tavizlerle tanımlıydı. Bununla birlikte, savaş sonrası reformlar, kolektif sosyal güvenlik açısından ileri bir adımdı ve onları yöneten ulus-devlete olan bağlılığı artırdı: Refah devleti denilen yapının bayrağı, hâlen daha Britanya İmparatorluğu bayrağıydı. Sosyalizmin dili, düzen tarafından iç edildi, değersizleştirildi. Bunun için, tam da Tom Nairn’in dile getirdiği biçimiyle, “İşçi Partisi’nin sınıfı millileştirmesine dönük adımları”ndan istifade edildi. İşçi sınıfının kendisini kudretli kılmasına dair geliştirilmiş olan Marksist değerler, yurtsever toplumsal sözleşmenin oluşturulduğu süreçte yitip gitti.

İngiltere’de ulusal aidiyet ve ülke üzerinde hak sahibi olma anlayışı, savaştan sonra giderek daha fazla ırkçı bir zemine kavuştu. Satnam Virdee’nin de dediği gibi, İngiliz sosyal demokrasisinin zirveye ulaştığı dönem, aynı zamanda beyaz üstünlükçülüğünün ve hukuk düzleminde açığa çıkan ırk ayrımcılığının altın çağıyla örtüştü.”[5] Beyaz olmayan “Yeni Milletler Topluluğu”ndan gelen göçmen işçiler, İngiltere’nin kamu hizmetlerini ve durgunlaşan endüstrilerini desteklemeye ikna edildiğinde, istihdam ve barınma konularında genellikle beyazların hâkim olduğu sendikalar tarafından desteklenen bir ayrımcılık politikasıyla karşılandılar. Liverpool’un siyahî sakinlerine yönelik şiddetli saldırıların yaşandığı 1948’de Bevan, “Sömürge halklarına mensup kişiler, madem ki buraya kendi sorumluluklarıyla geliyorlar, o vakit hiçbir şey yolunda gitmiyor diye şikâyet edemezler” diye yazıyordu.[6]

Ulusal Sağlık Hizmetleri bünyesinde, farklı ırklara mensup çalışanların, eğitim seviyeleri ne olursa olsun, en düşük ücretli istihdam dereceleriyle sınırlandırıldıkları, gayri resmi bir kast sistemi oluşturuldu. Brixton merkezli bir siyahî feminist örgüt, sağlık hizmetinin yönetilme şekli bakımından sömürgeyi nasıl andırdığını şu cümlelerle izah ediyordu: “Karayipler’den gelen siyahî hemşirenin kafasının içinde kölelik, Asyalı hemşirenin kafasının içindeyse Sahib ve Memsahib’e hizmet etmenin çilesi yankılanıyor.”[7]

Bu süreçte İngiltere, bir yandan da gelişmekte olan ülkelerden vasıflı tıbbi işgücünü çekiyordu. Bu gelişmenin etkileri Walter Rodney’nin Avrupa Afrika’yı Nasıl Geri Bıraktı? kitabında anlatılmaktadır.

Siyahî ve melez kadınların aşırı sömürülen emeğinin varlığını kabul eden Bevan, Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS) denilen sistemin ulaştığı başarıyı ise “İngiliz halkındaki canlılığa ve deha”ya[8] bağlıyordu.

Sağlık hizmetleri, hızla halk arasında gelişen göçmen karşıtı söylemlerin merkezine oturdu. NHS’in yürürlüğe girmesinden sadece bir yıl sonra Bevan, seçmen kitlesine “göç memurlarının bu ülkeye sağlık hizmetleri sisteminin sunduğu sosyal güvenlikle ilgili imkânlardan faydalanmak için gelen yabancıları geri göndermeleri adına gerekli düzenlemeyi yapacağına dair güvence verdi.” İngiliz olmayan “yabancıların” NHS’i istismar ettiğine dair imaj, sonrasında Muhafazakâr Parti milletvekili Enoch Powell’ın yaptığı o ünlü “Kan Nehirleri” başlıklı konuşmada büyük etkiye yol açacak bir tür kinayeye evrildi.

Bevan’ın eleştirilere boyun eğdi. Ondaki bu teslimiyet, esasında Bevan’ın göçmen karşıtı söylemler karşısında ilkeli bir duruş sergileyememesinin bir sonucuydu. “Korkunun Bedeli: Ücretsiz Sağlık Hizmeti” başlıklı o ünlü makalesi, bir tür gerilimle maluldü. Bu gerilim, sosyalist evrenselcilik üzerinden geliştirilmiş olan “kolektivizm ilkesi”ne dönük savunu ile göçmenlerin milli gelire sundukları katkıya vurgu yapan, ayrıca, hastanelerde pasaport kontrolleri üzerinden doğacak masraflara değinen maliyet-fayda yaklaşımı arasındaydı.

Bevan, 1958’de Notting Hill’de yaşanan ırkçı ayaklanmanın ardından Sendikalar Kongresi’nin göç kısıtlamaları çağrısını sert bir dille eleştirdi. Ancak Bevan, esasında bu eleştiriyi proleter enternasyonalizmine bağlı olduğundan değil, çağrının “uluslar tarihindeki en büyük kurucu deneyim olarak Milletler Topluluğu’nun sahip olduğu imaja zarar vereceği” kaygısıyla yapmıştı.

Bugün imparatorluğun mirası, koronavirüs bağlamında yeniden canlanan tıbbi ırkçılığın da ispatladığı biçimiyle, sağlık hizmetleri alanında varlığını sürdürüyor. NHS, aynı zamanda hâlâ Filipinler ve Nijerya gibi gelişmekte olan ülkelerden getirilen güvencesiz göçmen işçi emeğine bağımlı durumda. Dolayısıyla, İngiltere’de sağlık hizmetlerini savunmaya yönelik mevcut mücadelenin, emperyalist ulus-devletin sınırları içinde sosyal reform arayışının doğasında var olan tehlikelere ilişkin tarihsel bir bilinçle birleştirilmesi gerekiyor.

Bizim bugün Bevan’da gördüğümüz seçkinci parlamenter sosyalizmin ötesine geçip, kapitalist rekabete ait parametrelerin dayattığı sınırlar dâhilinde sınıfsal uzlaşma zemini arayışına hiçbir şekilde girmeyen, buna karşılık, yaşam koşullarının ve ücretlerin tüm ırkları ve milletleri kapsayacak şekilde eşitlenmesi fikrini savunan Dutt ve Padmore gibi emperyalizmin merkezlerinden konuşan sömürgecilik karşıtlarına bakmamız gerekiyor.

Yetmişler ve seksenlerdeki deneyimler, bir yandan da sağlık sektöründe, genelde düşük ücretler alan siyahî yardımcı işçiler tarafından başlatılan kitlesel mücadelelerin işçi hareketini son derece ilerici bir şekilde harekete geçirebileceğini ortaya koydu.[9] Biz, bugün bu derslerden istifade etmek, kapitalist sömürüye has olan, sağlıksızlığın toplumsal kökenlerini hedef alan, işçileri ve hastaları merkeze koyan, radikal sosyalist sağlık hizmeti anlayışlarıyla yeniden bağ kurmak zorundayız.

Alfie Hancox
15 Temmuz 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] John Callaghan, The Labour Party and Foreign Policy: A History (Routledge, 2007), s. 164.

[2] Hakim Adi, West Africans in Britain, 1900–1960 (Lawrence & Wishart, 1998), s. 133.

[3] R. P. Dutt, J. R. Campbell & Harry Pollitt, Welfare State or Warfare State? An Appeal to Every Sincere Labour Man and Woman (Londra: CPGB, 1950).

[4] Robbie Shilliam, Race and the Undeserving Poor: From Abolition to Brexit (Agenda Publishing, 2018), Dördüncü Bölüm.

[5] Satnam Virdee, Racism, Class and the Racialized Outsider (Palgrave Macmillan, 2014), s. 98–9.

[6] Shirley Joshi & Bob Carter, “The Role of Labour in the Creation of a Racist Britain”, Race & Class 25, 3 (1984), s. 60.

[7] Brixton Black Women’s Group, “Black Women and Nursing: A Job Like Any Other”, Race Today 6, 8 (1974), s. 226.

[8] Christopher Kyriakides & Satnam Virdee, “Migrant Labour, Racism and the British National Health Service”, Ethnicity & Health 8, 4 (2003), s. 287.

[9] Beverley Bryan, Stella Dadzie & Suzanne Scafe, Heart of the Race: Black Women’s Lives in Britain (Verso, 2018), s. 45–50.

22 Mayıs 2024

, ,

İşçi Partisi’nin Açmazı

İngiliz İşçi Partisi’nin ardı ardına dört seçimde de yaşadığı yenilgi üzerinden iki çıkarımda bulunabiliriz.

1. İngiliz İşçi Partisi, önemli bir çoğunluğa ulaşarak hükümet kurabilmesi için kimi özel ve istisnai koşulların oluşması gerekiyor.

2. Bugün bu bahsini ettiğimiz istisnai koşulların oluşması içinse Muhafazakâr Parti’nin politika ve seçim sathında bölünmesi gerekiyor.

İşçi Partisi’nin yaşadığı yenilgi, geleceğine dair tartışmaların da yaşanmasına neden oldu. Bu tartışmalar dâhilinde şu türden sorular ele alındı.

Parti ,sendikalarla kurduğu bağlara doğru daralma yoluna mı gitmeli yoksa bu bağları kesmeli mi?

Parti, nispi temsil sistemini savunmalı mı?

Savunacaksa, seçim yolunda liberal demokratlarla ittifak yapmalı mı?

Sosyal yardımların herkese yapılacağı vaadinden vaz mı geçmeli?

Bu türden sorular solu ümitsizliğe sürüklüyor, zira sol, İşçi Partisi’nin işçi partisi olduğu önermesini sorgusuz sualsiz kabul ediyor, partinin sınıfsal temelinin somut ifadesi olarak da onun sendikalarla kurduğu bağlara işaret ediliyor.

Solun görüşüne göre, sendikalarla bağların kopartılması durumunda işçi sınıfı temsil edilme imkânını yitirecek, böylelikle, tarihsel bir yenilgiyle yüzleşecek. Bu yüzden, işçi sınıfı nüfusun önemli bir kısmını teşkil ettiği için, sendikalarla bağlar kopartılsın mı kopartılmasın mı sorusu yerine onların daha iyi nasıl temsil edileceği sorusu üzerinde duran yığınla makale kaleme alınıyor.

Burada biz, meseleye başka bir açıdan yaklaşıyoruz. Bize göre, İşçi Partisi’ni orta sınıfın politik çıkarlarını korumak amacıyla işçi sınıfının ufak ve imtiyazlı katmanıyla ittifak kuran, orta sınıfın radikal kesimi kurdu. Dolayısıyla, İşçi Partisi, bugün olmadığı gibi dün de hiçbir vakit bir işçi sınıfı partisi olmadı.

İşçi sınıfının iyi maaşlı kesimlerinden oluşan toplumsal taban dardı, bu sebeple, işçi sınıfının geri kalan kısmının oylarını almak için çalışmalar yürütüldü. Söz konusu toplumsal taban, meclis içerisinde muteber bir güç olarak temsil edilmesi için uğraşıp durdu. Ama bu durum, onu bir işçi sınıfı partisi yapmaz. Neticede işçi sınıfının oyları seçimi kazanmaya yetmez. Dolayısıyla, orta sınıfın en geniş kesimlerinin oylarına ihtiyaç duyar. Bu imkân, iki kez ortaya çıktı. İlki 1945’te ikincisi 1966’da. Her iki seçim sonrası parti hükümet kurdu, ama ya azınlık partisi olarak çalışma yürüttü ya da çoğunluğa zar zor ulaşabildi.

Burada sunduğumuz bakış açısı, solcuların bakış açısından farklı, çünkü biz, solun çıkış noktasından farklı bir çıkış noktası üzerinde duruyoruz. Sol, İşçi Partisi varolduğu dönem boyunca onun Britanya’nın büyük bir emperyalist güç olduğu, bu olgunun partinin politik gelişimini tayin ettiği gerçeğini unutuyor.

Partiyi işçi sınıfı içinde yer alan dar bir katman kurdu. Bu işçi aristokrasisi daha çok kalifiye işçilerden oluşuyordu. Bu kesim, esas olarak Çartizmin yaşadığı yenilgi sonrası İngiltere’nin dünya genelinde tekelci güç hâline gelen sanayisinin inşa edildiği dönemde ortaya çıktı. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde ABD ve Almanya ile girdiği rekabet, İngiltere’nin sanayi sahasındaki gücünü bir miktar kırdı, böylelikle işçi aristokrasisinin imtiyazlı konumu sömürgeci tekellerin verdiği kırıntılara bağımlı hâle geldi. Böylesi bir güçlükle yüzleşen işçi aristokrasisi, mevcut konumunun zayıfladığını gördü ve düne kadar müttefiki kabul ettiği Liberal Parti’den uzaklaştı.

İşçi aristokrasisi, sınıfsal çıkarlarını savunmak adına, meclis içerisinde ayrı bir grup oluşturma ihtiyacı duydu. Böylesi bir grubu oluşturmak için de radikal orta sınıfla birlikte İşçi Partisi’ni kurdu. Bu iyi ücretli kesimin imtiyazları İngiliz İmparatorluğu’nun devamlılığına tabi olduğu için İşçi Partisi imparatorluğu savunmak zorunda kaldı. Neticede İşçi Partisi, kurulduğu günden beri emperyalist bir partiydi.

Buna karşın sol, İşçi Partisi’nin emperyalist niteliğini zımnen veya alenen görmezden geliyor, bunun neticesinde de işçi sınıfı içerisindeki ayrışmaya dair tespitlerden uzak duruyor. İşçi Partisi’nin işçi sınıfı partisi olduğuna dair efsanenin bugüne dek gelmesi için gerekli teorik zemini bu yanlış yaklaşım örüyor. Sol, politik koşullar ne vakit onu korumasını talep etse İşçi Partisi’ne kalkan oluyor. Sol, ilgili efsaneyle uyumlu bir role sahip.

Örneğin 1992 seçiminde istisnasız tüm sol, İşçi Partisi ile Muhafazakâr Parti arasındaki politika farklılıklarının neredeyse silinip gitmiş olmasına rağmen gidip tıpış tıpış İşçi Partisi’ne oy verdi, onun için kampanya yürüttü.

Her ne kadar 30 yaşın altındaki kadınları dışarıda tutsa da 1918 tarihli Halkın Temsili Kanunu’nun işçi sınıfına oy kullanma hakkı vermesi sonrası İşçi Partisi, mecliste önemli bir güç hâline geldi. Ama gene de aldığı oylar, partinin çoğunluğu elde etmesine yetmedi. Bu çoğunluğu elde etmesi için partinin işçi sınıfının çıkarlarıyla imtiyazlı üst katmanlarla orta sınıfa mensup geniş kitlelerin çıkarlarını uzlaştırması gerekiyordu. Bu uzlaştırma girişimi, sadece savaş sonrasında başarıya ulaştı. Ekonomik canlanmaya yol açtığı düşünülen Keynesçi “şu çıkarları uzlaştıralım”cı anlayış, refah devletinin tesisiyle birlikte sonuç verdi.

Yetmişlerin sonunda Keynesçiliğin ölümü, esasen şu anlama geliyordu: işçi aristokrasisinin ve orta sınıfın imtiyazlı koşullara sahip olduğu dönem sona erdi, aynı zamanda işçi kitleleri, kendilerine yeterli olan yaşam standartlarını tümüyle yitirdi. Artık o işçi aristokrasisi ve orta sınıf, zenginliğe işçi sınıfının hilafına kavuşabilirdi. İşçi Partisi içerisinde bugün sürmekte olan sosyal yardımların hedefe konulması ile ilgili tartışma, oluşan bu yeni gerçekliğin bir yansıması.

Yirminci yüzyılın başından itibaren İngiliz emperyalizminin biçimi değişti ama özü hiç değişmedi. İngiliz emperyalizmiyle birlikte işçi aristokrasisi de değişti, ama işçi sınıfı içerisindeki ayrışma varlığını bir biçimde korudu. Usta işçiler, yerlerini sendika memurlarına, çalışanlarına, yetenekli beyaz yakalı işçilere ve idarecilere bıraktı. Bu, bilhassa kamu sektöründe işleyen bir süreçti. İlgili katmana hâkim olan politik kültür tümüyle yozlaşmış, paraya teslim olmuş bir kültürdü. Yani bu kesim, ülke içerisindeki ve ülke dışındaki fakirlikle ve zulümle zerre ilgilenmiyordu, çünkü bu fakirlik ve zulüm, imtiyazlı ve asalak varlığının zorunlu koşuluydu.

Söz konusu kesim, demokrasi anlayışından uzak, ruhen köle isimlerden oluşuyordu. Ama politik ihtiyaçlar uyarınca öyle değilmiş gibi görünmeye özen gösteriyorlardı. İşçi Partisi üyelerinin alamet-i farikası, cahillikti.

Ülkedeki demokratik ve politik hakların durumu bugün öyle kötü ki Avrupa Mahkemesi’ne yapılan başvuruların önemli bir bölümü bu konularla alakalı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ekonomik canlılık döneminde sayıları giderek artan kamu sektörü işçilerinin nispeten zengin kesimlerinden gelen solcular, bu hâkim kültüre teslim oldular ve yerlerini almaya çalıştıkları isimlerden daha fazla yozlaştılar. İmtiyazlı toplumsal konumları politik duruşlarını tayin etti.

Bu politik duruşları ve işleyen süreci idrak edebilmek için işçi aristokrasisinin yükselişi ve kitlelerle ilişkisini, işçi sınıfının mecliste bağımsız temsil edilme imkânlarını araştırmak zorunda kalışını, 1918 anayasasının kabulünden beri yürüttüğü faaliyetleri incelemek gerekiyor. Bu açıdan, İşçi Partisi’nin tarihi ve sicili araştırılmayı bekliyor.

Dünya ezilenleri açısından İşçi Partisi, gerçekte ne demokrasi ne de eşitlik ilkesine bağlı. O, ülke içerisinde elde ettiği bir iki önemsiz başarı haricinde önemli bir tarihsel başarı elde edebilmiş değil. Tek işi, İngiliz emperyalizminin çıkarlarını savunmak. Bu gerçeği anlamak için 1918’den beri partinin işçi sınıfı ile kurduğu ilişkilere bakmak gerekiyor. Bu süreçte parti, işçi sınıfını sürekli politik hayattan uzak tuttu. İşçiler, ne vakit kendilerini savunmaya çalıştılar, parti, elindeki tüm kaynakları kullanarak, zerre vicdan azabı duymadan, işçilere saldırdı.

1992 seçimleri, İngiliz emperyalizminin sanayi, maliye ve siyaset sahasında yaşadığı çöküş sürecinin hızlandığı gerçeklikte yapıldı. 1986’da başka ülkelerdeki varlıklarının toplamı 100 milyar sterlini aşan, dünyanın en büyük borç veren ülkesi olan İngiltere, 1991’de toplam 16 milyar sterlinlik bir varlığa sahipti. 1990’da borç alan ülke olmaktan çıktı. Tokyo, dünyanın finans merkezi unvanını Londra’nın elinden aldı.

Kuzey Denizi petrolünden gelen gelirler seksenlerin ortalarında zirveye ulaştı. İmalat sektörünün ürettiği ürünlerin 1992’deki oranı, 1979’daki seviyenin sadece yüzde 1 üzerindeydi. İmalat sektörüne yönelik yatırım ise düşüktü. Böylelikle, otuzlardan beri hüküm süren en uzun resesyon sürecinin orta yerinde ülke, mamul ürünler konusunda yaşadığı ticaret açığını beklenmedik bir biçimde dengeleme imkânı buldu. Kamu kesimi borçlanma gereksinimi, hâlihazırda 34 milyar sterlin ve bu değer sürekli yukarı çekiliyor. Reel harcamalardaki kesintilerle birlikte hizmetlerin niteliği sürekli bozuluyor.

Buna rağmen, daha doğrusu, tam da bu sebeple İşçi Partisi seçim kazanamıyor. Parti, ne orta sınıfın ne de işçi sınıfının kalburüstü kesimini ikna edebiliyor. Bu kesimlerin Muhafazakâr Parti’ye yönelik desteğini bir türlü sonlandıramıyor, işçi sınıfına, bilhassa yoksul kesimlerine anlamlı hiçbir şey sunamıyor. Aslında parti, seçim süreci boyunca görmezden geldi ve bu yaklaşımı seçim sonrasında da sürdürdü. İşçi sınıfı ve yoksullardan korkuyor ya da onlara acıyor. Bu kesimleri “altsınıf” olarak görüp çöpe atıyor. Gelgelelim, bu “altsınıf” dedikleri kesim, hızla büyüyor.

Bugün tüm çalışanların yüzde 47’si, Avrupa Eşik Gelir Düzeyi’nin altında ücret alıyor. “Örgütlenemeyen parya” veya “cehennemin dibini boylamış insanlar” olarak görülen “altsınıf”, giderek işçi sınıfına dair bir örtmece hâline geliyor. Bu örtmeceli ifade, aslında işçi sınıfının politik hayattan dışlanmışlığını anlatıyor. 1992’deki Los Angeles isyanları, yoksul işçi sınıfının ancak daha fazlası sunacak politikayı kabul edebileceğini gösteriyor. O hâlde bugünün meselesi şu: bu kesimin politik çıkarlarını kim temsil edecek? İşçi Partisi’nin temsil edemeyeceği açık.

Robert Clough
Haziran 1992

[Kaynak: Labour: A Party Fit for Imperialism, İkinci Baskı, 2014, Counterattack, s. 11-15.]

25 Şubat 2024

,

Burjuva İşçi Partisi ve Lenin

Teoride sol, İngiliz İşçi Partisi ile ilgili konumunu meşrulaştırma çabası dâhilinde, Lenin’e, özellikle onun Komünist Parti ile İşçi Partisi’nin ilişkilerini ele aldığı 1920 tarihli konuşmasına atıfta bulunuyor. Lenin, o konuşmada şunları söylüyor:

“İşçi Partisi’nin büyük bir kısmının işçilerden oluştuğu tespiti tabii ki doğru, fakat buradan, işçilerden oluşan her işçi partisinin aynı zamanda politik anlamda da işçi partisi olduğu sonucuna ulaşamayız. Bir işçi partisinin gerçek anlamda işçi partisi olup olmadığını anlamak için o partiye kimlerin öncülük ettiğine, partinin faaliyetlerinin ve politik taktiklerinin içeriğini kimlerin belirlediğine bakmamız gerekir. O faaliyetlerin ve politik taktiklerin içeriği, bir işçi partisinin politik düzeyde gerçek anlamda bir proleter parti olup olmadığını belirler. Bu açıdan baktığımızda ki yegâne doğru bakış açısı budur, İngiliz İşçi Partisi, politik anlamda bir işçi partisi değil, tüm yönleriyle bir burjuva partisidir, çünkü, parti, işçilerden oluşuyor olmasına rağmen, ona gericiler, üstelik en gerici kesimler öncülük etmektedir.”[1]

Lenin’in konuşmasına hem Cliff ve Gluckstein’in[2] Marxism and Trade Union Struggle [“Marksizm ve Sendika Mücadelesi”] hem de Mark Harrison’ın Permanent Revolution [“Sürekli Devrim”] çalışmasında atıfta bulunuluyor. İki çalışma da Lenin’in 1918 sonrasında İngiliz İşçi Partisi gibi sosyal demokrat partileri, işçi sınıfı tabanı olan ama kapitalizm yanlısı liderlerce yönetilen “kapitalist işçi partileri” olarak gördüğü sonucuna ulaşıyor.

Lenin, sosyal demokrat partilerin, özelde İngiliz İşçi Partisi’nin “kapitalist işçi partileri” olduğunu söylemiyor. Sosyal demokrasinin işçi kitlelerinden kopuk olduğuna vurgu yapıyor. Bu noktada, Lenin, temelde Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında görüldüğü üzere, bu partilerin kendi burjuvazilerinin safına geçmesi üzerinde duruyor.

Lenin, işçi partileriyle ilgili konumunu esasen 1916’da netleştiriyor. Bu konumunu Emperyalizm ve Sosyalizm İçindeki Ayrışma isimli kısa broşüründe dile döküyor. Burada Marx ve Engels’in yazılarını temel alan Lenin, emperyalizmin ortaya çıkışını ve emperyalistler arası kavgayı değerlendiren analizini kaleme alıyor.

Bu noktada Lenin, Engels’in Marx’a 1881’de yazdığı mektuba atıfta bulunuyor. Engels, orada “İngiliz sendikalarının en berbat örneklerinin kapitalistlerin satın aldıkları, en iyi hâliyle, onlardan maaş alan insanlarca yönetildiğini” söylüyor. Engels, 1889 tarihli bir başka mektubunda da Sorge’ye atıfta bulunarak, “işçilerin tepeden tırnağa burjuvaziye saygı duyduğunu, bunun en rahatsız edici gelişme olarak görülmesi gerektiğini” söylüyor. Ardından, Mart 1891’de Engels, ehil işçilere ait sendikaları “zengin, dolayısıyla korkak” olarak nitelendiriyor. Altı ay sonra, 1891’de düzenlenen ve sekiz saatlik iş günüyle ilgili bir önceki yıl aldığı kararı iptal eden Sendikalar Kongresi konusunda şunları söylüyor:

“Başını tekstil işçilerinin çektiği eski sendikalar ve işçileri örgütlemiş olan gerici partinin tamamı, tüm gücünü kullanarak, 1890’da sekiz saatlik iş günü konusunda alınmış olan kararı iptal ettirdi. Sendikalar, böylece belalarını buldu. […] Bugün burjuva gazeteleri, burjuva işçi partisinin yaşadığı yenilgiden bahsediyor.” (s. 144)

Lenin, Engels’in kasten ve bilerek kullandığı bu “burjuva işçi partisi” ifadesini alıyor ve o günden sonra kullanmaya başlıyor. Kendi içinde çelişkili ve anlamsız olan “kapitalist işçi partisi” ifadesini terk ediyor. Lenin’e göre, İngiltere’nin sanayi sahasında sahip olduğu tekel yanında, sonrasında sömürgeler sahasındaki tekeli de itirazlarla ve meydan okumalarla yüzleşince her bir “Büyük Gücün nispeten küçük bir katman olan ‘işçi aristokrasisi’ni rüşvetle satın alabilmesi için gerekli koşullar doğuyor.”

Engels’in kapsamlı bir içeriğe sahip olan “burjuva işçi partisi”, eskiden sadece tek ülkede kurulma imkânına sahipti, çünkü o ülke, sanayi alanında tekeldi ve bu konumun ekmeğini uzun süredir yiyordu. Ancak şimdi “burjuva işçi partisi”, tüm emperyalist ülkeler için kaçınılmaz ve olağan bir şey. (s. 146)

Ezilen kitlelerle oportünistleri karşı karşıya getiren Lenin, devamında şunları söylüyor:

“Bugünden sonra işçi hareketinin tarihi kaçınılmaz biçimde, iki eğilim arasındaki mücadelenin tarihi olarak gelişecektir. Çünkü birinci eğilim, yani oportünizm, asla tesadüfi değildir ve ekonomi ‘üzerine kuruludur.’ Burjuvazi, tüm ülkelerde sosyal şovenistlerin öncülük ettikleri ‘burjuva işçi partilerini’ çoktan kurmuş, beslemiş, onların güvenliğini sağlamıştır. […] Burada önemli olan, işçi aristokrasisi denilen katmanın iktisadi düzlemde burjuvazinin yanına kaçış sürecinin olgunlaşması ve tamama ermiş olmasıdır.” (s. 146-7)

Bu ayrışma yaşanmıştır ve bu sürecin çarklarının geri döndürülmesi mümkün değildir:

“Sosyal şovenist veya (aynı anlama gelmek üzere) oportünist eğilim, ne ortadan kaybolur ne de devrimci proletarya saflarına ‘geri döner’ […]” (s. 148)

Buradan Lenin, şu sonuca ulaşır:

“Engels, eski sendikaların, imtiyazlığı azınlığın ‘burjuva işçi partisi’ ile ‘büyük kitle’, o büyük çoğunluk arasında ayrım yapar. Engels, ‘burjuvaziye saygı duymak’ denilen kire bulaşmamış o büyük kitleye seslenir. Marksist taktiğin özü de budur!” (s. 149)

Devamında da meramını yalın ve ikna edici bir dille aktarır:

“Politik bir olgu olarak ‘burjuva işçi partileri’, gelişmiş kapitalist ülkelerde çoktan kuruldu bile. […] Bu partilere karşı her yönden acımasız bir mücadele yürütülmediği sürece emperyalizmle mücadeleden, Marksizmden veya sosyalist işçi hareketinden bahsetmenin bir faydası yoktur.” (s. 148)

İşçi sınıfı içi ayrışmanın varlığını görmenin gerekli olduğunu ısrarla dile getiren Lenin, 1920’de yazdığı kimi notlarda, “proletarya”yı ayrışmamış, yekpare bir bütün olarak görenleri eleştirir, bunların yeni ve maddi olanı, somutu süpürüp attıklarını, ama bir yandan da en genel manada “proletarya”dan dem vurmayı sürdürdüklerini söyler:

“Genel manada, yani soyut düzlemde değil, yirminci yüzyılda, o yaşanan emperyalist savaştan sonra proletarya, üst katmandan nihayet kopmuştur. Diyalektiğe karşı eklektisizmi savunanlar, soyutlama araçlarının iğvasına kapılanlar, somuttan uzak durmayı tercih etmişlerdir.” (s. 207)

Esasında burada Lenin, en genel manada proletaryadan (veya işçi sınıfından) bahsedenlerin boş bir soyutlama yöntemine başvurduklarını, zira bu terimin işçi sınıfının saflarında emperyalizmin yol açtığı ayrışmanın varlığını örtbas ettiğini söylemektedir. Ne var ki sol, Lenin’in bu sözüne hiç kulak asmamıştır.

“Kapitalist işçi partisi” ifadesi, bir açıdan İşçi Partisi’nin dün ya da bugün işçi sınıfının politik partisi olduğunu söyleyenlere verilmiş taviz gibidir. Tam da bu sebeple, Cliff ve Gluckstein, 1928 tarihli kongresinde “İşçi Partisi’nin ülkenin üçüncü kapitalist partisi hâline geldi” diyen Büyük Britanya Komünist Partisi’nin “aşırı sol deliliğinden” bahsediyor. Oysa BBKP’nin tespiti doğru, zira İşçi Partisi o gün ülkenin üçüncü kapitalist partisiydi ve hep öyle kaldı. Partinin tespiti, 1929 genel seçiminden önce yayımlanan Sınıfa Karşı Sınıf başlıklı broşüründe geliştirildi. Orada şunlar söyleniyordu:

“1929’daki durum, genel grevin yaşandığı ve İşçi Partisi hükümetinin iş başında olduğu 1924 yılından tümüyle farklıdır. Savaşı takip eden yıllarda İşçi Partisi, işçi sınıfı karşıtı liderlerine rağmen, Rusya’yla savaşılması durumunda genel greve çıkma tehdidinde bulunan, Versay Anlaşması’nı tanımayan işçilerin baskıları neticesinde, muhafazakârlara ve liberallere karşı harekete geçmek zorunda kaldı. […] İşçi Partisi, aynı zamanda disiplin üzre hareket eden, kadroları sıkı bir biçimde birbirine bağlı olan bir parti hiç olmadı. O, içeriden geliştirilecek eleştiriler için araçlar sunan bir federasyondan başka bir şey değildi.”

1924’teki İşçi Partisi hükümeti, partiyi işçi sınıfının nüfuzundan kurtardı. Geriye farklı unsurlardan oluşan bir yapı kaldı. Broşürün sonuç bölümünde dile getirildiği biçimiyle, partinin lider kadrosu:

“sendikaların yularını muhafazakârların ve liberallerin eline teslim etti. Bunu (1926 genel grevi sürecinde işçilerle patronlar arasında işbirliği tesis etmek için çalışan Liberal Parti vekili Alfred Mond’a atfen -çn.) Mondizm bayrağı altında yaptı. Böylece İşçi Partisi’ni farklı yapıları içeren bir teşkilât olmaktan çıkartıp ‘İmparatorluk ve Mondizm’ bayrağı altında yürüyen, kapitalist bir programı olan tek bir partiye dönüştürdü.”[4]

BBKP, bu dönemde ne tür yanlışlar yapmış olursa olsun, 1929 genel seçimi döneminde İşçi Partisi’ni tanımlarken yaptığı tespitler yerindeydi. Parti, esasında Lenin’in de onay verdiği, Luxemburg’un Alman sosyal demokrasisi için kullandığı tespiti dile getirmekteydi. “Parti, o berbat kokusu ayyuka çıkmış cesetten başka bir şey değil.”

Robert Clough

[Kaynak: Labour: A Party Fit for Imperialism, İkinci Baskı, 2014, Counterattack, s. 243-247.]

Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, British Labour and British Imperialism, Lawrence and Wishart, 1969, s. 267. Yazıdaki tüm sayfa numaraları bu kitaba atıfta bulunuyor.

[2] Tony Cliff ve Donny Gluckstein, Marxism and Trade Union Struggle: The General Strike of 1926, 1986, s. 1-2.

[3] Mark Harrison, Permanent Revolution, Güz 1991, s. 6.

[4] Aktaran: N Branson ve B Moore, Labour-Communist Relations 1920-51, Birinci Bölüm, Our History Pamphlet, 1990, s. 50.

[5] Aktaran: V. I. Lenin, The Proletarian Revolution and the Renegade Kautsky, CW Cilt 28, Progress Publishers, 1965, s. 241.

09 Eylül 2022

, ,

Cumhuriyet İçin


Elizabeth Windsor’un ölümü, bizim kuşağımıza ve Britanya’nın emekçi halkına krallığın ilgasının ivedilikle ele alınması gereken önemli bir mesele olduğunu ortaya koyuyor.

Bugün her zamankinden daha net bir biçimde görülmüştür ki Britanya, modern bir cumhuriyet olmak zorundadır. İçten içe çürüyen aristokrasiye mensup, farklı milletlerin karışımından oluşan ufak bir cemaat, Britanya’nın emekçi halkının çıkarlarını savunamaz, asla savunmayacaktır.

Devletin başında kimseyi temsil etmeyen, seçimle işbaşına gelmeyen, aşırı zengin birinin bulunması, tüm emekçi halka yönelik bir saldırıdır. Bu saldırı, sadece önem arz eden demokrasi ve eşitlik ilkeleriyle alakalı bir mesele değildir.

Bu krallık düzeni, Britanya devletine ve onun kontrolü sağlamak için kullandığı aygıta ait önemli bir simge ve araçtır.

Aksi yönde iddialar bulunsa da krallık, hükümetleri seçmek gibi Britanya’nın parçalanmış yapısı dâhilinde önemli yetkileri elinde bulundurmaya devam etmektedir, dolayısıyla, krallık, varlığını sürdürdüğü sürece demokratik ve toplumsal ilerleme için her daim tehlike arz edecektir.

Kraliyet ailesinin elindeki servet ve saraya ait araziler, Britanya genelinde sahip olduğu uçsuz bucaksız topraklar ve kaynaklar, esasen bu ülkenin emekçi halkından, ayrıca Britanya sömürgelerindeki ezilen ve sömürülen halklardan yüzlerce yıl çalınmış zenginliklerdir.

Kraliçenin sadece Britanya’da değil, eski sömürgelerde de devletin başı ve İngiliz Milletler Topluluğu’nun lideri olarak sahip olduğu konum, dünya genelinde Britanya emperyalizminin muhafaza edilmesinde önemli bir simgesel ve ideolojik rol oynamaktadır.

Britanya devleti ve tekelci medya, bugün olduğu gibi yarın da Elizabeth Windsor’u “yorulmak nedir bilmeyen bir kamu çalışanı” olarak yüceltecektir. Kimse, kamu hizmetini yeryüzünde 96 yıl boyunca tek bir gün bile çalışmamak ve herkes yoksulluk içerisinde yaşarken, aşırı zenginlik içinde yaşamak ve bu durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmamak olarak tarif edemez.

Elizabeth Windsor, Britanya’nın ırkçı sömürgeci imparatorluğunu hiçbir zaman eleştirmedi. O, adı kötüye çıkmış ırkçı kocasına hiç eleştiri yöneltmedi, onun adına tek bir özür bile dilemedi. O, Britanya devletinin çıkarları adına diktatörlerle oturup kalkmaktan hiçbir zaman geri durmadı. Elizabeth Windsor, devletin parasını pedofil oğlunun mahkeme önünde savunulması için kullandı.

Elizabeth Windsor, aynı zamanda eskide kalmış, yozlaşmış, ırkçı bir kurumun simgesidir. O, ayrıca kendisine miras kalmış, kontrol dahi edilemeyen iktidar ve servetin yol açtığı kibirle maluldür.

Britanya’da egemen sınıf, devlet ve medya aracılığıyla, kraliçenin ölümünü dikkatleri, hayat pahalılığı kaynaklı olduğu söylenen krizden, sanayide işçilerin militanlık düzeyindeki artıştan başka yöne çekmek ve grevlere mani olmak için kullanmaya çalışacaktır. Gerçekte iki sınıfın işbirliği içerisinde olmasını talep eden “birlik ve saygı” çağrılarının başarılı olmasına, karşılık bulmasına izin veremeyiz.

Charles asla “kral” olmamalı. Elizabeth’in ölümüyle birlikte krallık da ölmeli.

Britanyalı komünistler:

1. Krallığın derhal ilga edilmesini, yerine devlet başkanının seçimle işbaşına geldiği bir rejimin kurulmasını;

2. Krallığa ait tüm mülklerin millileştirilmesini, kraliyet ailesine ait şahsi servetin kamu yararı adına kamulaştırılmasını;

3. Kraliyet ailesinin Britanya’nın eski sömürgelerinden çaldığı tüm servetin bu ülkelere tazminat olarak dağıtılmasını talep etmektedir.

Kahrolsun krallık!

Yaşasın cumhuriyet!

Yaşasın gerçek demokrasi ve sosyalizm!

Yoldaşça kalın.

Genç Komünistler Birliği Merkez Komitesi
9 Eylül 2022
Londra, Britanya
Kaynak

04 Eylül 2022

,

Hücum, Kötek ve Bel Altı Saldırı

Richard Dawkins’in teolojiyle ilgili yazılarını okurken, tahayyülünüzde biyolojiye dair yegâne bilgisi “Britanya Kuşları Kitabı”ndan ibaret olan, ama biyoloji konusunda sürekli vaaz veren biri canlanıyor. Bertrand Russell’dan beri ateizmi meslek hâline getirmeyi neredeyse bilmiş bir isim olarak Dawkins türünden rasyonalist cemaatin tescilli üyeleri, bir anlamda kıyasıya eleştirdikleri şeyi idrak edecek asgari donanımdan yoksun kişilerdir, zira bu insanlar, ortada idrak edilecek herhangi bir şeyin bulunmadığına veya en azından idrak edilmeye değer bir şeyin olmadığına inanıyorlar. Tam da bu sebeple, söz konusu kişiler, dinî inanç konusunda birinci sınıf teoloji öğrencisinin yüzünü buruşturup rahatsız olacağı ölçüde kaba karikatürlerle gündeme geliyorlar. Onlar, dine daha çok küfrettikçe, din eleştirileri de bilgiden o ölçüde daha fazla uzaklaşıyor. Bu insanlardan Güney Asya’nın jeopolitikası veya fenomenoloji üzerine bir hükümde bulunmaları istense, onlar, hiç şüphe yok ki oturup harıl harıl çalışır, bu soruyu mümkün olduğu ölçüde titizlikle ele alır, konuyu öğrenmek için yoğun bir çaba ortaya koyarlardı. Ama mesele teoloji olunca, hemen o yergi pratiğinin en pespaye hâlleri kâfi görülüyor.

Neticede eskiden bilimlerin şahı olarak görülen teoloji, bugünlerde Ortaçağ’da zirvede olduğu döneme kıyasla, daha az saygı ve değer görüyor.

Dawkins’in Tanrı’yla ilişkisi, aslında birkaç yıl önce çok da tasvip etmemelerine rağmen, Senato binasına büyük bir hevesle girip kendisine fahri doktorluk veren sağcı Cambridge hocalarının Jacques Derrida ile kurdukları ilişkiye benziyor. O hocaların içinde Derrida’nın eserlerinden en iyi ihtimalle bir iki sayfa okumuş insan sayısı bir elin parmağını geçmezdi. Oysa bir öğrencileri Hume’un İnsan Doğasına Dair İnceleme isimli eserini okumadan Hume üzerine bir makale yazıp karşısına gelse, bu hocalar epey rahatsız olur, üzerine binecek küp ararlardı.

Bazı konu başlıkları vardır ki başka meseleler olsa onlara titizlikle ve tüm yönleriyle yaklaşacak olan zihinler, bu konu başlıklarına en berbat ve en kaba önyargılarla yaklaşmayı, bu önyargılarla mücadele bile etmemeyi seçiyorlar. Akademide ders veren birçok psikolog için Jacques Lacan; Oxford ve Cambridge üniversitelerinde ders veren felsefeciler için Heidegger; eskiden Sovyet bloğunda yaşamış yurttaşlar için Marx’ın yazıları; militan rasyonalistler için de din, böylesi bir konu başlığıdır.

İnsan, Dawkins’i okuyunca, Akinolu Thomas ile aynı dönem kendisiyle tartışmış olan teolog Duns Scotus arasındaki epistemolojik farklıklara dair görüşlerini merak ediyor. Dawkins, hiç yeni platoncu felsefeci Johannes Scottus Eriugena’nın öznellikle ilgili görüşlerini veya Alman Cizvit papazı Karl Rahner’in inayetle ilgili görüşlerini veya Jürgen Moltmann’ın ümitle ilgili görüşlerini hiç okudu mu? Bırakalım okumayı, bu insanların isimlerini hiç duymuş mu? Yoksa Dawkins kendisini, en zor davası konusunda, tüm o kibirli hâliyle, cahil olan, ama öte yandan, karşı tarafı alt edip davayı kazanabileceğini düşünen genç avukat mı zannediyor?

Görebildiğimiz kadarıyla, bazen teologların, “bu adam, bizi dize getirmek, mağlup etmek için sağa sola bostan korkulukları yerleştiriyor” dedikleri Dawkins, söz konusu suçlamayı kitabında çürütüyor. Tanrı Yanılgısı isimli kitaba baktığımızda, bu teologlar, hiç de haksız sayılmazlar.

Zira teoloji açısından bakıldığında Dawkins, esasen Kuzey İrlandalı Protestan siyasi lider Ian Paisley ve Amerika’da televizyonlara çıkan evanjelistlerle epey ortak yöne sahip. Hepsi de din konusunda hemfikir. Aralarındaki tek farksa şu: Dawkins dini redde tabi tutuyor, televizyona çıkıp Hristiyanlık anlatan evanjelist Oral Roberts ve onun yalaka çetesi ise din sayesinde semiriyor.

Dawkins konusunda burada birkaç önemsiz hususu aktarmak, bu noktada yeterli olacak. Dawkins, tüm inancı kör inanç olarak görüyor, Hristiyan ve Müslüman çocukların sorgulamadan inanan kişiler olarak yetiştirildiklerini düşünüyor. Oysa ortaokulda beynimin etini yiyen o beyinsiz rahipler bile böyle düşünmüyorlardı. 

Hâkim Hristiyanlık anlayışına göre akıl, tartışma ve samimi şüphe, her zaman inancın ayrılmaz parçası olarak görülmüş, bunların önemli bir rol oynadıkları düşünülmüştür. Bu noktada Dawkins’e şu soruyu sormak gerekir: acaba kendisi bilimi, nesnelliği, liberalizmi, ateizmi vs. eleştirebiliyor mu, bunları sorgulayabiliyor mu?

Elbette akıl konusunda tüm müminler aynı fikirde değiller, ama aynı durum, o çok hassas, medeni ve din dışı çevreler için de geçerlidir. Richard Dawkins bile hayatını akıldan çok inançla yaşayan bir isimdir.

Şüphe edilemeyecek ölçüde aklî olan hiçbir gerekçeye dayanmayan birçok inanca sahibiz, ama gene de bu inançların keyfini çıkartmak, makul bir durumdur.

“Rasyonel”, aklî olanın “bilimsel” anlamına geldiğini sadece pozitivistler düşünür. Dawkins, bilim ve dinin birbiriyle rekabet içerisinde olmadığını, dinin aklî sorguyu kapı dışarı etmediğini söyleyen makul tespiti redde tabi tutar. Oysa bu, tümüyle yanlış bir yaklaşımdır: bilimin ve dinin dünyaya farklı sorular sorduğunu iddia etmek, Filistin’de İsa’nın kemikleri bulunduğu vakit papanın işsiz kalacağını, onun hızla koşup sadaka kuyruğuna gireceğini söylemek gibi bir şey değildir. Bilâkis, tıpkı sevgi gibi inanç da olgulara dair bilgiyi içeriyor olmalıdır, ama bu, inancın ve sevginin bu bilgiye indirgenebilir olduğu anlamına gelmez. Sizi sevdiğime dair iddiamın tutarlı olabilmesi için, o sevgiyi meşru kılan sizin açınızdan sevginin ne demek olduğunu izah edebiliyor olmam gerekir. Banka müdürüm de size âşık olmadan, size dair aşk dolu tarifime onay veriyor olmalıdır.

Dawkins, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu meselesinin rasyonel ispata açık bir bilimsel hipotez olduğunu düşünüyor. Hristiyanlık, Tanrı’nın var olduğunu ileri sürmek için makul bir neden ortaya koymak gerektiğini söyler, ancak bu, inancın bizzat kendisiyle aynı şey değildir. Dawkins ne düşünürse düşünsün, Tanrı’ya inanmak, uzaylıların veya diş perisinin varolduğunu söylemek gibi bir şey değildir. Tanrı, bütün kanıtlar elde edilene dek varlığıyla ilgili agnostik kalacağımız, bu konuda fikir beyan edemeyeceğimiz, semadan gelen yüce bir nesne veya kutsal bir UFO değildir.

Teologlar, Dawkins’in düşündüğünün aksine, Tanrı’nın kâinatın içinde veya dışında olduğuna inanmazlar. O’ndaki aşkınlık ve görünemezlik, O’nun ne olduğunu anlatan tanımın birer parçasıdır, oysa bu, Loch Ness canavarı için [bizdeki Van Gölü canavarının İskoç versiyonu -çn.] geçerli bir durum değildir. Bu anlamda dindarlar, aslında bir kara deliğe iman ediyor değildirler, çünkü bu insanlar, Tanrı’nın kendisini açığa vurduğunu, tecelli ettiğini de düşünürler: Tanrı, Dawkins’in sandığı gibi, kendisinden bile akıllı bir kozmik imalatçı kılığında değil (ki Yeni Ahit, Yaratıcı olarak Tanrı’dan hiç söz etmez), en azından Hristiyanlar açısından, hakarete uğramış ve katledilmiş bir politik suçlu olarak tecelli eder. Eski Ahit’in Yahudileri Tanrı’ya inanıyorlardı, fakat her ne kadar kitabın Tekvin bölümü Yahudilerin böylesi bir kanaatte olduğunu ortaya koysa da bu, onların kâinatı yaratan yüce bir mimar olduğuna dair bilimsel hipoteze bir dizi uluslararası konferansta meseleyi tartıştıktan sonra onay verdikleri anlamına gelmiyor. Yahudiler, benim size inandığım gibi inanıyorlardı. Bu görüşleri konusunda pekâlâ yanılmış olabilirler, fakat onlar, bilimsel hipotezleri sağlam olmadığı için yanılmış değillerdi.

Dawkins, sanki Tanrı diye bir şahıs varmış gibi davranıp, o kafasında kurguladığı şeyle dalga geçiyor. “Tanrı” denilince, esasen bütünüyle ve tüm berraklığıyla zihinde bir kişi kastedildiğini düşünerek konuşuyor.

Görebildiğimiz kadarıyla Dawkins, Tanrı’yı ak sakallı olmasa bile dev gibi bir adam olarak tasavvur ediyor. Sonra da dönüp bu adamın aynı anda milyarlarca insanla nasıl konuşabildiğini soruyor. Oysa bu soru, “ulan madem Tony Blair bir ahtapot, niye sadece iki kolu var?” sorusuna benziyor.

Yahudi-Hristiyan geleneğinde Tanrı, her ne kadar tartışmalı olsa da, Al Gore gibi bir kişi değildir. Ayrıca Tanrı, bir ilke, bir varlık veya “var olan bir şey” de değildir: “var olan” kelimesinin belirli bir anlamı açısından bakıldığında, dindarların “Tanrı gerçekte yoktur” demeleri daha uygun olurdu. Çünkü aslında Tanrı, biz dâhil her türden varlığın varolabilmesinin koşuludur. O, “neden hiçbir şey yok da bir şeyler var?” sorusunun cevabıdır. Nasıl ki bendeki hasedi ve sol ayağımı bir araya getirdiğinizde bir çift nesne etmezlerse, Tanrı ile kâinatı da bir araya getirdiğinizde iki şey etmez.

Esasen geleneksel manada “Tanrı haliktir, yaratıcıdır”dan kastedilen, bir tür süper imalatçılık değil, budur. O, her şeyi sevgisiyle ayakta tutan, onlara güç verendir. Bu, kâinatın bir başlangıcı yoksa da geçerli bir durumdur. Tanrı’nın kâinatı yoktan var etmiş olması, O’nun ne kadar zeki olduğunun bir ölçüsünü vermez, O kâinatı ihtiyaç değil, sevgiden ötürü yaratmıştır. Dünya, dur durak bilmeyen bir sebep-sonuç ilişkisinin ürünü değildir. Tıpkı modernist bir sanat eseri gibi dünyanın varlığı da zaruri değildir.

Ayrıca Tanrı, pekâlâ çok uzun zaman önce eserinden pişman dahi olmuş olabilir. Yaratılış, ilk acte gratuit’dir (sebepsiz eylemdir). Tanrı, kâinatı o katıksız sevgisi sebebiyle veya sebepsiz yere yaratmış bir sanatçıdır, araştırma bursu veren kurumu etkileyeceğim diye olağanüstü rasyonel bir tasarım üzerinde hiç durmadan çalışan bir bilim insanı değildir.

Kâinat Tanrı’ya ait olduğu için, o özgürlükle tanımlı olan hayatını paylaşır. Tam da bu sebeple kâinat, kendi başına işleyen bir şeydir. Bilim ve Dawkins, tam da bu sebeple varolabilmiştir. Aynı şey, insanlar için de geçerlidir: Tanrı, özgürlüğümüzün ve aldığımız keyfin karşısındaki bir engel değil, Akinolu Thomas’ın da dediği gibi, biz olmamıza imkân veren güçtür. Tıpkı bilinçaltımız gibi, O bize bizden daha yakındır. O, kendi kaderimizi tayin etme irademizin kaynağıdır, o kaynağı silip atan değil. Tanrı’ya tabi olmak, tıpkı dostlarımıza tabi olmak gibi, özgürlüğü ve tüm imkânlarını açığa çıkarmanın verdiği memnuniyeti yaşamak demektir. Esasında “dostluk”, Akinolu Thomas’ın Tanrı ile insanlık arasındaki ilişkiyi tanımlarken kullandığı bir kelimedir.

Yaratılışçı muarrızları gibi Yaratılışın mekanizmasına kafayı takmış olan Dawkins, esasen bu geleneksel öğretilerinden hiçbir şey anlamıyor. Dawkins, Tanrı’nın bize aşkın olması (ki bu, O’nun bizi yaratmak zorunda olmadığını söylemenin başka bir yoludur) sebebiyle O’nun bizi yaratmak gibi bir saplantısının olmadığını, O’nun sadece bizi sevmek niyetinde olduğunu idrak edemiyor.

Aslında Dawkins’in Tanrısı, Şeytanîdir. İbranice “suçlayıcı” anlamına gelen “Satan” (Şeytan) kelimesini temel alan teolojik görüş, yanlış bir yaklaşım üzerinden, Tanrı’yı Büyük Baba ve cezalandırıcı yargıç olarak görür. Bu anlamda Dawkins’de Tanrı, tam da bu türden bir baskıcı süperegoya denk düşer.

Bu yanlış bilinç, bir yargıçtan ziyade, bir dost ve sevgili olarak Baba’yı vahyeden İsa’nın şahsında hükmünü yitirmiştir. Dawkins’in bahsini ettiği Yüce Varlık, esasen hayvanları kurban ederek, belirli yemekleri yemeyi seçip günahsız kullar olarak davranarak, Tanrı’nın gazabından kaçınmaya çalışanların tanrısıdır. Bu insanlar, ahlaken süfli olan yaşantıları dâhilinde, Tanrı’nın kendilerini oldukları gibi sevmesini ayıp karşılarlar ve böylesi bir rezilliği yaşamayı asla kabul etmezler. Aziz Paul’ün hukukun lanetli olduğunu söylemesinin bir sebebi de budur.

Dawkins, Hristiyanlığı alabildiğine dar bir hukukî kefaret anlayışı temelinde ele alır, bu anlamda söz konusu dinin, sırf gücendi diye bunun karşılığında kendi çocuğunu kurban eden, acıma nedir bilmeyen kindar bir Tanrı’ya ait olduğunu söyler, buradan da inancı kötü ve çirkin bir şey olarak tarif eder. Aslında Canterbury Başpiskoposu’nun da bu fikirde olduğuna iddiaya girerim. İsa’yı katleden Tanrı değil, emperyal Roma devleti idi.

Dawkins, cennete gidecek olmalarına karşın Hristiyanların neden ölüm konusunda hevesli olmamasını tuhaf buluyor. Ama o, Hristiyanlığın diğer birçok dinî inanç gibi insan hayatına büyük değer verdiğini görmüyor. Tam da bu sebeple birçok dinde şehit olmak, intihar etmekten ayrı tutuluyor. Çünkü intihar eden kişi, hayatı değersizleştiği için terk ederken, şehit, en değerli varlığını başkalarının iyiliği için teslim ediyor. Bu kendini adama eylemi, genellikle her türden politik açıdan yanlış anlamı, haksız yere yüklenmiş olan “feda” kelimesiyle karşılanır.

Dawkins, bir yerde İsa’nın kendisine ihanet edilmesini ve ölümünü arzulamış olabileceği konusunda spekülatif bir ifadede bulunur. Oysa Yeni Ahit yazarları, bu iddiayı çürütmek adına, Getsemani Bahçesi sahnesini kitaba eklerler. Çarmıha gerilmeden önce tutuklu kaldığı ve dua ettiği bu yerde İsa’nın idam edilmesi ihtimali karşısında paniğe kapıldığı açıktır. Ayrıca aynı yazarlar, çarmıhtaki İsa’ya aynı konuya dair bir iki kelam ettirirler. Neticede İsa, deli veya mazoşist olduğu için ölmüş değildir. O’nu, hem sevgi, merhamet ve adalet üzerine kurulu olan hem de yoksullar arasında muazzam bir destek gören mesajından korkuya kapılan, zaten epey dengesiz olan politik durum dâhilinde ortaya çıkabilecek kitlesel bir ayaklanmayı durdurmak için İsa’dan kurtulmayı tek seçenek gören Roma devleti, onun Filistin’deki uşakları ve köpekleri öldürmüştür.

Muhtemelen İsa’nın yoldaşları arasında antiemperyalist yeraltı hareketi Mutaassıplardan birçok insan bulunuyordu. Yehuda’nın soyadı, onun onlardan biri olduğunu ortaya koyuyor, bu durum, onun ihanetini daha da makul kılıyor: belki de Yehuda, liderini Mesih olmadığını görüp, yaşadığı o acı verici hayal kırıklığı ile satmıştır. Zira Mesihler, yoksulluğun içine doğmazlar, ülkenin başkentine koruma polisleri eşliğinde, kurşungeçirmez limuzinlerle girerler, eşekle değil.

Dawkins’e göre, “etiğini kutsal kitaplardan türeten” İsa (kendisi dindar bir Yahudi’ydi, hayalci bir yeni düzenlemenin kurucusu değil), bir Mesih karikatürüydü. Zayıflar ve başarısızlarla dayanışma üzerine kurulu olmayan her rejimin, kendi kibrinin ağırlığı altında çökmeye mahkûm olduğunu anlamış görünen, lider kılığına bürünmüş bir karnaval soytarısıydı. Başarısızlığının simgesi ise çarmıha gerilişiydi. Bu inanca göre O, Eski Ahit’in Yehova’sı kimliğine bürünmüşken, İbranilere yaktıkları adaklardan nefret ettiğini, tütsülerden iğrendiğini söyleyen ve kendisinin gizemli bir şekilde Baba olarak adlandırdığı yaşam kaynağına sadık biriydi. Bu Tanrı, açların güzelce doyurulduğunu, zenginlerin ise ellerinin boş gönderildiğini gördüklerinde ne olduğunu anlayacakları uyarısında bulunmuştu. Tanrı’nın putunu yapmaya ya da suretini çizmeye izin yoktu, çünkü onun tek sureti, canıyla kanıyla insan bedeniydi. Hristiyanlık için kurtuluş, selamet, hastalarla ilgilenmek, göçmenleri hoş karşılamak, yoksulları zenginlerin zulmünden korumakla ilgiliydi. Kurtuluş, “dinî” bir mesele bile değildi; özel bir giyinme şekli, ritüel davranış ya da yemekle ilgili saplantıları içermiyordu (Katoliklerin Cuma günleri eti yasaklaması, kutsal metinlerde yeri olmayan bir kilise uygulamasıdır).

İsa, hayat kadınları ve toplumun dışına itilmişlerle gezer, cinsellik konusunda son derece rastgele davranır, aileyi onaylamaz (ki zengin mahalleden gelen Dawkins, bu tavrından bir miktar rahatsızdır), mal mülk konusunda geniş olmamızı ister, müritlerini vahşice öldürülebilecekleri konusunda uyarır ve gerçeğin özgürleştirdiği kadar öldürdüğünü ve böldüğünü de ileri sürerdi. Ayrıca kendini beğenmiş bilgiçleri lanetler ve egemen sınıfı derin bir biçimde telaşa sürüklerdi.

Hristiyanlık inancına göre, çarmıha gerilmeyle yüzleşebilen ve insanlık tarihinin travmatik gerçeğinin işkence edilmiş bir insan bedeni olduğunu kabul ederek yaşamını sürdürebilenlerin yeni bir yaşam şansı olabilir, fakat bu, sadece şu anki uğursuz durumumuzun tasavvur edilemez biçimde dönüşümüyle mümkündür. Bu, “diriliş” olarak bilinir. Vücudu lime lime edilmiş masumun o korkunç görüntüsünü tarihin hakikati olarak göremeyenler, ”insanlığın sınırsız ilerleyişi” denilen ve Dawkins’in özbeöz savunucusu olduğu o köklü batıl inancın bağnazları olmaya mahkûmdurlar. Onlar en fazla, Hristiyanlığın gözünde yeterince radikal olamayan, iyi niyetli reformcular veya sosyal demokratlardan başka bir şey olamazlar.

Demek ki Hristiyanlığın ana öğretisi, Tanrı’nın piç olduğu anlayışı değildir. Aramızdan ayrılmış olan Dominikan teolog Herbert McCabe’in ifadesiyle, “sevmezseniz ölürsünüz, severseniz bu sefer sizi öldürürler.” Olmayacak dua, “halkın afyonu” denilen şey, tam da budur.

Afyonla ilgili ifadeyi kullanan Marx’tı, ama aynı pasajda Marx, dini “kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu” olarak tanımlıyor, bu anlamda, dine hücum eden, kötek atan, bel altı vuran Dawkins’e kıyasla makul ve diyalektik bir görüş ortaya koyuyor.

Şimdi tüm bunlar, bir masaldan daha akla yatkın gelmeyebilir. Bugünün düşünen insanlarının çoğu, bunları reddetmek için kusursuz gerekçeler bulabilir. Fakat insanlık tarihinin en zengin, en uzun soluklu popüler kültür biçimini eleştirenlerin, onu “çerçöp, zırvalık” diye niteleyip kolay zaferler peşinde koşmaktansa, bu olayla en ikna edici noktasından yüzleşmek gibi bir ahlakî yükümlülüğü bulunuyor.

Benim çerçevesini çizdiğim ana akım teoloji doğru olmayabilir, fakat onu savunan herkes, bana göre saygıdeğerdir; oysa Dawkins, hiçbir dinî inancın, hiçbir zaman ve hiçbir yerde herhangi bir saygıya değer olmadığını düşünüyor. Üstelik bu görüş, dogmatizme temelden karşı olan bir kişiye ait. Dawkins’e göre, en ılımlı dinî görüşlere bile şiddetle karşı çıkılmalıdır, çünkü bu tür görüşler, her daim bağnazlığa yol açarlar.

Dawkins’in de benimsediği kimi liberalizm akımları, bugünlerde yozlaşarak berbat bir neoliberalizm çeşidine dönüştüler, fakat bence bu dönüşüm, liberalizmi desteklememek için bir gerekçe olarak öne sürülemez. Dawkins, anlaşılması zor bir mantıkla, esasen Oxford Piskoposu’nun Usame bin Ladin’den sorumlu olduğunu ima ediyor.

Polemiği sürdüren kişi olarak Dawkins, bilimin zaferi konusunda biraz daha az kibirli olsaydı (kitapta bilimin yanılma payıyla ilgili sadece bir ya da iki imaya yer veriliyor) ve sanki bir şey önermek, bir itirazı bilimsel olarak çürütmekle aynı şeymiş gibi, gidip “[belirli bir bilimsel görüşe karşı] bu itiraz, çok sayıda evrenin varlığı önerilerek cevaplanabilir” şeklinde cümleler kurmaktan kendini alıkoyabilseydi, iddiaları daha ikna edici olabilirdi.

Kolayca tahmin edilebileceği üzere, Dawkins, bilim ve teknolojinin insanlığı karşı karşıya bıraktığı dehşet konusunda tek laf etmiyor, sessizliğini zerre bozmuyor. Oysa Kıyamet Günü, dinden ziyade bilim ve teknolojinin bir ürünü olacak gibi duruyor. Engizisyonu at, yerine kimyasal silâhların konuştuğu savaşı koy, hiçbir şey değişmez.

Dawkins’in zerre sarsılmayan bilimsel tarafsızlığı öyle bir noktada ki, neredeyse dört yüz sayfalık kitapta dinî inançtan tek bir insanî faydanın gelebileceğini bir türlü itiraf edemiyor. Bu, deneyle somutta sınanma öncesinde de sonrasında da geçerliliği olmayan bir görüştür.

Hayatlarını İsa, Buda ya da Allah adına cansiperane bir şekilde başkalarının iyiliğine adayan milyonlarca insan, bu şekilde insanlık tarihinden silinmiş oluyor ve bunu kendisini “bağnazlığa savaş açan biri” olarak gören bir kişi yapıyor. Bu anlamda Dawkins’in, sosyalizmi Gulag toplama kamplarıyla bir tutan kişiden hiçbir farkı yok.

Tıpkı bir püritenin seksle ilişkisinde olduğu gibi Dawkins de Tanrı’yla benzer bir ilişki kuruyor, her yerde, hatta orada olmadığını kanıtlayabildiğimiz yerlerde bile, O’nu görüyor. Örneğin Dawkins, Kuzey İrlanda’daki etnik-politik çatışmanın dinin ihaneti olmasa yok olup gideceğini düşünüyor, bu hâliyle ömrünün belirli bir kısmını bu ülkede geçirmiş benim gibi bir insana kıyasla çok az şey bildiği bir konuda söz etme ihtiyacı duyuyor. Ayrıca Dawkins, tuhaf bir biçimde, “Kraliçeci” ifadesinin Protestanlara, “Milliyetçi” ifadesininse Katoliklere denk düşen birer mecaz olduğunu düşünüyor, Kraliçeci ile Birlikçi ve Milliyetçi ile Cumhuriyetçi arasındaki farkları dahi bilmiyor. Dawkins, aynı zamanda ortada dile getirdiği iddiayı çürüten aksi yönde bir yığın delil olmasına karşın, İslamî terörizmin ilhamını siyasetten değil, dinden aldığını zannediyor.

Bunlar, sadece öfkeli bir ateistin görüşleri değil. Bunlar, çok kolay ayırt edilebileceği gibi, bir İngiliz orta sınıfına mensup liberal bir rasyonalistin görüşleridir. Dawkins, bazen şairin “Sessizliğin el değmemiş gelini” deyişini bir Antik Yunan çanağını tasvir etmenin gülünç ve saçma bir yolu olarak gördüğünü düşünmemize neden olacak cümleler kurabiliyor. Bu yazdıklarından anlıyoruz ki Dawkins, Foucault’ya, psikoanalize, ajitpropa, dadaizme, anarşizme veya ayrılıkçı feminizme coşkuyla sahip çıkarak, bu alanlardan birinin Avrupa’nın en önemli savunucusu olamayacak biri. Tüm bu olguların, ondaki o buz kesmiş rasyonaliteyi İsa’nın bakireden doğumu kadar rahatsız edeceğini düşünmeden edemiyor insan.

Bir insan, elbette ki hem ateist hem de tüm bu olguların ateşli bir savunucusu ve taraftarı olabilir. Ama ondaki Tanrı’ya yönelik nefret, hayranlık uyandıracak bir çaba dâhilinde önyargılardan arınmayı bilmiş bir bilim insanının görüşü asla değildir. Bu nefret, özel bir kültürel bağlama aittir, ancak o bağlamda vücut bulabilmektedir.

Kuzey Oxford’da ne anarşizme ne de İsa’nın bakireden doğumu anlatısına destek sunacak insan bulabilirsiniz (burada “Kuzey Oxford” tabirini coğrafi değil, ideolojik anlamıyla kullanıyorum. Dawkins’in tam olarak nerede yaşadığını bilmiyorum, dolayısıyla o içini ferah tutabilir.)

İngilizlerde bir şeye dokunduğunda, onu tarttığında ve tattığında o şeye inanmak gibi bir ortak anlayış, söz konusudur. Tanrı Yanılgısı, başka kaynakların yanı sıra, tam da bu ahırın mahsulüdür. Ondaki cahillik ve köylülük dikkate alındığında, Dick Cheney bile Dawkins’in yanında Thomas Mann gibi kalır.

Dawkins’in bize ilettiği seküler On Emir’den biri şunu tavsiye ediyor: “başkalarına zarar vermediği sürece seks hayatınızın keyfini çıkartın.” Oysa bunlar, liberallerin ağzından dökülen bomboş, basmakalıp laflardır.

Dawkins, köktencilerden nefret etmekte sonuna kadar haklıdır, fakat bilebildiğimiz kadarıyla, ondaki din karşıtı eleştirilere, köktenciliği besleyen nefreti, kaygıyı, güvensizlik ortamını ve aşağılayıcı durumları üreten küresel kapitalizm eleştirisi nedense eşlik etmez. Bunun yerine Dawkins, medyada çıkıp gevezelik eden kalın kafalı uzmanlar gibi her şeyi götürüp dine bağlar.

Dolayısıyla küresel politika söz konusu olduğunda, Dawkins’in ara sıra “geriye dönüşler” yaşansa da sürekli mevziler elde eden ilerleme sürecini içeren (kendi tabiriyle) “zamanın ruhu”na iman eden eski kafalı bir Hegelci olmasına hiç şaşırmamak gerekiyor. Ağzından liberaller gibi “dalga, durmadan hareket eder”den başka bir cümle dökülmüyor.

Mevcut Amerikan hükümeti gibi “yerele has, geçici aksilikler” meydana gelebileceğini yüce gönüllülükle kabul eden Dawkins, bu rejimin muhtemelen öngörebildiğimiz gelecekte beraber yaşamak zorunda olduğumuz dünya düzenindeki şiddetli dönüşümün habercisi değil de küçük bir seçim cilvesi olduğunu zanneder. O, tam da Herbert Spencer gibi, “ilerleme eğiliminin gün gibi ortada olan apaçık bir gerçeklik olduğuna, ilerleme sürecinin devam edeceğine” inanır. Demek ki şunu söylemek mümkündür: Bizatihi Kamusal Bilimin Sözcüsü’nün ağzından işittiğimiz üzre, ekolojik felâketler, kıtlık, etnik savaşlar ve nükleer atıklar gibi yerele has, geçici aksilikleri bir kenara koyacak olursak, Tarih, daima ilerleme hâlindedir.

Ara sıra “bilgili” dindarlara yalan da olsa iyi niyet gösterisinde bulunan Dawkins, dini ve köktenci dini bir ve aynı şey olarak görme eğilimindedir. Bu düpedüz yanlış olan yaklaşım, esasında dinin avama (halka) değil de havassa, seçkin bir gruba ait olduğu imasında bulunmak suretiyle, düşünce ve tefekkür temelli olan dini ezmek için kullanılan bir araçtır.

Yukarıda ana hatlarını verdiğim teoloji türünden bir şeye inanan çok sayıda insan, kürtaj hakkını savunanları ve kötü görülen eşcinselleri katleden cahillerle aynı çuvala atılıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse Tanrı Yanılgısı denilen kitap, bu konuda işini gayet iyi yapmıştır.

Bu görüşün beslediği anlayışa göre, Donald Rumsfeld’in epostaları haricinde, dünyadaki en tehlikeli iki metin, İncil ve Kur’an’dır. Bu anlamda, hem en iyi hem de en kötü liberallerden biri olarak Dawkins, Teksas’ta ve Taliban’da görülen “köktencilik” olarak bilinen ruh hastalığı türüne karşı yıllarca ses çıkartmak suretiyle muhteşem bir iş yapmıştır.

Dawkins, sırf başkalarına ait diye o insanların aptalca veya mesnetsiz fikirlerine saygı duyulması gerektiğine inanan samimiyetsiz liberalizm türünü redde tabi tutmakta sonuna kadar haklıdır. Hayranlık uyandıracak ölçüde anlamlı olan o öfke yüklü tarzı dâhilinde Tanrı Yanılgısı, günümüzde ABD’deki ateistlerin durumunun elli yıl öncesinin eşcinsellerinin durumuna benzediğini söylemektedir.

Kitap, köktenci olsun ya da olmasın, dine dair basbayağı ürkütücü olan kısa öykülerle dolu. Amerikalıların neredeyse yarısı, İsa’nın şanlı ikinci zuhurunun, dirileceği anın yaklaşmakta olduğuna inanıyor, bazıları da bu an yakınlaşsın diye en lanet işlerin altına imza atıyor.

Din hakkında tonla laf eden Dawkins, onca lafı kendisiyle aynı fikirde olmayan, bilim sahasındaki kimi meslektaşlarına karşı berbat bir üslupla kıl bir herif olmadan da, aynı zamanda teoloji konusunda bu kadar cahil olduğunu ifşa etmeden de edebilirdi. Ayrıca kitabında, Tanrı’yı da bir kişi sayarsak eğer, en fazla bahsi edilen ikinci isim olmamak konusunda da bir çaba içine girebilirdi.

Terry Eagleton
19 Ekim 2006
Kaynak

Christopher Hitchens Eleştirisi
Akıl, İman ve Devrim