04 Eylül 2022

, ,

Hücum, Kötek ve Bel Altı Saldırı

Richard Dawkins’in teolojiyle ilgili yazılarını okurken, tahayyülünüzde biyolojiye dair yegâne bilgisi “Britanya Kuşları Kitabı”ndan ibaret olan, ama biyoloji konusunda sürekli vaaz veren biri canlanıyor. Bertrand Russell’dan beri ateizmi meslek hâline getirmeyi neredeyse bilmiş bir isim olarak Dawkins türünden rasyonalist cemaatin tescilli üyeleri, bir anlamda kıyasıya eleştirdikleri şeyi idrak edecek asgari donanımdan yoksun kişilerdir, zira bu insanlar, ortada idrak edilecek bir şeyin bulunmadığına veya en azından idrak edilmeye değer bir şeyin olmadığına inanıyorlar. Tam da bu sebeple, söz konusu kişiler, dinî inanç konusunda birinci sınıf teoloji öğrencisinin yüzünü buruşturup rahatsız olacağı ölçüde kaba karikatürlerle gündeme geliyorlar. Onlar, dine daha çok küfrettikçe, din eleştirileri de bilgiden o ölçüde daha fazla uzaklaşıyor. Bu insanlardan Güney Asya’nın jeopolitikası veya fenomenoloji üzerine bir hükümde bulunmaları istense, onlar, hiç şüphe yok ki oturup harıl harıl çalışır, bu soruyu mümkün olduğu ölçüde titizlikle ele alır, konuyu öğrenmek için yoğun bir çaba ortaya koyarlardı. Ama mesele teoloji olunca, hemen o yergi pratiğinin en pespaye hâlleri kâfi görülüyor.

Neticede eskiden bilimlerin şahı olarak görülen teoloji, bugünlerde Ortaçağ’da zirvede olduğu döneme kıyasla, daha az saygı ve değer görüyor.

Dawkins’in Tanrı’yla ilişkisi, aslında birkaç yıl önce çok da tasvip etmemelerine rağmen Senato binasına büyük bir hevesle girip kendisine fahri doktorluk veren sağcı Cambridge hocalarının Jacques Derrida ile kurdukları ilişkiye benziyor. O hocaların içinde Derrida’nın eserlerinden en iyi ihtimalle bir iki sayfa okumuş insan sayısı bir elin parmağını geçmezdi. Oysa bir öğrencileri Hume’un İnsan Doğasına Dair İnceleme isimli eserini okumadan Hume üzerine bir makale yazıp karşısına gelse, bu hocalar epey rahatsız olur, üzerine binecek küp ararlardı.

Bazı konu başlıkları vardır ki başka meseleler olsa onlara titizlikle ve tüm yönleriyle yaklaşacak olan zihinler, bu konu başlıklarına en berbat ve en kaba önyargılarla yaklaşmayı, bu önyargılarla mücadele bile etmemeyi seçiyorlar. Akademide ders veren birçok psikolog için Jacques Lacan; Oxford ve Cambridge üniversitelerinde ders veren felsefeciler için Heidegger; eskiden Sovyet bloğunda yaşamış yurttaşlar için Marx’ın yazıları; militan rasyonalistler için de din, böylesi bir konu başlığıdır.

İnsan, Dawkins’i okuyunca, Akinolu Thomas ile aynı dönem kendisiyle tartışmış olan teolog Duns Scotus arasındaki epistemolojik farklıklara dair görüşlerini merak ediyor. Dawkins, hiç yeni platoncu felsefeci Johannes Scottus Eriugena’nın öznellikle ilgili görüşlerini veya Alman Cizvit papazı Karl Rahner’in inayetle ilgili görüşlerini veya Jürgen Moltmann’ın ümitle ilgili görüşlerini hiç okudu mu? Bırakalım okumayı, bu insanların isimlerini hiç duymuş mu? Yoksa Dawkins kendisini, en zor davası konusunda, tüm o kibirli hâliyle, cahil olan, ama öte yandan karşı tarafı alt edip davayı kazanabileceğini düşünen genç avukat mı zannediyor?

Görebildiğimiz kadarıyla, bazen teologların, “bu adam, bizi dize getirmek, mağlup etmek için sağa sola bostan korkulukları yerleştiriyor” dedikleri Dawkins, söz konusu suçlamayı kitabında çürütüyor. Tanrı Yanılgısı isimli kitaba baktığımızda, bu teologlar, hiç de haksız sayılmazlar.

Zira teoloji açısından bakıldığında Dawkins, esasen Kuzey İrlandalı Protestan siyasi lider Ian Paisley ve Amerika’da televizyonlara çıkan evanjelistlerle epey ortak yöne sahip. Hepsi de din konusunda hemfikir. Aralarındaki tek farksa şu: Dawkins dini redde tabi tutuyor, televizyona çıkıp Hristiyanlık anlatan evanjelist Oral Roberts ve onun yalaka çetesi ise din sayesinde semiriyor.

Dawkins konusunda burada birkaç önemsiz hususu aktarmak, bu noktada yeterli olacak. Dawkins, tüm inancı kör inanç olarak görüyor, Hristiyan ve Müslüman çocukların sorgulamadan inanan kişiler olarak yetiştirildiğini düşünüyor. Oysa ortaokulda beynimin etini yiyen o beyinsiz rahipler bile böyle düşünmüyorlardı. Hâkim Hristiyanlık anlayışına göre akıl, tartışma ve samimi şüphe, her zaman inancın ayrılmaz parçası olarak görülmüş, bunların önemli bir rol oynadıkları düşünülmüştür. Bu noktada Dawkins’e şu soruyu sormak gerekir: acaba kendisi bilimi, nesnelliği, liberalizmi, ateizmi vs. eleştirebiliyor mu, bunları sorgulayabiliyor mu?

Elbette akıl konusunda tüm müminler aynı fikirde değiller, ama aynı durum, o çok hassas, medeni ve din dışı çevreler için de geçerlidir. Richard Dawkins bile hayatını akıldan çok inançla yaşayan bir isimdir.

Şüphe edilemeyecek ölçüde aklî olan hiçbir gerekçeye dayanmayan birçok inanca sahibiz, ama gene de bu inançların keyfini çıkartmak, makul bir durumdur.

“Rasyonel”, aklî olanın “bilimsel” anlamına geldiğini sadece pozitivistler düşünür. Dawkins, bilim ve dinin birbiriyle rekabet içerisinde olmadığını, dinin aklî sorguyu kapı dışarı etmediğini söyleyen makul tespiti redde tabi tutar. Oysa bu, tümüyle yanlış bir yaklaşımdır: bilimin ve dinin dünyaya farklı sorular sorduğunu iddia etmek, Filistin’de İsa’nın kemikleri bulunduğu vakit papanın işsiz kalacağını, onun hızla koşup sadaka kuyruğuna gireceğini söylemek gibi bir şey değildir. Bilâkis, tıpkı sevgi gibi inanç da olgulara dair bilgiyi içeriyor olmalıdır, ama bu, inancın ve sevginin bu bilgiye indirgenebilir olduğu anlamına gelmez. Sizi sevdiğime dair iddiamın tutarlı olabilmesi için, o sevgiyi meşru kılan sizin açınızdan sevginin ne demek olduğunu izah edebiliyor olmam gerekir. Banka müdürüm de size âşık olmadan, size dair aşk dolu tarifime onay veriyor olmalıdır.

Dawkins, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu meselesinin rasyonel ispata açık bir bilimsel hipotez olduğunu düşünüyor. Hristiyanlık, Tanrı’nın var olduğunu ileri sürmek için makul bir neden ortaya koymak gerektiğini söyler, ancak bu, inancın bizzat kendisiyle aynı şey değildir. Dawkins ne düşünürse düşünsün, Tanrı’ya inanmak, uzaylıların veya diş perisinin varolduğunu söylemek gibi bir şey değildir. Tanrı, bütün kanıtlar elde edilene dek varlığıyla ilgili agnostik kalacağımız, bu konuda fikir beyan edemeyeceğimiz, semadan gelen yüce bir nesne veya kutsal bir UFO değildir.

Teologlar, Dawkins’in düşündüğünün aksine, Tanrı’nın kâinatın içinde veya dışında olduğuna inanmazlar. O’ndaki aşkınlık ve görünemezlik, O’nun ne olduğunu anlatan tanımın birer parçasıdır, oysa bu, Loch Ness canavarı için [bizdeki Van Gölü canavarının İskoç versiyonu -çn.] geçerli bir durum değildir. Bu anlamda dindarlar, aslında bir kara deliğe iman ediyor değildirler, çünkü bu insanlar, Tanrı’nın kendisini açığa vurduğunu, tecelli ettiğini de düşünürler: Tanrı, Dawkins’in sandığı gibi, kendisinden bile akıllı bir kozmik imalatçı kılığında değil (ki Yeni Ahit, Yaratıcı olarak Tanrı’dan hiç söz etmez), en azından Hristiyanlar açısından, hakarete uğramış ve katledilmiş bir politik suçlu olarak tecelli eder. Eski Ahit’in Yahudileri Tanrı’ya inanıyorlardı, fakat her ne kadar kitabın Tekvin bölümü Yahudilerin böylesi bir kanaatte olduğunu ortaya koysa da bu, onların kâinatı yaratan yüce bir mimar olduğuna dair bilimsel hipoteze bir dizi uluslararası konferansta meseleyi tartıştıktan sonra onay verdikleri anlamına gelmiyor. Yahudiler, benim size inandığım gibi inanıyorlardı. Bu görüşleri konusunda pekâlâ yanılmış olabilirler, fakat onlar, bilimsel hipotezleri sağlam olmadığı için yanılmış değillerdi.

Dawkins, sanki Tanrı diye bir şahıs varmış gibi davranıp, o kafasında kurguladığı şeyle dalga geçiyor. “Tanrı” denilince, esasen bütünüyle ve tüm berraklığıyla zihinde bir kişi kastedildiğini düşünerek konuşuyor.

Görebildiğimiz kadarıyla Dawkins, Tanrı’yı ak sakallı olmasa bile dev gibi bir adam olarak tasavvur ediyor. Sonra da dönüp bu adamın aynı anda milyarlarca insanla nasıl konuşabildiğini soruyor. Oysa bu soru, “ulan madem Tony Blair bir ahtapot, niye sadece iki kolu var?” sorusuna benziyor.

Yahudi-Hristiyan geleneğinde Tanrı, her ne kadar tartışmalı olsa da, Al Gore gibi bir kişi değildir. Ayrıca Tanrı, bir ilke, bir varlık veya “var olan bir şey” de değildir: “var olan” kelimesinin belirli bir anlamı açısından bakıldığında, dindarların “Tanrı gerçekte yoktur” demeleri daha uygun olurdu. Çünkü aslında Tanrı, biz dâhil her türden varlığın varolabilmesinin koşuludur. O, “neden hiçbir şey yok da bir şeyler var?” sorusunun cevabıdır. Nasıl ki bendeki hasedi ve sol ayağımı bir araya getirdiğinizde bir çift nesne etmezlerse, Tanrı ile kâinatı da bir araya getirdiğinizde iki şey etmez.

Esasen geleneksel manada “Tanrı haliktir, yaratıcıdır”dan kastedilen, bir tür süper imalatçılık değil, budur. O, her şeyi sevgisiyle ayakta tutan, onlara güç verendir. Bu, kâinatın bir başlangıcı yoksa da geçerli bir durumdur. Tanrı’nın kâinatı yoktan var etmiş olması, O’nun ne kadar zeki olduğunun bir ölçüsünü vermez, O kâinatı ihtiyaç değil, sevgiden ötürü yaratmıştır. Dünya, dur durak bilmeyen bir sebep-sonuç ilişkisinin ürünü değildir. Tıpkı modernist bir sanat eseri gibi dünyanın varlığı da zaruri değildir.

Ayrıca Tanrı, pekâlâ çok uzun zaman önce eserinden pişman dahi olmuş olabilir. Yaratılış, ilk acte gratuit’dir (sebepsiz eylemdir). Tanrı, kâinatı o katıksız sevgisi sebebiyle veya sebepsiz yere yaratmış bir sanatçıdır, araştırma bursu veren kurumu etkileyeceğim diye olağanüstü rasyonel bir tasarım üzerinde hiç durmadan çalışan bir bilim insanı değildir.

Kâinat Tanrı’ya ait olduğu için, o özgürlükle tanımlı olan hayatını paylaşır. Tam da bu sebeple kâinat, kendi başına işleyen bir şeydir. Bilim ve Dawkins, tam da bu sebeple varolabilmiştir. Aynı şey, insanlar için de geçerlidir: Tanrı, özgürlüğümüzün ve aldığımız keyfin karşısındaki bir engel değil, Akinolu Thomas’ın da dediği gibi, biz olmamıza imkân veren güçtür. Tıpkı bilinçaltımız gibi, O bize bizden daha yakındır. O, kendi kaderimizi tayin etme irademizin kaynağıdır, o kaynağı silip atan değil. Tanrı’ya tabi olmak, tıpkı dostlarımıza tabi olmak gibi, özgürlüğü ve tüm imkânlarını açığa çıkarmanın verdiği memnuniyeti yaşamak demektir. Esasında “dostluk”, Akinolu Thomas’ın Tanrı ile insanlık arasındaki ilişkiyi tanımlarken kullandığı bir kelimedir.

Yaratılışçı muarrızları gibi Yaratılışın mekanizmasına kafayı takmış olan Dawkins, esasen bu geleneksel öğretilerinden hiçbir şey anlamıyor. Dawkins, Tanrı’nın bize aşkın olması (ki bu, O’nun bizi yaratmak zorunda olmadığını söylemenin başka bir yoludur) sebebiyle O’nun bizi yaratmak gibi bir saplantısının olmadığını, O’nun sadece bizi sevmek niyetinde olduğunu idrak edemiyor.

Aslında Dawkins’in Tanrısı, Şeytanîdir. İbranice “suçlayıcı” anlamına gelen “Satan” (Şeytan) kelimesini temel alan teolojik görüş, yanlış bir yaklaşım üzerinden, Tanrı’yı Büyük Baba ve cezalandırıcı yargıç olarak görür. Bu anlamda Dawkins’de Tanrı, tam da bu türden bir baskıcı süperegoya denk düşer.

Bu yanlış bilinç, bir yargıçtan ziyade, bir dost ve sevgili olarak Baba’yı vahyeden İsa’nın şahsında hükmünü yitirmiştir. Dawkins’in bahsini ettiği Yüce Varlık, esasen hayvanları kurban ederek, belirli yemekleri yemeyi seçip günahsız kullar olarak davranarak, Tanrı’nın gazabından kaçınmaya çalışanların tanrısıdır. Bu insanlar, ahlaken süfli olan yaşantıları dâhilinde, Tanrı’nın kendilerini oldukları gibi sevmesini ayıp karşılarlar ve böylesi bir rezilliği yaşamayı asla kabul etmezler. Aziz Paul’ün hukukun lanetli olduğunu söylemesinin bir sebebi de budur.

Dawkins, Hristiyanlığı alabildiğine dar bir hukukî kefaret anlayışı temelinde ele alır, bu anlamda söz konusu dinin, sırf gücendi diye bunun karşılığında kendi çocuğunu kurban eden, acıma nedir bilmeyen kindar bir Tanrı’ya ait olduğunu söyler, buradan da inancı kötü ve çirkin bir şey olarak tarif eder. Aslında Canterbury Başpiskoposu’nun da bu fikirde olduğuna iddiaya girerim. İsa’yı katleden Tanrı değil, emperyal Roma devleti idi.

Dawkins, cennete gidecek olmalarına karşın Hristiyanların neden ölüm konusunda hevesli olmamasını tuhaf buluyor. Ama o, Hristiyanlığın diğer birçok dinî inanç gibi insan hayatına büyük değer verdiğini görmüyor. Tam da bu sebeple birçok dinde şehit olmak, intihar etmekten ayrı tutuluyor. Çünkü intihar eden kişi, hayatı değersizleştiği için terk ederken, şehit, en değerli varlığını başkalarının iyiliği için teslim ediyor. Bu kendini adama eylemi, genellikle her türden politik açıdan yanlış anlamı, haksız yere yüklenmiş olan “feda” kelimesiyle karşılanır.

Dawkins, bir yerde İsa’nın kendisine ihanet edilmesini ve ölümünü arzulamış olabileceği konusunda spekülatif bir ifadede bulunur. Oysa Yeni Ahit yazarları, bu iddiayı çürütmek adına, Getsemani Bahçesi sahnesini kitaba eklerler. Çarmıha gerilmeden önce tutuklu kaldığı ve dua ettiği bu yerde İsa’nın idam edilmesi ihtimali karşısında paniğe kapıldığı açıktır. Ayrıca aynı yazarlar, çarmıhtaki İsa’ya aynı konuya dair bir iki kelam ettirirler. Neticede İsa, deli veya mazoşist olduğu için ölmüş değildir. O’nu, hem sevgi, merhamet ve adalet üzerine kurulu olan hem de yoksullar arasında muazzam bir destek gören mesajından korkuya kapılan, zaten epey dengesiz olan politik durum dâhilinde ortaya çıkabilecek kitlesel bir ayaklanmayı durdurmak için İsa’dan kurtulmayı tek seçenek gören Roma devleti, onun Filistin’deki uşakları ve köpekleri öldürmüştür.

Muhtemelen İsa’nın yoldaşları arasında antiemperyalist yeraltı hareketi Mutaassıplardan birçok insan bulunuyordu. Yehuda’nın soyadı, onun onlardan biri olduğunu ortaya koyuyor, bu durum, onun ihanetini daha da makul kılıyor: belki de Yehuda, liderini Mesih olmadığını görüp, yaşadığı o acı verici hayal kırıklığı ile satmıştır. Zira Mesihler, yoksulluğun içine doğmazlar, ülkenin başkentine koruma polisleri eşliğinde, kurşungeçirmez limuzinlerle girerler, eşekle değil.

Dawkins’e göre “etiğini kutsal kitaplardan türeten” İsa (kendisi dindar bir Yahudi’ydi, hayalci bir yeni düzenlemenin kurucusu değil), bir Mesih karikatürüydü. Zayıflar ve başarısızlarla dayanışma üzerine kurulu olmayan her rejimin, kendi kibrinin ağırlığı altında çökmeye mahkûm olduğunu anlamış görünen, lider kılığına bürünmüş bir karnaval soytarısıydı. Başarısızlığının simgesi ise çarmıha gerilişiydi. Bu inanca göre O, Eski Ahit’in Yehova’sı kimliğine bürünmüşken, İbranilere yaktıkları adaklardan nefret ettiğini, tütsülerden iğrendiğini söyleyen ve kendisinin gizemli bir şekilde Baba olarak adlandırdığı yaşam kaynağına sadık biriydi. Bu Tanrı, açların güzelce doyurulduğunu, zenginlerin ise ellerinin boş gönderildiğini gördüklerinde ne olduğunu anlayacakları uyarısında bulunmuştu. Tanrı’nın putunu yapmaya ya da suretini çizmeye izin yoktu, çünkü onun tek sureti, canıyla kanıyla insan bedeniydi. Hristiyanlık için kurtuluş, selamet, hastalarla ilgilenmek, göçmenleri hoş karşılamak, yoksulları zenginlerin zulmünden korumakla ilgiliydi. Kurtuluş, “dinî” bir mesele bile değildi; özel bir giyinme şekli, ritüel davranış ya da yemekle ilgili saplantıları içermiyordu (Katoliklerin Cuma günleri eti yasaklaması, kutsal metinlerde yeri olmayan bir kilise uygulamasıdır).

İsa, hayat kadınları ve toplumun dışına itilmişlerle gezer, cinsellik konusunda son derece rastgele davranır, aileyi onaylamaz (ki zengin mahalleden gelen Dawkins, bu tavrından bir miktar rahatsızdır), mal mülk konusunda geniş olmamızı ister, müritlerini vahşice öldürülebilecekleri konusunda uyarır ve gerçeğin özgürleştirdiği kadar öldürdüğünü ve böldüğünü de ileri sürerdi. Ayrıca kendini beğenmiş bilgiçleri lanetler ve egemen sınıfı derin bir biçimde telaşa sürüklerdi.

Hristiyanlık inancına göre, çarmıha gerilmeyle yüzleşebilen ve insanlık tarihinin travmatik gerçeğinin işkence edilmiş bir insan bedeni olduğunu kabul ederek yaşamını sürdürebilenlerin yeni bir yaşam şansı olabilir, fakat bu, sadece şu anki uğursuz durumumuzun tasavvur edilemez biçimde dönüşümüyle mümkündür. Bu, “diriliş” olarak bilinir. Vücudu lime lime edilmiş masumun o korkunç görüntüsünü tarihin hakikati olarak göremeyenler, ”insanlığın sınırsız ilerleyişi” denilen ve Dawkins’in özbeöz savunucusu olduğu o köklü batıl inancın bağnazları olmaya mahkûmdurlar. Onlar en fazla, Hristiyanlığın gözünde yeterince radikal olamayan, iyi niyetli reformcular veya sosyal demokratlardan başka bir şey olamazlar.

Demek ki Hristiyanlığın ana öğretisi, Tanrı’nın piç olduğu anlayışı değildir. Aramızdan ayrılmış olan Dominikan teolog Herbert McCabe’in ifadesiyle, “sevmezseniz ölürsünüz, severseniz bu sefer sizi öldürürler.” Olmayacak dua, “halkın afyonu” denilen şey, tam da budur.

Afyonla ilgili ifadeyi kullanan Marx’tı, ama aynı pasajda Marx dini “kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu” olarak tanımlıyor, bu anlamda, dine hücum eden, kötek atan, bel altı vuran Dawkins’e kıyasla makul ve diyalektik bir görüş ortaya koyuyor.

Şimdi tüm bunlar, bir masaldan daha akla yatkın gelmeyebilir. Bugünün düşünen insanlarının çoğu, bunları reddetmek için kusursuz gerekçeler bulabilir. Fakat insanlık tarihinin en zengin, en uzun soluklu popüler kültür biçimini eleştirenlerin, onu “çerçöp, zırvalık” diye niteleyip kolay zaferler peşinde koşmaktansa, bu olayla en ikna edici noktasından yüzleşmek gibi bir ahlakî yükümlülüğü bulunuyor.

Benim çerçevesini çizdiğim ana akım teoloji doğru olmayabilir, fakat onu savunan herkes, bana göre saygıdeğerdir; oysa Dawkins, hiçbir dinî inancın, hiçbir zaman ve hiçbir yerde herhangi bir saygıya değer olmadığını düşünüyor. Üstelik bu görüş, dogmatizme temelden karşı olan bir kişiye ait. Dawkins’e göre, en ılımlı dinî görüşlere bile şiddetle karşı çıkılmalıdır, çünkü bu tür görüşler, her daim bağnazlığa yol açarlar.

Dawkins’in de benimsediği kimi liberalizm akımları, bugünlerde yozlaşarak berbat bir neoliberalizm çeşidine dönüştüler, fakat bence bu dönüşüm, liberalizmi desteklememek için bir gerekçe olarak öne sürülemez. Dawkins, anlaşılması zor bir mantıkla, esasen Oxford Piskoposu’nun Usame bin Ladin’den sorumlu olduğunu ima ediyor.

Polemiği sürdüren kişi olarak Dawkins, bilimin zaferi konusunda biraz daha az kibirli olsaydı (kitapta bilimin yanılma payıyla ilgili sadece bir ya da iki imaya yer veriliyor) ve sanki bir şey önermek, bir itirazı bilimsel olarak çürütmekle aynı şeymiş gibi, gidip “[belirli bir bilimsel görüşe karşı] bu itiraz, çok sayıda evrenin varlığı önerilerek cevaplanabilir” şeklinde cümleler kurmaktan kendini alıkoyabilseydi, iddiaları daha ikna edici olabilirdi.

Kolayca tahmin edilebileceği üzere, Dawkins, bilim ve teknolojinin insanlığı karşı karşıya bıraktığı dehşet konusunda tek laf etmiyor, sessizliğini zerre bozmuyor. Oysa Kıyamet Günü, dinden ziyade bilim ve teknolojinin bir ürünü olacak gibi duruyor. Engizisyonu at, yerine kimyasal silâhların konuştuğu savaşı koy, hiçbir şey değişmez.

Dawkins’in zerre sarsılmayan bilimsel tarafsızlığı öyle bir noktada ki, neredeyse dört yüz sayfalık kitapta dinî inançtan tek bir insanî faydanın gelebileceğini bir türlü itiraf edemiyor. Bu, deneyle somutta sınanma öncesinde de sonrasında da geçerliliği olmayan bir görüştür.

Hayatlarını İsa, Buda ya da Allah adına cansiperane bir şekilde başkalarının iyiliğine adayan milyonlarca insan, bu şekilde insanlık tarihinden silinmiş oluyor ve bunu kendisini “bağnazlığa savaş açan biri” olarak gören bir kişi yapıyor. Bu anlamda Dawkins’in, sosyalizmi Gulag toplama kamplarıyla bir tutan kişiden hiçbir farkı yok.

Tıpkı bir püritenin seksle ilişkisinde olduğu gibi Dawkins de Tanrı’yla benzer bir ilişki kuruyor, her yerde, hatta orada olmadığını kanıtlayabildiğimiz yerlerde bile, O’nu görüyor. Örneğin Dawkins, Kuzey İrlanda’daki etnik-politik çatışmanın dinin ihaneti olmasa yok olup gideceğini düşünüyor, bu hâliyle ömrünün belirli bir kısmını bu ülkede geçirmiş benim gibi bir insana kıyasla çok az şey bildiği bir konuda söz etme ihtiyacı duyuyor. Ayrıca Dawkins, tuhaf bir biçimde, “Kraliçeci” ifadesinin Protestanlara, “Milliyetçi” ifadesininse Katoliklere denk düşen birer mecaz olduğunu düşünüyor, Kraliçeci ile Birlikçi ve Milliyetçi ile Cumhuriyetçi arasındaki farkları dahi bilmiyor. Dawkins, aynı zamanda ortada dile getirdiği iddiayı çürüten aksi yönde bir yığın delil olmasına karşın, İslamî terörizmin ilhamını siyasetten değil, dinden aldığını zannediyor.

Bunlar, sadece öfkeli bir ateistin görüşleri değil. Bunlar, çok kolay ayırt edilebileceği gibi, bir İngiliz orta sınıfına mensup liberal bir rasyonalistin görüşleridir. Dawkins, bazen şairin “Sessizliğin el değmemiş gelini” deyişini bir Antik Yunan çanağını tasvir etmenin gülünç ve saçma bir yolu olarak gördüğünü düşünmemize neden olacak cümleler kurabiliyor. Bu yazdıklarından anlıyoruz ki Dawkins, Foucault’ya, psikoanalize, ajitpropa, dadaizme, anarşizme veya ayrılıkçı feminizme coşkuyla sahip çıkarak, bu alanlardan birinin Avrupa’nın en önemli savunucusu olamayacak biri. Tüm bu olguların, ondaki o buz kesmiş rasyonaliteyi İsa’nın bakireden doğumu kadar rahatsız edeceğini düşünmeden edemiyor insan.

Bir insan, elbette ki hem ateist hem de tüm bu olguların ateşli bir savunucusu ve taraftarı olabilir. Ama ondaki Tanrı’ya yönelik nefret, hayranlık uyandıracak bir çaba dâhilinde önyargılardan arınmayı bilmiş bir bilim insanının görüşü asla değildir. Bu nefret, özel bir kültürel bağlama aittir, ancak o bağlamda vücut bulabilmektedir.

Kuzey Oxford’da ne anarşizme ne de İsa’nın bakireden doğumu anlatısına destek sunacak insan bulabilirsiniz (burada “Kuzey Oxford” tabirini coğrafi değil, ideolojik anlamıyla kullanıyorum. Dawkins’in tam olarak nerede yaşadığını bilmiyorum, dolayısıyla o içini ferah tutabilir.)

İngilizlerde bir şeye dokunduğunda, onu tarttığında ve tattığında o şeye inanmak gibi bir ortak anlayış, söz konusudur. Tanrı Yanılgısı, başka kaynakların yanı sıra, tam da bu ahırın mahsulüdür. Ondaki cahillik ve köylülük dikkate alındığında, Dick Cheney bile Dawkins’in yanında Thomas Mann gibi kalır.

Dawkins’in bize ilettiği seküler On Emir’den biri şunu tavsiye ediyor: “başkalarına zarar vermediği sürece seks hayatınızın keyfini çıkartın.” Oysa bunlar, liberallerin ağzından dökülen bomboş, basmakalıp laflardır.

Dawkins, köktencilerden nefret etmekte sonuna kadar haklıdır, fakat bilebildiğimiz kadarıyla, ondaki din karşıtı eleştirilere, köktenciliği besleyen nefreti, kaygıyı, güvensizlik ortamını ve aşağılayıcı durumları üreten küresel kapitalizm eleştirisi nedense eşlik etmez. Bunun yerine Dawkins, medyada çıkıp gevezelik eden kalın kafalı uzmanlar gibi her şeyi götürüp dine bağlar.

Dolayısıyla küresel politika söz konusu olduğunda, Dawkins’in ara sıra “geriye dönüşler” yaşansa da sürekli mevziler elde eden ilerleme sürecini içeren (kendi tabiriyle) “zamanın ruhu”na iman eden eski kafalı bir Hegelci olmasına hiç şaşırmamak gerekiyor. Ağzından liberaller gibi “dalga, durmadan hareket eder”den başka bir cümle dökülmez.

Mevcut Amerikan hükümeti gibi “yerele has, geçici aksilikler” meydana gelebileceğini yüce gönüllülükle kabul eden Dawkins, bu rejimin muhtemelen öngörebildiğimiz gelecekte beraber yaşamak zorunda olduğumuz dünya düzenindeki şiddetli dönüşümün habercisi değil de küçük bir seçim cilvesi olduğunu zanneder. O, tam da Herbert Spencer gibi, “ilerleme eğiliminin gün gibi ortada olan apaçık bir gerçeklik olduğuna, ilerleme sürecinin devam edeceğine” inanır. Demek ki şunu söylemek mümkündür: Bizatihi Kamusal Bilimin Sözcüsü’nün ağzından işittiğimiz üzre, ekolojik felâketler, kıtlık, etnik savaşlar ve nükleer atıklar gibi yerele has, geçici aksilikleri bir kenara koyacak olursak, Tarih, daima ilerleme hâlindedir.

Ara sıra “bilgili” dindarlara yalan da olsa iyi niyet gösterisinde bulunan Dawkins, dini ve köktenci dini bir ve aynı şey olarak görme eğilimindedir. Bu düpedüz yanlış olan bu yaklaşım, esasında dinin avama (halka) değil de havassa, seçkin bir gruba ait olduğu imasında bulunmak suretiyle, düşünce ve tefekkür temelli olan dini ezmek için kullanılan bir araçtır.

Yukarıda ana hatlarını verdiğim teoloji türünden bir şeye inanan çok sayıda insan, kürtaj hakkını savunanları ve kötü görülen eşcinselleri katleden cahillerle aynı çuvala atılıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse Tanrı Yanılgısı denilen kitap, bu konuda işini gayet iyi yapmıştır.

Bu görüşün beslediği anlayışa göre, Donald Rumsfeld’in epostaları haricinde, dünyadaki en tehlikeli iki metin, İncil ve Kur’an’dır. Bu anlamda, hem en iyi hem de en kötü liberallerden biri olarak Dawkins, Teksas’ta ve Taliban’da görülen “köktencilik” olarak bilinen ruh hastalığı türüne karşı yıllarca ses çıkartmak suretiyle muhteşem bir iş yapmıştır.

Dawkins, sırf başkalarına ait diye o insanların aptalca veya mesnetsiz fikirlerine saygı duyulması gerektiğine inanan samimiyetsiz liberalizm türünü redde tabi tutmakta sonuna kadar haklıdır. Hayranlık uyandıracak ölçüde anlamlı olan o öfke yüklü tarzı dâhilinde Tanrı Yanılgısı, günümüzde ABD’deki ateistlerin durumunun elli yıl öncesinin eşcinsellerinin durumuna benzediğini söylemektedir.

Kitap, köktenci olsun ya da olmasın, dine dair basbayağı ürkütücü olan kısa öykülerle dolu. Amerikalıların neredeyse yarısı, İsa’nın şanlı ikinci zuhurunun, dirileceği anın yaklaşmakta olduğuna inanıyor, bazıları da bu an yakınlaşsın diye en lanet işlerin altına imza atıyor.

Din hakkında tonla laf eden Dawkins, onca lafı kendisiyle aynı fikirde olmayan, bilim sahasındaki kimi meslektaşlarına karşı berbat bir üslupla kıl bir herif olmadan da, aynı zamanda teoloji konusunda bu kadar cahil olduğunu ifşa etmeden de edebilirdi. Ayrıca kitabında, Tanrı’yı da bir kişi sayarsak eğer, en fazla bahsi edilen ikinci isim olmamak konusunda da bir çaba içine girebilirdi.

Terry Eagleton
19 Ekim 2006
Kaynak

Christopher Hitchens Eleştirisi
Akıl, İman ve Devrim

0 Yorum: