Peru etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Peru etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Nisan 2025

, ,

Mariátegui'nin Hizmetleri


Peru’nun Ayakuço kenti. 1968. San Cristóbal de Huamanga Üniversitesi bir konferansa ev sahipliği yapıyor. Konuşmacılardan biri, ileride Maoist Aydınlık Yol örgütünün lideri olacak olan Abimael Guzmán. Guzmán, konuşmasında devrimci peygamber olarak gördüğü José Carlos Mariátegui’den bahsediyor.

Latin Amerika’da Marksist hareket hakkında konuşanlar, genelde Che Guevara ve Fidel Castro’yu anımsıyorlar. Oysa Abimael Guzmán, bu konuda farklı bir görüşe sahip: “Latin Amerika’da José Carlos Mariátegui ile kıyaslanabilecek tek bir Marksist bile yoktur.”[1]

Guzmán, konuşmasının birkaç yerinde tüm Perulu Marksist-Leninistlerin Mariátegui’nin Peru’nun nesnel toplumsal koşullarıyla ilgili analizine uygun hareket edip onun teorisini uygulamaya dökmesi gerektiğini söylüyor.[2]

Moquegualı Devrimci

José Carlos Mariátegui, 14 Haziran 1894’te Peru’nun güneyindeki Moquegua şehrinde dünyaya geldi. Bir yerli kabile şefinin soyundan gelen, terzilik yapan annesi María Amalia La Chira’nın altıncı çocuğuydu. Babası Javier Mariátegui ise bağımsızlık döneminin liberal kahramanlarından birinin torunuydu.[3]

Mariátegui’nin babası, muhafazakâr çevrelerde kötü bir etiket olarak gördüğü liberal bir aileden gelişini gizlemeye çalışırdı. Gerçek kimliğini muhafazakâr eşinden bile gizlerdi. María, kocasının masonluk ve mürtetlik suçlamasıyla kilise tarafından lanetlenmiş bir adamın torunu olduğunu Jose Carlos doğduktan sonra öğrendi.[4] Bu gerçeği öğrendikten kısa bir süre sonra María, sırf çocukları liberal olmasın diye kocasından ayrılmaya karar verdi.

Mariátegui, çocukluğundan beri hastaydı. Veremdi. Sekiz yaşında sol bacağı sakatlandı. Aile desteğinden ve gerekli mali kaynaktan mahrum olan Mariátegui, ancak sekizinci sınıfa kadar okuyabildi.[5] Okuldan ayrılmaktan başka seçeneği bulunmayan Mariátegui işe girip çalıştı. 14’ünde bir gazetede çalışmaya başladı. Lima’da çıkan La Prensa gazetesinde matbaa yardımcısı ve musahhih olarak çalıştı. Kesintiye uğramış olan eğitimin boşluğunu doldurmak için bolca okudu, yazılar yazdı, farklı yetenekler edinmek için eğitim gördü.[6]

1916’da Mariátegui ve dostu César Falcón, Nuestra Epoca ve La Razón isminde iki gazete çıkarttı. Sonradan yönetimi tümüyle Mariátegui’nin eline geçen Razon gazetesi 1919 yılında sekiz saat iş talep eden işçi hareketine açıktan destek verdi.[7]

Gazete, aynı zamanda başka topluluklara da destek sunuyordu. Otobiyografik Not isimli yazısında (1927) Mariátegui “son çıkarttığım Razon isimli günlük gazetede üniversite reformu hareketine destek sunuyorduk” diyordu.[8]

O dönemde Peru, diktatör Augusto B. Leguía’nın yönetimi altındaydı. ABD yanlısı diktatör, Razon’un eylemlerine sessiz kalamadı. Baskıcı devlet kurumları harekete geçti. Mariátegui ve Falcón bu noktada sürgün ya da hapis tercihiyle yüzleşti. İki isim sürgünü tercih etti.[9] Mariátegui, Ekim 1919’da ülkeyi terk edip Avrupa’ya gitti.

Fransa’da yaşarken Romain Rolland ve Henri Barbusse gibi isimlerle tanıştı. İtalya’da iki yıldan fazla kalan Mariátegui, Antonio Gramsci, Benedetto Croce, Giovanni Papini, Marinett ve Gobetti gibi önemli insanlarla birlikte hareket etti.[10] Marx, Lenin ve Sorel’in eserlerini inceleyen Mariátegui, İtalyan Komünist Partisi’nin 1921’de Livorno’da gerçekleştirdiği kuruluş konferansına katıldı.

İtalya’da kaldığı süre boyunca burjuvazinin politikasına, süreç içerisinde faşizme yol verecek olan reformizmin yaşadığı tereddüde tanıklık etti. Sonrasında eline geçirdiği, tarihsel ve diyalektik materyalizmin neşterini Peru ve Latin Amerika gerçekliğinde kullanmaya başladı.[11]

Kapitalizmin Krizi ve Demokrasi

1923’te Peru’ya dönen Mariátegui, González Prada Halk Üniversitesi’nde Dünya Krizinin Tarihi (1923) ismini taşıyan dersler vermeye başladı.[12] Yirminci yüzyılın başlarında, Birinci Dünya Savaşı ve ekonomik kriz, bunun yanında, liberal demokrasinin krizi Avrupa’yı harap ediyordu.

Bu derslerde Mariátegui, kapitalizmin insan hayatını “küreselleştirdiğini” söylüyordu. Dolayısıyla, kapitalizm krize girdiği vakit dünyada birçok yerde insan hayatı farklı veçheleriyle birlikte bir sarsıntı yaşayacaktı. Mariátegui’ye göre, Batı medeniyetinin krizine işaret eden Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın yüzleştiği kriz de Güney ve Uzakdoğu’daki toplumları etkiliyordu. Peru, bu konuda istisnai değildi. “O da neticede İngiliz, Amerikan veya Fransız kapitalizmin rahle-i tedrisatından geçiyordu.”

Devamında Mariátegui, kriz koşullarında proletaryanın aldığı konumu tartıştı. Kriz öncesinde proletarya birçok gruba ayrışmış hâldeydi. Krizin darbesini yer yemez tüm bu gruplar bir araya gelip iki ana kampa ayrıştılar: reformistler ve devrimciler.

Savaşa girmenin derdinde olan kapitalistler, krizin yok ettiği sömürü araçlarını yeniden oluşturmak ve liberal politik-ekonomik düzeni yeniden güçlendirmek için proletarya ile işbirliği yapmak istedi. Ona ihtiyaç duyduğu eli reformist proletarya uzattı. Ama süreçte tüm proletarya, kapitalistlerden daha fazla bedel ödemek zorunda kalacaktı. Neticede “işçiler daha çok üretmek, daha az tüketmek zorundaydı.”

Mariátegui’ye göre proletarya bu durumu kabullenemezdi. Neticede muhalefet giderek yoğunlaştı. Kapitalistlerin proletaryanın desteğini alamadığı için kapitalist üretim tarzının restorasyonu yeterince başarılı olamadı.

Her bir partinin sürece yönelik geliştirdiği tepki önemli tarihsel etkilere yol açtı. Mariátegui analizinde, burjuvazinin İtalya’da savaş öncesi düzeni sağlama girişimlerinin faşist diktatörlüğü doğurduğunu söylüyordu. Diğer yandan, proletarya safında yaşanan gelişmeler dâhilinde, Almanya’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in, Macaristan’da Béla Kun’un yaptığı örgütçüler sosyalist hareketi ileri taşıdılar.

Mariátegui, üniversitede verdiği derste esas olarak proletaryanın kriz zamanlarında salt olup biteni seyreden bir seyirci olamayacağına vurgu yapmak istiyordu. Krizde işçiler, hem krizi hem de kapitalizmi birlikte aynı anda yok etme görevlerini ifa etmek zorunda olan, tarihe yön veren aktörler hâline geliyorlardı. Mariátegui’ye göre işçi sınıfının politik iktidarı liberal kurumların zayıflatılması suretiyle güçlendirilmeli, işçiler kapitalizmi yeniden tesis etmek isteyen politikalara karşı birleşik bir yapı içerisinde örgütlenmelilerdi.

Yerli Halkların Politik Failliği

Mariátegui çocukken sakat kalan sol bacağının kesilmek zorunda kaldığı 24 yaşından itibaren farklı konularla ilgili yazılar yazmaya başladı. O günden sonra Mariátegui, sadece tekerlekli sandalyeyle hareket etme imkânı bulabildi.[13]

Proletaryadan gayrı herhangi bir sınıfın gerçekleştireceği devrimin kaçınılmaz olarak gerici bir düzenin tesis edilmesine yol açacağına inanan diğer Marksistlerin aksine Mariátegui, köylülerin ve yerli halkların sanayi proletaryasıyla aynı safta buluşabileceğini düşünüyordu. Bu düşüncesini farklı eserlerinde dile getirdi.

Yerli Sorunu Üzerine (1929) isimli çalışmasında Mariátegui, yerli halkların tarihsel yönlerini ele alıyor. Ona göre, İspanyol sömürgeciliği öncesi ilkel komünal üretim tarzına göre yaşayan yerli halklar toprak mülkiyetini kutsal kabul ediyor, maddi zenginliği herkes için üretiyorlardı.[14] Ama bu düzen İspanyol sömürgeciliği eliyle yıkıldı. İspanya’nın toprakları fethetmesiyle birlikte Peru’da feodalizm dönemi başladı.

Sömürgecilikle birlikte yaşanan en çarpıcı değişimlerden biri tarımsal sistemde yaşandı. Önceden komünal olarak icra edilen tarımsal faaliyet, önemli oranda değişti, neticede ortaya piramidin tepesinde Avrupa kökenli büyük toprak sahiplerinin (gamonalismo) durduğu farklı bir sınıfsal yapı çıktı.[15] Ayrıca İspanya, yerli halkları inşa ettiği kölelik sistemi üzerinden zorla madenlerde çalıştırdı. Öncesinde madencilik küçük ölçekli bir işti.

Özetle, Mariátegui’ye göre, Peru’nun yerli halklarının bağlı olduğu üretim tarzı İspanyol sömürgeciler eliyle yok edildi.[16] Peru’nun doğal kaynaklarını tüketen İspanyol feodalizmi yerli halkları marjinalleştirdi.

Peki bu koşullarda Mariátegui ne öneriyordu? Yerli Sorununun Veçheleri (1926) isimli çalışmasında dile getirdiği biçimiyle, yerli halkların sorunları dış faktörlerin yardımıyla çözüme kavuşturulamazdı. Bu sorunlar, bizzat yerli halk tarafından ele alınmalı, bu noktada her türden mülk edinme biçimi üzerinden kendilerinden kopartılan toprak karış karış savunulmalıydı. Mariátegui’ye göre, Peru devriminin motoru buydu.[17]

Peru’nun Ana Sorunu (1924) isimli çalışmasında dile getirdiği biçimiyle, “Yerli halkların emeği değerini bulunca modern devlet ekonomisinin toplumun üyelerinden istediği tüketici ve üretici vasıflarına da sahip olacak”tı.[18]

Marksizmin Perululaştırılması

Mariátegui’nin başyapıtı olan Peru Gerçekliği Üzerine Yedi Yorumlayıcı Deneme, kendisinin hayatının son döneminde kaleme aldığı, Aidit’in Endonezya Toplumu ve Devrim (1957) veya Maria Sison’un Filipin Toplumu ve Devrim (1971) çalışması kadar önemli bir yapıttır. Bu kitap, Peru toplumunun sorunlarına tarihsel ve diyalektik materyalizmin zaviyesinden cevaplar bulmaya çalışır.

Kitabın ilk makalesinde Mariátegui, Peru’da ekonomik medeniyetin tarihinin fetih ve yıkım üzerine kurulu olduğunu söyler. İlk başta yerli halkların tarımsal üretim tarzı komünalken İspanyol fatihler ülkeyi feodalizmle tanıştırmış, eski düzeni yıkmışlardır. Bağımsızlık Savaşı (1821) ile birlikte ülkeye liberal fikirler gelmiş, ama bu süreç feodalizmi tümüyle ortadan kaldırmamış, bunun yerine, kreol (melez) burjuvazi olarak adlandırabileceğimiz yeni bir sınıfın doğmasını sağlamıştır.

Peru’da üretim ilişkileri sürekli değişiyor. Ama İspanyol fetihlerinden beri değişmeyen bir özelliği var o da yerli halkların imhası.[19]

Mariátegui’nin Peru’nun nesnel koşullarını derinlemesine tartışan çalışmasının temel bir özelliği olduğunu görmek gerekiyor: Marksizmi uygularken sergilediği esneklik.

1. Mariátegui, materyalist analizi dâhilinde nihai çıkarıma ulaşıyor ve Peru’nun yarı-feodal bir ülke olduğunu söylüyor. Ancak Peru feodalizminin Avrupa toplumunun tecrübe ettiği ve anladığı feodalizm biçiminden farklı olduğunu iddia ediyor.

2. Peru kapitalizminin niteliğinin Avrupa’daki gibi gelişme sürecinin yeni bir aşaması olarak değil de yarı-feodal ve kapitalist düzenle birleşmiş bir üretim tarzı olarak yorumlanabileceğini söylüyor.

3. Mariátegui, o dönem ekonomizmin damgasını vurduğu, o dönem güçlü olan Avrupamerkezci Marksizme güçlü bir itiraz gerçekleştiriyor. Aynı tespiti Lenin’in Ne Yapmalı’da (1902) yürüttüğü tartışma için de söylemek mümkün. Mariátegui de Lenin’le aynı düzlemde, ekonomizmi Marksist teorinin dar ve kaba kavranışı olarak görüyor, onun proletaryanın politik bilincini ihmal ettiğini söylüyor.

Bir eleştirmen olarak Mariátegui, Yedi Deneme’de din, eğitim ve edebiyat gibi başlıkları ele alan yazılara yer veriyor. Bu denemelerin yazılmasındaki amaç, proletaryanın tarihsel materyalizm çerçevesi dâhilinde belirli bir sınıf bilinci oluşturmasını sağlamak.[20]

Bu anlamda Mariategui önemli hizmetlerde bulunuyor. Marksizmin Avrupamerkezci olduğuna dair suçlamalarla mücadele ediyor. Küresel Güney’de Marksizmi zenginleştiriyor. Marksizmin bakış açısının tüm dünyada uygulanabileceğini ortaya koyuyor. Endonezya’da mücadele eden insanlar olarak ondan öğreneceğimiz çok şey var.

Mariátegui’nin ömrü maalesef uzun olmadı. Henüz 35 yaşındayken, 16 Nisan 1930’da vefat etti.[21]

Alvino Kusumabrata
29 Nisan 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Abimael Guzmán, “To Understanding Mariátegui”, Yayına Hz.: Christophe Kistler ve Josef Hallqvist, Collected Works of The Communist Party of Peru: Volume 1 – 1968-1987 (Utrecht: Foreign Languages Press), s. 11.

[2] A.g.e., s. 30-31.

[3] Juan E. De Castro, Bread and Beauty: The Cultural Politics of José Carlos Mariátegui (Leiden: Brill), s. 22.

[4] Marc Becker, Mariátegui and Latin American Marxist Theory (Ohio: Ohio University Center for International Studies), s. 29.

[5] A.g.e.

[6] Melisa Moore, José Carlos Mariátegui's Unfinished Revolution: Politics, Poetics, and Change in 1920s Peru (Lewisburg: Bucknell University Press), s. 9.

[7] Marc Becker, a.g.e., s. 30.

[8] José Carlos Mariátegui, “Autobiographical Note”, (1927), MIA (erişim tarihi: 8 Nisan 2022).

[9] Juan E. De Castro, a.g.e., s. 37.

[10] Marc Becker, a.g.e.

[11] Mike Gonzalez, In the Red Corner: The Marxism of José Carlos Mariátegui (Şikago: Haymarket Books), s. 43-44.

[12] José Carlos Mariátegui, History of the World Crisis, (1923), MIA.

[13] Juan E. De Castro, a.g.e., s. 44.

[14] José Carlos Mariátegui, Yayına Hz.: Harry E. Vanden ve Marc Becker, “On the Indigenous Problem”, José Carlos Mariátegui: An Anthology (New York: Monthly Review Press), s. 147.

[15] A.g.e., “On the Indigenous Problem”, s. 148.

[16] A.g.e., “On the Indigenous Problem”, s. 146.

[17] A.g.e., “Aspects of the Indigenous Problem”, s. 151.

[18] A.g.e., “Peru's Principal Problem”, s. 139.

[19] José Carlos Mariátegui, Seven Interpretive Essays on Peruvian Reality, (1928), MIA.

[20] Mike Gonzalez, a.g.e., s. 130.

[21] Juan E. De Castro, a.g.e., s. 45.

02 Aralık 2024

, , ,

Marinetti ve Fütürizm

Fütürizm; Kübizm, Ekspresyonizm ve Dadaizm gibi sadece avangart sanat okulu veya eğilimi değil. Her şeyin ötesinde Fütürizm, İtalyan hayatına özgü bir şey. 

Fütürizm, Kübizm, Ekspresyonizm ve Dadaizm gibi sanatsal yaratıma özgü bir anlayış veya biçim üretmedi. O, ilişki kurduğu hareketlerin anlayışlarını veya biçimlerini kısmen veya bütün olarak benimsedi. 

Yeni bir sanat oluşturma çabası içine girmek yerine, eski sanatı yok etmek için uğraştı. Ama Fütürizm, sadece sanatı yenileme hareketi değil, ayrıca politikayı yenileme hareketi olmak istedi. Bir felsefe olmak için çabaladı. Bu yönüyle Fütürizm, İtalya’nın yakın tarihindeki diğer olgulara ait manevi köklerle iç içe geçen veya onlara dolaşan manevi köklere sahipti.

Fütürizmin vaftiz töreninin üzerinden on beş yıl geçti. Şubat 1909’da Marinetti ve diğer sanatçılar Paris’te ilk Fütürist Manifesto’nun altına imzalarını attılar ve metni yayınladılar. Fütürizmin arzusu beynelmilel bir hareket olmaktı. Tam da bu sebeple Paris’te doğdu. Ama onun alnında temelde İtalyanlara has biçime ve öze ufak adımlarla kavuşmak yazılıydı. Onun reisi, (duçesi), lideri, harekete can vereni, İtalya mizacına sahip bir sanatçıydı.

Marinetti, Güney İtalyalıların tipik bir örneği. Tüm Avrupa’yı dolaştı. Paris’te, Londra’da ve Petrograd’da dersler verdi. Ancak Fütürizm, İtalya dışında hiçbir yere uyum sağlayamadı, hiçbir yerde kalıcı ve yaşamsal bağlar kuramadı.

Bir dönem Fütürist hareketin saflarında olan insanlar, Papini, Govoni, Palazeschi ve Folgore gibi günümüz İtalya’sının önemli sanatçılarının etkisi altına girdiler. Böylelikle Fütürizm, yenilenmeyi hemen gerçekleştirmeye yönelik çok boyutlu bir arzuyu ifade eder hâle geldi.

Liderleri, Fütürizmin bir doktrin, bir dogma olmasını istiyorlardı. Sonradan kaleme alınan Fütürist manifestolardaki ana eğilim, bu doktrini ve dogmayı tanımlamak yönündeydi.

Nisan 1909’da o ünlü manifesto ortaya çıktı. Nisan 1910’da yayınlanan Fütürist resim manifestosu geçmişçi Venedik manifestosuna karşı çıkan bir metin olarak kaleme alınmıştı. Altında Boccioni, Carrá, Russolo, Balla, Severini gibi isimlerin imzası vardı.

Ocak 1911’de Valentine de Saint Point, Fütürist Kadın Manifestosu’nu, Nisan 1912’de ise Boccioni, Fütürist Heykel Manifestosu’nu kaleme aldı. Mayıs ayında Fütürist Edebiyat Manifestosu, Marinetti’nin imzasıyla yayımlandı.

Resim sanatı alanında Fütüristler şu soruyu sordular: “Hareket ve ışık, bedenlerin maddiliğini yok ediyor mu?” Müzik alanında ise Fütüristler, kalabalıkların, fabrikaların, trenlerin ve okyanusu aşan gemilerin müzikal ruhunu yorumlama eğilimini başlattılar. Edebiyat alanında özgürce kelimeler icat ettiler. Bunlar, sözdiziminden ve iç tutarlılıktan yoksun kelimelerdi. Marinetti, bu işi “hiçbir bağı olmayan hayal gücü” pratiği olarak tarif ediyordu.

Ekim 1913’de Fütüristler sanat alanından politika alanına geçiş yaptılar. Önceki programların aksine beynelmilel değil gayet de İtalya’ya has olan bir politik program yayımladılar. Bu programda “saldırgan, kurnaz ve kuşkucu” bir dış politika anlayışı savunuluyordu. Dışarıya yönelik yaklaşımı konusunda Fütürizm kendisini emperyalist, fetihçi ve savaşçı bir güç olduğunu söylüyordu. O, anakronik bir yaklaşım dâhilinde, Roma İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasını istiyordu. İçeriye yönelik olaraksa kendisinin sosyalizm ve ruhban sınıfı karşıtı olarak tanımlıyordu. Hâsılı, kaleme aldığı program devrimci değil, gerici bir programdı. Fütürist değil geçmişçiydi. Sadece estetikle alakalı sebeplerle üretilmiş bir edebiyat anlayışına sahipti.

Sonra Fütürist mimari manifesto, ardından da Fütürist sentetik tiyatro manifestosu kaleme alındı. Böylelikle Fütürizm farklı konularla ilgili fikirlerini içeren programını tamamlamış oldu. Artık bir eğilim değil, eğilimler demetiydi.

Tüm bu eğilimlere Marinetti, ortak ruhu ve ortak yazınsal birikimi kazandırdı. O dönemde Marinetti, Batı dünyasındaki en ilginç ve en özgün karakterlerden biriydi. Birinin de ifade ettiği biçimiyle o, “Avrupa’nın kafeini”ydi.

Marinetti, İtalya’da savaş konusunda en aktif propaganda faaliyeti yürüten insanlardan biriydi. Fütürizmin kaleme aldığı tüm metinler ve yazılarda “savaş dünyayı arındıracak yegâne temizlik maddesi” olarak gösterilip yüceltiliyordu. İtalya’nın Trablusgarp’ı fethetmesinin ardında Fütüristlerin teşviki ve tahriki vardı. Bu savaş girişiminde asker olarak yer alan Marinetti savaş üzerinden temin ettiği motifleri ve vezni tüm şiirlerinde ve kitaplarında kullandı. Örneğin Mafarka, sıcak Afrika ikliminden ve toprağından ilham alan bir romandı. Sonrasında Marinetti ve arkadaşları “Avusturya’ya saldırılsın!” korosunun en önünde yer aldılar.

Savaş, Fütüristlerin kendi damak tatlarına, zevklerine ve kabiliyetlerine uygun bir mesleğe sahip olmalarını sağladı. Barışa düşmanlardı. Savaşın yol açtığı çileler, barış yanlılığının güçlenmesine neden olmuştu. İtalya’da emperyalizm ve savaş eğilimi zayıfladı. Sosyalist Parti ve Katolik Parti seçimlerden zaferle çıktı, iktidarın gidişatında ve yöneliminde güçlü bir etkiye kavuştu.

Aynı dönemde Fransa, Almanya ve Rusya’da geliştirilmiş anlayışlar ve sanatsal biçimler İtalya’ya göç etti. Böylelikle Fütürizm avangart sanat alanındaki tekel olma vasfını yitirdi. Carrá gibi isimler, Valori Plastici [“Plastik Değerler”] dergisinde Rus ve Alman sanatında gelişmiş en yeni akımları tanıtmaya başladılar. Evolá, Retina şehrinde Dadaist bir şapel inşa etti. Bragaglia isimli sanat evi ve bu evin sakinlerinin çıkarttığı Cronache di Attualitá [“Güncel Olayların Tarihçesi”] dergisi Avrupa’daki avangart sanatın en seçkin örneklerine ev sahipliği yaptı.

Dinamizminden hiçbir şey yitirmemiş olan Marinetti, sahneyi bir saniyeliğine bile terk etmedi. Şair arkadaşı Cangiullo ile birlikte Fütürist tiyatro anlayışını geliştirdi. Paris ve Roma’da dokunmanın gücü üzerine dersler verdi. Tabii bu arada politikayı hiç unutmadı. O dönemin en yeni fikri ve eylemi Bolşevizmdi. Marinetti, Más allá del comunismo [“Komünizmin Ötesinde”] isimli kitabını yazdı. Fütürist ideolojinin komünist ideolojinin önünde yürüdüğünü söyledi. Zamanla faşist harekete bağlandı.

Bugün Fütürizm, faşizmin manevi ve tarihsel bileşiminin ana unsurlarından birisidir. Daha önce D'Annunzio’ya atıfla, faşizmin dannunziyoculuk olduğunu söylemiştim. Fütürizm, bu dannunziyoculuğun bir veçhesidir. Dannunziyoculukla Marinetticilik, aynı madalyonun iki yüzüdür. D’Annunzio’nun kendisini klasik biçime sevdalı biri olarak takdim etmesinin, Marinetti’ninse bu biçimi yok ettiğini söylemesinin bir önemi bulunmamaktadır. Anlayış ve mizaç itibarıyla Marinetti de tıpkı D’Annunzio gibi pagan, estetist, aristokrat ve bireycidir. D’Annunzio’daki paganizm, bezgin bir karaktere sahipken, Marinetti’de ifrata varmış durumdadır.

Marinetti, İtalya’da Hristiyan düşüncesinin en büyük düşmanlarından birisiydi. Antonio Labriola, onu faşizmi psikolojik düzeyde imal eden isimlerden biri olduğunu söylerken haklıydı. Aktardığına göre, Marinetti, İtalyan gençliğine şiddet tapıncını, insani duygulara yönelik nefreti ve savaşa bağlılığı vaaz eden bir isimdi.

Faşizmin geliştiği ortam, Fütürizmi diriltti. Fütürizm tarikatı, bugün hâlâ güçlü. Marinetti, İtalya’da Futurismo y Fascismo [“Fütürizm ve Faşizm”] isimli kitabıyla bir kez daha sahneye çıkma imkânı buldu. Bu kitapta yer alan ve kendisinin çıkarttığı Noi [“Biz”] dergisinde yayımlanan bir makalesinde Niçeciliğe ve romantizme bağlı olduğunu söylüyor. Felsefecilerin ve sanatçıların idaresi anlamında “Sanatokrasi (Artekrasi)” fikrinin pagan bir anlayışla vücut bulmasını istiyor. Politikacıların örgütlediği ve yönettiği toplum yerine sanatçıların örgütlediği ve yönettiği bir toplumun hayalini kuruyor. Eşitliği temel alan kolektivist fikrin karşısına Eşitsizliği temel alan bireycilik fikrini çıkartıyor. Sürekli adalet, kardeşlik ve demokrasi kavramlarına saldırıyor.

Politik düzeyde Fütürizmi faşizm absorbe etti, özümseyip kendi bünyesine kattı. Roma’da çıkan aşırı gerici ve faşist gazete L’Impero’yu [“İmparatorluk”] Settimelli ve Carli isimli iki Fütürist yazar çıkartıyordu. Bu gazetede çıkan bir makalesinde Settimelli, “mutlak krallık rejiminin en mükemmel rejim” olduğunu söylüyordu.

Zamanla Fütürizm, ruhban karşıtı fikirlerinden ve putkırıcılığından vazgeçti. Öncesinde Vatikan’ı ve tüm müzeleri yok etmek isteyen Fütürizm, bugünlerde faşizmle uzlaştığı için bu arzularını terk etti. Faşizm, güçlerini krallıkla ve kiliseyle birleştirdi. Tüm gelenekçi güçler, geçmişin tüm güçleri, ister istemez, tarihsel düzlemde birbirine yakınlaştı ve zamanla bir araya geldi. Böylelikle Fütürizm, çelişkili bir biçimde, geçmişçi bir akım hâline geldi. Mussolini’nin ve kara gömleklilerin idaresine giren Fütürizmin bugün simgesi, Roma İmparatorluğu’ndan alınmış olan, sapı çubuklarla örülü baltadır.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

14 Haziran 2024

, , ,

Mariátegui’nin Epik Sosyalizmi

Latin Amerika’nın ilk ve en özgün Marksist düşünürü, Peru’nun güney kısmında bulunan Moquegua şehrinde, 14 Haziran 1894’te dünyaya geldi. 

Bugün José Carlos Mariátegui (1894-1930) nadir görülen bir devrimci aydın olarak anımsanmaktadır: Mariátegui, yirminci yüzyıldaki politik düşünceye etki etmeyi bilmiş bir isimdir. Ayrıca Mariátegui, farklı tarihsel bağlamlarda da etkisini korumuştur. 

Bağımlılık teorisinden kurtuluş teolojisine, dekolonyal teoriden Latin Amerika’da kurulan sol iktidarlara, bölgedeki radikal düşüncenin tarihi, Mariátegui’nin ya da yoldaşlarının tabiriyle “Bilge”nin (Amauta’nın) yazılarının kapsamlı bir tefsiri olarak okunmuştur ve bu okumanın bugün de yapılması mümkündür.

Mariátegui’nin külliyatını Peru Gerçekliğine Dair Yedi Açıklayıcı Deneme isimli çalışma ile okumaya başlamak gerekir. 

Latin Amerika’daki Marksist teorinin eşsiz bir örneği olarak bu eserin yazılmasının üzerinden doksan yıl geçmiştir. Bu durum, o mirası tekrar gözden geçirmek için mükemmel bir gerekçe olarak görülebilir.

Mariátegui, çok kısa bir hayat yaşadı ama bu hayat, dopdolu ve alabildiğine yoğundu. O, kendisini gençlik yılları boyunca yatağa mahkûm eden hastalığı yüzünden okula da gidemedi. Gene de iyileşme sürecinde Mariátegui, kendi kendisini yetiştirdi ve zamanla güçlü ama kimilerine göre melankolik bir mizaca sahip oldu. Delikanlı iken Lima’daki dergilere yazılar yazmaya başladı. Ailesine bu şekilde destek olmaya çalışan Mariátegui, 1918 yılında Rus Devrimi’nin ve şehirde yaşanan bir grevin etkisiyle, kendisini “davaya bağlı bir sosyalist” olarak tarif etti.

Mariátegui ile Antonio Gramsci arasındaki benzerlikler gerçekten de çok çarpıcı. Az sayıda biyografi yazarı, ikiliyi kıyaslama ihtiyacı duymuş. Ana çizgiye aykırı birer Marksist, militan gazeteci ve kendi ülkelerindeki komünist partilerin kurucuları olarak Gramsci ve Mariátegui, fiziken zayıf yapıdaydı. Her ikisi de politik baskılarla yüzleşti. Bu tür benzerliklerin ötesinde Mariátegui, ayrıca İtalya’da bulundu, bu ülkede 1919-1920’de iki yıl boyunca işçilerin başını çektikleri grev sürecine [Biennio Rosso –İki Kızıl Yıl], aynı dönemde kurulan Torino fabrika konseylerine ve ertesi yıl Livorno’da İtalya Komünist Partisi’nin kuruluşuna ilk elden tanıklık etti.

İki devrimcinin yollarının kesiştiğine dair elde herhangi bir delil bulunmamasına karşın, Mariátegui’nin İtalya deneyiminden, Gramsci’ye hayrı dokunmayan ama onun hatırlanmasını sağlayan bir üslup dâhilinde beslendiği bilinmektedir.

İtalya’da Mariátegui, Fransa veya Almanya’dakiler gibi aynı saygınlıkta sosyalist düşünce geleneklerinin bulunmadığını gördü. Ama gene de yarımadada canlı bir Marksist felsefe kök salmış, Benedetto Croce’de görülen İtalyan tarihsiciliğinden kimi sürgünler vermeye başlamıştır.

İtalya’daki “praksis felsefesi”yle tanışan Mariátegui, gelecekte formüllerini bu felsefe üzerinden geliştirdi. Örneğin, buradan edindiği yerli Marksizm düşüncesi, süreç içerisinde Mariátegui’nin “Yerli-Amerikalı Marksizm”inin alamet-i farikası hâline geldi. İtalya’nın yol açtığı etki üzerinden ayrıca Mariátegui, bir de Marksist yönteme dair özgün bir iradeci anlayış geliştirdi. Bu anlayış dâhilinde, düşünceyle eylemin, bilincin dönüşümüyle maddenin dönüşümünün birliği üzerinde durdu. Mariátegui’nin önerdiği terminoloji üzerinden ifade edersek, “sosyalizm, epik bir yaratım olmalı”ydı.

Croce, Sorel, Marx, sürrealizm, yerlicilik gibi birbirinden farklı isimlerin ve anlayışların etki ettiği bir isim olarak Mariátegui, çalışmalarını yorumlayan birçok kişiye göre, dönemin yeni oluşan devrimci imkânları üzerinden kendi kendine konuşan bir hayalperestti. Dolayısıyla, onunla Gramsci arasındaki benzerlik, dolaysız kimi etkilerden çok, müşterek ilgi alanlarına dayanmaktadır.

Örneğin Gramsci’nin “Güney Sorunu” dediği şey, gerekçesini Mariátegui’nin “Peru’yu Perululaştırın” çağrısında bulmaktadır. Gramsci’de Güney Sorunu, İtalyan ulusunun oluşum süreci üzerinden kıyıya köşeye atılmış madunları politik düzlemde bütünleştirebilecek bir milli-halkçı programın geliştirilmesi meselesi etrafında dönüp durmaktadır. Mariátegui ise “Peru’yu Perululaştırın” derken, Peru’daki melezlerin başını çektiği oligarşiye ve Avrupa’dan neşet eden şovenist yurtseverliğin milliyetçi dayatmalarına karşı koyabilecek, aşağıdan inşa edilmiş bir milliyetçiliği kastetmektedir.

1923’te ülkesine döndükten sonra Mariátegui, fikri çalışmasını olgunlaştırdı. Yedi Deneme yanında, yirmilerde Amauta dergisi çıkartılmaya başlandı. Öğreti, sanat ve edebiyat dergisi olarak Amauta, avangart sanatı, Marksist polemikleri ve yerli siyasetini, ülke genelinde yaşanacak kültürel yeniden doğuş sürecine öncülük etmek amacıyla, bir araya getirecekti.

Ön yüzünde ve merkezinde sosyalist siyasetin bulunduğu dergi, dönemin en gelişkin tespitlerine ve fikirlerine aracılık etti, bunları kaynaştırdı, böylelikle, belirli bir Marksizm vizyonu geliştirdi. Marksizmin tutkal görevi gördüğü bu öncü kültür çalışması, zamanla kültürle eşanlamlı hâle geldi.

Aynı dönemde Mariátegui, Peru solundaki yoldaşlarıyla tartışma içerisine girdi. Bu tartışmaların en çarpıcı ve etkileyicisi, Amerikan Halkçı Devrimci İttifak’ın (APRA) kurucusu ve lideri Victor Raúl Haya de la Torre ile yürütüldü. Bu iki isim, yirmilerin başında ortak bir politik zemini paylaşırken, 1928’de devrimci değişim meselesi üzerinden ayrıştı.

Haya de la Torre, Marksizmi terk ederek, “halkçı” bir çizgiye geriledi ve yerliler, burjuvazi ve proletarya arasında kurulacak ittifakı savunmaya başladı. Burada amacı, feodalizmi aşmak ve emperyalizmi mağlup etmekti. Ona göre, Marksizm fazla Avrupalı bir teoriydi, bilhassa bu yaşlı kıta için kesilip biçilmiş gibiydi ama Latin Amerika’daki “yarı feodal” gelişme aşamasına kesinlikle uygun düşmüyordu.

Mariátegui, ona şu cevabı verdi: “Gerçekten anti-emperyalist olan bir konum dâhilinde gerekli olan programı ancak devrimci sosyalizm temin edebilir.” Haya de la Torre’nin başını çektiği APRA hareketinden yükselen Avrupamerkezcilik suçlamalarına karşı Marksist yöntemin evrenselliğini savunan Mariátegui, başka bir cepheden gelen, farklı nitelikte suçlamalara maruz kaldı: 1929’da Mariátegui’nin yeni kurduğu Peru Sosyalist Partisi (ki bir komünist partinin sosyalist etiketi taşıması tuhaf bir durumdu) Komintern’in düzenlediği Birinci Latin Amerika Konferansı’na davet edildi. Ancak Mariátegui’ye bağlı Perulu delegeler, Komintern’in burjuva demokratik devrim için önerdiği reçeteye biat etmemek suretiyle bir skandala sebebiyet verdiler. Komintern’e göre bu reçete, “sömürge ve yarı sömürge uluslar” için “doğru” yoldu.

Hastalığı yüzünden konferansa katılamayan Mariátegui’nin Yedi Deneme’si, Latin Amerika Bürosu’nun başkanı, Arjantinli Victorio Codovilla’ya iletildi. Stalinist çizgiye bağlı bir isim olarak Codovilla, kitaba dudak büktü. Ona göre, “açıklayıcı denemeler” ve “ulusal gerçekler” türünden ifadeler, küçük burjuva amatörlere hastı.

Skandala dair haberlerin Moskova’ya ulaşması üzerine bürokrasideki isimler, Mariátegui’nin “İnka komünizmi”ne yönelik savunusuna öfkelendiler. Bu anlayışa göre, komünist ütopyanın tohumları, tıpkı Sovyetler Birliği’ndeki devrimci enternasyonalizm gibi, bölgede bin yıldır yaşayan yerli topluluklarda zaten mevcuttu. Yedi Deneme’de ifade ettiği üzere, “tarımsal hayatta ve yerlilerin hayatında yaşayan pratik sosyalizm üzerinden bakıldığında, topluluklar toprağın toplumsallaştırılması için gerekli doğal faktörü temsil etmekte”ydi.

Kuşkusuz, Mariátegui, antikapitalist komünalizmden sosyaliste devrime geçişin proleter bir özneye muhtaç olduğunu kabul eden bir isimdi, fakat burada da yazar, aklındakine ters şeyler söyledi. And Dağları’nda yaşayan köylüler, üretici güçlerin gelişimi değil de sosyalist devrim aracılığıyla proleter olacak, devrim, devrimin öznesi hâline gelme süreci üzerinden gerçekleşecek, Mariátegui’nin şiirsel ifadesiyle, sosyalist toplumun “epik yaratım”ı için mücadele edilecekti (burada belirtmek gerekir ki Mariátegui, esasen Che’nin İnsan ve Sosyalizm isimli eserinde dile getirdiği iradeci, hümanist sosyalizme benzer bir yaklaşımdan söz ediyordu.).

Komintern’deki aydınlarca “popülist” olmakla eleştirilen Mariátegui’nin “romantik antikapitalizmi”, sonrasında Fransız-Brezilyalı Marksist felsefeci Michael Löwy’nin düşüncesinin köşe taşı hâline geldi. Löwy, “romantik Marksizm” panteonunun merkezine Mariátegui’yi yerleştirdi. Burada Benjamin, Gramsci ve Bloch gibi başka isimler de bulunuyordu. Bu düşünürler, her bir tarihsel yenilgiyi, devrimci süreçteki açmazı, halkın mücadelesindeki yenilgiyi kendi tarzında kavrıyorlardı. Bu isimler, geçmişin harabelerinde direniş hattına ve geleceğe uzanan alternatif yollara çekilebilecek kimi ütopik kırıntıların bulunulabileceği kanaatindeydiler.

Kapitalizme yönelik romantik-devrimci eleştiri, bilhassa Mariátegui’de somutlaşan radikal türevi, düz manada geçmişe geri dönme meselesine değil, içinde yaşadığımız kapitalist bugünün olasılıklara açık niteliğine ışık tutabilecek tarihsel referansların geri kazanılması ve modernitenin ihanet ettiği özgürlükçü potansiyelinin tekrar gündeme gelmesi meselesine işaret ediyordu.

Löwy’nin de Latin Amerika’da Marksizm isimli eserinde kabul ettiği üzere, Komintern’le kurulan ilişki türünden gelişmelerle birlikte, Latin Amerika Marksizminin teorik yaratıcılıkla yüklü altın çağı da kapandı (Küba Komünist Partisi’nde Juan Antonio Mella da bu döneme ait bir isimdir). Fikri kısırlıkla ve Sovyet kuyrukçuluğuyla geçen süreç, esasen Mariátegui’nin öldüğü 1930 yılıyla birlikte başladı.

Peru’nun geride bıraktığı miras, altmışlarda ve yetmişlerde kıtada güçlenen yeni sol bünyesinde yaşanan canlanmadan epey beslendi. O güne dek Mariátegui’nin fikri projesi, on yıllarca Marksizmi bölgedeki solcu eğilimleri akamete uğratan iki tehlikeden kurtarmaya dönük en cüretkâr girişim olarak kalmıştı. Löwy’ye göre bunlar, evrenselliği amaç edinen her türden teoriyi, esas olarak Marksizmi “yabancı” diye redde tabi tutan yerlici-kökenci itiraz ve evrenselliği eleştirmeden kabul edip yerelliğin özelliklerini görmezden gelmenin kurduğu tuzaklardı.

Yedi Deneme, Mariátegui’nin tekil ve evrensel arasında belirli bir denge noktası bulmaya dönük çabasının en yalın tezahürü. Bu eserde Mariátegui, Peru toplumundaki sosyo-ekonomik ve kültürel oluşumları, Marx’ın On Sekizinci Brumaire’ini veya Lenin’in Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’ni anımsatacak, diyalektik bir üslup dâhilinde analiz edip açıklığa kavuşturuyor.

Nicolas Allen
15 Aralık 2018
Kaynak

*  *  *

Michael Löwy Söyleşisi

 

Sorularıma, Yedi Açıklayıcı Deneme’nin doksanıncı yıldönümü vesilesiyle Lima’da yapılan konferanstaki sunumunuzla başlamak istiyorum. Orada Walter Benjamin ile José Carlos Mariátegui’yi kıyaslıyordunuz. Sizce iki isim hangi noktalarda ortaklaşıyor?

Farklı kültürel dünyalara ait olmalarına, biri Latin Amerika’nın And Dağları üzerine kurulu bir ülkesinden, diğeri Orta Avrupa’dan geliyor olmasına karşın Benjamin ve Mariátegui, birçok noktada ortaklaşıyor: iki isim de komünizme kitap dışı bir yerden bağlılar, Lev Trotskiy’ye beğeniyle yaklaşan görüşlere sahip, ama aynı zamanda ikisi de Georges Sorel’in düşüncelerine ilgili, sürrealizme tutkuyla bağlı ve “dindar” bir sosyalizm anlayışına sahip. En önemlisi de iki düşünürün pozitivizme ve “ilerleme” ideolojisine yönelik düşmanlıklarından ayrı ele alamayacağımız, romantik bir modern uygarlık eleştirisi konusunda da ortaklaşıyor olmaları. İki isim arasındaki benzerlikler gerçekten çok çarpıcı, doğalında insan, birbirlerinin eserlerinden haberdar olmamalarına şaşırıyor.

Mariátegui’de ilerlemesiz devrim, tam olarak neye denk düşüyor?

Benjamin’in Pasajlar eserinde dile getirdiği biçimiyle, onun amacı, ilerleme ideolojisinden kopmuş bir tarihsel materyalizm biçimi geliştirmek. Mariátegui de aynı şeyi yaptı. “İki Hayat Anlayışı” isimli makalesinde kendi ifadesiyle, “İlerleme fikrine bir tür batıl itikatmış gibi duyulan saygı”ya da “ruhsuz ve uysal felsefe”ye de karşı çıktığını dile getiriyordu. Mariátegui’ye göre devrim, “ilerleme”nin ürünü değil, Kolomb öncesi komünist geçmişin yeniden canlanmasıydı.

Bu son tespitinizi açabilir misiniz? “Kolomb öncesi komünist geçmiş” ifadesi, biraz Marx ve Engels’in “ilkel komünizm” dediği şeyi çağrıştırıyor. Mariátegui, komünalist geçmişe dönmeyi mi savunuyordu?

Aslında Mariátegui’nin dile getirdiği “Kolomb öncesi komünist geçmiş”, Marksist geleneğin tarif ettiği ilkel komünizme belli ölçüde benziyor. Şunu belirtmekte fayda var: Rosa Luxemburg da Politik Ekonomiye Giriş isimli çalışmasında, ilkel komünizmin farklı biçimlerini tartışırken “İnka komünizmi” ifadesini kullanıyordu. Peru’da bu ilkel komünizmin somut hâli aylu idi. Aylu, And bölgesinde Kolomb Amerika kıtasını keşfetmezden, İspanyol sömürgecileri bölgeyi fethetmezden önce varolan, İnka imparatorluğunun toplumsal zeminini oluşturan köylü topluluklarını ifade ediyor.

Mariátegui, tabii ki sömürgecilik öncesi geçmişe dönmeyi savunan bir isim değildi, Mariátegui, mevcut gerçeklikte köylülük içerisinde bir komünist hareketi geliştirmek için gereken o güçlü zemini, o yerli topluluklarının kolektivist geleneklerinde buluyordu.

Mariátegui’nin köylüleri ve yerlileri komünist hareketin öncüleri olarak tanımlamasına imkân veren, ona has teorik bakış açısı hakkında daha başka neler söyleyebilirsiniz?

Daha önce söylediğim gibi, Mariátegui, yerli köylülerin komünist harekete örgütlenmelerine imkân verecek kolektivist geleneklere sahip olduğunu düşünüyordu. Ayrıca ona göre, yerli halk toprak mücadelesinde, kapitalistlerle toprak sahiplerinin teşkil ettiği oligarşiyle ister istemez çatışma yaşayacak, böylelikle köylüler, sosyalist-komünist öncüye bir şekilde örgütlenebilecek, bu sayede radikal bir toprak reformu için verilen mücadele gerekli politik güce kavuşacaktı.

Bazı insanlar Mariátegui’nin “Latin Amerika’daki ilk Marksist” olduğunu söylerken bazıları daha da ileri giderek, onun kendine has bir Latin Amerika Marksizmi inşa ettiğini söylüyor. Latin Amerika’ya has Marksizminin “çevre Marksizmi”nden farkı nedir? Marksizmin analiz nesnesi olarak kapitalizmin evrensel bir nitelik arz ettiği koşullarda, bu iki husus arasındaki fark neden rahatsız edici bulunuyor?

Bence Mariátegui örneğinde dile getirdiğiniz üç bakış açısı da birbirini pek dışlamıyor. Mariátegui, sahiden de Latin Amerika’nın ilk Marksistidir. Arjantin’de Kapital’i İspanyolcaya tercüme eden Juan B. Justo gibi isimler, Mariátegui’den çok daha önce Marx’a atıfta bulunmuşlardır ama Justo, Marx’ı hiçbir zaman anlamamıştır. Onun fikri dünyası, daha çok Marx’tan çok dönemin pozitivist felsefesini temel alıyordu.

Esasında Mariátegui, Peru Gerçekliği Üzerine Yedi Açıklayıcı Deneme isimli çalışmasında görüldüğü üzere, Latin Amerika’daki toplumsal formasyonları Marksist analize tabi tutan ilk düşünürdür. Komünizme bağlı olan Mariátegui, Komintern’in resmi Stalinist doktrinini hiçbir zaman benimsemedi, bu anlamda, Latin Amerika’da “demokratik burjuva aşaması”ndan geçilmesinin şart olduğu fikrini hiç desteklemedi. Ona göre, emperyalist hâkimiyetin yegâne alternatifi “Yerli Amerika Sosyalizmi”ydi.

Ayrıca “Latin Amerika Marksizmi”den de pekâlâ bahsedilebilir. Zira Mariátegui’nin düşünce pratiği, esas olarak Peru ve Latin Amerika’ya odaklıydı. Onun bakış açısının asıl kaynağı, kıtanın kültürü ve tarihiydi. Aynı şekilde, bir çevre Marksizminden de dem vurulabilir, zira Mariátegui, Latin Amerikalı, Asyalı ve Afrikalı diğer birçok isim gibi sistemin kıyısına köşesine  atılmış kesimlere odaklanan bir kapitalizm anlayışına sahipti.

Ama bu noktada ben, Mariátegui’nin Marksizminin evrensel olduğunu vurgulamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu evrensellik, sadece onun kapitalizmle ilgili yazılarında değil, ayrıca Marksist yöntem, devrimci ahlak, mistik sosyalizm anlayışı, kültür ve sanat gibi diğer konularla ilgili yazılarında dile getirdiği görüşlerde de karşımıza çıkan bir husus. Bir yanılsama olarak gördüğü ilerlemeye dair eleştirisi ile pozitivizm karşıtı felsefeye yönelik savunusu için kaleme aldığı polemikler, söz konusu evrenselliğin dil bulduğu çalışmalardır.

Bu çalışmalarla Mariátegui, Marksizme onu yenileyecek önemli katkılar sunar. Ben, bu anlamda Mariátegui’nin sadece Peru gerçekliğiyle ilgili o yoğun bir zekâyla örülmüş denemelerle ünlenmiş olmasını doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Mariátegui, yirmilerde ve otuzlarda başka yerlerde kalem oynatan, kendi yaşıtı olan, Walter Benjamin, Antonio Gramsci veya Ernst Bloch gibi aydınlarla eş düzeyde “evrensel” olan düşünceler geliştirmiş bir isimdir. Açık söylemek gerekirse, Mariátegui yirminci yüzyılın ilk yarısının en büyük Marksist düşünürlerinden birisidir.

Peki “Avrupamerkezcilik” suçlaması konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu suçlama bağlamında, Mariátegui’nin Marksizmin evrenselliğine dair bir örnek olduğunu, onun, teorinin Marx’ın ilk formüllerinin kapsamının ötesine uzanan, çevre ülkelerdeki toplumsal formasyonlarla karşılaşma üzerinden edindiği “evrimleşme” becerisinin canlı kanıtı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Mariátegui, ne Avrupamerkezci ne de Avrupa karşıtıydı. O büyük bir başarı ortaya koyarak, Latin Amerika denilen özgüllükle Marksist yöntemin evrenselliği diyalektik manada sentezledi. Mariátegui, Marksist yöntemi Georges Sorel ve Miguel Unamuno gibi belirli isimlerin yardımıyla yeniden yorumlayarak, kendine has romantik ve devrimci bir Marksizm türü geliştirdi.

Dile getirdiğiniz bağdaştırmacılık üzerinden kitaba bağlı bir Marksist, pekâlâ Mariátegui’nin Marksist olup olmadığını da sorgulayabilir. Buna cevabınız ne olurdu?

Elimizde Marksist olduğunu iddia eden insanların “gerçek Marksist” olup olmadığını ölçen bir “Marksometre” yok.

José Carlos Mariátegui, kendisini Marksist olarak görüyordu, bir kitabının adı Marksizm Savunusu (1930) idi, ayrıca 1928’de Komünist Enternasyonal’e katılmıştı. Onun Marksist kimliğini kim inkâr edebilir ki!

Esasında Marksizm denilen şey, zaten oldukça heterojen bir kategori değil mi? Fransa’nın ünlü Gramşici Marksisti André Tosel’in de dediği gibi “binlerce Marksizm var.” Birileri çıkıp bu Marksizmlerin bazılarını eleştirebilir veya bunların Marx’ı tümüyle yanlış anladığını söyleyebilir, ama “gerçek Marksist kim?” sorusu üzerinden bir tartışma yürütmenin kimseye faydası olmayacağı açık.

Mariátegui’nin tepkilerini ve fikirlerini anlama çabası üzerinden birileri çıkıp onun kitaba bağlı olduğunu söylüyor, birileri de kitap dışı olduğunu. Üçüncü Enternasyonal’in kıyıya köşeye attığı bir isimken Mariátegui, sonrasında yetmişlerde Latin Amerika’da ortaya çıkan Yeni Sol eliyle yeniden keşfediliyor. Hatta kısa süre önce Latin Amerika’da Pembe Dalga denilen, solcu hükümetlerin kurulduğu dönemde ismi yeniden gündeme geldi. Mariátegui’nin bugünde bir karşılığı var mı sizce? Mevcut konjonktür bağlamında, onu yeniden okuyup anlamlandırmak mümkün mü?

Kendine has politik güçleri içeren her dönem, Mariátegui’yi kendince bir okumaya tabi tutacaktır. İçinde bulunduğumuz dönem açısından ben, Mariátegui’nin başka tarihsel deneyimlerin “kopyası veya “nakledilmiş hâli” olmayan, Latin Amerika halklarının “epik yaratımı” olarak gördüğü sosyalizm anlayışının bu halkların kültürlerini, tarihlerini geleneklerini temel alan bir yaratım pratiği olduğunu düşünüyorum ve bu hâliyle mevcut dönemde söz konusu anlayışı epey etkileyici ve geçerli bir anlayış olarak görüyorum.

Mariátegui’nin yazılarında dil bulan, komünizmin Yerli Amerikalı köklerine yönelik vurgusu Afrikalı Amerikalıların mücadelelerine de uygulanabilir. Mariátegui’nin sosyalizm vizyonu, çoğunlukla “çokkültürcülük” veya “çokuluslu” kurumlarla ilişkisi dâhilinde ele alınıyor, oysa bu vizyon, esas olarak kapitalizmle açıktan çelişki içerisinde olan halkların gelenekleriyle alakalı ve bu gelenekler, bağırlarında devrimci manada yıkıcı bir potansiyel taşıyorlar.

Latin Amerika solu, uzun zamandır başka sosyalizm pratiklerini, bilhassa Sovyet modelini kopya etmekle, kendi topraklarına nakletmekle meşgul oldu. Belki de artık Mariátegui’nin Latin Amerika’daki halk sınıflarının kültürlerinden ve pratiklerinden çıkış alan yeni bir yolu bulmaya yönelik kışkırtıcı sözlerini tekrar keşfetmenin vaktidir.

Sizce kıtada bu yolu örtük olarak ya da açıktan yürüyen bir politik güç var mı? Brezilya’daki Topraksız İşçiler Hareketi’nin lideri João Pedro Stédile’in Mariátegui’ye hayranlıkla bağlı bir isim olduğunu biliyoruz.

Onun örnekliğinin izinden giden Aníbal Quijano ve Alberto Flores Galindo gibi önemli Perulu düşünürleri de anmak lazım. Yerlilerin politik mücadelelerine önderlik eden isimlerden olan Hugo Blanco, Mariátegui’nin düşüncelerinden etkilenmiş biri. Yakın dönemde onun Hugo Chavez ve sizin de bahsini ettiğiniz MST gibi köylü hareketleri üzerindeki etkisinden söz etmek gerek tabii. Ama bence bugün Mariátegui’nin genel anlayışını kendi varlığında en iyi şekilde cisimleştirmeyi bilmiş devrimci hareket, her ne kadar yazılarının açtığı yoldan ilerlemiyor olsa da, Chiapas’taki Zapatist deneyimidir.

Sizin de vurguladığınız üzere, devrim kavramı Mariátegui’de özel bir öneme sahip. Yazılarında sürekli vurgulanan bir husus olarak devrim, dini inanç statüsünde sanki. Mariátegui’nin yazılarında devrim, insanları manevi açıdan kurtuluşa erdiren kutsal güçlerle donatılmış bir güç olarak çıkıyor karşımıza. Bu yaklaşım, “mütevazı” ve ılımlı politik yönelimlerin damgasını vurduğu mevcut durumda bir tür anakronizm değil midir, hatta Latin Amerika bağlamı dikkate alındığında, karşı-devrimci çapaklar barındırdığını söyleyebilir miyiz?

Bugün Latin Amerika’da siyaset sahasında karşı-devrim epey güçlü. Buna hiç şüphe yok. Bu senaryo karşısında devrim ufkunu yeniden dillendirmek gerek. Oligarşinin demir ökçesini sırtımızdan çekip almak, neoliberalizmin gerici, otoriter ve baskıcı biçimini söküp atmak, bunun için de temel ekonomik, toplumsal ve politik yapıları radikal anlamda dönüştürmek şart. Devrimci süreçlerse çoğunlukla düşmanla yüzleşmenin sınırlı biçimlerini ve somut talepleri temel alan, “mütevazı” mücadele türleriyle başlıyorlar.

Bunun da ötesinde, Latin Amerika’da son elli yıl içerisinde yaşanmış devrimci olayların büyük bir kısmı, sizin tabirinizle, bir tür “dini inanç veya insanları manevi açıdan kurtuluşa erdiren güç”le bağlantılı olarak cereyan etti. Burada esasen kurtuluşçu Hristiyanlık’tan veya kurtuluş teolojisinden bahsediyorum. Yetmişlerden doksanlara Orta Amerika’da yaşanan devrimci süreçleri de 1994’teki Zapatist ayaklanmasını da bu dini unsuru akılda tutmadan kavrayamayız. Bu kıtadaki geleneğin özgürleştirme potansiyeli zerre tükenmedi ve hâlen daha capcanlı.

Yalnız tarif ettiğimiz dini boyutu içermeyen geniş ölçekli tek bir hareket ortaya çıkamaz, varolamaz. Mariátegui’nin hep bahsini ettiği “iman, tutku ve mistisizm”den beslenmeyen bir hareketin radikal bir toplumsal değişim için mücadele etmesi, bu konuda direniş ortaya koyması ve kavga vermesi asla mümkün değil. Mariátegui’nin dediği gibi, “Devrimciler güçlerini bilimden değil, imanlarından, tutkularından ve iradelerinden alırlar. Bu, dini, manevi ve mistik bir güçtür.”

Burada siz, Mariátegui’nin devrimci mitle ilgili o çok tartışılmış fikirlerine atıfta bulunuyorsunuz. Bugün dolaşımda olan ve her yere nüfuz eden gerici mitler karşısında devrimci mit kavramına yeniden başvurmak gerçekten de ilginç sonuçlar doğuracaktır. İtalya’da faşizmin yükselişine tanık olup bu konuya dair birçok yazı kaleme almış olan Mariátegui, bugün dümenini aşırı sağa kırmış olan Latin Amerika konusunda bize bir görüş kazandırabilir mi sizce?

Gerici mit, devrimci mitle yüzleştiği noktada ortaya çıkar. Bildiğimiz gibi, faşist karşı-devrimci mit, yükselen Bolşevizm dalgasını kırmak için icat edildi. Faşist mitin derdi, yurtseverliği tekeline almaktı. Mariátegui’nin de dediği gibi faşizm, “elindeki yurtseverlik bayrağını kendisine bağlı olan tüm savaş kaçkınlarının, doktrinindeki ve programındaki tüm aldatıcı sözlerin üzerini örtmek için salladı.” 1925’te İtalyan faşizmiyle ilgili olarak yazılan ve Mariátegui’nin Çağdaş Sahne çalışmasında yer alan bu sözler, günümüz Latin Amerika’sı için de geçerlidir.

Son dönemde kaleme aldığınız çalışmaların bir kısmında, ekososyalist bakış açısının sunduğu imkânları keşfetmeye çalışıyorsunuz. Mariátegui’nin kapitalizmin karşısına çıkartılmış alternatif uygarlık modeli olarak sosyalizm anlayışı, yeni gelişen ekososyalist politika konusunda yol gösterici olabilir mi, bu politikaya ilham kaynağı olarak katkı sunabilir mi?

Ne Mariátegui ne Marx ne de Lenin, bize bugün yüzleştiğimiz tüm sorunlar konusunda hazır cevaplar sunabilirler. Mariátegui’nin çevreye dair herhangi bir endişesini dile getirmediğini görüyoruz ki bu, gayet anlaşılır bir durum. Çünkü Mariátegui, bugün içinden geçtiğimiz kriz gibi çevre sorunları konusunda da bir şeyler söyleyemezdi.

Buna karşın, Mariátegui, kapitalist sistem eleştirisini tüm uygarlık sistemine yönelik eleştiri olarak yapan, yani sadece artık değer teminini eleştirmekle yetinmeyen, burjuvazinin ilerleme ideolojisini de eleştiriye tabi tutan, yerli halkların geleneklerini öne çıkartan bir isim. Tüm bu özelliklerini dikkate aldığımızda, onun asarının esasında ekososyalist düşüncenin gelişimine yönelik oldukça önemli bir katkıyı ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Kanada’dan Patagonya’ya tüm Amerika kıtası genelinde yerli halklar, doğayı tahrip eden kapitalizme karşı gerçekleştirilen direnişe öncülük ediyorlar. Bu halklar, nehirleri, ağaçları, yeryüzünü kararlılıkla savunuyorlar, zirai endüstrinin yanı sıra çokuluslu petrol ve madencilik şirketlerinin doğayı tahrip eden faaliyetlerine karşı yoğun bir mücadele yürütüyorlar.

Bu itirazın kaynağı, yerli halkların maddi yaşam koşulları, bu halkların bekasıdır. Ama bu, aynı zamanda yerli halkların manevi dünyaları ile kapitalizmin ruhu arasındaki çatışmanın bir yansımasıdır. Mariátegui’nin yazıları, bugün verilen toplumsal-ekolojik mücadelelerde yerli halkların öncülüğünü anlamak için önemli bir zemin sunmaktadır.

Mariátegui’nin en önemli destekçilerinden, Perulu yerli ve köylü lideri Hugo Blanco’nun dediği gibi: “Biz Yerliler olarak bu ekososyalizm dediğiniz şeyi beş yüz yıldır uyguluyoruz.”

12 Ekim 2023

, ,

Anatole France’ın Asarının Eleştirisi

İstenildi ki Anatole France’ın cenaze töreninde tüm toplumsal katmanlar ve tüm politik sektörler temsil edilsin. Bu ünlü edebiyat insanının hatırasını sol da sağ da ortayolcular da selamladılar. O cenaze töreninde geçmişten kalanlar, bugünün zanaatkârları ve yarının habercileri bir araya geldiler. Paris caddeleri boyunca Anatole France’ın naaşına eski Fransız Komünist Partililer eşlik ettiler. Orada olmamayı seçenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Sovyet Rusya’nın resmi yayın organı Pravda, Anatole France’ın şahsında eski kültürü yeni insanlığa uzatmıştı.

Fakat savaşın en hararetli anında imzalanan ve Anatole France gibi bir simayı sınıf savaşının üzerine çıkartan bu sözde ateşkes, çok fazla sürmedi. Bu ateşkes, yanılsamadan başka bir şey değildi. Aşırı sağa ve aşırı sola mensup kimi aydınlar, yanlış anlamaları ortadan kaldırma ve zihinleri netleştirme ihtiyacı duydular. Fransız Komünist Partisi gençliği, toprağa karışacak olan ustanın şanına selam durmayacağını söyledi. Clarté dergisinin özel sayısında derginin dört yazarı, sert bir dille kaleme aldıkları yazıda, örgütlerinin France’a karşı olduklarını dile getirdi. Öte yandan, Charles Maurras çizgisinden kendilerini ayırmış olan gerici Katolik ve gelenekçi ideolojinin Ortodoks temsilcileri ise Anatole France’a bağlılıklarını bildirmeyeceklerini, onu uçlara varan ve sanatın manevi dokusunu teşkil eden Hristiyanlık karşıtlığını ve ruhban karşıtlığını hiçbir vakit affetmeyeceklerini söylediler.

Anatole France’ın asarına dair eleştiriler içerisinde sadece aşırı solun eleştirileri, tarihsel manada gerçek bir ilgiyi hak ediyor. Aristokrasi ve Ortaçağ’ın France’ı ondaki paganizm ve nihilizm sebebiyle aforoz etmiş olması, kimseyi şaşırtmamalı. Anatole France, Katolik ve muhafazakâr kutsiyet anlayışı üzerinden itibar kazanmış bir edebiyat insanı değildi. Kendisindeki sosyalizme yakınlık, genelde France’ı proletaryanın ve devrimin safına fırlatıp atıyordu.

France, genelde yeni dönemin atası kabul ediliyordu. Dolayısıyla, onun edebi kişiliğine yönelik tek yeni ve putkırıcı eleştiri, ancak bu unvana itiraz eden ve ortadan kaldıran bir eleştiri olarak somutluk kazanabiliyordu.

Bu eleştirinin en güçlü ve en özel hâli, Clarté broşürü idi. Herkesin bildiği gibi Anatole France, Clarté hareketine ismini veren ve ona bağlı olan bir isimdi. Düşünce Enternasyonali’nin ilk bildirilerini Henri Barbusse ile birlikte kaleme almıştı. Rus Devrimi’ni savunan isimler arasında o da vardı. Fransız komünizminden yana saf tuttu. İlerlemiş yaşı, bitkin hâli, elde ettiği şöhret ve damarlarındaki sertleşme, onun Clarté’nin açtığı ve hızla yürüdüğü yolu takip etmesine izin vermedi. Dergi, engebeli bir yoldan hızla ilerleyerek devrime vardı. Bu konuda ne Anatole France ne de Clarté suçlanabilirdi. France, kapanmakta olan bir çağa, Clarté ise başlayan bir çağa aitti. Kısacası, tarih, dergiyi Anatole France’tan ve asarından uzaklaştırdı.

France’ın asarı, onun himayesinde örgütlenmiş veya toplanmış aydınlar grubu içerisinde önemli bir karşılık buldu. Bu ortam sayesinde Clarté’nin eleştirisi özel bir değere kavuştu.

Marcel Fourrier, edebiyat insanı France ile politik insan olarak France arasında herhangi bir ayrım yapılamayacağına inananlardan. Clarté, meseleleri belirli bir toplumsal bakış açısından incelemeyen bir eseri okuruna duyurmayan bir dergi. Bu tür tespitleri ışığında Fourrier, France konusunda şunları söylüyor:

“Bu düzlemde, gerçeklerin eksiksiz bilgisine sahip kişiler olarak biz, France’ın asarını redde tabi tutuyoruz. Bizdeki dürüstlüğü takdir edecek olan kamuoyuna hitap ederken ve bu eleştiriyi dile getirirken asıl derdimiz, entelektüel namusumuzu korumaktır. France’ın asarı, Rus Devrimi’nin bağrından çıkan proleter ideolojiyi reddediyor. O aşırı şüphecilik ve kaypak dili ile France, esasen burjuva sosyalistler çizgisiyle bağlantılı bir isim.”

Ardından Fourrier, France’ın Fransız tarihinin iki somut kesitinde yapıp ettiklerinin ardındaki dürtüleri ve gerekçeleri inceliyor: Dreyfus meselesi ve Büyük Savaş. İki olayda da Anatole France, “kutsal birlik” politikasına destek sundu. Ondaki tüyden hafif barış yanlısı siyaset, demokrasi için savaş denilen efsanenin önünde diz çöktü. Bu barış yanlılığı ile France, ancak Romain Rolland, Henri Barbusse gibi isimlerin barışçı akımı meydana getirdikleri 1917 yılı sonrasında geri dönebildi.

Anatole France’ın budünyaya düşkün oportünizmini sert bir dille eleştiren bir isim de Jean Bernier. Alaycı ve sert bir dile başvuran Bernier, “ifadelerine kendince ayar çeken, sıfatları kendince seçip kullanan, boyutlarını kendi üslubu uyarınca belirleyen ustanın estetiğinin bir yanıyla güzelliğe önem veren bir yanıyla da gerçekçi olan bir estetik anlayışına sahip olduğunu” söylüyor.

“France’ın asarında tüm dürtüleri ve tutkularıyla, tüm sevdiği ve nefret ettiği şeylerle, tüm çileleri ve çabalarıyla insana yer yok.”

Bernier, Fourrier gibi Anatole France’ın edebiyatını devrimin ideolojisine bağlama çabalarına sert bir dille karşı çıkıyor.

Clarté dergisinde yazan ve George Sorel’in öğrencisi olan Edouard Berth ise Anatole France’ı sona ermekte olan bir kültürün temsilcilerinden biri olarak görüyor. Onun düşüncesine göre Fransız burjuvazisi, iki aileye ayrışmış durumda ve birinin son temsilcisi Barrés, diğerininki ise Anatole France. Berth’e göre:

“Burjuva kültürü, en güzel şarkılarını bu iki yazarın eserlerinde söylemiş. Yazarın tespit ettiği biçimiyle, ustayı kimi kadınlar, akıllı Yahudiler ve insandan bıkıp usanmış, her şeyden rahatsız olan büyük burjuvazi kadar kimse sevemez. Her yana güzel kokular yayan mistisizmle ve özel bir tür devrimcilikle ilişkili olan epikürcülük, bu burjuva dünyasında önemli bir yere sahip. Ayrıca Katolikliği kutsal kitaplar yerine Rönesans’tan ve Romalı şair Horace’tan öğrenmiş kimi rahipler, sağa sola yaltaklanıp duran piskoposlar, ince zevkleri olan hümanistler ve Roma saraylarından çıkma diplomatlar da onu çok sever.”

Anatole France, her zaman Fransız edebiyatının Yunan’ı olarak görüldü. Clarté dergisinin diğer bir yazarı, George Michael de bu yanlış görüşe karşı çıkıyor ve Fransız hümanistlerindeki sahte Yunanlılığın üzerindeki örtüyü kaldırıyor. Ona göre bu Elencilerin hayran ve vakıf oldukları Yunanistan, aslında çökmüş olan Yunanistan. Bu insanlar gibi Anatole France da Elenik medeniyetin çürümüş, retoriğe bayılan, her şeyden şüphe edenlerin ortaya çıktığı alacakaranlığını anımsatıp durmanın zevkine ve heyecanına bayılan bir isim.

Anatole France’ın sanatına dair bu türden izlenimler, yeni aydınların bilincinde bir süre daha demlenip olgunlaştı. Bugün bu izlenimler, yeni ifadelere ve net görüşlere muhtaç. Buna karşın savaş sonrası açığa çıkan krizin başladığı günden beri günümüz aydınının, bilhassa avangart kesimlerin zihninde ve ruhunda örtük olarak mevcut, dağınık hâlde orada bir yerde duruyorlar. Kriz derinleştikçe kendisini öyle yoğun ve kapsamlı bir biçimde ortaya koyuyor ki Anatole France, artık savaşın ortadan kaldırdığı bir zihinsel durum olarak görülüyor.

Clarté dergisine ve Rus Devrimi’ne bağlı bir isim olmasına karşın Anatole France, yeni insanlığa ait bir sanatçı veya düşünür olarak ele alınamaz. Belki Anatole France bu şekilde anılmak istemiş olabilir, ama o böyle biri değildi.

Anatole France’ın geride bıraktığı o ilk izlenim, başkaları gibi bende de zaman içerisinde silinip gitti. Üç ay önce onun ölümü vesilesiyle yazdığım makalede onu hiç tereddüt etmeden “yüz yılın sonuna ait bir edebiyatçı” olarak nitelemiştim. Orada da dile getirdiğim üzere, “Anatole France, burjuva çöküşünün olgunlaştığı kararsız, yorgun çağa aittir.”

Ama ben, gene de Clarté’nin dile getirdiği isteğin kimi noktalarda diğer tüm istekler gibi aşırı ve abartılı bir istek olduğunu düşünüyorum. Zira Anatole France’ın asarında yeni insanlığın ruhunu aramak, saçma ve beyhude bir çaba. Ama öte yandan aynı şey, onun dönemine ait tüm edebiyat eserleri için de söylenebilir. Devrimci sanat, devrimi öncelemez. Bolşevik günlerin şarkıcısı Aleksandr Blok, 1917 öncesinde çürüme dönemini temsil eden, nihilist mizaca sahip bir edebiyatçıydı. Mayakovski’nin sanatı da 1917’ye dek çürüme dönemini temsil etmişti. Günümüz edebiyatı, kendisini köklerinin beslediği hastalıklı mirastan kurtaramaz. O, çürüme sürecinin sancılarını çeken bir medeniyetin ürettiği edebiyattır. O sebeple Anatole France’ın asarı, şafakla değil, alacakaranlıkla temsil olunacak bir ürün idi.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF