07 Ağustos 2022

,

Aleksandr Blok

1917’de Batı, yirminci yüzyılın en büyük Rus şairini hâlen daha görmezden geliyordu. Batı’nın gözüne o şairi sokmak, komünist devrime düştü.

Blok, şiirleri için gerekli ilhamı devrimden aldı. İskitler ve Onikiler adı altında toplanan şiirleri, birkaç Batı diline tercüme edildi. Bu şiirlerle birlikte Blok ünlenmeye başladı. 1920’de Batılılar, şairden çok Bolşeviklerle ilgileniyorlardı. Ama gerçek şu ki Aleksandr Blok, Bolşevik değildi. Hatta 1918’den önce de Bolşeviklerle bir teşrik-i mesaisi olmamıştı. O, her zaman şair olarak kalmıştı.

Kendi döneminin tüm Rus aydın ve sanatçılarında yaygın olarak görülen meraklılık ve huzursuzluk, onu toplumsal ve politik meseleleri ele alan gruplara ve dergi çevrelerine yakınlaştırdı. Fakat ondaki psikoloji ve mizaç, politika ve politik sorunları büyük bir tutkuyla ele alıp onları yüce tutmasına imkân vermiyordu. Politik fikriyatı anlaşılmaz ve karışık idi. Hatta bazen Blok, gerici izlenimi bile veriyordu. Son yıllarında Devrimci Sosyalist Parti’nin sol kanadı içerisinde yer aldı. Bolşevik Parti’ye hiç girmedi. Devrimden önce bu sembolist şairin sanatı, en çok da aristokratlara has nostaljiden beslenmişti.

Hayatının fikriyat ve sanat açısından en yoğun dönemi, 1905-1917 arası dönemdi. Her iki tarih de Bolşevik devrimin döllendiği yılları ifade ediyordu.

1905 devriminin başarısızlıkla sonuçlanması, Rusya’da kötümserliğin ve ümitsizliğin hüküm sürdüğü bir ortamın oluşmasına yol açmıştı. Dönemin Rus edebiyatı, alabildiğine nihilist ve hayata karşı negatif görüşlerle yüklüydü. Bu, esasen yenilgi edebiyatı idi.

Mihail Arzibaşev’in kaleme aldığı Sanin romanı, Rusların kriz içerisinde kıvranan ruhlarını belgeleyen önemli bir çalışma olarak nitelendirilir. Arzibaşev’in Uç Sınır romanı da hasta ve nevrotik bir ruh hâlini yansıtır. Kurduğu sahneden, intihara meyilli, ağıt yakıp duran insanların gölgeleri geçip durur. İradesini yitirmiş, alkole boyun eğmişlerin dünyasında, terbiyesiz, kafası allak bullak, her şeye alaycı bir tavırla yaklaşan, nefsine düşkün karakterler dolaşır ve bu insanların hepsinin de niyeti, yüce bir insan gibi yaşamaktır. Romanlar, bireyciliğin, çözülüp dağılan, en ufak rüzgârda aşınan kötümserliğin dökümünden ibarettir. Leonid Andreyev’in karakterleri de nevrasteniden, sinir zayıflığından muzdariptir.

Esas olarak Blok, Sanin romanındaki büyülenmiş, gizemli ve zayıf karakterlere benziyordu. Ölümünden sonra onun kimi çağdaşları, Blok’u bu şekilde tasvir ediyorlardı. Örneğin Aleksandr Blok’un 1901-1918 arası dönemini ele alan Zinaida Gippius, onun macerasından kimi bölümleri aktarır. Bu tasvire göre, Blok estetiğe aşırı düşkün bir çocuk, iradeden ve her türlü dürtüden yoksun olup, dile dökülemeyenlerden hep endişe duyan, iyi, az biraz hüzünlü bir isimdir.

İlk tanıştığında Blok, biraz hüzünlü biri olarak görünmüş kendisine. Yaşadığı hayat renksiz, solgun ve kıraçtır. Üstelik Blok, bu kaderini hiç isyan etmeden, hiç tepki koymadan kabul eder. Gippius’a göre, onu psikolojisindeki temel özelliklerden biri, kendini savunmamaktır.

Evlilik, felsefe, alkol, biraz da siyaset, sonradan katışır o kadere. Ama Blok’un hayatı ve ruhu birden aydınlanır. O, eşinin kendisine bir oğul verdiği andır. Yüreği yeniden ve daha güçlü bir şekilde atmaya başlar. Ümitsiz ve hedefsiz varolmanın anlamsızlığını görür. Fakat çocuk, ölmeye yazgılıdır. Doğduktan on gün sonra ölür. Şairin üzerine yeniden kara bulutlar çöker. Bunun üzerine Blok, bir yolculuğa çıkar. Bu, hüznün ve alkolün açtığı bir yoldur. Blok, sarhoş olur, kendinden geçer, kendisini canından bezdirir.

Petrograd’a daha divane ve daha asık suratlı biri olarak döner. Savaş, kapıyı çalmaktadır. Onu devrim izler. İşte o an Blok, hayatında ikinci kez gökte bir yıldız görür. Davasına sıkı sıkıya bağlı kindar bir karşı-devrimci olarak Gippius, o günlerde Blok’un oğlunun doğduğu günlerde olduğu gibi konuştuğundan bahsetmektedir.

Devrim de onun hayatına doğan bir şeydir, en azından hayatının bir kısmına sunulmuş bir lütuftur. Blok’ta derinlerde uyumakta olan ve insana can katan köz, yeniden harlanır ve şairin kendisini tümüyle devrime adamasına neden olur. Bu yoldan ilerleyen Aleksandr Blok, aristokratik ruhun ve kanın sembolik şairi olarak Bolşeviklere katılır. Zavallı Gippius, bu aniden gelen, buyurgan ve karşı konulmaz ilhamı “çöküş” olarak niteler. Ona göre Blok, “insanı etkileyen samimiyeti ve o aptal merhametiyle çok yüksekten ve acılar içerisinde kıvranarak düşmüştür.”

Hiç şüphe yok ki Aleksandr Blok, şiir hayatında ve kendi hayatında yüce tutacağı, en ateşli ve en yoğun günleri devrimle birlikte yaşamıştır. Fakat İskitler ve Onikiler’in şairi için bugünler çok geç gelmiştir. O, kendi hayatını artık yeniden inşa edebilecek durumda değildir. Devrimse, kahramanların emeğini ve terini talep etmektedir. Kısa bir süre sonra Blok, ortaya koyduğu çaba dâhilinde yaşadığı gerilimin ruhunu ve bitap düşmüş bedenini paramparça ettiğini fark eder. Sönmeye yüz tutan devrim ateşi, kendisindeki iradeden son kalan kırıntıları da yutar. Blok, 1921 yılında ortaya koyduğu o son gayretle bitap düşmüş, paramparça olmuş, yenilmiş bir hâlde ölür.

Blok’un hatırasını Maksim Gorki kaleme alır. Bu hatıra çalışmasının neredeyse tamamı, Petrograd’daki bir bahçede Gorki ile Blok arasında cereyan eden bir sohbet üzerine kuruludur. Bu sohbette Blok, her zaman olduğu gibi, hayatın, ölümün ve aşkın anlamını anlamaya ve tartışmaya hevesli, bunu takıntı hâline getirmiş, böylesi bir çabanın çilesini çeken biri olarak çıkar karşımıza. Soruları soran Gorki, bunların kendisine sakladığı samimi fikirleri olduğunu söyler ve “Kendimden bahsetmek, bir türlü sahip olamadığım bir ustalık, bir meziyet” der. Bunun üzerine Blok, biraz celâllenir ve “hakikatin ruhuna dair düşüncelerini saklıyorsun demek, iyi ama neden?” diye sorar. Nevrasteni kaynaklı olarak konunun dışında bir iki şey geveledikten sonra Gorki’ye şu soruyu yöneltir: “Ölümsüzlük, ölümsüzlük ihtimali hakkında ne düşünüyorsun?” Gorki, kendisine teorik düzlemde materyalist bir cevap verir. Blok, bu cevabı biraz anlaşılmaz biraz da komik bulur. Ardından lafı değiştirerek, işe yaramaz, ama etkileyici kimi fikirlerini sıralar, böylece pozitif bir hayat anlayışı sunmaya çalışır. Karşı tarafı iğnelemeyi amaç edinmiş bir tavır içerisinde, kederli bir ses tonu ile şunu söyler:

“Sadece on yıllığına hiç düşünmeden yaşayabilsek ne olurdu acaba! Bu bizi aldatıp duran, dünyanın karanlığına sürükleyen ateşi bir süreliğine söndürüp, evrensel ahengi kalbimizle dinleyebilseydik keşke. Beyin dediğin, ne güvenilmez bir organdır, fazla büyük, fazla gelişkin. Yutuyor her şeyi.”

Blok, hiç durmadan, ara dahi vermeden tüm soruları sorar kendisine. En fazla dert edindiği meselelerden biri de o dönemde toplumsal devrim karşısında aydının konumu ve görevi meselesidir. Blok, aydınların ne kötü, ne şeytan olduğunu bilen, hisseden bir isimdir. O, kendisindeki şeytanı da kabul etmektedir. O şeytanlığı, halüsinasyon gören bir kişinin duru görüsüyle tanımlayıp teşhis edebilmektedir. Ama kendisindeki zayıflık ve güçsüzlükten de tümüyle bihaberdir.

Ölümünden sonra Batılıların tanış olduğu makalelerinden birinde Blok, trajedisini şu şekilde izah etmektedir:

“Aydınları Rus halkından ayıran çizgi, sahiden de aşılmaz bir çizgi midir? Bu engel kaldığı sürece aydınlar, beyhude yere gezinip durmaya, kendilerini boş yere üzmeye, etraflarına çizdikleri, çıkışı olmayan çemberin içerisinde yozlaşıp çürümeye mahkûmdurlar. Aydın, kendini inkâr etmenin hayatî bir zorunluluk olduğuna inanmadığı sürece kendisini asla redde tabi tutmaz. Onun kendisini inkâr etmesi imkânsızdır, üstelik o, kendisindeki zayıflığı, hatta intihar denilen zayıflığa meyilli oluşunu bile kabule yanaşmaz. Kendisindeki bireyciliğin, şeytanî güçlere yönelik inancın, estetik anlayışının dile getirdiği talepler veya en nihayetinde ümitsizlik ve keder gibi sıradan gerekçeler üzerinden intihara meyleden bir insana ben ne diyebilirim ki? Ben de onun gibi bir aydınsam, ben de estetiğe bayılıyorsam, bireyciliğe ve ümitsizliğe duçar olmuşsam, kime nasıl itiraz edebilirim? Eğer içimde, bireycilik tercihinden, bu tercihi gölge gibi takip eden kederimden daha fazla sevebileceğim bir şey olsaydı, o acaba ne olurdu?”

Blok, aynı makalede, aydının ruhuyla kitlelerin ruhunun çeliştiğini söylüyor:

“Aydınlar, her geçen gün giderek daha fazla ölüm iradesine teslim olurlarken, halk, antik çağdan beri bağrında yaşama iradesini taşıyor. O vakit bir kâfirin bile bazen halka dönüp ondan yaşamak için kudret talep etmesi anlaşılır bir durumdur. Aydın, temelde korumacılık içgüdüsüyle, kendini koruma dürtüsüyle hareket ediyor, bu sebeple hep sessizlikle, nefretle, bazen de hoşgörülü bir acıma duygusu ile karşılanıyor. Aydın, hep o erişilemez olan çizgiye gelmeden önce duruyor. Öngördüğünden daha korkunç olan bir şey karşısında birden dağılabiliyor.”

İskitler ve Onikiler’in şairi, bu kitabında yer alan şiirlerinde, esasen Rus Devrimi’nin şairi olmak istemektedir. Uzun süre o devrimin şairi olamamış olması, onun hatası değildir. Ondaki ruh, o otuz sekiz yıl boyunca çöküş döneminin tüm zehrini emmiştir. Ondaki hassas ve duru bilinç, devasına hasret kalmışlığı ile, zehirlenmiştir.

Fakat Blok’un kaderi, onun şiirinin yeni çağın şafağını selamlamasını istemişti. Ömrünün sonunda yüceltilen şair, kemale ermiş olan şiiriyle önemli bir yere konulmuştur. Ardından şairin karşısına aşılması mümkün olmayan bir engel çıkmıştır. Belki de Blok, ölüm tek başına gelip kapıyı çaldığında, dertlerin harap ettiği elleri intihar etmek için kullanacağı ipi örmekle meşguldü.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

0 Yorum: