23 Eylül 2022

, ,

Fedai Pratiğinden Çıkartılacak Dersler


Sürgünde yaşayan İranlıların takviminde Eylül ayı, İslam cumhuriyeti döneminde politik tutsakların kitlesel olarak idam edildikleri aylardan biri olarak, özel bir yere sahiptir. 1988’deki katliamın yirminci yıldönümü. Eldeki rakamlar doğru değilse de hükümet, hapishanelerde yaklaşık 15.000 sosyalisti, komünisti ve bazı Halkın Mücahidleri örgütü üyelerini katlettiğini kabul ediyor. Ayetullah Humeyni, Saddam Hüseyin’e karşı verilen savaşta alınan yenilginin ardından, İran solundan bu şekilde intikam almıştı.

İslam cumhuriyetinin hapishanelerinde sadece işçi sınıfına mensup partizanlar katledilmediler. 1980 yılından itibaren binlercesi idam edildi, birçoğu Kürdistan’da öldü. Asıl üzücü olansa binlerce insan, canlarını sosyalizm ve Marksizm için feda etmiş olmalarına rağmen, tüm o deneyimden çok az ders çıkartılabilmiş olması. Artık bu türden anmalar, politika dışı bir etkinlik derekesine düşmüş durumda. Birçokları, “şehitler”e saygılarını gösterme görevlerini ifa etmeyi yegâne politik faaliyet olarak görüyor.

Katledilen o binlerce devrimcinin içinde Fedailer de vardı. Burada ben, Halkın Fedaileri örgütünün kısa bir tarihini sunmaya çalışacağım, teorisini ve fikirlerini aktaracağım, ayrıca önce aday üye, sonra üye olarak edindiğim deneyim üzerinden, örgütün iki önemli bölgede, Kürdistan şubesinde ve dış komitedeki faaliyetleri konusunda bilgi vereceğim.

Kökenler

Halkın Fedaileri’nin kökleri 1971 yılına, İran’ın kuzeyinde militanların ele silâh alıp bir jandarma karakolunu ele geçirdiği günlere dek uzanır. Fedailer, sadece şahın rejimine değil, ayrıca adı artık uzlaşma ve ihanetle eşanlamlı hâle gelmiş olan, İran’daki “resmi” komünist partisi Tude’ye karşı da isyan ediyorlardı. O dönemde Sovyetler Birliği, şaha karşı yürütülen devrimci harekete destek olmuyor, Tude Partisi ise Sovyet çizgisini takip ediyordu. Bu çizgi, genel anlamda geniş ittifak politikasını ve sosyalizme barışçıl geçiş anlayışını savunuyordu. Devrimci gençlik, tam da bu sebeple Tude’ye başkaldırdı.

Ne var ki rejimin karşısına elde silâhla dikilmek, intihardan farksızdı. Neticede eylemi gerçekleştiren 19 kişilik ilk Fedai hücresinin içinde yer alan 13 kişi, katledildi. Üyelerin ve destekçilerin belirli bir kısmı sonrasında idam edildi.

Halkın Fedaileri, İran solu içerisinde yer alan ve Tude’ye karşı olan iki örgütün birleşmesiyle meydana geldi. Bu örgütlerden birinin başında, ailesinin gerilla geçmişi olan ve Maoizmden epey etkilenen Mesud Ahmedzade bulunuyordu. Ahmedzade’nin politikası, Maoizmi ve gerilla savaşını bir araya getirmişti.

Emir Perviz Puyan, Ahmedzade’nin yakın dostlarından biriydi. Puyan da 1968’den, Maoizmden ve silâhlı mücadeleden etkilenmiş bir isimdi. Ahmedzade’nin Hem Strateji Hem Takik Olarak Silâhlı Mücadele isimli kitabı, Halkın Fedaileri’ne yıllarca yol gösteren çalışma olarak iş gördü.

Puyan da Hayatta Kalma Teorisine Karşı Silâhlı Mücadelenin Gerekliliği isminde bir kitap kaleme aldı. “Hayatta kalma teorisi” derken aslında Tude’nin çizgisi kastediliyordu.

Bu süreçte Ahmedzade, “milli burjuvazi”nin devrimci veya ilerici bir rol oynayabileceği yanılsamasını ortadan kaldırdı. Devrimin demokratik niteliğini tarif ederken şunları söylüyordu:

“Emperyalist hâkimiyete, yani dünya kapitalizmine karşı verilecek mücadele kapitalizme karşı mücadeleye ait kimi unsurları içerir, dolayısıyla, sosyalist devrimin kimi unsurları bu mücadele içerisinde ortaya çıkar.”

Ahmedzade, proletaryanın rolü konusunda ise şu tespiti yapıyordu:

“İran’da proletarya sayıca güçsüzdür, fakat örgütlenme konusunda sahip olduğu, kendisine has nitelikleri ve becerileri diğer sınıflardan daha güçlüdür.”

Hareketin diğer lider isimlerinden biri de Bican Cezeni idi. Cezeni, Tude’nin gençlik örgütünden geliyordu, ama o da Tude çizgisine karşı çıktı ve etrafındaki isimleri yeni örgüte katmayı kabul etti.

Bu dönemde Fedailer, gerillacılık ve Maoizmi önemli gören anlayışın, ama aynı zamanda gerekli teoriyle desteklemedikleri, “anti-reviyonist” tutumun etkisi altında idiler. Örgütün kurucuları, SBKP’nin 22. Kongresi ile yapılan değişikliklere karşı çıktılar ve hem Rusya’dan hem de Çin’den bağımsız olduğunu iddia ettikleri bir çizgiyi benimsediler. Ama kurucular, süreç içerisinde Stalinizmden epey etkilendiler.

Örneğin daha ılımlı bir çizgiyi savunan Komünist Birlik isimli bir öğrenci örgütüyle girdiği tartışmalarda Fedailer, açıktan Sovyet yanlısı bir tutum benimsediler. Örgüt, 1962’ye dek SSCB’nin yüzde 65 iyi, yüzde 35 kötü olduğu görüşündeydi ki bu, esasen Maoistlerin görüşüydü. Ancak sonrasında Çin’in sosyal emperyalizm teorisini, ardından da üç dünya teorisini benimsemesiyle Fedailer ve diğer İranlı solcu gruplar Maoizme mesafe aldılar.

1971’deki operasyonda hayatlarını kaybeden insanlar, İran gençliğini ve öğrenci hareketini epey etkiledi. Küçük motorun büyük motoru harekete geçireceğini, tüm ülkenin ayaklanacağını söyleyen Ahmedzade’nin öngörüsü gerçekleşmedi. Fakat öğrenci hareketi, bu yeni gelişen sol çizgiye sempatiyle yaklaşmaya ve onun etkisi altına girmeye başladı, bilhassa genç işçiler yüzünü örgüte döndüler.

1971-1979 arası dönem, İran devrimci hareketi içerisinde Fedailer’in liderleri olarak öne çıkacak olan kuşağın politik fikriyatını biçimlendirdi. Bu, oldukça önemli bir dönemdi. Bu dönemde örgüt, esas olarak yeraltı faaliyeti yürütmekteydi ve silâhlı mücadeleye hazırlanmaktaydı. Örgüt, ara sıra banka soygunları örgütlemekle meşguldü.

Halkın Fedaileri’nin faaliyetleri kesintisiz ve istikrarlı bir seyir izlemiyordu. Bu süreçte Tahran’da iki Amerikan askeri personelini ve şaha bağlı birkaç generali öldürdü. Bu saldırıların neticesinde askeri kanattaki kimi Fedailer, sokak ortasında katledildiler. Bu tür saldırılara bağlı olarak örgüt, belirli bir kitle zeminine kavuşamadı. Örgüte destek sunanlar, örneğin üniversite öğrencileri, silâhlı hareketin parçası kabul ediliyorlardı. Bu dönemde idam edilen 370 solcunun yüzde altmışı Fedai idi.

Birçok Fedai, bu dönemi hapiste geçirdi. Bu üyeler, örgütün çizgisi konusunda yoğun bir tartışma içine girdiler. Cezeni, başta benimsenmiş olan konumlardan uzaklaştı. Örneğin Diktatörlüğe Karşı Birleşik Cephe isimli kitabında Cezeni, Ahmedzade ile Puyan’ın başta aldığı konumları redde tabi tuttu. Sonrasında kaleme aldığı İran’da Kapitalizm ve Devrim isimli çalışmasında ise Cezeni, şahın rejimi konusunda oldukça kıymetli bir analiz sundu.

Bican Cezeni, 1975’te Evin Hapishanesi’nde öldürüldü. Dolayısıyla ona ait kabul edilen fikirlerin ve yazıların bazılarının gerçekten de onun teorik faaliyetinin ürünü olup olmadığını değerlendirmek güç. Etrafındaki isimler, hapisten çıktıktan sonra örgütün başına geçtiler. 1979’da İran’da kitlesel bir devrimci hareket vardı. Fedailer, bu süreçte hapisten çıktılar. Bazıları, insanların hücrelerin kapılarını kırdığı Şubat ayaklanması esnasında dışarı çıktılar.

Bu dönemde Fedailer, öğrenciler ve gençler arasında gerçek bir güç hâline geldi. Geçmişte yürüttüğü faaliyetler sebebiyle halk nezdinde önemli bir desteğe kavuştu. Ama öte yandan örgüt bölünmüştü. Cezeni’nin destekçileri ayrı, Ahmedzade destekçileri ayrı politik çizgiyi savunuyorlardı.

İki grup arasında iki ayrı konuda tartışma yaşandı. Bu konulardan biri silâhlı mücadeleydi. Cezeni destekçileri, taktiksel ve stratejik açıdan silâhlı mücadele çizgisinin yanlış olduğunu, bu çizginin örgütü kitlelerden uzaklaştırdığını söylüyorlardı. Ama öte yandan bazı Cezeni destekçileri, Sovyet dış politikasına onay veriyor, “milli burjuvazi”ye olumlu bir rol atfediyorlardı.

Şurası açık ki ilgili dönemde teorik çalışma konusunda çok az şey yapıldı. Tanıdığım yaşlı bir Fedai’nin de dile getirdiği biçimiyle, herkesin okuduğu ve her şeyi aldıklarını düşündükleri kitap, Lenin’in Ne Yapmalı’sıydı. Fedailer, bu kitap üzerinden sekterizme, ekonomizme, sendikalizme ve anarşizme karşı bir tavır aldılar. Tüm analizleri bu kitabı temel alıyordu. Oysa aslında Fedailer, demokrasi karşısında merkeziyetçiliğe vurgu yapan SSCB Bilimler Akademisi’nin Farsçaya yaptığı sorunlu çeviri sebebiyle bu kitabı layıkıyla anlamış değillerdi.

Bu dönem boyunca Fedailer, özelde işçi sınıfı genelde İran toplumu içerisinde bir kanal bulamadılar. Üniversitelerde örgüte yönelik destek yüksek düzeydeydi. Bu desteğin düzeyi, devrim sırasında daha da görünür hâle geldi. Aydınlar, bilhassa şairler içerisinde birçok isim örgütü destekliyordu.

Neticede ne yapılacağı konusunda belirli bir stratejiden yoksun olduğu dönemde devrimci durum gelip çattı. Şubat 1979’daki asıl sorun buydu.

Mollalar, ekonomik krizle geçen dönemi (1974-79) kitle tabanı oluşturmak, propaganda faaliyeti yürütmek, camileri kitleleri organize edip harekete geçirmek için kullanırken, hapishanelerde Fedailer, diktatörlüğe karşı birleşik cephe gibi konulara dair soyut tartışmalar yürüterek geçirdiler. Ayrıca şah, dinî gruplara sola nazaran daha yumuşak davranıyordu, dolayısıyla sol, kitleleri örgütleme konusunda daha fazla güçlükle yüzleşiyordu. Solcular, fabrikalara gitmeye çalıştılar, fakat sadece bildiri dağıtıp ortalıktan kaybolmakla yetindiler.

Dolayısıyla kimse gelip, Şubat devrimini solun elinden çalmadı. Sol, aslında devrime hiç hazır değildi. İyi ki de sol iktidar olmadı, zira o, ne bir plana, ne siyasete, ne stratejiye ne de yapılacaklara dair net bir teoriye sahipti.

Petrol işçileri, Şubat devriminde çok önemli bir rol oynadı. Şahın rejiminin belini onların gerçekleştirdikleri grevler kırdı. Fedailer, petrol işçileri üzerinde belirli bir etkiye sahipti, fakat işçi sınıfı içerisinde çalışma yürütme konusunda yeterli deneyime sahip olmamaları, onların ellerini kollarını bağladı. Grevi nasıl kullanacakları, onunla ne yapacaklarına dair bir plandan yoksun olan Fedailer, grevi hangi yöne doğru ilerleteceklerini de bilmiyorlardı. Kaçınılmaz olarak işçi sınıfı içerisinde belirli bir desteğe sahip olan Tude, petrol işçileri arasında daha fazla temsiliyet imkânı buldu.

Buna karşın, 1979’da Tahran’da Fedailer’in şahın devrilmesi sonrası gerçekleştirdiği ilk yürüyüşe 500.000 civarında insan katıldı. Düşülen şerhe rağmen Fedailer, kurucu meclis seçimlerine katıldılar, iki milyon oy aldılar.

Ayrışmalar

Fedailer içerisindeki ayrışmalar 1979 yılında başladı ve bu süreç hâlen daha devam ediyor. İlk önemli ayrışma, liderlerin hapisten çıkması sonrası yaşandı. Ayrışma, daha çok silâhlı mücadeleye destek verenlerle taktiksel ve stratejik açıdan silâhlı mücadelenin işe yaramayacağını söyleyenler arasında gerçekleşti.

Esasında belirli ölçüde Fedailer’in gerilla mücadelesinin 1979’daki ayaklanmayı etkilediğine dair düşünce bir efsaneden ibaretti. Süreç içerisinde birçok Fedai, örgütlerinin zayıf yanlarının farkına varmaya başladı. Kitle hareketinden kopuk oluşu, önemli bir zafiyetti.

Taktiksel ve stratejik açıdan silâhlı mücadeleye destek sunan kişiler, azınlıktaydı. Hâlen daha hayatta olan bu ekip, “şah gibi İslam cumhuriyeti de emperyalizmin uşağıdır” sloganını atıyor. Teori ve analiz olmadan hayatlarına devam ediyorlar.

Asıl bölünme, azınlık-çoğunluk ayrışması üzerinden gerçekleşti. Buradaki tartışma konusu, İslam cumhuriyetine dair analizin yanında mevcut dönemin niteliği idi. Çoğunluk, meselenin emperyalizm-sosyalizm karşıtlığı olduğunu, ilkini ABD’nin, ikincisini SSCB’nin temsil ettiğini söyledi. Bu kesime göre, İran’daki rejim İslamî olsa bile hükümet, İran’ı sosyalist kampa yakınlaştırmaktaydı, dolayısıyla desteklenmeliydi. Azınlık-Çoğunluk ayrışmasında en çok da hükümetin niteliği üzerinde duruldu: asıl tartışılan soru ise “hükümet ilerici mi yoksa karşı-devrimci mi?” sorusu idi.

Çoğunluk, daha çok, hapishanedeyken Bican Cezeni’ye yakın olduğunu söyleyen kişilerden oluşuyordu. Bunlara, merkez komitesinde çoğunluğu teşkil ettikleri için, “Fedai Çoğunluk” denildi. Oysa kısa süre içerisinde ülke genelinde bu ekibe o kadar da büyük bir destek verilmediği görüldü. Bu ekibe göre rejim anti-emperyalistti. Dolayısıyla hükümete önce şartlı sonrasında tam destek sunuldu.

1979 baharı sonrası süreç daha da gerildi. Hükümet güçlendi, muhalif güçlere baskı uygulayabilecek düzeye ulaştı. Bu süreçte ABD büyükelçiliğinin öğrencilerce ele geçirilmesi türünden bir dizi önemli olay cereyan etti. Fedai Çoğunluk, bu elçilik işgaline övgüler dizdi, İran dışındaki birçok solcu, bunu anti-emperyalist bir eylem olarak gördü. Ama İran’da faal olan radikal sol, işgali dikkatleri ülkedeki politik grev dalgasından ve İslamî rejime yönelik muhalefetten uzaklaştırmak için atılmış bir adım olarak değerlendirdi.

İran solunda tartışmaları en çok da bu elçilik işgali harladı. Çoğunluk grubu, merkez komitesinden ayrıldı. Geri kalan ekip, İslam cumhuriyetini sonuna kadar desteklemek niyetinde olmayan binlerce solcu gencin desteğini aldı. İşçi sınıfı içerisinde de örgüt, eski kitlesini muhafaza etmeyi bildi.

Hükümet, elçilik işgalini ona destek vermeyenleri karşı-devrimci veya CIA ajanı olarak etiketleme fırsatı olarak kullandı. Özellikle İran-Irak Savaşı süresince karşı-devrimciler tutuklanıyor, hatta idam ediliyorlardı. Bu savaş, hükümete göre, emperyalizme karşı verilen bir savaştı. Fedai Azınlık gibi kimi sol örgütler, ilk başta üçüncü çizgi Maoistlerinin dillendirdikleri, İran-Irak Savaşı’nın gerici bir savaş olduğunu söyleyen çizgiyi benimsediler.

Elçilik işgali ve savaşa dair değerlendirmelerin ölçü hâline geldiği süreçte insanlar Fedai Azınlık üyesi olduğu için tutuklandılar. Bu insanların ABD’nin İran’a yönelik saldırısına ortak oldukları, hainlik ettikleri ileri sürüldü.

Fedai Çoğunluk ise Ayetullah Rafsancani tarafından davet edildi ve kendilerinden belirli etkinliklerin organizasyonu konusunda tavsiyeler alındı. Bu dönem, esasen devrimin ve karşı-devrimin hüküm sürdüğü bir dönemdi.

Solun ezilmesi konusunda Fedai Çoğunluk ve Tude, hükümete birlikte destek sundu. Artık Çoğunluk, Moskova çizgisine destek sunuyordu ve Tude’ye yakın duruyordu. Azınlık ise işçilere “İran’ı savunmalıyız ama bir yandan da rejimle mücadele etmeliyiz” diyordu. Çoğunluk ise işçilere “daha fazla üretin. Çünkü anti-emperyalist bir savaş yürütülüyor. Burada söz konusu olan, savaş ekonomisidir. İran, sosyalist kampa yakınlaşıyor” diyordu. Bu süreçte İranlı Troçkist örgütler de benzer bir hat üzerinden bölündüler.

Süreç içerisinde iki ayrı örgüt ortaya çıktı. Çoğunluk, 1984’de dek açıktan faaliyet yürütme imkânı buldu. Tahran’daki büroları 1982-1983’e dek açık kaldı. Azınlık grubu ise yasaklıydı. İlk iki yıl boyunca üyelerinin evlerine baskınlar düzenlendi, birçokları katledildi.

Fedai Azınlık grubunun ilk kongresi, Çoğunluk grubuna karşı birleşen güçlerin farklılık arz ettiğini ortaya koydu. Bu kongrede başka bir ayrışma yaşandı. Bazıları, Ulusal Direniş Konseyi içerisinde Halkın Mücahidleri ile birleşmeden yana tavır aldılar. Kongrede ayrıca Troçkist bir eğilim de açığa çıktı. Entrizm konusunda tartışmalar gerçekleştirildi.

Bu türden politik güçlükler yanında Fedai Azınlık, kötü bir sürecin içine girdi. Hükümet, örgütün gizli işlettiği matbaaya el koydu, birçok üyesi katledildi. Güvenlikle ilgili meseleler, politik tartışmaların yönünü saptırdı. Fedailer, militarizmin ve merkezciliğin tuzağına düştüler. Bu konuda yapılan hatalar, haksız yere Troçkist eğilimin sırtına yüklendi. Böylelikle Fedai Azınlık içerisinde benim “topyekûn merkezcilik” dediğim süreç baş gösterdi. Bu süreç dâhilinde örgütü korumak adına hareket ettiğini söyleyen kimi insanlar demokrasiyi kapı dışarı ettiler.

Fedai hareketinin tüm ideolojisine her zaman profesyonel devrimcilerin, kahramanların ve seçkin isimlerin sözleri hâkim olmuştur. Bu insanlar, davaya kendilerini adamış, mücadeleden başka hayatları olmayan, başka şeylerle ilgilenmeyen, (hatta kafaları karışır, örgütün çıkarına olmayan işler yapılır diye başka insanlarla tanışmayan) insanlardı. Benim Fedai deneyimim tam da bu noktada başladı. Tüm hatalarına rağmen Fedai Azınlık, yıllar boyunca İslam cumhuriyetine karşı koyan en önemli sol örgüt olma vasfını muhafaza etti.

Çoğunluk’un çilesi ise Sovyetler’in Tahran Büyükelçiliği’ne sızan bir CIA ajanının birçok Tude üyesinin ismini İslam cumhuriyetine vermesiyle birlikte başladı. Örgütün birçok üyesi tutuklandı. Her iki örgüt için de sürgün hayatı başladı. Çoğunluk örgütü konusunda kimi yanılsamalara sahip olan işçiler örgütten ayrıldılar. 1982 yılı itibarıyla hükümetin devrimci mi yoksa karşı-devrimci mi olduğuyla ilgili tartışmanın sürdüğü dönem boyunca Çoğunluk’tan ve Tude’den yana duran petrol işçileri örgütlerini terk ettiler.

Kürdistan

Fedai Azınlık, önder kadrolarının önemli bir kısmını Kürdistan’a göndermek zorunda kaldı. Merkez komitesi, Tahran’da tek bir kişi bıraktı. Kadın olduğu için rejim onun kim olduğunu bilmiyordu. Çünkü hükümet onu yakalamak için elektrik direklerine başörtüsüz fotoğrafını astı, ama kadın, gündelik hayatında çarşafla dolaşıyordu. Bu kadın militan, 1985 yılına dek Tahran’ın orta yerinde solcu bir gazete çıkartmayı başardı. Esas olarak sınıf içerisinde yürütülen kitle çalışması için çıkartılan gazetede Azınlık örgütündeki en güçlü isimler olarak kahraman mertebesine çıkartılmış gerillaların resimlerine yer verilmekteydi.

Bir bütün olarak Kürdistan’a taşınan, önemli isimlerini muhtelif şehirlerde bırakan örgüt, güvenlik konusunda hiç sıkıntı yaşamadı. Kürdistan, Fedailer için hem iyi hem de kötü bir süreci ifade etmekteydi. Diğer İran şehirlerine kıyasla daha güvenli olan Kürt şehirlerinde Fedailer, sosyalizmi inşa etmek gibi bir derdi olmayan, örgüte tümüyle yabancı olan köylüler içerisinde çalışma yürütmek zorunda kaldılar.

Bu köylülerin bize kucak açmalarının sebebi, Fedailer’in savunduğu görüşleri idrak etmiş olmaları değil, Kürd milliyetçiliği temelinde rejime karşı geliştirdikleri düşmanlıktı. Bu insanlar, İslam cumhuriyetinin istediği ölçüde dindar insanlar değillerdi. Bu, İran’daki tüm köylüler için geçerli bir durumdu. Bu halk, kendi dinini kendince ifade etmekteydi. Erkek kıyafetleri giyip silâh taşıyan kadın Fedailer garip karşılanıyorlardı. Köylü kadınlar bizden uzak duruyor, erkeklerse bizim tuhaf olduğumuzu düşünüyorlardı.

Kürdistan’da örgüt, yüzleştiği büyük güçlüklerin içerisinden çıkıp hayatta kalmak için sağlam bir omurgaya ihtiyaç duyuyordu. Kışlar çok soğuk, yazlarsa çok kurak geçiyordu. Sonrasında hükümetin saldırıları başladı. Biz, mecburen köylerden ayrılıp dağlık bölgelere çekilmek zorunda kaldık.

Kanaatimce Fedai Azınlık’taki çürüme süreci, Kürdistan dönemi ile birlikte başladı. Herkes, pragmatik sebeplerle Irak’a geçme hakkı talep ediyordu. Birçoğumuz, Kürdistan’a ilk başta Türkiye’nin güneydoğusundan dolaşarak geçebiliyorduk. Kışları bu yol çok soğuk oluyordu. Dağlık bölgedeki o tehlikeli yollardan geçmek zorunda kalıyorduk. Oysa Irak’a geçişin çok daha kolay bir yolu vardı. Fedai Azınlık dâhil tüm İranlı sol örgütler, ne pahasına olursa olsun Irak’a geçme seçeneğine bir şekilde başvurdular.

Sonrasında giyecek ve yiyecek konusunda mali yardımlar alınması meselesi gündeme geldi. Bu süreç, önce Kürdistan’da başladı. Böylelikle yüksek ideallere ve ilkelere sahip olan bir örgüt, Irak’tan para almayı kabul etti. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Bugün İranlı sol örgütler, İsrailli kurumlardan veya ABD’nin tahsis ettiği “rejim değişikliği” fonlarından para almakta bir beis görmüyorlar, bunu çelişkili bir durum olarak değerlendirmiyorlar. Muhtemelen bu yaptıklarını “amaca giden her yol mubahtır” lafı üzerinden meşrulaştırıyorlar.

Kürdistan’daki pratik hiç tartışılmadı. Örgüt daha fazla güçlüklerle yüzleştikçe, merkez komitesi daha da merkezîleşti, böylelikle politik çizgiye yönelik muhalefet, ihanetle aynı kefede ele alınmaya başlandı. Muhalifler örgütten kovuldular.

Örneğin kongreden dört ay sonra Troçkist Eğilim bir bildiri kaleme aldı. Merkez komitesi üyesinin yazdığı Leninizmi mi Troçkizm mi? kitabını temel alan birileri, bu bildiriyi hakaretler içeren bir yazıyla eleştirdi. Oysa söz konusu kitap, Fedailer’in uzun zamandır savunduğu konuma zıt bir konumu esas alıyor, “gelecekte devrimci İran’da Sovyetler Birliği, bize sosyalizmi inşa etmek için gerekli ağır sanayiyi kurma konusunda yardımda bulunacaktır” deniliyordu.

Bu kitabın yazarına bu tutumun Tude’nin “kapitalist olmayan kalkınma yolu” anlayışıyla örtüşüp örtüşmediğini sorduk. Yazar, bize şu cevabı verdi: “Biz, Tude gibi hain değiliz!” Bu görüşü üyelerin büyük bir kısmı benimsemiyordu. Bu tür meseleleri tartışma imkânını veya kongre düzenleme imkânını bir türlü bulamadık.

Örgütü çürüten bir olgu da Kürdistan’da faal olan Celâl Talabani’nin örgütünün nüfuzu idi. Sonrasında Irak cumhurbaşkanı olan Talabani’ye bağlı örgüt, sadece İran Kürdistanı’nı değil, Türkiye Kürdistanı’ndaki sınır bölgelerini ve Irak Kürdistanı’nın belirli bir kısmını kontrol altında tutuyordu. O dönemde İran, Irak ve Türkiye arasında uzanan ve “partiler vadisi” denilen bir yer vardı. Her yanından yüksek dağlarla kuşatılmış olan bu bölge üs kurmak, eğitim vermek, radyo istasyonu işletmek için gayet güvenli bir yerdi.

Talebani’nin örgütü burada güçlüydü. Burjuva siyasetçisi olan ve kabile desteğine, feodal bir geçmişe sahip olan Talebani, politik örgütlerin içişlerine karışabiliyor, bir grubu diğer bir gruba karşı savunabiliyordu. Örgüt, esasen oldukça kötü bir durumdaydı.

Tek olumlu yan, hükümetle mücadele etmek isteyen herkesin Kürdistan’a akın etmesiydi. Bu yeni gelen insanların ne örgütsel geçmişleri ne de teorik birikimleri vardı. Neticede örgüt de onlara politik eğitim vermek için tek bir adım bile atmadı. Birçok üye ve kadro sadece Lenin’in veya şehit düşmüş Fedailerin çalışmalarını okuyordu.

Örgütün başına gelmiş en kötü olay, Fedailer’in elindeki radyo istasyonu ile ilgili yaşanan kavgaydı. Sıradan üyeler kongre talep edince, merkez komitesi kongre toplama fikrine karşı çıktı, çünkü o kongrede iktidar koltuğunu kaybedeceğini iyi biliyordu. Bu fikre destek sunan üyeleri kendi safına çeken merkez komitesi, demokrasinin olmadığına ilişkin şikâyetlerin gündeme gelmesine neden oldu. Merkez komitesinin elinden radyo istasyonunu almak için saldırı gerçekleştirenlerse esasen şaibeli kişilerdi. Zaman geçtikçe bu insanlar sağa meylettiler. Bugün Çoğunluk grubuna katılmayı tartışıyorlar ki bu bile tek başına politik nitelikleri konusunda bir şey söylüyor.

Merkez komitesi kongreyi erteledi, böylelikle insanların strateji, taktik ve politik teori konusunda yerinde ve anlamlı bir tartışma yürütmesine mani oldu.

Peki bugün nerede duruyoruz?

Bugün artık ne gerillacıyız, ne Maoistiz ne de örgütten kovulmuş olan Troçkist Eğilim’e mensubuz. Merkez komitesindeki kimi isimler, Sovyetler Birliği’nde Brejnef döneminde hiçbir sorun olmadığını söylediler. Fakat bu mesele, hiç tartışılmadı bile. Böylelikle Azınlık örgütü, politik açıdan çöküş sürecine girdi.

Kürdistan’da yüzleşilen felâketlere, İran içerisinde ciddi bir destek bulunulamamasına rağmen örgüt, ülkede gücünü bir biçimde muhafaza etmeyi bildi. 1984’te dış büroya gönderildiğimde ABD’de bin, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yüz kadar destekçimiz vardı.

Bu destekçiler örgüt için çok şey yaptılar. Para topladılar, örgütün adını duyurdular, yayın çıkarttılar. Bu yayınlardan biri, öğrenci dergisiydi. Gelgelelim Fedai üyeliği tümüyle farklı bir meseleydi. Neticede bu, profesyonel devrimciler örgütüydü. İnsan örgütleme süreci bir yıl içerisinde yavaşladığı, birçok üye öldüğü için geride sadece kırk civarında Azınlık üyesi kalmıştı. Oysa ilk kongrede bu sayı altmıştı.

Örgüt destekçileri belirli haklardan mahrumdu. Destekçiler kendi temsilcilerini seçebiliyordu, ama bu temsilciler örgütü asla etkileyemiyorlardı. Yirminci yüzyılın sonunda destekçilerin yardımını alan ve profesyonel devrimcilerden oluşan yapı üzerine kurulu bu model, halktan koptu, ama gene de muhafaza edildi.

Daha da önemlisi hâlen daha “üyelerin bilmesi gereken şeyler”i merkezden dikte eden anlayışın uygulanıyor olmasıydı. Bu sebeple destekçiler, örgütün teorisi ve pratiği konusunda bozuk bir görüşe sahip olabiliyorlardı. Bu durumu değiştirmek güç bir işti, çünkü benim gibi birçok üyenin sırlara vakıf olmasına asla izin verilmiyordu.

Dış büroda ciddi politik tartışmalara pek izin verilmezdi. Kürdistan’da savaş bahanesi arkasına saklanılıyordu, düşmanın çok şey bilen insanları hapse tıkmasına izin verilemeyeceği söyleniyordu, ama bu durum Avrupa için geçerli değildi.

Birçoğumuzun sırtına çok fazla iş yüklendi, dolayısıyla hiçbirimiz, okumak veya inceleme yapmak için gerekli vakti bulamadık. Başka bir kıtaya gideceğimiz bize bir iki saat önceden bildiriliyordu. Bu oldukça yıkıcı sonuçlara sebep olan bir durumdu.

1985-1986’da birçoğumuz, “bu koşullarda etkin bir çalışma yürütemeyeceğiz, ama örgütten de ayrılamayız” sonucuna ulaştık. Üç kez istifa ettim. Üçünde de bana istifamın kabul edilmediği söylendi! Merkez komitesi istifamı tartışıp çöpe atmıştı. Nihayetinde ben de çalışmalara son verip saklandım.

Dersler

Bu süreçten ne tür dersler çıkartılabilir?

Öncelikle süreci geriye doğru okuyup eleştirmenin çok kolay bir iş olduğu akıldan çıkartılmamalı. Ayrıca şahın ve İslam cumhuriyetinin uyguladığı baskılar da göz ardı edilmemeli.

Fedailer’in yeni bir solun ortaya çıkışında sahip olduğu etki, ayrıca İran devrimi üzerindeki etkisi, tarihsel öneme sahiptir. Ağır bedeller ödenen bu sürecin üzeri örtülemez.

Ama militarizm, Stalinizm, merkezcilik, kahraman gerilla ve profesyonel devrimci üzerine kurulu kültür türünden kimi yanlışlar yaptığını görmek gerek. Örgüt dağıldıkça eskiden kahraman görülen isimler destekçilerin gözünde kötü birer insana dönüştüler.

Kişisel olarak edindiğim bir ders de şu: tartışma yoksa, demokrasi yoksa, teorinin her yönünü tartışma imkânı yoksa, örgüt, devrime öncülük edebilecek bir güce değil, bir tarikata dönüşür. Ulaştığım bir diğer sonuç da şu: amaca giden her yol mubah değildir. Dogmatik ve uzlaşmaz olarak tanıdığım birçok insan var. Fedailer içerisinde edindiğim deneyim, beni ilkelere ihanet konusunda daha dikkatli kıldı. Zamanla ufak hususlar konusunda daha pragmatik, büyük meseleler konusunda ise daha uzlaşmacı bir hâle geldik.

Kürdistan’dan ayrılmazdan önce kırk civarında insanın kaldığı bir üsteydim. O insanlardan sadece iki kişi hayatta kaldı. Bu durum, sırtıma bir sorumluluk yükledi. Bugün siyasete sırtımı dönemem, çünkü insanlar Fedailer’in liderleri hakkında ne düşünürlerse düşünsünler, o ölen 38 insanın hepsi Marksistti. Hepsi de o günü göremeseler bile sosyalizmin kurulacağına inanıyor, bunu arzuluyordu. Bu süreçte on binlerce Fedai öldü.

Bugün görevimiz, onların hayatlarını boş yere kaybetmediklerini göstermek olmalıdır.

Yasemin Mater
10 Eylül 2008
Kaynak

0 Yorum: