Sürgünde yaşayan İranlıların takviminde Eylül ayı,
İslam cumhuriyeti döneminde politik tutsakların kitlesel olarak idam
edildikleri aylardan biri olarak, özel bir yere sahiptir. 1988’deki katliamın
yirminci yıldönümü. Eldeki rakamlar doğru değilse de hükümet, hapishanelerde
yaklaşık 15.000 sosyalisti, komünisti ve bazı Halkın Mücahidleri örgütü
üyelerini katlettiğini kabul ediyor. Ayetullah Humeyni, Saddam Hüseyin’e karşı
verilen savaşta alınan yenilginin ardından, İran solundan bu şekilde intikam
almıştı.
İslam cumhuriyetinin hapishanelerinde sadece işçi
sınıfına mensup partizanlar katledilmediler. 1980 yılından itibaren binlercesi
idam edildi, birçoğu Kürdistan’da öldü. Asıl üzücü olansa binlerce insan,
canlarını sosyalizm ve Marksizm için feda etmiş olmalarına rağmen, tüm o
deneyimden çok az ders çıkartılabilmiş olması. Artık bu türden anmalar,
politika dışı bir etkinlik derekesine düşmüş durumda. Birçokları, “şehitler”e
saygılarını gösterme görevlerini ifa etmeyi yegâne politik faaliyet olarak
görüyor.
Katledilen o binlerce devrimcinin içinde Fedailer de
vardı. Burada ben, Halkın Fedaileri örgütünün kısa bir tarihini sunmaya
çalışacağım, teorisini ve fikirlerini aktaracağım, ayrıca önce aday üye, sonra
üye olarak edindiğim deneyim üzerinden, örgütün iki önemli bölgede, Kürdistan
şubesinde ve dış komitedeki faaliyetleri konusunda bilgi vereceğim.
Kökenler
Halkın Fedaileri’nin kökleri 1971 yılına, İran’ın
kuzeyinde militanların ele silâh alıp bir jandarma karakolunu ele geçirdiği
günlere dek uzanır. Fedailer, sadece şahın rejimine değil, ayrıca adı artık
uzlaşma ve ihanetle eşanlamlı hâle gelmiş olan, İran’daki “resmi” komünist
partisi Tude’ye karşı da isyan ediyorlardı. O dönemde Sovyetler Birliği, şaha
karşı yürütülen devrimci harekete destek olmuyor, Tude Partisi ise Sovyet çizgisini
takip ediyordu. Bu çizgi, genel anlamda geniş ittifak politikasını ve
sosyalizme barışçıl geçiş anlayışını savunuyordu. Devrimci gençlik, tam da bu
sebeple Tude’ye başkaldırdı.
Ne var ki rejimin karşısına elde silâhla dikilmek,
intihardan farksızdı. Neticede eylemi gerçekleştiren 19 kişilik ilk Fedai
hücresinin içinde yer alan 13 kişi, katledildi. Üyelerin ve destekçilerin
belirli bir kısmı sonrasında idam edildi.
Halkın Fedaileri, İran solu içerisinde yer alan ve
Tude’ye karşı olan iki örgütün birleşmesiyle meydana geldi. Bu örgütlerden
birinin başında, ailesinin gerilla geçmişi olan ve Maoizmden epey etkilenen
Mesud Ahmedzade bulunuyordu. Ahmedzade’nin politikası, Maoizmi ve gerilla
savaşını bir araya getirmişti.
Emir Perviz Puyan,
Ahmedzade’nin yakın dostlarından biriydi. Puyan da 1968’den, Maoizmden ve
silâhlı mücadeleden etkilenmiş bir isimdi. Ahmedzade’nin Hem Strateji Hem
Takik Olarak Silâhlı Mücadele isimli kitabı, Halkın Fedaileri’ne yıllarca
yol gösteren çalışma olarak iş gördü.
Puyan da Hayatta Kalma Teorisine Karşı Silâhlı
Mücadelenin Gerekliliği isminde bir kitap kaleme aldı. “Hayatta kalma
teorisi” derken aslında Tude’nin çizgisi kastediliyordu.
Bu süreçte Ahmedzade, “milli burjuvazi”nin devrimci
veya ilerici bir rol oynayabileceği yanılsamasını ortadan kaldırdı. Devrimin
demokratik niteliğini tarif ederken şunları söylüyordu:
“Emperyalist
hâkimiyete, yani dünya kapitalizmine karşı verilecek mücadele kapitalizme karşı
mücadeleye ait kimi unsurları içerir, dolayısıyla, sosyalist devrimin kimi
unsurları bu mücadele içerisinde ortaya çıkar.”
Ahmedzade, proletaryanın rolü konusunda ise şu tespiti
yapıyordu:
“İran’da
proletarya sayıca güçsüzdür, fakat örgütlenme konusunda sahip olduğu, kendisine
has nitelikleri ve becerileri diğer sınıflardan daha güçlüdür.”
Hareketin diğer lider isimlerinden biri de Bican Cezeni idi. Cezeni, Tude’nin gençlik
örgütünden geliyordu, ama o da Tude çizgisine karşı çıktı ve etrafındaki
isimleri yeni örgüte katmayı kabul etti.
Bu dönemde Fedailer, gerillacılık ve Maoizmi önemli
gören anlayışın, ama aynı zamanda gerekli teoriyle desteklemedikleri,
“anti-reviyonist” tutumun etkisi altında idiler. Örgütün kurucuları, SBKP’nin
22. Kongresi ile yapılan değişikliklere karşı çıktılar ve hem Rusya’dan hem de
Çin’den bağımsız olduğunu iddia ettikleri bir çizgiyi benimsediler. Ama
kurucular, süreç içerisinde Stalinizmden epey etkilendiler.
Örneğin daha ılımlı bir çizgiyi savunan Komünist
Birlik isimli bir öğrenci örgütüyle girdiği tartışmalarda Fedailer, açıktan
Sovyet yanlısı bir tutum benimsediler. Örgüt, 1962’ye dek SSCB’nin yüzde 65
iyi, yüzde 35 kötü olduğu görüşündeydi ki bu, esasen Maoistlerin görüşüydü.
Ancak sonrasında Çin’in sosyal emperyalizm teorisini, ardından da üç dünya teorisini
benimsemesiyle Fedailer ve diğer İranlı solcu gruplar Maoizme mesafe aldılar.
1971’deki operasyonda hayatlarını kaybeden insanlar,
İran gençliğini ve öğrenci hareketini epey etkiledi. Küçük motorun büyük motoru
harekete geçireceğini, tüm ülkenin ayaklanacağını söyleyen Ahmedzade’nin
öngörüsü gerçekleşmedi. Fakat öğrenci hareketi, bu yeni gelişen sol çizgiye
sempatiyle yaklaşmaya ve onun etkisi altına girmeye başladı, bilhassa genç
işçiler yüzünü örgüte döndüler.
1971-1979 arası dönem, İran devrimci hareketi
içerisinde Fedailer’in liderleri olarak öne çıkacak olan kuşağın politik
fikriyatını biçimlendirdi. Bu, oldukça önemli bir dönemdi. Bu dönemde örgüt,
esas olarak yeraltı faaliyeti yürütmekteydi ve silâhlı mücadeleye
hazırlanmaktaydı. Örgüt, ara sıra banka soygunları örgütlemekle meşguldü.
Halkın Fedaileri’nin faaliyetleri kesintisiz ve
istikrarlı bir seyir izlemiyordu. Bu süreçte Tahran’da iki Amerikan askeri
personelini ve şaha bağlı birkaç generali öldürdü. Bu saldırıların neticesinde
askeri kanattaki kimi Fedailer, sokak ortasında katledildiler. Bu tür
saldırılara bağlı olarak örgüt, belirli bir kitle zeminine kavuşamadı. Örgüte
destek sunanlar, örneğin üniversite öğrencileri, silâhlı hareketin parçası
kabul ediliyorlardı. Bu dönemde idam edilen 370 solcunun yüzde altmışı Fedai
idi.
Birçok Fedai, bu dönemi hapiste geçirdi. Bu üyeler,
örgütün çizgisi konusunda yoğun bir tartışma içine girdiler. Cezeni, başta
benimsenmiş olan konumlardan uzaklaştı. Örneğin Diktatörlüğe Karşı Birleşik
Cephe isimli kitabında Cezeni, Ahmedzade ile Puyan’ın başta aldığı
konumları redde tabi tuttu. Sonrasında kaleme aldığı İran’da Kapitalizm ve
Devrim isimli çalışmasında ise Cezeni, şahın rejimi konusunda oldukça
kıymetli bir analiz sundu.
Bican Cezeni, 1975’te Evin Hapishanesi’nde öldürüldü.
Dolayısıyla ona ait kabul edilen fikirlerin ve yazıların bazılarının gerçekten
de onun teorik faaliyetinin ürünü olup olmadığını değerlendirmek güç.
Etrafındaki isimler, hapisten çıktıktan sonra örgütün başına geçtiler. 1979’da
İran’da kitlesel bir devrimci hareket vardı. Fedailer, bu süreçte hapisten
çıktılar. Bazıları, insanların hücrelerin kapılarını kırdığı Şubat ayaklanması
esnasında dışarı çıktılar.
Bu dönemde Fedailer, öğrenciler ve gençler arasında
gerçek bir güç hâline geldi. Geçmişte yürüttüğü faaliyetler sebebiyle halk
nezdinde önemli bir desteğe kavuştu. Ama öte yandan örgüt bölünmüştü.
Cezeni’nin destekçileri ayrı, Ahmedzade destekçileri ayrı politik çizgiyi
savunuyorlardı.
İki grup arasında iki ayrı konuda tartışma yaşandı. Bu
konulardan biri silâhlı mücadeleydi. Cezeni destekçileri, taktiksel ve
stratejik açıdan silâhlı mücadele çizgisinin yanlış olduğunu, bu çizginin
örgütü kitlelerden uzaklaştırdığını söylüyorlardı. Ama öte yandan bazı Cezeni
destekçileri, Sovyet dış politikasına onay veriyor, “milli burjuvazi”ye olumlu
bir rol atfediyorlardı.
Şurası açık ki ilgili dönemde teorik çalışma konusunda
çok az şey yapıldı. Tanıdığım yaşlı bir Fedai’nin de dile getirdiği biçimiyle, herkesin
okuduğu ve her şeyi aldıklarını düşündükleri kitap, Lenin’in Ne Yapmalı’sıydı.
Fedailer, bu kitap üzerinden sekterizme, ekonomizme, sendikalizme ve anarşizme
karşı bir tavır aldılar. Tüm analizleri bu kitabı temel alıyordu. Oysa aslında
Fedailer, demokrasi karşısında merkeziyetçiliğe vurgu yapan SSCB Bilimler Akademisi’nin
Farsçaya yaptığı sorunlu çeviri sebebiyle bu kitabı layıkıyla anlamış
değillerdi.
Bu dönem boyunca Fedailer, özelde işçi sınıfı genelde
İran toplumu içerisinde bir kanal bulamadılar. Üniversitelerde örgüte yönelik
destek yüksek düzeydeydi. Bu desteğin düzeyi, devrim sırasında daha da görünür
hâle geldi. Aydınlar, bilhassa şairler içerisinde birçok isim örgütü
destekliyordu.
Neticede ne yapılacağı konusunda belirli bir stratejiden
yoksun olduğu dönemde devrimci durum gelip çattı. Şubat 1979’daki asıl sorun
buydu.
Mollalar, ekonomik krizle geçen dönemi (1974-79) kitle
tabanı oluşturmak, propaganda faaliyeti yürütmek, camileri kitleleri organize
edip harekete geçirmek için kullanırken, hapishanelerde Fedailer, diktatörlüğe
karşı birleşik cephe gibi konulara dair soyut tartışmalar yürüterek geçirdiler.
Ayrıca şah, dinî gruplara sola nazaran daha yumuşak davranıyordu, dolayısıyla
sol, kitleleri örgütleme konusunda daha fazla güçlükle yüzleşiyordu. Solcular, fabrikalara
gitmeye çalıştılar, fakat sadece bildiri dağıtıp ortalıktan kaybolmakla
yetindiler.
Dolayısıyla kimse gelip, Şubat devrimini solun elinden
çalmadı. Sol, aslında devrime hiç hazır değildi. İyi ki de sol iktidar olmadı,
zira o, ne bir plana, ne siyasete, ne stratejiye ne de yapılacaklara dair net
bir teoriye sahipti.
Petrol işçileri, Şubat devriminde çok önemli bir rol
oynadı. Şahın rejiminin belini onların gerçekleştirdikleri grevler kırdı.
Fedailer, petrol işçileri üzerinde belirli bir etkiye sahipti, fakat işçi
sınıfı içerisinde çalışma yürütme konusunda yeterli deneyime sahip olmamaları,
onların ellerini kollarını bağladı. Grevi nasıl kullanacakları, onunla ne
yapacaklarına dair bir plandan yoksun olan Fedailer, grevi hangi yöne doğru
ilerleteceklerini de bilmiyorlardı. Kaçınılmaz olarak işçi sınıfı içerisinde
belirli bir desteğe sahip olan Tude, petrol işçileri arasında daha fazla
temsiliyet imkânı buldu.
Buna karşın, 1979’da Tahran’da Fedailer’in şahın
devrilmesi sonrası gerçekleştirdiği ilk yürüyüşe 500.000 civarında insan katıldı.
Düşülen şerhe rağmen Fedailer, kurucu meclis seçimlerine katıldılar, iki milyon
oy aldılar.
Ayrışmalar
Fedailer içerisindeki ayrışmalar 1979 yılında başladı
ve bu süreç hâlen daha devam ediyor. İlk önemli ayrışma, liderlerin hapisten
çıkması sonrası yaşandı. Ayrışma, daha çok silâhlı mücadeleye destek verenlerle
taktiksel ve stratejik açıdan silâhlı mücadelenin işe yaramayacağını söyleyenler
arasında gerçekleşti.
Esasında belirli ölçüde Fedailer’in gerilla
mücadelesinin 1979’daki ayaklanmayı etkilediğine dair düşünce bir efsaneden
ibaretti. Süreç içerisinde birçok Fedai, örgütlerinin zayıf yanlarının farkına
varmaya başladı. Kitle hareketinden kopuk oluşu, önemli bir zafiyetti.
Taktiksel ve stratejik açıdan silâhlı mücadeleye
destek sunan kişiler, azınlıktaydı. Hâlen daha hayatta olan bu ekip, “şah gibi
İslam cumhuriyeti de emperyalizmin uşağıdır” sloganını atıyor. Teori ve analiz
olmadan hayatlarına devam ediyorlar.
Asıl bölünme, azınlık-çoğunluk ayrışması üzerinden
gerçekleşti. Buradaki tartışma konusu, İslam cumhuriyetine dair analizin
yanında mevcut dönemin niteliği idi. Çoğunluk, meselenin emperyalizm-sosyalizm
karşıtlığı olduğunu, ilkini ABD’nin, ikincisini SSCB’nin temsil ettiğini söyledi.
Bu kesime göre, İran’daki rejim İslamî olsa bile hükümet, İran’ı sosyalist
kampa yakınlaştırmaktaydı, dolayısıyla desteklenmeliydi. Azınlık-Çoğunluk
ayrışmasında en çok da hükümetin niteliği üzerinde duruldu: asıl tartışılan soru
ise “hükümet ilerici mi yoksa karşı-devrimci mi?” sorusu idi.
Çoğunluk, daha çok, hapishanedeyken Bican Cezeni’ye
yakın olduğunu söyleyen kişilerden oluşuyordu. Bunlara, merkez komitesinde
çoğunluğu teşkil ettikleri için, “Fedai Çoğunluk” denildi. Oysa kısa süre
içerisinde ülke genelinde bu ekibe o kadar da büyük bir destek verilmediği
görüldü. Bu ekibe göre rejim anti-emperyalistti. Dolayısıyla hükümete önce
şartlı sonrasında tam destek sunuldu.
1979 baharı sonrası süreç daha da gerildi. Hükümet güçlendi,
muhalif güçlere baskı uygulayabilecek düzeye ulaştı. Bu süreçte ABD büyükelçiliğinin
öğrencilerce ele geçirilmesi türünden bir dizi önemli olay cereyan etti. Fedai
Çoğunluk, bu elçilik işgaline övgüler dizdi, İran dışındaki birçok solcu, bunu
anti-emperyalist bir eylem olarak gördü. Ama İran’da faal olan radikal sol,
işgali dikkatleri ülkedeki politik grev dalgasından ve İslamî rejime yönelik
muhalefetten uzaklaştırmak için atılmış bir adım olarak değerlendirdi.
İran solunda tartışmaları en çok da bu elçilik işgali
harladı. Çoğunluk grubu, merkez komitesinden ayrıldı. Geri kalan ekip, İslam
cumhuriyetini sonuna kadar desteklemek niyetinde olmayan binlerce solcu gencin
desteğini aldı. İşçi sınıfı içerisinde de örgüt, eski kitlesini muhafaza etmeyi
bildi.
Hükümet, elçilik işgalini ona destek vermeyenleri
karşı-devrimci veya CIA ajanı olarak etiketleme fırsatı olarak kullandı. Özellikle
İran-Irak Savaşı süresince karşı-devrimciler tutuklanıyor, hatta idam
ediliyorlardı. Bu savaş, hükümete göre, emperyalizme karşı verilen bir savaştı.
Fedai Azınlık gibi kimi sol örgütler, ilk başta üçüncü çizgi Maoistlerinin
dillendirdikleri, İran-Irak Savaşı’nın gerici bir savaş olduğunu söyleyen
çizgiyi benimsediler.
Elçilik işgali ve savaşa dair değerlendirmelerin ölçü
hâline geldiği süreçte insanlar Fedai Azınlık üyesi olduğu için tutuklandılar.
Bu insanların ABD’nin İran’a yönelik saldırısına ortak oldukları, hainlik
ettikleri ileri sürüldü.
Fedai Çoğunluk ise Ayetullah Rafsancani tarafından
davet edildi ve kendilerinden belirli etkinliklerin organizasyonu konusunda
tavsiyeler alındı. Bu dönem, esasen devrimin ve karşı-devrimin hüküm sürdüğü
bir dönemdi.
Solun ezilmesi konusunda Fedai Çoğunluk ve Tude,
hükümete birlikte destek sundu. Artık Çoğunluk, Moskova çizgisine destek
sunuyordu ve Tude’ye yakın duruyordu. Azınlık ise işçilere “İran’ı savunmalıyız
ama bir yandan da rejimle mücadele etmeliyiz” diyordu. Çoğunluk ise işçilere “daha
fazla üretin. Çünkü anti-emperyalist bir savaş yürütülüyor. Burada söz konusu
olan, savaş ekonomisidir. İran, sosyalist kampa yakınlaşıyor” diyordu. Bu
süreçte İranlı Troçkist örgütler de benzer bir hat üzerinden bölündüler.
Süreç içerisinde iki ayrı örgüt ortaya çıktı. Çoğunluk,
1984’de dek açıktan faaliyet yürütme imkânı buldu. Tahran’daki büroları
1982-1983’e dek açık kaldı. Azınlık grubu ise yasaklıydı. İlk iki yıl boyunca üyelerinin
evlerine baskınlar düzenlendi, birçokları katledildi.
Fedai Azınlık grubunun ilk kongresi, Çoğunluk grubuna
karşı birleşen güçlerin farklılık arz ettiğini ortaya koydu. Bu kongrede başka
bir ayrışma yaşandı. Bazıları, Ulusal Direniş Konseyi içerisinde Halkın
Mücahidleri ile birleşmeden yana tavır aldılar. Kongrede ayrıca Troçkist bir
eğilim de açığa çıktı. Entrizm konusunda tartışmalar gerçekleştirildi.
Bu türden politik güçlükler yanında Fedai Azınlık, kötü
bir sürecin içine girdi. Hükümet, örgütün gizli işlettiği matbaaya el koydu, birçok
üyesi katledildi. Güvenlikle ilgili meseleler, politik tartışmaların yönünü
saptırdı. Fedailer, militarizmin ve merkezciliğin tuzağına düştüler. Bu konuda
yapılan hatalar, haksız yere Troçkist eğilimin sırtına yüklendi. Böylelikle Fedai
Azınlık içerisinde benim “topyekûn merkezcilik” dediğim süreç baş gösterdi. Bu süreç
dâhilinde örgütü korumak adına hareket ettiğini söyleyen kimi insanlar demokrasiyi
kapı dışarı ettiler.
Fedai hareketinin tüm ideolojisine her zaman
profesyonel devrimcilerin, kahramanların ve seçkin isimlerin sözleri hâkim
olmuştur. Bu insanlar, davaya kendilerini adamış, mücadeleden başka hayatları
olmayan, başka şeylerle ilgilenmeyen, (hatta kafaları karışır, örgütün çıkarına
olmayan işler yapılır diye başka insanlarla tanışmayan) insanlardı. Benim Fedai
deneyimim tam da bu noktada başladı. Tüm hatalarına rağmen Fedai Azınlık,
yıllar boyunca İslam cumhuriyetine karşı koyan en önemli sol örgüt olma vasfını
muhafaza etti.
Çoğunluk’un çilesi ise Sovyetler’in Tahran
Büyükelçiliği’ne sızan bir CIA ajanının birçok Tude üyesinin ismini İslam
cumhuriyetine vermesiyle birlikte başladı. Örgütün birçok üyesi tutuklandı. Her
iki örgüt için de sürgün hayatı başladı. Çoğunluk örgütü konusunda kimi
yanılsamalara sahip olan işçiler örgütten ayrıldılar. 1982 yılı itibarıyla hükümetin
devrimci mi yoksa karşı-devrimci mi olduğuyla ilgili tartışmanın sürdüğü dönem
boyunca Çoğunluk’tan ve Tude’den yana duran petrol işçileri örgütlerini terk
ettiler.
Fedai Azınlık, önder kadrolarının önemli bir kısmını
Kürdistan’a göndermek zorunda kaldı. Merkez komitesi, Tahran’da tek bir kişi bıraktı.
Kadın olduğu için rejim onun kim olduğunu bilmiyordu. Çünkü hükümet onu yakalamak
için elektrik direklerine başörtüsüz fotoğrafını astı, ama kadın, gündelik
hayatında çarşafla dolaşıyordu. Bu kadın militan, 1985 yılına dek Tahran’ın orta
yerinde solcu bir gazete çıkartmayı başardı. Esas olarak sınıf içerisinde
yürütülen kitle çalışması için çıkartılan gazetede Azınlık örgütündeki en güçlü
isimler olarak kahraman mertebesine çıkartılmış gerillaların resimlerine yer
verilmekteydi.
Bir bütün olarak Kürdistan’a taşınan, önemli
isimlerini muhtelif şehirlerde bırakan örgüt, güvenlik konusunda hiç sıkıntı
yaşamadı. Kürdistan, Fedailer için hem iyi hem de kötü bir süreci ifade
etmekteydi. Diğer İran şehirlerine kıyasla daha güvenli olan Kürt şehirlerinde
Fedailer, sosyalizmi inşa etmek gibi bir derdi olmayan, örgüte tümüyle yabancı
olan köylüler içerisinde çalışma yürütmek zorunda kaldılar.
Bu köylülerin bize kucak açmalarının sebebi, Fedailer’in
savunduğu görüşleri idrak etmiş olmaları değil, Kürd milliyetçiliği temelinde
rejime karşı geliştirdikleri düşmanlıktı. Bu insanlar, İslam cumhuriyetinin
istediği ölçüde dindar insanlar değillerdi. Bu, İran’daki tüm köylüler için
geçerli bir durumdu. Bu halk, kendi dinini kendince ifade etmekteydi. Erkek kıyafetleri
giyip silâh taşıyan kadın Fedailer garip karşılanıyorlardı. Köylü kadınlar
bizden uzak duruyor, erkeklerse bizim tuhaf olduğumuzu düşünüyorlardı.
Kürdistan’da örgüt, yüzleştiği büyük güçlüklerin
içerisinden çıkıp hayatta kalmak için sağlam bir omurgaya ihtiyaç duyuyordu. Kışlar
çok soğuk, yazlarsa çok kurak geçiyordu. Sonrasında hükümetin saldırıları
başladı. Biz, mecburen köylerden ayrılıp dağlık bölgelere çekilmek zorunda
kaldık.
Kanaatimce Fedai Azınlık’taki çürüme süreci, Kürdistan
dönemi ile birlikte başladı. Herkes, pragmatik sebeplerle Irak’a geçme hakkı
talep ediyordu. Birçoğumuz, Kürdistan’a ilk başta Türkiye’nin güneydoğusundan
dolaşarak geçebiliyorduk. Kışları bu yol çok soğuk oluyordu. Dağlık bölgedeki o
tehlikeli yollardan geçmek zorunda kalıyorduk. Oysa Irak’a geçişin çok daha
kolay bir yolu vardı. Fedai Azınlık dâhil tüm İranlı sol örgütler, ne pahasına
olursa olsun Irak’a geçme seçeneğine bir şekilde başvurdular.
Sonrasında giyecek ve yiyecek konusunda mali yardımlar
alınması meselesi gündeme geldi. Bu süreç, önce Kürdistan’da başladı. Böylelikle
yüksek ideallere ve ilkelere sahip olan bir örgüt, Irak’tan para almayı kabul
etti. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Bugün İranlı sol örgütler, İsrailli
kurumlardan veya ABD’nin tahsis ettiği “rejim değişikliği” fonlarından para
almakta bir beis görmüyorlar, bunu çelişkili bir durum olarak değerlendirmiyorlar.
Muhtemelen bu yaptıklarını “amaca giden her yol mubahtır” lafı üzerinden
meşrulaştırıyorlar.
Kürdistan’daki pratik hiç tartışılmadı. Örgüt daha
fazla güçlüklerle yüzleştikçe, merkez komitesi daha da merkezîleşti, böylelikle
politik çizgiye yönelik muhalefet, ihanetle aynı kefede ele alınmaya başlandı.
Muhalifler örgütten kovuldular.
Örneğin kongreden dört ay sonra Troçkist Eğilim bir
bildiri kaleme aldı. Merkez komitesi üyesinin yazdığı Leninizmi mi Troçkizm
mi? kitabını temel alan birileri, bu bildiriyi hakaretler içeren bir yazıyla
eleştirdi. Oysa söz konusu kitap, Fedailer’in uzun zamandır savunduğu konuma
zıt bir konumu esas alıyor, “gelecekte devrimci İran’da Sovyetler Birliği, bize
sosyalizmi inşa etmek için gerekli ağır sanayiyi kurma konusunda yardımda
bulunacaktır” deniliyordu.
Bu kitabın yazarına bu tutumun Tude’nin “kapitalist
olmayan kalkınma yolu” anlayışıyla örtüşüp örtüşmediğini sorduk. Yazar, bize şu
cevabı verdi: “Biz, Tude gibi hain değiliz!” Bu görüşü üyelerin büyük bir kısmı
benimsemiyordu. Bu tür meseleleri tartışma imkânını veya kongre düzenleme
imkânını bir türlü bulamadık.
Örgütü çürüten bir olgu da Kürdistan’da faal olan
Celâl Talabani’nin örgütünün nüfuzu idi. Sonrasında Irak cumhurbaşkanı olan Talabani’ye
bağlı örgüt, sadece İran Kürdistanı’nı değil, Türkiye Kürdistanı’ndaki sınır
bölgelerini ve Irak Kürdistanı’nın belirli bir kısmını kontrol altında
tutuyordu. O dönemde İran, Irak ve Türkiye arasında uzanan ve “partiler vadisi”
denilen bir yer vardı. Her yanından yüksek dağlarla kuşatılmış olan bu bölge üs
kurmak, eğitim vermek, radyo istasyonu işletmek için gayet güvenli bir yerdi.
Talebani’nin örgütü burada güçlüydü. Burjuva siyasetçisi
olan ve kabile desteğine, feodal bir geçmişe sahip olan Talebani, politik
örgütlerin içişlerine karışabiliyor, bir grubu diğer bir gruba karşı savunabiliyordu.
Örgüt, esasen oldukça kötü bir durumdaydı.
Tek olumlu yan, hükümetle mücadele etmek isteyen
herkesin Kürdistan’a akın etmesiydi. Bu yeni gelen insanların ne örgütsel
geçmişleri ne de teorik birikimleri vardı. Neticede örgüt de onlara politik
eğitim vermek için tek bir adım bile atmadı. Birçok üye ve kadro sadece Lenin’in
veya şehit düşmüş Fedailerin çalışmalarını okuyordu.
Örgütün başına gelmiş en kötü olay, Fedailer’in
elindeki radyo istasyonu ile ilgili yaşanan kavgaydı. Sıradan üyeler kongre
talep edince, merkez komitesi kongre toplama fikrine karşı çıktı, çünkü o
kongrede iktidar koltuğunu kaybedeceğini iyi biliyordu. Bu fikre destek sunan
üyeleri kendi safına çeken merkez komitesi, demokrasinin olmadığına ilişkin
şikâyetlerin gündeme gelmesine neden oldu. Merkez komitesinin elinden radyo
istasyonunu almak için saldırı gerçekleştirenlerse esasen şaibeli kişilerdi. Zaman
geçtikçe bu insanlar sağa meylettiler. Bugün Çoğunluk grubuna katılmayı tartışıyorlar
ki bu bile tek başına politik nitelikleri konusunda bir şey söylüyor.
Merkez komitesi kongreyi erteledi, böylelikle insanların
strateji, taktik ve politik teori konusunda yerinde ve anlamlı bir tartışma
yürütmesine mani oldu.
Peki bugün nerede duruyoruz?
Bugün artık ne gerillacıyız, ne Maoistiz ne de
örgütten kovulmuş olan Troçkist Eğilim’e mensubuz. Merkez komitesindeki kimi
isimler, Sovyetler Birliği’nde Brejnef döneminde hiçbir sorun olmadığını söylediler.
Fakat bu mesele, hiç tartışılmadı bile. Böylelikle Azınlık örgütü, politik
açıdan çöküş sürecine girdi.
Kürdistan’da yüzleşilen felâketlere, İran içerisinde ciddi
bir destek bulunulamamasına rağmen örgüt, ülkede gücünü bir biçimde muhafaza etmeyi
bildi. 1984’te dış büroya gönderildiğimde ABD’de bin, Avrupa’nın çeşitli
ülkelerinde yüz kadar destekçimiz vardı.
Bu destekçiler örgüt için çok şey yaptılar. Para topladılar,
örgütün adını duyurdular, yayın çıkarttılar. Bu yayınlardan biri, öğrenci
dergisiydi. Gelgelelim Fedai üyeliği tümüyle farklı bir meseleydi. Neticede bu,
profesyonel devrimciler örgütüydü. İnsan örgütleme süreci bir yıl içerisinde
yavaşladığı, birçok üye öldüğü için geride sadece kırk civarında Azınlık üyesi
kalmıştı. Oysa ilk kongrede bu sayı altmıştı.
Örgüt destekçileri belirli haklardan mahrumdu. Destekçiler
kendi temsilcilerini seçebiliyordu, ama bu temsilciler örgütü asla
etkileyemiyorlardı. Yirminci yüzyılın sonunda destekçilerin yardımını alan ve
profesyonel devrimcilerden oluşan yapı üzerine kurulu bu model, halktan koptu,
ama gene de muhafaza edildi.
Daha da önemlisi hâlen daha “üyelerin bilmesi gereken
şeyler”i merkezden dikte eden anlayışın uygulanıyor olmasıydı. Bu sebeple
destekçiler, örgütün teorisi ve pratiği konusunda bozuk bir görüşe sahip
olabiliyorlardı. Bu durumu değiştirmek güç bir işti, çünkü benim gibi birçok üyenin
sırlara vakıf olmasına asla izin verilmiyordu.
Dış büroda ciddi politik tartışmalara pek izin
verilmezdi. Kürdistan’da savaş bahanesi arkasına saklanılıyordu, düşmanın çok
şey bilen insanları hapse tıkmasına izin verilemeyeceği söyleniyordu, ama bu durum
Avrupa için geçerli değildi.
Birçoğumuzun sırtına çok fazla iş yüklendi,
dolayısıyla hiçbirimiz, okumak veya inceleme yapmak için gerekli vakti
bulamadık. Başka bir kıtaya gideceğimiz bize bir iki saat önceden
bildiriliyordu. Bu oldukça yıkıcı sonuçlara sebep olan bir durumdu.
1985-1986’da birçoğumuz, “bu koşullarda etkin bir
çalışma yürütemeyeceğiz, ama örgütten de ayrılamayız” sonucuna ulaştık. Üç kez
istifa ettim. Üçünde de bana istifamın kabul edilmediği söylendi! Merkez
komitesi istifamı tartışıp çöpe atmıştı. Nihayetinde ben de çalışmalara son verip
saklandım.
Dersler
Bu süreçten ne tür dersler çıkartılabilir?
Öncelikle süreci geriye doğru okuyup eleştirmenin çok
kolay bir iş olduğu akıldan çıkartılmamalı. Ayrıca şahın ve İslam
cumhuriyetinin uyguladığı baskılar da göz ardı edilmemeli.
Fedailer’in yeni bir solun ortaya çıkışında sahip olduğu
etki, ayrıca İran devrimi üzerindeki etkisi, tarihsel öneme sahiptir. Ağır bedeller
ödenen bu sürecin üzeri örtülemez.
Ama militarizm, Stalinizm, merkezcilik, kahraman
gerilla ve profesyonel devrimci üzerine kurulu kültür türünden kimi yanlışlar
yaptığını görmek gerek. Örgüt dağıldıkça eskiden kahraman görülen isimler destekçilerin
gözünde kötü birer insana dönüştüler.
Kişisel olarak edindiğim bir ders de şu: tartışma yoksa,
demokrasi yoksa, teorinin her yönünü tartışma imkânı yoksa, örgüt, devrime
öncülük edebilecek bir güce değil, bir tarikata dönüşür. Ulaştığım bir diğer
sonuç da şu: amaca giden her yol mubah değildir. Dogmatik ve uzlaşmaz olarak
tanıdığım birçok insan var. Fedailer içerisinde edindiğim deneyim, beni
ilkelere ihanet konusunda daha dikkatli kıldı. Zamanla ufak hususlar konusunda
daha pragmatik, büyük meseleler konusunda ise daha uzlaşmacı bir hâle geldik.
Kürdistan’dan ayrılmazdan önce kırk civarında insanın
kaldığı bir üsteydim. O insanlardan sadece iki kişi hayatta kaldı. Bu durum,
sırtıma bir sorumluluk yükledi. Bugün siyasete sırtımı dönemem, çünkü insanlar
Fedailer’in liderleri hakkında ne düşünürlerse düşünsünler, o ölen 38 insanın
hepsi Marksistti. Hepsi de o günü göremeseler bile sosyalizmin kurulacağına
inanıyor, bunu arzuluyordu. Bu süreçte on binlerce Fedai öldü.
Bugün görevimiz, onların hayatlarını boş yere
kaybetmediklerini göstermek olmalıdır.
Yasemin Mater
10
Eylül 2008
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder