29 Nisan 2019

,

Eylem Ocağı


[…]

Öte yandan, sosyal medyada kahve ile ilgili bir tartışma yaşanıyor. Üniversiteden atılmış bir “Marksist” hoca, “direnmeliydik, odalarımızı teslim etmemeliydik” dediği tweet’inin ardından “işçi sınıfının içeceği biradır” diye yazıyor. Ayrılması gerekenleri ayırmak, birleşmesi gerekenleri birleştirmekle yükümlü bir aydın, bu iki tweet’in arasındaki bağı göremiyor. O odalar, tam da bu yavan geyik, mideye indirilen pahalı biralarla olunan sermestlik sebebiyle işgal edilemedi. Odalar zaten teslim olmuşluğun mecazı idi.

Bu aydınlar, bira konusunda referans olarak batıyı vermeye mecburlar. Burada bir işçinin bara gidip, yüzlerce liralık hesabı ödeyemeyeceğini bilmiyorlar. O imzalar atılmazdan, o okullardan kovulmadan çok önce Batı üniversiteleriyle iş sözleşmelerinin imzalandığını kimse itiraf etmiyor. Batı barlarında bira yudumlamak, işçinin emekçinin kahrını çekmeye kıyasla daha havalı ve janti bulunuyor.

Devlet, bu koşullarda, sola bar-meyhane sahasını teslim ediyor. Solcular, ilk iş olarak eskiden yayınevi düşünürlerdi, bugün bar açmayı fikrediyorlar. Gelgelelim, barlar arasında oluşan ağın bireyleri nereye çektiğini hiç kimse önemsemiyor.

Siyasal İslam üzerinden AKP’yi eleştirenler, kendilerindeki ve piyasadaki liberalizmi korumak için yapıyorlar o eleştiriyi. Herkes, liberalizmi sütten çıkmış ak kaşık yapmak için kendisine müşterek bir düşman buluyor. Oysa o “siyasal İslam” dedikleri şey, ülke tarihinde ilk kez, okula ve mescide belirli bir mesafede bar açma yasağını kaldırıyor. Bar da “devletin ideolojik aygıtı” olarak örgütleniyor.

Bireysel hazlar, içki ve kadın tüketimi alanı olarak barlar, ideolojiyi, teoriyi ve pratiği de ele geçiriyor. İçeriği tayin ediyor. Yoksulun, alttakilerin, mazlumun giremeyeceği bir yer olarak barlar, yalancı bir sınıf atlama merhalesi olarak iş görüyor.

Daha önce bahsini ettiğimiz barda[1] grev başladığında, bar emekçileri eksi on derece soğuğa direndikleri günlerde, önemli sosyalist örgütlerin şefleri ve temsilcileri içeride dans etmekte, kadeh tokuşturmakta bir beis görmüyorlardı. Sosyalist harekete bugün işte bu zihniyet yön veriyor.

Yüz elli yıl önce işçiler, İngiltere’de yoğun bir mücadele süreci içine giriyorlar. Burjuvazi, bu direnci kırmak için kendisine ait pub kültürünü işçi mahallelerine sokuyor. İşçiler içkiye alıştırılıyorlar, ama tuhaf bir şey yaşanıyor. Bu sefer grev kararları o pub’larda alınıyor, bunun üzerine burjuvazi, eylem ocağı hâline gelmiş olan pub’ları kapatıyor. Sınıf mücadelesi, kudreti ve şiddeti ile pub’ları da dönüştürüyor.

Bugün böylesi bir sınıf hareketinden, sosyalist hareketten veya eylem ocaklarından söz etmek mümkün değil. Her yanı, o kudrete ve şiddete liberalizm adına karşı olan, bu karşıtlıkla hareket eden bireyler kaplamış. Barların ticari gerçekliği, solun küçük burjuva dünyasının somut bir karşılığı. O barlar, ideolojik olarak bombalanmadan, yol almak mümkün değil.

İşçi hareketi yok. Barlar da mahallelerdeki uyuşturucu pratiği ile genişleme imkânı buluyor. Burjuvazi, eylem ocaklarını dağıtacak silâhlarını bir bir devreye sokuyor.

Geçmişte Tekel direnişinde işçilere solcular, ancak barlar sokağında alan açabilmişlerdi. Bar emekçilerinin özverili pratiği bir yana bırakılacak olursa, o direnişin sosyalist harekete öğretebileceği bir şey yoktu.

O direniş esnasında bir işçi, Cuma namazı için yakındaki camiye giderken geçirdiği trafik kazası sonucu vefat etmişti. Bizim cılız sesimiz, o vakitler, çadırların barlar sokağından alınıp cami avlusuna taşınması önerisinde bulunuyordu. Ama barlar, daha sıcak ve daha özgürlükçü geldi. Burjuvazinin özgürlük dediği şeye örgütlenmek, daha fazla rağbet gördü.

Daha önce bahsini ettiğimiz bir Troçkist örgüt[2], o Tekel direnişi esnasında henüz oluşum aşamasındaydı. O günlerde (galiba) Fransa’dan gelen bir troçkistle tanıştılar, gece evde bu Fransız’la yapılan sohbet sonucu sabaha doğru kâğıt üzerinde üyesi oldukları Troçkist enternasyonali terk edip başka bir enternasyonale dâhil oldular. Bunlar, yanı başlarında süren işçi direnişine değmeyen, ondan öğrenmeyen, onun programı ve tüzüğü gereği örgütlenmeyi aklı kesmeyen, o direnişe göre hareket etmeyi utanç vesilesi sayan, yüce ve arınık sosyalistlerdi.

Tabii ki buranın köylü, eli tezek kokan, “bankamatikten maaş çekerek işçilik yaptığını sanan” kişilerden değil, ne yaptığını bilen, “özgürlük” denilen sihrin formülüne vakıf, ilerici Fransız’ın peşinden gidilecekti. O gün devlet ve burjuvazi, “bunlar bankamatik işçileri, kapatalım Tekel’i” diyordu, bugün bankamatik işçilerinden sosyalistler bahsediyorlar, o insanları belediyelerinden kovuyorlar.

Barlar, meyhaneler, solun içine girdiği birer tabutluk ve bu tabutluk, 12 Mart ve 12 Eylül’dekiler kadar tehlikeli. En azından onlarda kırkların-ellilerin komünistlerinden kalan, duvara kanla kazınmış şu söze rastlanılıyordu: “Şerefinle girdin, şerefinle çık. İhtilâlci namusuna halel getirme.”[3]

Bugünse “şeref”in ve “namus”un ne kadar patriyarkal, ne kadar eril, ne kadar gerici olduğu tartışmaları, o barlarda yürütülüyor. Altuzerci femenisler, kendilerine “Kezban” diyen Boğaziçili yoldaşlarından oralarda ayrışıyorlar.[4]

“Sen daha özgürleşmedin mi?”, bugün bar solculuğunun feminist şiarıdır. Erkek milleti, kendi dişlerine uygun, kendilerine layık kadınlar imal ediyor. Tüm bunlar, mülk edinilen bedenin pazara girişinin yarattığı sancılardır. Sınırsız ve sınıfsız olmaya dair birer imge olarak günlük tüketim nesneleri, zihni ve eylemi ele geçirmiştir.

Baştaki geyiğe iştirak edecek olursak: “işçi sınıfının içkisi çaydır!”

* * *

İşçinin emekçinin birlik, dayanışma ve mücadele günü, kavganın zaferine meşale olsun!

Eren Balkır
29 Nisan 2019

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Bahar Havası”, 27 Nisan 2019, İştirakî. O barın sahibiyle ve arkadaş çevresiyle edilen kavgada ilgili kişiler, “sen bize nasıl saldırırsın, biz o bardan koca bir örgütü yönetiyoruz, bizi itibarsızlaştıramazsın” diyorlardı. Bahsettikleri örgüt MLKP idi!

[2] Eren Balkır, “Yersiz ve Milsiz Troçkizm”, 25 Aralık 2016, İştirakî. Bahsi edilen Troçkist örgüt sonrasında SEP ismini aldı.

[3] Tayfur Cinemre, “Cihan Alptekin’le Sansaryan Han’da 43 Gün”, 3 Nisan 2010, Bianet.

[4] “Boğaziçili Kadınlar, Üniversitedeki Erkek Şiddetini İfşa Etti”, 25 Mart 2019, Tele1.

27 Nisan 2019

,

Tupac Amaru Devrimci Hareketi


Yoksulların davası için!
Kitlelerle ve silâhlarla!
Biz kazanacağız!
Bu belge, MRTA'nın çıkardığı ve dağıttığı ilk broşürlerden olup, ne istediklerini ve kim olduklarını açıkladıkları ilk metindir.
Manifesto
Peru halkına, işçi sınıfına ve köylülere, öğrencilere ve öğretmenlere, ev hanımlarına, işsizlere, askerlere, havacılara ve denizcilere ve polislere, dürüst memurlara, samimi Hristiyanlara, tüm yurtseverlere.
Belaundizmin[*] 4 yılı: Kölelik Doktrini.
Asla fiziksel ve zihinsel olarak yeterli bir gelişim sağlayamayacak olan ve yetersiz beslenen 3 milyon çocuk. Bu yöneticiler yıllardır, kendi insanlarının geleceklerini mahvetmektedirler.
Emek gücünü kuru bir ekmeğe karşılık satabilmek için toprağı umutsuzca karışlayan 6 milyon işsiz ve eksik istihdam edilmiş insan.
İstikrarlı bir iş istedikleri için kovulmuş binlerce kişi.
Kapanan yüzlerce küçük ve orta ölçekli şirket ve henüz emekleme aşamasındaki ulusal sanayimizin iflası.
Tedavi umudu olmayan 42 bin tüberküloz hastası.
Yabancı şirketlere peşkeş çekilen petrol. Gün geçtikçe büyüyen borca karşılık ipotek edilen bakır madenleri.
En yüksek teklifi verene peşkeş çekilen denizimiz.
Apuan, Apurímac, Ayacucho'da on binlerce ölü veya ortadan kaybolmuş insan. İşkence gören 1000'den fazla siyasi mahkûm.
Resmî demokrasinin kısıtlamalarıyla elleri kolları bağlanmış hâkim sınıfların beceriksizliğinin ve kapasitesizliğinin göstergesi olarak kısır bir kurum: Meclis.
Ayaklar altına alınan demokratik özgürlüklerimiz.
İhlal edilen anayasa.
Bunlar, Belaundizmin 4 yıldaki başarılarıdır işte. Yolsuzluğun hesaplanamaz boyutlara vardığı 4 yıl. Başkanın ve akrabalarının servetlerini yurtdışındaki hesaplarında biriktirdiği 4 yıl.
Köleliğin doktrine edildiği 4 yıl. Amerikan emperyalizmi önünde diz çöktürülerek Ulloa ve Rodríguez Pastor gibi uşaklar aracılığıyla aşağılanmış bir ülke. Bir IMF temsilcisinin sözünün, protesto için sokağa, fabrikaya, tarlaya çıkan milyonlarca Perulunun isteğinden ve verdiği oydan daha değerli sayıldığı yıllar.
Belaúnde, Alva, Elías Laroza, Bedoya, Ulloa ya da Rodríguez Pastor; kim olursa olsun, “vatan” ya da “Peru” gibi kelimelerin bu sömürge valilerinin ağzında bir küfür hâline geldiği o 4 yıl.
Dış borçları ödemek için tüm Peru halkının çile çektiği 4 yıl, 1300 yıllık ulusal utanç.
Hareketimizin Kökenleri
Tupac Amaru Devrimci Hareketi (MRTA) bu yozlaşmış sisteme karşı tarihî bir cevap, yeni ve adil bir toplum kurma mücadelesi olarak doğdu. İnsanlara yiyecek, eğitim, barınma, giyim ve iş garantisi veren bir toplum: sosyalist bir toplum.
MRTA, Manco Inca, Juan Santos Atahualpa, Túpac Amaru, Micaela Bastidas ve José Olaya gibi, daha adil bir dünya için İspanyol sömürgeciliğiyle nasıl savaşılacağını bilmiş olan atalarımızın tarihsel mirasını sahiplenir.
Cáceres ve Leoncio Prado, Grau ve Bolognesi gibi, ulusal haysiyeti kanlarının son damlasına kadar savunan ve gerçek bir yurtsever askerin safının halkın karşısında değil, yanında olduğunu gösteren kahramanların mirasını sahiplenir.
MRTA, Marksist-Leninist ideolojinin evrenselliğini gösterirken kendi gerçekliğimize de sınıfsal olarak bakmasını bilmiş olan Amauta[**] Mariátegui'nin görüşlerini benimser.
Mülksüz yığınları kavgaya çağırmak için kanını akıtan '32 ve '48 şehitlerini sahiplenir.
MRTA, 1965'in gerilla atılımını, rejime isyan bayrağını açarak yolu gösteren Luís de la Puente Uceda ve Guillermo Lobatón gibi komutanların yolunu izler.
Öncü bir rol oynadık. Şuna içtenlikle inanıyoruz ki, tarihsel öneminin yanında, 19 Temmuz 1977'de başlayan grevler, işçi sınıfının tüm halk tabakaları içinde ana ve öncü güç olduğunu göstermiştir.
Son olarak MRTA, geleceği döktükleri kanlarla tohumlayan, hareketimizin ve halkımızın ismi bilinmeyen şehitlerinin destansı örneklerini rehber edinir.
Biz inanıyoruz ki Tupac Amaru ismi, ulusal ve kıtasal bağlamda sömürgeciliğe ve şimdi de emperyalizme karşı savaşın sembolüdür. Biz, Tupac Amaru'yu adaletsizliğe ve hâkimlerin baskısına karşı savaşmasını bilmiş bir kahraman olarak kabul ediyoruz. O geçmişte kardeşlerinin özgürlüğü için ölmesini bildiği gibi, şimdi de Devrim için yeniden doğmuş, militanlara eşlik etmektedir.
Tupac Amaru, yıllar sonra Bolivar, San Martín ve Jose Martí'nin sonuçlandıracağı bir kavganın öncüsüydü. Kavga, Sandino'nun ve Farabundo Martí'nin ve daha nicelerinin Yankee emperyalizmine karşı öncülükleriyle devam etti. Bunun en temiz, en açık örneği ise Komutan Ernesto Che Guevara'dır.
Öyleyse MRTA, geçmişin ve geleceğin birleştiği bir çizgidir. Bu çizgi ki dik ve sarp köy yollarından proletaryanın şehirlerine uzanır ve elindeki kızıl-beyaz bayrağı yükseltip “Artık Yeter!” diye haykırır.
MRTA Mevcut Duruma Karşıdır
Bütçemizin %70'inden fazlası dış borçlara ve askerî harcamalara gidiyor.
Her şey için geriye sadece %30 kalıyor. Ya da şöyle söyleyelim, Peruluların ihtiyaçları için ancak %30 kalıyor: eğitim, ulaşım, konut, sulama, sağlık, gıda, sanayi için teşvikler, tarım vs.
Askerî harcamaların amacı, yabancı patronlara daha iyi hizmet edebilmek için baskını aygıtı takviye etmektir. Onun ülkemizi “dış tehditler”den korumak için kullanıldığı ise koca bir yalandan ibarettir. Yapılan şey, halkımıza karşı kullanılmak için teçhizat satın almak ve kendi güçlerini bunlarla donatmak. Tabii ki, yüksek rütbeli subayların maaşlarını arttırmak da var. Koyun çoğunluğun yaltakçılığı karşısında, rejimin diktatörce onayladığı bütçenin gerçeği budur.
En yüksek zirvelere ulaşan yolsuzluk, Bay Belaúde ve onun sayısız akrabalarını ayrıca tüm bakanları içermektedir; Bunlara Belaúde’nin partisinin birçok milletvekili ve yüksek makamlardaki sayısız memur da dâhildir.
Uyuşturucu kaçakçılığı polis kurumlarını yönetmekte ve ulusal ekonominin en yüksek sektörlerini yönlendirmektedir.
IMF’ye verilen taahhütler, 1985 yılını önceki yıllardan daha da kötü hâle getirecek. Ekonomik politika gittikçe sertleşecek, bu nedenle baskı, açlık, sefalet ve işsizlik daha da artacaktır.
Kuzey, doğal afetlerin yarattığı yıkımlara rağmen hükümet tarafından ihmal edilmekle kalmıyor, aynı zamanda resmî makamlar, açlık tüccarları, çıkarları için gelen bağışları satıyor ve uluslararası desteğin ticaretini yapıyor. Kuraklık sırasında Puno'da varılan umutsuzluğun boyutu: rejimin sorumsuzluğu karşısında anneler, çocuklarının açlıktan ölmelerini görmektense, onları satıyorlar.
İşkence kurumsallaştı. İstihbarat servisleri ve destek kuvvetleri bu konuda uzmanlaştılar ve şimdi de birbirleriyle rekabet ediyorlar.
Uchuraccay ve Soccos katliamlarına yönelik kayıtsızlık, bugünlerde açıktan ve çarpıcı bir dille izah edilmektedir. Sözde-demokratik maskesiyle bürokrasi, bu katliamları onaylamakla kalmıyor, aynı zamanda acımasız köylü cinayetlerini de alkışlıyor. Köyler ve diğer yerleşkeler, zor aygıtlarının onları gerilla gücü olarak gördüğü kanlı ve akıldışı bir soykırım sonucu yerle bir edildiler.
Fakat, Belaundizmin onun emperyal efendileriyle olan ilişkisi kadar alaycı tutum ve halkın iradesinin küçümsenmesi de 1983'te sandıklardan çıkacak sonuçların göz ardı edilmesine neden oldu; seçmenlerin %74'ünden fazlası hükümete ve onun ekonomi politikasına cevabını vermişti. Fakat bu seçimler, Peru halkının sıkıntılarını giderebilecek hiçbir şey vermemişti.
Zaman “Artık Yeter” Deme Zamanıdır
Bu sebeplerin yarısı, anayasal olarak direnme hakkını meşrulaştırmaktadır. MRTA, halkı bu rejime karşı ortak bir cephede mücadelesini elde olan tüm araçlarla geliştirmeye çağırmaktadır.
MRTA, ülkenin militarize edilmesine karşı hazırlanmaya ve elde edilen kazanımları savunan ve geleceğe giden yolu açan devrimci güçleri geliştirmeye ve yaratmaya çağırıyor.
Bugün yükselmekte olan Tupac Amarucu gerilla hareketi, halkımızın mücadelesinin süreklileştirilmesidir. Devrimci eylemlerimiz, egemenlik mücadelesine, yaşamı savunmaya ve halkımız için gerçek demokrasiye çağrıdır. Bu kadar utanca isyan etmeden katlanmak, mümkün değildir.
Gençleri, yaşlıları, kadınları ve erkekleri kafalarını kaldırmaya ve halkımızın düşmanı ile Yankee emperyalizmi ve onun Perulu maskesi giymiş temsilcileriyle yüzleşmeye çağırıyoruz.
Belaúnde, Rodríguez, Ulloa ve onların yalaka bakanlarını ihanet suçuyla yargılayıp mahkûm etme vakti gelmiştir.
Ülkenin merkezinde ve güneyinde bulunan dağlarda kardeşlerimizin maruz kaldıkları işkence ve katliamları durdurmanın vakti gelmiştir.
Savunmasız köylüleri öldürerek ve onlara işkence ederek Cáceres, Grau, ve Bolognesi'nin onurlarını lekeleyen askerlerin suç işleyen ellerini durdurma vakti gelmiştir.
Zenginliklerimizi kurtarma ve dünya ülkeleriyle karşılıklı saygıya dayanan ilişkiler kurma vakti gelmiştir.
Her gün gıda fiyatlarına zam yapılarak halkımızın maruz kaldığı bu yavaş ve acımasız cinayeti durdurmanın vakti gelmiştir.
Tüm hastalıkların anası olan bu sistemle bağlarımızı koparmanın vakti gelmiştir. Çocuklarımıza onurlu ve âdil bir gelecek bırakabilmek için dövüşmenin vakti gelmiştir.
Dünyadaki insanlara veba gibi yapışarak bizi yıkıma götüren emperyalizmin kanlı pençesini durdurma vakti gelmiştir.
Gerçek özgürlük ve adalete için durdurulamayan bir yürüyüşe başlayan halkımızın dürüst kadın ve erkeklerinde somutlaşan Tupac Amaru’nun yeniden dirilmesinin vakti gelmiştir.
Tüm Bunlar İçin Çağrımızdır:
Birleşik Sol'a (Izquierda Unida), APRA'nın çeşitli fraksiyonlarına, Kilise'ye ve PKP/Aydınlık Yol'a ve bunların yanı sıra her alanda bu gayrîmilli hükümete, hâkim sınıfların ve emperyalizmin çıkarlarına karşı sesini ve mücadelesini yükselten herkese.
Tüm bu sebeplerden dolayı bir halk iktidarı çerçevesinde kitlelerin sendikalar, federasyonlar, meclisler, savunma cepheleri gibi doğal örgütlenme biçimlerini doğrudan mücadeleyi yükseltmek için güçlendirmeliyiz. Halkın temsilcileri tarafından kontrol edilen belediyelerde açık meclisleri, koordinasyonu ve kitlelerin mücadelesinde ortak eylemi teşvik edin.
Hızlı ve dürüst bir şekilde sendikaların merkezîleşmesini teşvik edin.
Böyle bir platformunun gerçekleştirilebilmesi, sadece bizim seferberliğimizle, silâhlı mücadelemizle ve kitlelerle mümkündür.
1- Ülkemize Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından dayatılan koşulların dikkate alınmaması; halkımızın ulusal ihtiyaçları esas alınarak yeniden müzakere ve dış borçlar için moratoryum ilân edilmesi.
2- Halkın temel gıda ihtiyaçlarının sübvansiyonu. Temel ihtiyaçların mevcut fiyatının dondurulması.
3- Petrol ve maden anlaşmalarının ulusal çıkarlarımız esas alınarak gözden geçirilmesi.
4- Ücretlerin ve maaşların enflasyon sürecine göre artması ve üç ayda bir ayarlanması.
5- İşlerinden edilen işçilerin tekrar işe kavuşmaları ve var olan ihtilafların acilen çözümü, iflas etmiş olan fabrikaların, devletin mali yardımıyla işçilere devredilmesi.
6- Rejim memurlarının yolsuzluk suçlamasıyla yargılanmaları. Savaş suçlularının ve işkencecilerin yargılanmaları. Ulloa, Rodríguez Pastor, Elías Laroza, Noel Moral ve işkenceden, cinayetlerden ve soykırımdan sorumlu olan, kara, hava, deniz komutanlıkları, genel komutanlık, Peru Polis Teşkilâtı ve Cumhuriyet Muhafızları mensubu subaylara karşı emsal teşkil edecek yaptırımların uygulanması.
7- Milli Tarım’ın teşkil edilmesi, tarım borçlarının ertelenmesi ve tarım kredisinde faizin %12'ye düşürülmesi, tarım ürünleri için âdil fiyatlar; teknik aletlerin mevcut fiyatlarının dondurulması.
8- Yerel tüketimimiz için sanayinin korunması.
9- Döviz kontrolü ve lüks ithalatın askıya alınması.
10- Siyasi mahkûmlar için af. Sinchis isimli Özel Polis Teşkilâtı’nın, Cumhuriyet Muhafızları’nın lağv edilmesi.
11- Olağanüstü hâlin kaldırılması ve bireysel hakların iade edilmesi. Demokratik haklara özgürlük, sendikalaşma ve grev özgürlüğü. İstihdamın kalıcı kılınması.
12- Alayza-Sánchez kanununun ve özerk üniversite üzerindeki kısıtlamaların yürürlükten kaldırılması.
Bu asgari platform uygulandığında, büyük sömürülen kitlelerin yoksullaşma durumunu derhal hafifletecektir. Yukarıda belirtilen taraflar ve fraksiyonlar, ulusal saygınlığımızı geri kazanmaya başlamanın asgari şart olduğunu anlayarak bu noktalar için savaşacak konumdadırlar.
Ajitasyon ve çatışma, sokak seferberliği ve yasal mücadele. Siyasî ve askerî devrimci mücadele, haydut emperyalizmin ve rejimin belini kırabilecek yegâne silâhlardır; buna karşılık, atalarımız Tupac Amaru ve Micaela Bastisdas gibi bizler de isyan etmek zorundayız. Bugün gringolara karşı dururken, yeni bir Peru'nun yolunu nasıl izleyeceğimizi, barış, özgürlük ve refah yolunda insanlığın tümüne nasıl katkıda bulunacağımızı bileceğiz.
MRTA
1 Şubat 1985
[*] Belaundizm: Peru'nun 57. ve 60. cumhurbaşkanı olarak görev yapan Fernando Belaúnde Terry'den geliyor. Kendisini sağ ya da sol yerine merkezde konumlandırmaktadır.
[**] Amauta: İnka dilinde “Öğretmen, Bilge”.
,

Bahar Havası


Bugün her zamankinden daha fazla kulağa kar suyu, pabucun içine çakıl taşı kaçırmak lazım.

* * *

İmamoğlu ile birlikte esen bahar havasının geri planını anlamak, acil bir ihtiyaçtır. İmamoğlu’na başkan vekili seçilen Göksel Gümüşdağ, Başakşehir başkanıdır, karşısındaki CHP’li aday da onun amcasının oğludur!

Başakşehir’se yeni dönemin bir iç projesidir ve muhtemeldir ki şampiyon olmak için var değildir, bir “tavşan atlet”tir. Bu, dış proje olarak Altınordu için de geçerli bir tespittir.

Bu koşullarda belediye seçimi sonrası, bilhassa HDP’li belediye başkanlarının “bu kayyım çok israf etmiş, şu kadar kadayıf yemiş, altın rengi banyo yaptırmış” açıklamaları, aslında yakın gelecekte iş yapmayacaklarına dair bir tür bahane olarak dillendirilmektedir.

Mesele, kitlelerin bu yükün altına siyasi olarak sokulmuş olmalarıdır. Onların mevcut iktidara karşı belediye hizmetleri üzerinden başkaldırma ihtimalleri artık yoktur. Dil, lâl edilmiştir. Çünkü belediyelerimiz, bugünden sonra solcudurlar. Genel ittifakın parçasıdırlar. O ittifak, ülke sermaye için güllük gülistanlık olsun diye vardır.

Ayrıca oturduğu yerden bankamatikten maaş çekenlere karşı yoğun bir saldırı gerçekleştirilmekte, bu da solcu belediyeler eliyle yürütülmektedir. “Sosyal devlet” ahdini bizatihi sol, ayaklar altına alacaktır. O, bunun için vardır. Aynı saldırı, Suriyelilerle ilgili eleştirilerle devam etmektedir. Demek ki sosyal yardım almak, mülteciliktir ve aşağılık bir durumdur. Herkes, artık bu ülkenin tapusuna ortaktır.

Sol, geçmişte İzmir belediye başkanı Yüksel Çakmur’un ağzından çıktığı biçimiyle, “kutsal olan emek değil, faydalı emektir” diyendir. Çakmur, bu lafla belediyeden işçi atmasına kılıf bulmaktadır. Bu gelenek daha da güçlendirilecektir.

* * *

O havalimanında işçiye “çingene”, “koca kıçlı”, “cahil”, “beceriksiz” diyen, hakaretler savuran kadının solcu sosyalist olma ihtimali çok yüksektir.

Son on yıldır solun, bilhassa AKP kitlesiyle ilişkisi, bu düzeydedir. Muhtemelen o kadın da sosyal medyadan aldığı özgüven ve cesaretle, “aşağılık işçi”yi yerin dibine sokabileceğini, kendisini yüceltebileceğini, parasıyla rezil olmamanın yolunun bu olduğunu düşünmüştür. Sol, yüksek maaş alıp işlerinin görülmesini isteyen orta sınıfların ideolojisi hâline gelmiş, yuvasına dönmüştür. O, artık bir zenginlik imajı ve imgesidir.

Solun sosyal medyadaki hâkimiyeti o kadar güçlü ki bu videonun bile sıkılıp yağı çıkartılmış, fırsata çevrilmiş, o yağ da ekmeğe sürülmüştür. 1 Mayıs’a giderken bu video, işçinin acınacak, zavallı bir kimlik olarak takdim edilmesini mümkün kılmıştır. Sol, bu arınma, vicdan rahatlatma araçlarını çok ama çok sevmektedir.

O, geçmişte bir barda işçilerin grevine karşı bildiri kaleme alan sosyalist patrondur. O ESP’li patron bildirisinde, “işçiler bizim olanı bizden çalmaya çalışmaktadır” diye yazmaktadır. Her şey bile isteye unutulmuştur.

Solcu kimi isimler, görüldüğü kadarıyla, video konusunda, arka planda sesi duyulan ve “ben olsam seni döverdim” diyen kadınla özdeşlik kurmaktadırlar. Bu cümle sorunludur, niye o işçi kadın olmadığının ve o saldıran kadını neden dövmediklerinin bir izahı yoktur. İşçi kadın, koca kıçlıdır, çingenedir, işini yapamayacak kadar acizdir, muhtemelen de AKP torpiliyle o işe girmiştir. Milas, Bodrum yolcusunu bekletmeye hakkı yoktur.

Başka bir durum olsa o sarışın kadından yana olacak solcular, 1 Mayıs günlerinde işçiye acıyormuş gibi yapmaktadırlar. Asıl mide bulandırıcı olan, budur.[1] Mesele, işçi cinayetlerinin, grevlerin, madenlerdeki göçüklerin, inşaatlarda olan bitenin acıma ve vicdan üzerinden değer ve yer kazanabiliyor olmasıdır. Sosyalist hareketin işçi sınıfıyla teorik, ideolojik ve politik düzeylerde başka bir ilişkisi kalmamıştır. O, işçilerle ancak acıyarak ilişki kurabilmektedir.

* * *

Dev-yol Ankara İddianamesi dikkate alınacak olursa, örgüt, şehrin merkezinde, sadece bir caddede otuz kadar işletmeye sahiptir. O ve benzeri işletmeler zaman içerisinde büyümüş, örgütün hareketini, pratiğini, teorisini ve yönelimini tayin eder hâle gelmişlerdir. Sendikalar ve kitle örgütleri o sermayeye göbekten bağlıdırlar, sermaye de başka güç odaklarına.

Bugün “Dev-Yol” denilen “şirket ve iştirakleri”nin CHP’yle iltisaklı olmasına şaşmamak gerekir. O iltisak, Gezi’den beri CHP hazinesine ve haznesine dâhil edilmiştir, örgüt yuvaya dönmüştür.

1990-92 momentinde kimilerinin “düello” olarak nitelediği eylemler dâhilinde Dev-Sol önemli bir ivme yakalar. Mahallelerdeki Dev-Yolcu gençlerin ağzında ise şu cümle vardır: “Bunlar bizim çocuklar. Bizden öğrendiler. Bizim şefler hapisten bir çıksın, onların yaptıklarından daha iyisini yapacağız.” O şefler hapisten çıkar, Oğuzhan Müftüoğlu’nun dilinden döküldüğü biçimiyle, şunu söylerler: “Ben polise malzeme olacak örgüt kurmam.” Gün gelmiş, bu sözün sahibi şefler, CHP ve devlet kulislerine malzeme olan bir örgüt kurmayı bilmişlerdir, bu açıdan takdiri hak etmektedirler.

Bu iltisakın işçiye ve ezilene yoldaş olması mümkün değildir. İlkine demokrasi, ikincisine cumhuriyet ve aydınlanma dersleri verilmelidir. Havalimanında kadın işçiye yönelik sözlü saldırının görüldüğü videonun “olay” hâline gelmesi, bir açıdan, solun onca küfür ve hakaretin ardından bir süre işçiden yanaymış gibi görünme ihtiyacı duyması ile ilgilidir. 1 Mayıs öncesinde böylesi bir imaj çizilmelidir. Asıl tehlikeli olan, bu imajdır.

* * *

Sol, geçmişte Demirtaş’ın ağzından çıktığı biçimiyle, “Taksim fetişinden kurtulmak lazım” talimatını almıştır, o talimatı unutamaz. Dolayısıyla mangalda kül bırakmayan sendikalar, “dostlar alışverişte görsün” diyerek Taksim başvurusu yapmışlardır ve gene devletin işaret ettiği yere gideceklerdir.

O fetişin peşinden koşan “gericiler”se sosyal medyaya bağlı kameralarının önünde beş dakikalığına yirmi kişilik bir grup olarak boy gösterecek, bu temsilî eylem sonrası Bakırköy otobüsüne bineceklerdir. Temsilî oluşu, ciddi bir eleştiriyi beklemektedir.

Gelgelelim ortada basit bir iradeyle veya öznel bir müdahaleyle çözülebilecek bir mesele yoktur. Solun sınıfla ilişkisi temelinde oluşan kurumlar ve güzergâhın kendisi, sorunludur.

İşçinin fabrika içerisinde nerede görevlendirileceğine (patron adına) karışan, sonra işçiyi tehdit eden, bunun için silâh kullanan sol sendikacı profili, “sendikayı büyüttüğü” tespiti üzerinden savunulduğu sürece (ki bu savunu Başaran Aksu’dan gelmişti), o irade ve öznel müdahaleyle bir yol alınamayacaktır. Bu konuda yürütülen poz kesmeler ve yarışın bir anlamı yoktur. Yapı çürümüştür. O yapı, emekçinin, işçinin, ezilenin devrim partisine örgütlenmesiyle, onu örgütlemesiyle dönüşecektir.

Eren Balkır
27 Nisan 2019

Dipnot:
[1] Sol, meselenin diğer tarafını da boş bırakmak istememektedir. Yazının yazıldığı sıralarda Birgün gazetesi, hemen saldırıyı gerçekleştiren kadından yana saf tutan bir yazı döşenmiş, kadının linç edilişine karşı göğsünü siper etmiştir: Ümit Alan, “Hepimiz 15 Dakikalığına Linç Edilebiliriz”, 27 Nisan 2019, Birgün.

25 Nisan 2019

,

Yazgı

“Onlar düşünsün.”

Sol analizlerin büyük kısmında bu söz öne çıkıyor: “Onlar düşünsün”. Evrensel gibi yayınlarda, “kriz var, işçiler düşünsün” deniliyor özünde. Başka yayınlarda işçinin yerini halk alıyor. Kimse, “işçinin, halkın öncüsü bizdik hani?” diye sormuyor, sorumluluk almıyor. İşine geldiği yerde her örgüt, suçu günahı halkın ve işçi sınıfının sırtına yüklüyor.

Bu liberal tutum, tuhaf gelecek ama, Perinçek’in 23 Nisan değerlendirmesinde de var. Perinçek, Maoizm gereği silâha sarılıyor, ama o silâh, askerin silâhı. Onda Maoizm, somut ordudan soyut halka doğru kuruluyor. Halkı küçümsemek, birey aydın olarak halktan soyutlanmak için orduya kitleniyor. O, sonradan görme Maoist! Bu hâliyle, tüm yükü ordunun sırtına atıyor, kendisini rahatlatıyor.

Esasında Perinçek’i eleştirenlerle Perinçek aynı düzlemde duruyorlar. Hepsi de sorumluluk alma, hesap sorma ve hesap verme arasındaki ilişkiye küfrediyorlar.

Şu meşhur 32. Gün programında Bülent Uluer doğru söylüyor: “Perinçek de bizim öz evladımız!” O evlat, liberalizmin yarım bıraktığı işlere soyunuyor, liberaller de faşizmin yarım bıraktığı işleri üstleniyorlar.

Perinçek, 23 Nisan’ın çocuklara bayram olarak verilmesini eleştiriyor. “Atatürk’ün peygamber olmadığını” söylüyor. Zira kendisi “münafık bir Atatürkçü”, bir nevi “İslamsız Müslüman”. O yüzden yan yana düşüyorlar. “Medeniyet tarikatı” üyesi olarak bir tür laikleşmeyi, dünyevileşmeyi eleştiren Perinçek, herkesi o dine bağlı kılmaya çalışıyor, bağlı olmayanları tekfir ediyor. Esasında Türkiye’deki Osmanlı’ya kol kanat geriyor, devlet geleneğini koruma altına alıyor, görevini ifa ediyor. O, devletin kucağında özel yetiştirilmiş bir ailenin üyesi.

Aynı tutum, eski bir “Maoist” olarak Emrah Cilasun’da da var. Kendisi, Avakian’ın müridi. Postmodern peygamber olarak Avakian, Maoizmin dünya genelinde laik bir din olmasını eleştiriyor. Esasen genel din eleştirisini Maoizm bağlamında, Maoizm için yapıyor. Yerine Amerikan derin devletinin icadı olan “din olmayan din”ini yerleştiriyor. Mao’daki büyüyü, haleyi, tılsımı, hegemonyayı dağıtmak için liberalizmin alet edevatına sarılıyor. “İlk kez bilimsel temeline oturttuğunu” iddia ettiği komünizm, bireyin esrik varlığından, bilim de onun zırvalarından, çıkarından ibaret. O birey, sorumluluktan azade, hesap vermiyor, hesap sormuyor. Hesap dışı yaşıyor.

Perinçek de halkın sorumluluğunu almamak için orduya sarılıyor. Cilasun ise modernizmin ve aydınlanmanın ordularına... Aralarında ölçek farkı var, ölçü aynı. Aynı düzleme Muzaffer Oruçoğlu’nu da ele almak lazım. Gün Zileli ise devlet adına anarşizm suyunun başını tutuyor.

Hepsi de kısa vadeli çözümler sunuyorlar, devrimi “kuyruklu yıldız çarpması” gibi tahayyül ediyorlar, olmayacak dua olarak sunuyorlar, Marx’ın dediği gibi, işçilere “elli yıl devrim olmayacak” diyemiyorlar.

Bu söz, kısa günün kârı, dostlar alışverişte görsün türü pratiklerin bir eleştirisi olarak dile geliyor. İşi, işe örgütlenmeyi, Lenin’in dediği gibi, “örgütlenmeyi işçilerden öğrenmeyi” öne çıkartıyor.

§ § §

Kadim tartışmadır: solda ana eğilim, düşmanın büyüklüğünü ve nesnelliğini anlatmanın, tasfiyecilik olduğunu söylüyor. Oysa kitleler, o idrakin alazladığı eylemle devrime yürüyorlar. Devrim, bireyin meslekî ideolojik serzenişlerini tanımıyor.

Tarih sarsılmaya, yarılmaya yazgılı. Bireyin yapacaklarına kitlenenle kitlenin yapacaklarına kitlenen, asla bir olmuyor. Düşmanın büyüklüğüne ve nesnelliğine dair teori, ideolojik ve politik düzeylerde kendi kitlesini “çağırıyor.”

Meselenin hacmini, ebadını ve derinliğini anlamak ve anlatmak, o ölçüde kendi kitlesini ve mücadelesini “kuruyor”. Memelerini bir kilise önünde teşhir etmek de kendine göre bir “kitle ve mücadele” çağırıyor. CHP’yle faşizmi geriletmek de öyle, Twitter’da yeni açtığı kafeye müşteri bulmak için yazılan allı pullu sözler de öyle. Bunlar, köklü, kadim, kapsamlı bir faşizmi yenmeye yazgılı eylemler, asla değiller. Olsa olsa onun ekmeğini yeme derdindeler.

Perinçek de o bireyler gibi, her türlü sorumluluğu, işin yükünü bir yere havale ediyor. O yer ordu oluyor. Ülkede varolma hakkı, siyaset hakkı, düşünme hakkı ona terk ediliyor, geriye bireyin zevkli ve renkli dünyası kalıyor.

§ § §

23 Nisan eleştirisi, Perinçek’in çocukların asker gibi yetiştirilmesine karşı olan DSİP’le aynı kafada olduğunu gösteriyor. Ordu uzmanlaşmalı, sorumlulukları üstlenmeli, ordulaşmaya asla izin verilmemeli. Sanılanın aksine Vatan Partisi, Türk ve milli olanın devrimcileşmesinin önünü almak için var. TKP ve diğer yapılar gibi. Hepsi, işin belirli bir parçasını ifa ediyor. DSİP “Ermeni” diyor, onun malına, zenginliğine odaklanıyor; Perinçek “o mal benim” diyor. Aynı yerde duruyorlar. Mal üzre düşünüyorlar.

Esnaf-zanaatkâr ideolojisi, ordunun varlığına ve aklına fazla değer ve önem veriyor. Kendisini oradan kuruyor. Sol, devrimi emperyalizme; sosyalizmi kapitalizme havale ediyor. Bu, tam da esnaf-zanaatkâr ideolojisi üzerinden işleyen bir süreç. Bu ideoloji, silâhı orduya teslim ediyor; bireye rahat bir alan açmaya çalışıyor. Perinçek, bu yüzden “çıplak kapitalizm”e karşı, ama giyinik olanına dost!

O ideolojinin, bu devletin belkemiğini oluşturan Anadolu halkının, yoksulunun, o tezeklilerin zihinlerinde ve pratiklerinde oluşacak çatlağı önemsemesi mümkün değil.

§ § §

Bugün belli başlı isimler, içten içe, Perinçek’e haset ediyorlar. Onun pratiğini farklı bağlamlarda, farklı alanlarda güncelliyorlar. Herkes, kendi kümesinin Perinçek’i olmak istiyor.

Ermeni denilince “toprağa gömülmüş çil çil altınlar”, Kürt deyince “gerici yobaz feodal ağalar” geliyor akla. Türkiye sosyalist hareketinin bilinci, bunun ötesinde değil. Ermeni ve Kürt düşmanı Perinçek ile Ermeni ve Kürt dostu Türk sosyalisti, esasen yan yana.

Perinçek, sorumluluk almadan, hesap sormadan ve hesap vermeden bugünlere bir lider olarak geldiği için birçok küçük örgütün şefinin ağzını sulandırıyor, göğsünü kabartıyor. Ondaki teori ve Maoizm, “asker-millet el ele” düzeyinde. Bu kemalizmle kemalizmi eleştiriyormuş gibi yapan, ama aynı medeniyet tarikatına üye olan örgütler, bir ve aynı.

Perinçek, olmuş bir devrimin müdafisi. Olacak olan devrime doğal olarak karşı. Günlük çözümlerle, ağza sürülen balla, dostlar alışverişte görsün pratiğiyle bugün devrim işçiliğine nasıl düşmanlık edilirin örneğini sunuyor, birçok küçük perinçek gibi…

§ § §

Ali’siz Alevilik bir icattı, devlete aitti. Perinçek’in Kemal’siz kemalizmi de öyle. Kimi troçkistlerin Troçki’siz troçkizmi, kimi Maoistlerin Mao’suz maoizmi de aynı tespihin taneleri, tespihin imamesi ise devlet.

Eren Balkır
25 Nisan 2019

23 Nisan 2019

,

Çatlak Zemin

Şeyh İmam. Mısırlı müzisyen. “Çöküş dönemlerine kafa tutmuş ve daha iyi bir gelecek için arzulu olan binlerce işçi ve aydını harekete geçiren politik Arap müziğinin en önemli unsuru”.[1] Hafız… Altmışlarda “adalet marşları” besteliyor. Che Guevara’nın ölümü üzerine yaktığı bir ağıt da var.[2]
İmam, “El-Ful V’il Lahme” isimli bir şarkısında[3] her yerde halkı et değil de bakla yemeye teşvik eden bir doktordan bahsediyor. Muhsin isimli bu doktoru eleştirdiği bu şarkısında, “Doktor Muhsin, bırak da biz et yiyerek zehirlenelim, siz de bakla yiyerek daha iyi, daha sağlıklı beslenin” diyor.[4] Burjuvazi adına yoksulun aşına göz dikenlere saldırıyor.
Tabii ki bu şarkı, ancak tekellerin henüz veganizm pompalamadıkları dönemde bestelenebilirdi. Bugün hem Şeyh İmam hem de bu türden şarkılar, gerici ve demodedirler. Tekeller, etten mahrum ettikleri kitlelere veganizm öğretiyorlar. İşsiz bıraktıkları erkeklerin kızlarını, eşlerini feminizmle kandırıyorlar. Aile, vatan, tanrı ile savaşında LGBT bireyleri silâhaltına alıyorlar. Birey, ancak LGBT olabilir, gerisi zafiyettir. Buradaki mesele, LGBT değil, onun edebiyatını yapanlardır.
* * *
Gebze’deki mahpushanede evlatlarını ziyarete giden, ama polisin aşağılayıcı saldırısına maruz kalan analara dair görüntüler, ancak vicdanı yaralayabilir. Çünkü bu devirde vicdan, kolay iyileşen bir şeydir. Resimlerde, videolarda gördüğümüz hâl de analar da bugün solun büyük bir kısmı için gerici ve demodedir.
Çünkü artık faşistlere inat, “ne tanrı, ne vatan, ne aile” diye haykırıldığı günlerdeyiz.[5] Zemin çatlamış, sınırlarına, kabına sığmayan, bütünlüğünün pazardaki kıymetini gören birey, ortalığa fırlamıştır. Bedeni kendisinin oyun bahçesi zanneden, onu pazarın uzantısı kılan alıklık, güncellenmiştir. Bugün bütünlüğe, özneliğe ancak burjuva olmakla mazhar olabileceğini düşünenler, herkese akıl dağıtıyorlar. O akıl burjuvazinin aklıdır.
Zemini çatlatan piyasa için mahpushane önündeki o ananın başındaki beyaz eşarp, sıkıcı, sıkıştırıcı ve rahatsız edicidir. Ona gölge olan koca-erkek, eril, gerici ve yozdur. Erkek, 11 Eylül sonrası terörle mücadele döneminin parmakla işaret ettiği teröristtir. O anaya siyah gözlükleri ve copuyla baskı uygulanmasına imkân veren vatansızlık ve devletsizlikse, tek özgürlük biçimidir. 
İşte bazı örgütler, o erkeğe karşı silâhlanıyorlar. Ulus-devlet eleştirileri, ulus olmaya, devlet olma kavgasına yöneliktir. Solun ağzında çiğneyip şekil verdiği, sonra da taptığı helva, tekellerindir, burjuvazinindir.
* * *
Mesele, elin iş tutması, ellerin ortaklaşmasıdır. İş tutulunca mekân genişler, ayrıntılar zenginleşir, pratiği besler, iş aktıkça çoğullaşma, çağlama, ihtiyaç hâlini alır. Eli işte gözü oynaşta olan için mekân, giderek daralacak, her daim kapıya bakılacaktır.
Oynaşın, hazzın, keyfin teorisi, mücadelenin teorisini esir almıştır. O teori, içeride neyi nasıl yapılacağına dair fikri, kapı dışarı etmiştir. Bugün sermayenin ve emtianın akışına köle ruhlarıyla karışanlar, özgürlük naraları atıyorlar. Bunun neticesi şudur: Mücadele, mekândaki işten, emekten soyutlanmıştır.
Soldaki Kemalizm ve ulus-devlet eleştirileri, kasıtlıdır ve sığ bir liberalizm üzerinden biçimlenmektedir. Sömürgelik, çift derililik, iç vatan, bu liberalizmin defterinde giderek silikleşen konulardır. O liberalizm, silmek için vardır.
Gözü Avrupa’da olanın yaptığı ulus-devlet ve milliyetçilik eleştirisinin bir hükmü yoktur. Bu tür eleştiriler ve zemindeki çatlaktan sızan liberalizm, piyasa ve tekeller içindir, onlara içrektir. Nefesini orada alabileceğini düşünenler, ciğerlerini kontrol ettirmelidirler.
Sıkışansa yürektir. Kaçma imkânı olanlar kaçarlar, geride kalanlara acıyan bir çift göz, küçümseyen bir dil bırakırlar. O yüzdendir, iteklenen anaların sızısı üç beş twitter cümlesi kadardır. O analar, İmamoğlu’nun 1 Mayıs’ın yaklaştığı günlerde açığa çıkan “Adam 1 Mayıs’ta gaz yemiş” videosu kadar değer görmeyecek, antrikot piyesi kadar dikkat çekmeyecektir. Ahmet Kaya’nın dediği gibi, bu sol istemiştir “gül tenindeki yaraları!”
Dün Ahmet Türk’e atılan yumruk için “toprak ağasına atılan yumruk” lafı eden TKP, koşa koşa, o çok eleştirdiği Kılıçdaroğlu’nun hesabını soruyor.[6] Onun neyin ağası olduğunu unutuyor. Belediye meclis üyesi Candan Badem’in ağzından çıktığı biçimiyle, sonuçta bu parti, “emperyalizmi ortaçağ karanlığına tercih eden”dir.[7] Tercihleri sınıfsal niteliklerine uygundur.
Avrupa’ya kaçmış olanlarsa, o herkesten ilericilerse, “tezekliler” diye Çubuklu saldırgana küfrediyorlar. Benzer bir dil, Avrupa’daki Müslüman Arap’a “hadi çölüne!” diye hakaretler yağdırıyor. Sol, bu hâldedir. Sosyalistin de komünistin de CHP çizgisine örgütlenme süreci tamama erdirilmiştir.
* * *
Faşizme inat ambalajlanan tüm kimlik siyaseti formları, döne dolaşa sosyalist harekete saldıracaktır, buna mecburdur. Kendi varlık koşullarının bu olduğunu iyi biliyorlar. On yıldır çatılan ideolojinin Gebze’de analara yapılana çıkartabileceği bir sesi kalmamıştır. Herkesi o ideoloji, lâl etmiştir.
“Birey olarak tüm varlığımı, bütünlüğümü tam pazara çıkartacağım, bu tanrı, vatan ve aile buna mani oluyor” diyenler çatmıştır o ideolojiyi. Faşistler, AKP, IŞİD vs… hep bir bahane vardır. Bu düşmanlar saldırdıkça, birileri “niye saldırdıklarını bir düşünün, o saldırdıkları yerleri terk edin” demiştir.
Solun, serbest piyasaya dönük gizli bir imanı söz konusudur. Üretim araçları, güçleri ve/veya ilişkilerindeki “gelişme”nin arkasına sakladığı şey, işte bu imandır. Sola piyasaya düşmüş bir ruh ve beden yön vermektedir. Ondaki anti-faşizm, kitleleri müesses nizama örgütlemektedir.[8] “Türkiye ittifakı” müessestir.
* * *
Dr. Şivan, her gittiği köye bir imam götürür. Kendisi ile ilgili belgeselde söylendiği gibi[9], “imam öyle bir konuşur ki dinleyenler, Kur’an’ın Kürtlere indiğini düşünürler”. Hareketin ve mücadelenin inşa edildiği zemin, burasıdır. Mustazaf, artık Kürd’dür, Kürdîdir.
O zemin çatlamıştır. Varoluş ve beka derdiyle liberal bağlar kurulmuş, bağlam olmayan bağlamda bağ olmayan bağlara tevessül edilmiştir. Olmayan, olmamakta, oldurmamaktadır. Tasfiye ve asimilasyon iç içedir.
Devlet, bir bireye bağlanmış “tanrıdan, vatandan ve aileden” memnundur. Kendisi de öyledir. Memnuniyeti, sahte-yüzeysel eşitlikle ilgilidir. Devlet, Sivas’tan ötesinin kendisine ait olmadığını bilir, o bilinçle yangınlara yangın katar.
Kimlik siyaseti, o liberal oynaşlar, o yangınlara dairdir. Derin devlete karşı piyasaya sürülen liberal temrinler, cümleler, talimnamelerin parçasıdır. Bu, iyi bilinmelidir. Sivil toplum kuruluşlarına, liberal ofislere, AB danışmanlıklarına teksif edilen bireyler, ol derin devletin parçasıdırlar. Burada Avrupa vakıflarına çalışanlar, devlete çalıştıklarını çok iyi bilmektedirler.
* * *
Ama mahpushane önünde o analar itildiklerinde düşmüyorlarsa, bilinsin ki sırtlarını dayadıkları bir iman, bir vatan ve bir aile olduğu içindir.
Eren Balkır
23 Nisan 2019
Dipnotlar
[1] Cedid, “Şeyh İmam’ın Mirası”, 2 Nisan 2010, İştirakî.
[2] Şeyh İmam, “Gifara Met”, Youtube.
[3] Şeyh İmam, “El-Ful V’il Lahme”, Soundcloud.
[4] “Şeyh İmam”, Toplumsal Haydut.
[5] Denzi Deng, “Tanrı, Vatan, Aile: Ne Boktan Hayat!”, 4 Nisan 2019, Çatlak Zemin.
[6] “İktidar Kılıçdaroğlu’na Saldırının Sorumluluğundan Kaçamaz”, 21 Nisan 2019, Haber Sol.
[7] Eren Balkır, “İran Vesilesiyle, 1 Ocak 2018, İştirakî.
[8] David Broder, “Aptalların Antifaşizmi”, 26 Mart 2016, İştirakî.
[9] Dr. Şivan Belgeseli, Çayan Demirel, Youtube.

21 Nisan 2019

, ,

Aptal ve Deli


Geçen akşam Jordan Peterson ve Slavoj Žižek, Toronto’daki Sony Centre’da bir münazara gerçekleştirdi. Münazaranın başlığı “Mutluluk: Marksizmle Kapitalizm Karşı Karşıya” idi. Münazara, her bir katılımcının yarım saat sunum yapmasına, ardından birbirlerine on dakikalık kısa cevaplar vermesine imkân verecek şekilde programlanmıştı. Sohbet, seyircilerden gelen birkaç soru ile sona erdi.
Yaklaşık üç saat süren etkinliğin gerçekleştiği salonda boş koltuk yoktu. “Yüzyılın en hararetli tartışması”na tanıklık etmeyi umanlar, dostane ve samimi bir fikir alışverişiyle karşılaştılar. Akşam boyunca iki konuşmacı da birbirlerinin fikirlerine ne çok katıldıklarını, birbirlerine ne denli hayran olduklarını dile getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Bilhassa Peterson, Žižek’in karizmatik performansından ve “karmaşık argümanlar”ından etkilendiğinden dem vururken, Žižek ise Peterson’ın politik doğruculuk eleştirisi, ayrıca argümanlarını sert ve kavgacı bir üslupla dile getirişi üzerinde durdu.
Söylemeden geçmeyelim. Žižek, tabii ki Peterson kadar nefret edilecek bir isim değil. Gelgelelim münazara, bizim solcu aydınımızın Marksistlerin epey uzağına düşmüş olduğunu, ayrıca özgürlük ve adalet adına söz söyleyecek gerçek bir Marksist politikaya neden muhtaç olduğumuzu ortaya koydu.
Peterson’ın Marx’a Dair Görüşleri
Peterson, otuz dakikalık giriş konuşmasının neredeyse tamamında Komünist Manifesto’ya saldırdı. Münazaraya hazırlıklı gelmiş olan Peterson, Manifesto ve Marksist ideoloji ile ilgili on önermesini aktardı. İlk önce Marx ve Engels’in varoluşa dair asli meseleleri sınıflar mücadelesine indirgemesinin yanlış olduğunu söyledi. İddiasına göre Marx ve Engels, hiyerarşinin biyolojiyle sıkı sıkıya bağlantılı bir olgu olduğunu görememişti. Peterson, konuşmasında ayrıca “proletarya diktatörlüğü”nün burjuva diktatörlüğünden daha iyi olup olmadığını da sorguladı.
Birçok isim gibi Peterson da Marx’ı kimlikçi bir düşünür olarak takdim etti ve onun iyi ama ezilen işçi sınıfını kötü kapitalist sınıfın karşısına yerleştirdiğini söyledi. Devamında ise toplumun komünizmde nasıl örgütleneceği meselesi üzerinde durdu ve yürürlükte olan toplumsal sistemden bağımsız olarak, iktidarın her daim az sayıda insanın elinde toplaşacağını söyledi.
Peterson, ayrıca Marx’ı ekonomi zemininde eleştirmeye kalktı. İlk başta Marx’ın kapitalizmin maddi bolluk ürettiğine dair sözlerini aktaran Peterson, ticari zekâsı ve liderlik becerisi sayesinde kapitalistlerin topluma ekonomik değer kattığını, sistemin yoksulluğu ortadan kaldırıp yoksullara yardım etmek için çok şey yaptığını iddia etti. Her ne kadar kapitalizmin zengini daha fazla zengin yaptığını kabul etse de Peterson, bir yandan da kapitalizmin yoksulları da zenginleştirdiğini söyledi. Giriş konuşması, kâr peşinde koşmanın kapitalistleri ahlâken disipline ettiğine, böylelikle onların işçilerine kötü davranmadıklarına, kâr güdüsüyle hareket eden bir patronun işini ve işletmesini kaybetme korkusuyla işçilerini asla sömürmeyeceğine dair sözleriyle sona erdi. Peterson, argümanını şu cümleyle destekledi: “Aslolarak başka insanları sömürmek suretiyle otoriter bir konuma yükselemezsiniz.”
Peterson’ın Marksizmin temel ilkelerine dair sunumu, en hafif tabirle, komik ve kabalaştırılmış cümlelerle dolu bir sunumdu. Dinleyende “bu adam Marksizmin ana metinlerini hiç okumamış” hissi uyanıyordu.
Örneğin insanların doğaları gereği hiyerarşiye ve sömürüye açık olduğuna dair yorumlarını ele alalım: Marx ve Engels, tüm tarihin sınıflar mücadelesi tarihi olduğunu söylerken tüm yazılı tarihi kastediyordu. Zira insanlar, milyonlarca yıl sınıfsız yaşamışlardı. Küçük bir azınlığın çoğunluğun ürettiği artık emeği temellük ettiği sınıflı toplum yakın bir tarihte oluşmuştu ve nispeten yeni bir olguydu, ayrıca Marx ve Engels’e göre insanların doğayla kurdukları ilişkilerin merkezinde gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimi duruyordu.
Tuhaf bir şekilde Peterson konuşmasında daha da ileri giderek, Marx’ın yazılarında “doğa” diye bir kategorinin bulunmadığını söyledi ki bu, tümüyle yanlış bir tespitti. Daha Kapital’in ilk bölümünde Marx, emeğin insanlarla doğa arasındaki temel ilişki, belirli bir emek formunun “ebedi doğanın dayattığı bir gereklilik olduğunu, onsuz insan ve doğa arasında maddi herhangi bir değiş tokuşun gerçekleşmeyeceğini, dolayısıyla hayatın olamayacağını” söylemekteydi. Anlaşılan Peterson, bu cümleleri idrak etmesini sağlayacak olan Birinci Cilt’in sonunu bile getirememişti.
Peterson, hiyerarşi ile ilgili iddialarında sürekli hiyerarşi ile sınıflı toplumu ilişkilendirdi. Ama konuşmasında bir sınıfın başka bir sınıfı sömürmesiyle ilgili imtiyazının neden insanî varoluş için gerekli olduğunu ortaya koymadı. Oysa Marx, sınıflı toplumun aşılması meselesinden bahsettiğinde aklında insanların politik örgütlerin gerekli oluşuna bir son vereceğine dair bir fikir bulunmamaktaydı. Marx’a göre politik “devlet”, sınıflı topluma ait bir organ olarak özel bir anlama sahipti. Sınıflı toplumun aşılması noktasında insanlar, hâlen daha yapıya ve örgüte muhtaç olacaklar, mücadele ve tartışma yoluyla müşterek hususları ölçüp biçme, tartışma ve izini sürme gereği duyacaklardı. Norman Geras’ın sık sık dillendirilen yedi tip iftiraya karşı Marx’ı savunmayı amaç edinmiş olan makalesinde dile getirdiği biçimiyle, “komünizmde kamusal iktidar formları, demokrasi ve seçim ilkelerine dayalı olacaklar”dı.
Peterson’ın insan doğasını esasen günahkâr gördüğü, onu ilk günahla eşanlamlı kabul ettiği açık. Dolayısıyla o, ezilenlerin mevcut durumlarını aşmaya dönük gayretlerinin kaçınılmaz olarak şiddet ve ızdırap yüklü olacağını düşünüyor. Oysa bu, insanların daha fazla şiddete yol açacak korkusu duymadan, mevcut koşullarını kolektif olarak iyileştirmelerine veya adalet arayışı içine girmelerine mani olacak bir yaklaşım.
Ayrıca Peterson yanılıyor, çünkü Marx, işçi sınıfı mücadelesini hiç de kimlikçi bir tarzda ele almıyor: sömürülen proleterler olarak kendi mevcut kimliklerini ortadan kaldırmak, işçilerin çıkarına. Marx’a göre, sosyalist mücadele dayanışma ve fedakârlık gibi idealizme ait kimi unsurları içerse bile proletarya elbette bir melek değil; yüzlerce yıl sınıfsal sömürüye maruz kalmış olmak insanları (Peterson’ın tabiriyle) “iyi birer insan” olarak hareket etmekten alıkoyuyor. Sınıfsal uzlaşmazlığın yol açtığı bu türden meseleleri Peterson’ın sığ ahlakçılığına ait zaviyeden ele alamayız, onları Marx’ın bahsini ettiği yapıyla alakalı ifadeler ışığında değerlendirmek gerekiyor.
Diğer bir mesele de kapitalistlerin değer ürettiği ile ilgili tespiti. Peterson, bu noktada Marx’ın değeri gerekli emek zamanı olarak gördüğünü hiç mi hiç anlamıyor. Burjuvazi, işçileri sömürmeden yani karşılığını ödemediği emekten istifade etmeksizin değer üretemez. Dolayısıyla sömürü, kapitalistlerin ahlakî bir ayıbı veya kusuru değil, kapitalistle işçi arasındaki yapısal ilişkiye mündemiç olan bir olgudur. Peterson’ın kapitalistleri uygarlığın temel kaideleri hâline getirmeye dönük gayreti milattan önce 503’te Roma konsülü olan Menenius Agrippa’nın ayrılmak isteyen pleblere anlattığı ünlü “Mide ve Azaları” masalına benziyor. Masalda vücuttaki organlar mideyi tembel bulup ona karşı isyan ediyorlar, mide çalışmayınca vücudun durduğunu gören organlar mideyle bir anlaşmaya varıyorlar.
Masalı bırakıp biz devam edelim. Buraya kadar aktardıklarımızdan Peterson’ın Marx’ın gerçekte söyledikleri konusunda epey cahil olduğu net bir şekilde anlaşılmıştır umarız. Kendisi zeki bir avuç sağcı eleştirmen gibi Marx’ın düşüncelerini kabul etmiyor ya da seyircinin anlaması için meseleleri basitleştiriyor değil, basbayağı tartışmaya girmeye yetecek bilgiden bile yoksun.
Bugün küresel kapitalizm bağlamında tüketim, ölüm oranları gibi başlıklarda atalarımıza göre daha iyi durumda olmamız, kimi ilerlemelerin yaşanmış olması, insanları kitleler hâlinde sömürüye ve yabancılaşmaya mahkûm etmenin bahanesi olamaz. Peterson, dogmatik bir yaklaşımla, bu nispi ilerlemelerin serbest piyasa sayesinde gerçekleştiğini, asla işçi sınıfının sömürüye karşı verdiği mücadele, kamusal sağlıkla ilgili müdahaleler gibi başka gerçeklerden kaynaklanmadığını söylüyor. Oysa iklim değişikliğindeki hızlanma da dâhil tüm toplumsal sorunların ardındaki temel faktörlerden birisi de kâr güdüsü olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Mutluluğa Karşı Birlik
Peterson, klasik bir Marksistle tartışma içine girdiğini, münazaranın önemli bir kısmının Marksizm merkezli ilerlediğini söylüyorken, Žižek farklı bir gündemle çıkıyor sahneye. Otuz dakikalık giriş konuşmasında Žižek, Marx’tan hiç bahsetmiyor, sadece “politik doğrucu” akademisyenlerin kendisini ve Peterson’ı nasıl marjinalleştirdiğinden bahsediyor:
“Resmi akademisyen cemaati Peterson’ı ve beni marjinalleştirdi, bunlar burada bizim yeni muhafazakârlara karşı sol liberal çizgiyi savunacağımızı varsayıyorlar. Gerçekten de öyle mi peki? Bana esas olarak sol liberaller saldırmıştır. LGBT ideolojisine yönelik eleştirim konusunda yönelttikleri itirazları anımsamak kâfi.”
Peterson’ın ve kendisinin ortak bir düşmana sahip olduğunu tespit ettikten sonra Žižek, konuşmasına farklı konu başlıklarını tartışarak devam etti. Bu başlıklardan biri de Çin’deki ekonomik mucizeydi. Bu mucize, esasen serbest piyasa demokrasisinin değil, otoriter kapitalizmin eseriydi. Žižek konuşmasında bir de Bernie Sanders’ı radikal bir isim olarak takdim edip şeytanlaştırdı ve onun “demode bir ahlakçı” olduğunu söyledi, ayrıca solun hatası konusunda “beyaz liberal çokkültürcülüğün” suçlanması gerektiğinden bahsetti.
Žižek, ayrıca göç krizinin “kapitalizmin özünde varolan çelişkiler”den kaynaklandığını söyledi, fakat etkinliğin ilerleyen bölümlerinde açık sınır politikasına karşı laflar sarf etti. Žižek, haklı olarak, mültecilere yönelik popülist nefretin akıl dışı olduğunu söyledi. Ancak tuhaf bir biçimde, “mültecilerle ilgili raporların doğru” olduğunu da iddia etti. Muhtemelen Žižek, konuşmasında yabancı düşmanı olarak eleştirilmesine sebep olan, “şiddete meyyal” mültecilerle ilgili önceki açıklamalarından bahsediyordu.
Bu arada hakkını teslim edelim: Žižek, herkesi kapsayan sağlık ve eğitim politikasına destek verdiğini, bu politikanın bireylerin yaratıcı potansiyellerine açığa çıkartmasına imkân sağladığını ifade etti. Ayrıca Žižek, iklim değişikliğinin birilerinin uydurduğu bir yalan değil, belirli bir biçim altında somutlaşacak uluslararası işbirliği üzerinden mücadele edilmesi gereken, insanlığa yönelik fiilî bir tehdit olduğunu kabul eden tespitler dile getirdi.
Gelgelelim tüm münazara boyunca Žižek, birkaç kez kendisinin kötümser olduğunu söyledi. Žižek, mevcut solu hınç ve mağduriyet edebiyatı ile yüklü bir bataklık olarak tarifledi. Marx’taki özgür ve şeffaf toplumsal ilişkileri savunan o iyimser görüşe bağlı olmadığını ifade etti. Marx’taki bu görüşe karşılık Žižek ve Peterson, insanların rasyonel olmadıkları, doğaları gereği kendilerini ve hayatlarını baltalama, sabote etme eğiliminde oldukları iddiasında bulundu.
Üretim güçlerini kapitalizmin boyunduruğundan kurtarmayla ilgili Marksist hedef, Žižek’in üzerinde durduğu bir mesele değil. Onun varoluşçu tespitiyle modernite, “özgürlük denilen asli yükü taşıma ihtiyacı”nı ifade ediyor. Eski tip otorite olmaksızın bizler kendi yüklerimizden sorumluyuz, metalaşmış ve hazcılaşmış bir dünyaya karşı anlam mücadelesi vermeye mahkûmuz. “Bizim zevk verecek bir hayatta kalma pratiği için mücadele etmenin ötesine geçip anlamlı bir davaya kavuşmamız gerekiyor.” Gelgelelim zevke ve hazcılığa karşı önerilen bu türden bir varoluşsal çilecilik, Marx’ın insanî ihtiyaçların evrensel ölçekte giderilmesiyle ilgili projesine ters. Ishay Landa’nın da tespit ettiği biçimiyle mesele, tek başına tüketimciliğe değil, büyük çoğunluğa dayatılan kemer sıkma politikaları temelli kapitalizm koşullarına karşı koymak.
Peterson ve Žižek, konuşmaları boyunca sık sık çıkış noktalarının Yahudi-Hristiyan gelenek (veya “Batı” geleneği) olduğunu söyledi, oysa bu, Hegel ve Marx’ın rasyonalist geleneği değil, Kierkegaard, Nietzsche ve Heidegger’in varoluşçu geleneği. Žižek, konuşmasında felsefi kahraman olarak Marx’ın karşısına Hegel’i çıkarttığını söyledi fakat burada esasen diyalektik bir çözümlemeye maruz bırakılmamış bir Hegelcilik söz konusu. Yani Hegel’deki çelişkiler, çözülmesi mümkün olmayan karşıtlıklara dönüştürülüyor.
Žižek ve Peterson’a göre, yabancılaşma kendi kendine olan, oluşan bir şey. Her iki isim de insanlık hâlinin doğası gereği trajik olduğunu düşünüyor. İster biyoloji, ister psikoanaliz isterse metafizik açıdan ele alalım, insanlığın durumu trajediden ibaret. Temelde hepimiz, hangi politik ve ekonomik rejim olursa olsun, hata yapmaya ve hayal kırıklıklarına mahkûmuz, bunlar alnımıza yazılmış bir kere.
Münazara ilerledikçe Peterson, Žižek’i Marksizm konusunda köşeye sıkıştırmaya çalıştı, ondan Marx ile ilgili konumunu netleştirmesini isteyip durdu. Buna cevaben Žižek, “komünizm” sözcüğünü kışkırtma amacıyla benimsediğini, gerçekte kendisini komünist olarak tanımlamadığını söyledi. Žižek, konuşmasında bir yandan da kendi kendisini sınırlayan, düzenlemelere, mevzuata tabi bir kapitalizme ihtiyaç duyulduğundan dem vurdu. Konuşmasının hiçbir yerinde işçi sınıfının kendi kendisini kurtarmasından bahsetmedi, sadece “insanları özgür olmaya zorlayacak bir efendi”nin gerekli olduğu üzerinde durdu. Žižek, sahneye teknokrat bir liberal olarak çıkmıştı, zira ona göre kitleler kendilerini asla özgür kılamazlardı. İllaki onlara rehberlik edecek bir efendiye ihtiyaç vardı. Peterson’sa bu tür fikirlerle derdi olan, onlarla çatışacak biri değildi. Bilâkis kendisi de kapitalizmin sorunları olduğunu kabul ediyor, dizginlenmemiş piyasalar fikrini asla desteklemediğini söylüyordu. Konuşmasında Winston Churchill’i “kapitalizm muhtemelen en kötü sistemdir lâkin diğer tüm sistemlerden de hâlâ daha iyidir” sözünü alıntıladı.
Etkinliğin sonuna doğru Peterson, Žižek’i son bir kez daha zorladı. Ona kendisini Marksizmle hâlen daha ilişkilendirip ilişkilendirmediğini sordu. Buna cevap olarak Žižek, kimsenin anlamadığı bir yaklaşım dâhilinde, Marx’ın On Sekizinci Brumaire ve Kapital’de geliştirdiği ince ve derinlikli politik-ekonomik analizlerine sırayla atıfta bulundu. Ama bundan gayrı bir kapsamlı bir savunma içine de girmedi.
İki Hasım Kol Kola
Her ne kadar Peterson, Žižek’teki karizmadan büyülenmiş görünse de onu asıl etkileyen, Žižek’in Marx ve Engels’in temel argümanlarını olumlamayı reddetmesi idi. Žižek solcular laflar sıralasa da Peterson’la birlikte, sınıflı toplumun, toplumsal hiyerarşinin varlığını onayladı, ayrıca çekilen çilelerin kader olduğunu söyledi. Onlara göre bizler, kapitalizmin yol açtığı ızdırapla tek tek bireyler olarak ya da ruhsuz düzenlemeler aracılığıyla başa çıkabilir, asla bu sistemi aşmayı umut bile edemeyiz.
Peterson, konuşmasının bir yerinde Žižek’in iddialarının Marksizmle alakası olmadığını daha çok “Žižekizm” gibi bir yönelimin ürünü olduklarını söyledi. Oysa söylenenlerde hiç özgün bir yan yok: mevzubahis olan Žižekizm veya Petersonizm değil, burjuva kötümserliğin eski metafiziği. Bu münazaranın iki katılımcısından da kapitalizme alternatif olacak bir öneri işitmedik. Hatta onların gerçek bir sistemsel alternatife inanmadıklarını ve böylesi bir alternatifi istemediklerini gördük.
Esasen Žižek ile Peterson arasında, John Locke’un aptal ve deli arasında tespit ettiği fark kadar fark var: aptal, kendi önermelerinden yola çıkarak belirli sonuçlara ulaşamazken; deli, görevine sadakat gereği, kötü önermelerden çıkarımda bulunuyor. Buradaki ayrımda Žižek aptalı temsil ediyor, zira ondaki solcu sözler Peterson’ın insanî varoluşla ilgili trajik görüşüyle paylaştığı felsefi önermelerle asla uyuşmuyor. Deliyi temsil eden Peterson ise bu trajik önermeleri alıp oradan, önermelerdeki mantık gereği, sosyalizm karşıtlığına ulaşıyor.
Kim bilir? Belki de bunca ortak yöne sahip olan bu iki insan arasında ileride güzel bir dostluk başlar?
Sam Miller
Harrison Fluss
20 Nisan 2019