07 Eylül 2022

,

En Zenginlerin Bekası


Geçen yıl, aşırı lüks bir tatil yerinde yüz kadar yatırım bankacısına konuşma yapmam için davet aldım. Bir konuşma için o zamana dek bana verilen en yüksek parayı, yıllık profesör maaşımın yaklaşık yarısını teklif ediyorlardı. Üstelik bu parayı “teknolojinin geleceği” ile ilgili görüşlerimi aktarmam için vereceklerdi.

Gelecek hakkında gevezelik etmekten hoşlanmadığımı söylemeliyim. Soru-cevap oturumları, genelde salon oyunları gibi sona eriyorlar. Bu tür toplantılarda blok zinciri, üç boyutlu baskı, Crispr gibi herkesin diline pelesenk ettiği, borsa takip ekranı simgeleri gibi ele alınan, teknolojiyle alakalı en son üretilen kelimelere dair görüş belirtmem isteniyor. Seyirci, bu teknolojilerle veya onların potansiyel etkileriyle pek ilgilenmiyor, tek ilgilendiği konu, onlara yönelik yatırımın uygun bir adım olup olmadığı. Buna karşın gene de paranın sözü geçerliydi, ben de işi aldım.

Tatil yerine vardıktan sonra beni kulise sokacaklarını sandım. Fakat üzerime mikrofon takmak veya sahneye çıkartmak yerine beni düz yuvarlak masanın kıyısındaki bir sandalyeye oturttular. Masanın etrafında beş aşırı zengin adam bulunuyordu. Hepsi de koruma fonu âleminde en yüksek mertebelerde olan insanlardı. Ufak bir sohbetin ardından, bu adamların teknolojinin geleceği konusunda derlediğim bilgilerle hiç ilgilenmediklerini fark ettim. Onlar, zaten o masaya kendi sorularıyla gelmişlerdi.

Başta basit sorular sordular. “Ethereum’a mı yoksa Bitcoin’e mi yatırım yapalım? Kuantum bilgisayar gerçek mi?” gibi soruların ardından, adım adım, asıl üzerinde durdukları konulara geldiler.

“Yaşanacak iklim krizinden en az hangi bölge etkilenecek? Yeni Zelanda mı Alaska mı? Google gerçekten de Ray Kurzweil’ın beyni için bir yer inşa ediyor mu? Geçiş sürecinde bilinci canlı kalacak mı, ölecek mi, bütünüyle yeni biri olarak mı gelecek dünyaya?”

Son olarak bir aracı kurumun CEO’su, yeraltında bir sığınak sistemi inşa ettiğini, projenin tamamlanmak üzere olduğunu söyledikten sonra şu soruyu sordu: “O olaydan sonra bana bağlı güvenlik güçleri üzerindeki otoritemi nasıl muhafaza edeceğim?”

“Olay”, aslında mecazî bir ifadeydi ve çevresel yıkım, toplumsal karışıklık, nükleer patlama, durdurulamayan virüs veya ana robotun her şeyi ele geçirmesi gibi gelişmeleri anlatıyordu.

En fazla bu son soru meşgul etti bizi. Hepsi de öfkeli kalabalıklara karşı kendilerine ait yerleşkelerin korunması için silâhlı muhafızlara ihtiyaç olduğunun farkındaydı. Ama paranın değerini yitirdiği yerde bu muhafızlara gerekli ödeme nasıl yapılacak, o muhafızların kendi liderlerini seçmelerine ne mani olacak gibi sorular, beyinlerini kemiriyordu. Milyarderlerin aklında, ayrıca şifresini sadece kendilerinin bildikleri kilitlerle gıda arzını belirli yerlere kapatmak vardı. Hayatta kalmaları karşılığında, muhafızların boyunlarına onları disipline etme amacı güden tasmalar takmayı düşünüyorlardı. Bazıları, teknolojinin zamanla gelişmesiyle birlikte birer muhafız ve işçi olarak hizmet verecek robotlar imal etmeyi bir seçenek olarak görüyorlardı.

O an kafama dank etti. Aslında bu beyler, teknolojinin geleceği hakkında konuşuyorlardı. Elon Musk’ın Mars’a koloni kurma fikrinden, Peter Thiel’in yaşlanma sürecini terse döndürme fikrinden, Sam Altman ve Ray Kurzweil’ın zihinlerini süper bilgisayarlara yükleme fikrinden beslenen bu adamlar, esasında dijital bir geleceğe hazırlanıyorlardı ve bu dijital gelecekle ilgili fikirlerin dünyayı daha iyi bir yer hâline getirmek gibi bir derdi yoktu. Tek dertleri, insanlığın verili hâlini hep birlikte aşmak, iklim değişikliği, deniz seviyesindeki yükselme, kitlesel göçler, pandemiler, yerli halklardaki panik hâli ve kaynakların tükenmesi gibi gerçek ve fiilen varolan tehlikelerden kurtulmaktı. Onlara göre, teknolojinin geleceği, sadece kaçıp kurtulmakla ilgili bir meseleydi.

Teknolojinin insanlığa nasıl fayda sağlayacağı konusunda alabildiğine iyimser değerlendirmelerde bulunmanın yanlış bir tarafı yok. Fakat post-insan ütopyasına dair dürtünün kendisi başka bir şey. Burada mesele, insanî olan her şeyi aşmaya dönük bir çabanın ötesine geçip, insanlığı yeni bir varoluş hâline sürüklemek, bu anlamda, bedenden, insanlararası karşılıklı bağımlılık ilişkisinden, merhametten, kırılgan ve karmaşık yanlarımızdan kurtulmak. Teknoloji üzerine kafa yoran felsefecilerin yıllardır dile getirdikleri gelişme dâhilinde transhümanist vizyon, tüm gerçekliği kolaylıkla verilere indirgiyor, buradan da “insanlar bilgi işleme nesnelerinden başka bir şey değiller” gibi bir sonuca ulaşıyor.

Neticede insanın evrim süreci, imdat çıkışını bulup, en iyi dostlarından birkaçını yanında götürmek suretiyle kazanılan bir video oyununa indirgeniyor. Musk, Bezos, Thiel ve Zuckerberg gibi isimler mi kaçıp kurtulacak olanlar? Bu milyarderler, dijital ekonominin, yani spekülasyonların büyük kısmını besleyen, en güçlünün hayatta kaldığı iş dünyası ortamının kazananları.

Elbette her zaman böyle değildi. Doksanların başında, kısa bir süre dijital gelecek, ucu açık, bizim icat çabamıza ihtiyaç duyan bir gelecekti. Teknoloji, özel, herkesi kucaklayan, insandan yana bir gelecek yaratma fırsatı sunduğu düşünülen karşı kültür için bir oyun sahası hâline gelmişti. Fakat patronların kökleri derinlere işlemiş çıkarları, sadece eskiden beri elde ettikleri kârlar ve kaynaklar için yeni potansiyeller gördüler teknolojide. Değeri bir milyar doların üzerinde olan teknoloji şirketlerinin ilk halka arzları, birçok teknoloji uzmanının aklını çeldi. Dijitalin geleceği, hisse senetlerinin veya pamuğun geleceği gibi ele alındı, bunlar, üzerine tahminlerde bulunulacak, bahis oynanacak olgular olarak görüldüler. Neredeyse tüm konuşmalar, makaleler, incelemeler, belgeseller veya resmi raporlar, borsa ölçüsünde değerlendirildi. Gelecek, bugünde yaptığımız tercihler veya insanlık için beslediğimiz ümitler yerine, insanın edilgen olduğu, risk sermayesiyle üzerine bahiste bulunduğumuz, önceden tayin edilmiş bir senaryo hâlini aldı.

Böylelikle herkes, faaliyetlerinin ahlaki sonuçlarından kurtulma imkânı buldu. Teknolojideki gelişme, kolektif ongunluktan ziyade, kişisel beka meselesi hâline geldi. Daha da kötüsü, görebildiğim kadarıyla, bu tür hususlara dikkat çekmek bile “piyasa düşmanlığı” veya “teknoloji düşmanı huysuzluk” olarak damgalanmanıza sebep oluyordu.

Azınlığın çoğunluğu yoksullaştırıp sömürmesindeki pratik ahlaki yönü ele almak yerine, birçok akademisyen, gazeteci ve bilim kurgu yazarı, hayalî ve soyut bilmecelerle uğraşmayı tercih etti ve şu tür sorularla meşgul oldu: Bir borsacının akıllı ilâçlar kullanması doğru mu? Çocukların beyinlerine yabancı dil öğrensinler diye çip yerleştirilmeli mi? Otonom araçların kendi yolcuları karşısında yayaların hayatlarına öncelik vermesini istiyor muyuz? Mars’ta kurulacak ilk koloniler demokrasiyle mi yönetilecekler? DNA’mı değiştirmek kimliğimi ortadan kaldırır mı? Robotların hakları olmalı mı?

Felsefi açıdan eğlenceli olan bu türden sorular sormak, kapitalizm adına dizginsiz bir biçimde gelişen teknolojiyle ilişkili gerçek ahlaki kuşkuları boş bir çaba ile savuşturma yöntemi aslında. Dijital platformlar, sömürü ve kaynak gaspı üzerine kurulu piyasayı insanlıktan arınmış bir başka piyasaya dönüştürdü. Bu anlamda Walmart’ın yerini Amazon aldı. Otomasyona dayalı işlerdeki, gig ekonomisindeki olumsuz yanların, yerellerdeki perakende satış faaliyetlerindeki tükenişin birçok kişi farkında.

Son sürat ilerleyen dijital kapitalizmin yıkıcı etkilerini en çok da çevre ve yoksullar hissediyor. Bazı bilgisayarların ve akıllı telefonların imalatında hâlen daha köle emeği kullanılıyor. Bu türden pratikler öyle kökleşmiş ki tepeden tırnağa ahlaki telefonlar imal edip satmak için kurulmuş olan Fairphone isimli şirket, bu işin imkânsız olduğunu bizzat gördü. (Bugün şirketin kurucusu, kendi ürünlerini “daha adil” telefonlar olarak adlandırıyor.)

Öte yandan, nadir bulunan madenlerin çıkartılması ve dijital teknolojilerin yarattığı çöplük, insanın yaşadığı ortamı yok ediyor, her yanı zehirli atık çöplükleri kaplıyor, bu çöpler, köylü çocuklar ve ailelerince ayıklanıp imalatçılara satılıyor.

Yoksulluğun ve oluşan zehrin yükünün başka diyarların, başka halkların sırtına yüklendiği gerçeğini kimse görmüyor, kimse ele almıyor. Çünkü hepimizin gözünde sanal gerçeklik gözlükleri var, hepimiz alternatif gerçeklik içine gömülmüş hâldeyiz. Toplumsal, ekonomik ve çevresel sonuçları ne kadar uzun süre göz ardı edersek, bu sorunlar daha da büyüyecek. Bu da dünyadan el etek çekmeyi, yalnızlaşmayı, felâketi ve kıyameti merkeze koyan hayali kurgularla oyalanmayı teşvik edecek. İnsana zerre ümit olmayacak teknolojiler ve iş planlarına daha fazla maruz kalınacak. Döngü bu şekilde kendisini besleyip duracak.

Bu dünya görüşüne bağlı kaldığımız sürece insanı sorun, teknolojiyi çözüm olarak görmek zorunda kalacağız. İnsan olmaya anlam katan özün kendisi, bugün bir özellik değil, bir tür arıza olarak ele alınıyor artık. Hakkındaki önyargılara bakmaksızın, her türden teknoloji, nötr bir şeymiş gibi görülüyor. Bu teknolojilerin bizde yol açtıkları kötü davranışlarsa, bizdeki yozlaşmış özün basit bir yansıması olarak değerlendiriliyor. Başımızdaki belâlar konusunda bir anlamda özümüzde olan insana has yabanilik suçlanıyor. Taksilerdeki verimsizliğin şoförleri işsiz bırakan bir aplikasyonla “çözüme kavuşturulacağı”, insan ruhundaki can sıkıcı tutarsızlıkların dijital veya genetik güncelleme ile düzeltilebileceği düşünülüyor.

Teknolojinin her türden çözümü sunduğunu söyleyen kitabî anlayış, en nihayetinde insanın gelecekte bilinci bilgisayara yükleyebileceğini söylüyor, hatta teknolojinin evrimsel süreç dâhilinde insanın yerini alabileceğini iddia ediyor. Bir tasavvuf tarikatının üyeleri gibi biz de gelişim sürecimiz dâhilinde, kendimizi aştığımız yeni aşamaya geçmeyi, bedenlerimizden kurtulup tüm günahlarımız ve sıkıntılarımızla birlikte onları geride bırakmayı arzuluyoruz.

Çekilen filmler, yapılan diziler, bu hayalleri bizim için canlandırıyorlar. Zombi dizileri, insanların yaşayan ölülerden daha iyi olmadıkları, bu gerçeği biliyormuş gibi göründükleri, kıyamet sonrası bir dünya tasavvur ediyorlar. Daha da beteri, bu diziler, izleyicileri geri kalan insanlar arasında süren ve kimsenin kazanmadığı, bir tarafın hayatta kalmasının diğerinin ölümüne bağlı olduğu bir savaşı kafalarında canlandırmaya davet ediyorlar. Mesela, robotların zıvanadan çıktıkları bir dünyayı anlatan bilim kurgu romanından uyarlanmış olan Westworld dizisinin ikinci sezonu, şu “gerçeği” ifşa ederek sona erdi: insanlar, bizim yarattığımız yapay zekâlara kıyasla daha basit ve daha öngörülebilirler. Robotlar, her bir insanın basit birkaç kod dizisine indirgenebileceğini, biz insanların kendi irademizle tercihlerde bulunma becerisinden yoksun olduklarını öğreniyorlar. İşin garip tarafı, bu dizideki robotlar bile bedenlerinin sınırlarından kurtulmak ve hayatlarının geri kalan kısımlarını bir bilgisayar simülasyonu olarak geçirmek istiyorlar.

İnsanlarla makinelerin rollerinin yer değiştireceği bir gelecek tasavvur etmek için gerekli zihin jimnastiği, insanların kötü oldukları varsayımını temel alıyor. Bu akıl, “Ya insanları değiştireceğiz ya da ebediyete dek onlardan uzak duracağız” diyor.

Teknoloji milyarderleri, elektrikli arabalarını uzaya bu türden bir zihin dünyası dâhilinde gönderiyorlar. O araba, esasen bir milyarderin şirketinin reklâmını yapmak için elinde ne türden bir maddi güç bulundurduğundan daha fazlasını söylüyor. Bir avuç insanın gerekli hıza ulaşıp Mars’a gideceği ve orada bir balonun içinde bir şekilde yaşayacağı söyleniyor. Oysa milyarlarca dolar harcanıp biyosfer dâhilinde, bu dünyada böylesi bir balon imal edildi, ama orada hayatın sürekliliği bir biçimde sağlanamadı. Demek ki burada dert, insanlığın devamlılığını sağlamak değil, bir avuç elite hizmet verecek bir cankurtaran filikası inşa etmek.

İnsan olmak, hayatta kalmak ya da kaçmak değildir. İnsan olmak, takım sporlarında gördüğümüz türden bir meseledir. İnsan ne tür bir gelecek yaşayacak olursa olsun, o gelecek gene hep birlikte yaşanacak.

Douglas Rushkoff
5 Temmuz 2018
Kaynak

0 Yorum: