11 Ağustos 2022

Hardt ve Negri’ye Karşı


Çokluk mu Genelleşmiş Proleterleşme Süreci mi?


Görebildiğimiz kadarıyla, Avrupa’da “Çokluk” terimi, ilkin Hardt ve Negri’nin açıktan atıfta bulundukları, Hollandalı filozof Spinoza tarafından kullanıldı. Terim, o dönemde Eski Rejim’de şehirlerde çoğunluğu teşkil eden, ama sadece krallığa ve aristokrasiye tahsis edilmiş olan politik iktidara, zengin köylüler de dâhil kentte ve kırda yeni yeni gelişmekte olan finans burjuvazisinin veya feodal nesebe sahip kişilerin elinde bulunan ekonomik iktidara, aynı zamanda Kilise ve ruhban sınıfına ait toplumsal iktidara katılım süreçlerinden mahrum bırakılmış çoğunluğu ifade ediyordu. Avamın statüsü, konuma göre farklılık arz ediyordu. Şehirlerde avam, zanaatkârlar, küçük tüccarlar, parça başı çalışan işçiler, yoksullar ve dilencilerden oluşurken, köylerde bu kavram, topraksız köylülere denk düşüyordu. Şehirlerde huzur nedir bilmeyen avam, sık sık şiddet araçlarının devreye sokulduğu ayaklanmaların içinde yer alıyordu. Bu kitleyi harekete geçirense, Fransa’da üçüncü sınıfın aktif bileşeni olan, yeni gelişen ve pratikte aristokrasi ile çatışmalar yaşayan burjuvazi idi.

Benzer toplum biçimleri, daha önce başka yerlerde de ortaya çıkmıştı. Antik Roma’nın plebleri, Rönesans İtalyası’nın şehir devletleri en bilinen örnekler. On yedinci yüzyılda gerçekleşen ve Cromwell ile Kral arasında yaşanan çatışma dâhilinde cereyan eden İngiliz devrimlerinde karşımıza çıkan Düzleyiciler de aynı toplumsal katmana mensuplardı. Benzer toplumsal olgulara Avrupa dışında da rastlamak mümkün. Bu konuda on dokuzuncu yüzyıl Çin’inde karşımıza çıkan Taipingler, örnek olarak verilebilir.

Fransız Devrimi, üçüncü sınıfa mensup burjuvazinin bir tarafta, monarşi ile aristokrasinin diğer tarafta durduğu kavgaya o dönemin çokluğunu ifade eden pleblerin güçlü bir müdahale gerçekleştirmesi için gerekli zemini sağladı. Üç taraflı bir kavga hâline gelen bu çatışma sürecinde “Dağ” olarak bilinen politik grupla birlikte plebler, 1793 yılında avantajlı duruma geldiler. Bu pleblerin taleplerini dillendiren Robespierre, mülk sahiplerinin politik ekonomisinin karşısına halkın politik ekonomisini çıkarttı. Bu anlamda o, Florence Gauthier’nin de ifade ettiği gibi, ilginç bir biçimde, bugüne ait bir ifadeye başvurmaktaydı.[1]

İlk genel görüşü, tam da bu noktada aktarmak mümkün: pleblerin gerçekleştirdikleri isyanlar, onların farklı zaman ve zeminlerde farklı toplumsal sistemlerin maruz bıraktıkları yoksulluk veya haklardan mahrum olma hâlini, yaşanan zulmü her zaman kabul etmediklerinin kanıtı olarak görülebilir. Antropolojinin bir meselesi olarak, insanların özgürlük iradesi ile politik sosyolojinin meselesi olarak kendilerine dayatılan eşitsizlik arasındaki çelişkinin diyalektiği, süreklilik arz eden, tarih ötesi bir gerçekliktir.

İkinci görüş: Antik çağın çokluğu olarak pleblerin gerçekleştirdikleri tüm isyanlar yenildiler. Peki buradan, alabildiğine ekonomist ve determinist bir tarih yorumu üzerinden, şu çıkarımı mı yapmamız gerekiyor? Bu yenilgilerin asıl sebebi, pleblerin eşitlik arzusu üzerine kurulu bir tür komünizm talebinin imkân dâhilinde olmamasıdır, üretici güçlerin gelişiminin kapitalizmin icat edilmesini ve iktidarın burjuvazinin elinde olmasını zorunlu kılmasıdır. 

Marx’ı ve tarihsel Marksizmleri anlamak için bu meseleleri tartışmak gerektiğini düşünsem de onları bu yazı dâhilinde ele almayacağım. Burada sadece ilgili meselelere dair muhteşem bir analiz kaleme almış olan Pierre Dardot ve Christian Laval’ın çalışmasına atıfta bulunmakla yetineceğim.[2]

İlk anarşistlerden olan Pierre-Joseph Proudhon, “Çokluk” terimini on dokuzuncu yüzyıl ortalarında kendi döneminde Fransız şehirlerinin, bilhassa Paris’in toplumsal gerçekliğini tarif etmek için kullanıyordu. Dardot ve Laval, çalışmalarında bu hususa değiniyorlar.[3] Proudhon’un bu tarifi, kendi dönemi için kesinlikle doğru. Bu konuda herhangi bir eleştiri dillendirmediğine göre, Marx da bu şekilde düşünüyor.

Louis-Philippe’in 26 Temmuz 1830 günü kral olmasıyla başlayan restorasyon süreci boyunca ve üçüncü imparatorlukta ekonomik iktidar aristokrasiye ve burjuvaziye bırakılmıştı. Kendi içlerinde bölünmüş olan bu iki kesim, çatışma içerisinde olsa da en nihayetinde her bir tarafın sahip olduğu özgül ağırlıktaki değişikliklere göre biçimlenecek gücü paylaşmak noktasında birleşmişti. Paris gibi büyük şehirlerde çoğunluğu teşkil eden avam, bu iktidarı paylaşma işinin dışında bırakılmıştı. Kendi içinde çeşitlilik arz eden avam, bir de yeni gelişen sanayi proletaryasını bağrında barındırmaktaydı. Oluşum aşamasında bulunan bu sınıf, o dönemde azınlıktaydı. Esas olarak, yeni kurulan tekstil endüstrisinde ve kömür madenlerinde varlardı. İngiltere’de daha gelişkin olan proletarya, Fransa’da kendisine güçbelâ alan bulabiliyordu. Fransa tarihinde bu çokluk (veya plebler) faaliyetlerini sürdürdü. 1793’ü unutmadı. 1848’de, hatta kısmen 1871’de o ana geri dönmek istedi. Ama bir kez daha başarısız oldu.

Bu noktada söylemem gerek ki ben, Fransa, Avrupa veya dünyanın başka bir yerinde sonraki dönemleri, bilhassa günümüz toplumlarını “Çokluk” terimi üzerinden tarif etmenin faydalı olduğuna inanmıyorum. Hatta ben, bu kavramın tehlike arz edebilecek ölçüde aldatıcı olduğunu düşünüyorum.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına galebe çalan sermaye birikimi, uzun vadede avamın farklı üyelerini, plebleri, çokluğu proleterleştirir, bu anlamda onları işgüçlerini sermaye satan kişilere dönüştürür. Bu satış, Marx’ın analiz ettiği biçimiyle, ya “gerçeklik zemininde” ya da “biçimsel düzeyde” cereyan eder. Proleter olmak, yeni bir statüdür ve bu statü sürekli değişir, gelişir.

Proleterleşme süreci, zamana zemine özgü belirli bir terkip üzerinden meydana gelir. Süreci meydana getirense (1) kapitalist üretimin örgütlenmesi ile ilgili teknolojik ihtiyaçlar; (2) proleterlerin kapitalist örgüte karşı verdikleri mücadeleler veya o örgüt yapısı içerisinde kendi lehlerine olan bir konum elde etmek için verdikleri mücadeleler; (3) proletaryayı bölme hedefi doğrultusunda sermayenin proletaryanın mücadelelerine cevaben geliştirdiği stratejiler. İlkesel açıdan burada yeni bir şey yoktur. Zira her türden terkibin yol açtığı sonuç, ulusal kapitalizmin yerel bağlamı yanında, ulus-devletin bulunduğu bölge düzeyinde sermaye birikiminin gerçekleştiği özel momente özgü ve özeldir. Bu terkipler, küresel kapitalizmi özel kimi yollar üzerinden yapılandırır. İlgili yolları tanımlayansa, uluslararası ilişkilerdeki denge ve dengesizliklerdir. Daha da özelde bu terkipler, hâkim merkezlerdeki proleterleşme sürecinin niteliği ile hâkimiyet altındaki periferi ülkelerindeki süreçlerin niteliğinin çelişmesine neden olur, bunun yanı sıra, küresel birikim için gerekli muhtelif işlevlerin muhafaza edilmesini sağlar.

Bu anlamda, proleterleşme sürecine daha yakından ve somut ifadeleri dâhilinde bakmak gerekmektedir. Bunun için aşırı genelleştirmelerden uzak durulmalıdır. Evet, ikinci ve üçüncü enternasyonaldeki tarihsel Marksizmler, ne yazık ki bu türden genelleştirmelerin tuzağına düşmüş, neticede de “proletarya” terimini proletaryanın belirli bir kesimine doğru daraltmıştır. Bu dışlayıcı kullanım dâhilinde, on dokuzuncu yüzyılın fabrika işçileri veya madencileri, yirmilerden altmışlara dek uzanan süreçte de Fordist çizgide örgütlenmiş büyük fabrikalardaki işçiler, öne çıkartılmışlardır.

Enternasyonallerin geliştirdikleri sınıf mücadelesi stratejilerinde mevcut olan hataları, proletaryanın belirli bir kesimine kilitlenmek üzerinden izah etmek mümkündür. Belirli yerlerde ve dönemlerde bahsi edilen kesimler, mücadele yürütme konusunda daha avantajlı bir bağlama sahip olmuşlardır. Bu kesimlere ve verdikleri mücadelelere kazık çakmak, anlaşılır bir durumdur.

İkinci Dünya Savaşı sonrası tesis edilen reformist devletin (refah devletinin) yol açtığı toplumsal ilerlemeler, bu mücadelenin bir sonucudur. Ama öte yandan, bu ilerlemelerin altına imza atan hareketlerin mevcut kudreti zayıf yanlarının üzerini örtmüştür. Proletaryanın belirli bir kesimine kilitlenen hareket, diğer kesimleri unutmuş, köylülüğü de içeren diğer kesimlerin proleterleştiği gerçeğini göz ardı etmiştir. Bu ihmal yüzünden kapitalizm sorgulanamamış, bu da proletaryanın ileri kesiminin birikimin mevcut mantığıyla bütünleşmesine, ona teslim olmasına yol açmıştır.

Ben, Hardt ve Negri’nin yorumundan farklı bir yorum öneriyorum. Bu noktada 1975’te başlayan bir süreç dâhilinde günümüz dünyasının “genel anlamda proleterleştiği” üzerinde duruyorum. Bu yorum kapsamında asıl vurguladığım hususlar ise herkese dayatılan proleter statüsü ve genelleşmiş proletaryanın alabildiğine bölünmesi. Bu iki husus, birbirine tesadüf eden şeyler değil. Birlikte ilerliyorlar. Bir de tabii sermayenin kontrol için kullandığı mekanizmanın aşırı merkezîleşmesinden bahsetmek gerekiyor.

İşçiler, işgüçlerini sermayeye bir şirkete çalışırken doğrudan, taşeron olarak çalışırken, dolaylı yoldan satıyorlar. Artık işçilerin giderek büyüyen bir kesimi bu durumda. İşçilerin hukukî statüsünün onlara bahşettiği özerklik alanı, bu gerçeği gizlememeli. Örneğin bir ailenin işlettiği çiftlikte toprak ve teçhizatın bu ailenin mülkünde olmasının bir önemi yok, çünkü kapitalist tekellerin yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru yaptığı kesintiler sebebiyle bu mülkiyetin bir anlamı kalmıyor. İmalatla uğraşan veya hizmet sunan birçok küçük ve orta ölçekli şirket, bunun yanında, serbest çalışan insanlar, proleterleşmenin genelleşmesi denilen gerçekle yüzleşiyorlar. Bugün tüm işçiler, gerektiğinde zihinsel emeğini de içerecek biçimde kendi işgücünü satıyorlar.

Bu koşullarda, Hardt ve Negri’nin iddiasının aksine, sistem evrimleştikçe, değer yasasının işlediği alan daralmıyor. Bu da sistemin daha da güçlendiğini gösteriyor. Başka bir çalışmamda kullanmış olduğum çizelge, değer yasasının ücret hiyerarşisi, daha da genelde işçiye yapılan ödemeler üzerinden nasıl işlediğini ortaya koyuyor.[4] İşçilerin yüzde sekseni ilâ doksanı, her gün sekiz saat, her yıl 250 gün çalışıp, faydalı olsun ya da olmasın, kimi ürünler ve hizmetler üretiyor. Ama bu harcanan emeğin karşılığında ödenen para, gün başına dört saat çalışmak için ihtiyaç duyulan ürün ve hizmeti satın almalarına imkân sağlıyor. İşçiler, üretken olsunlar ya da olmasınlar, sermaye tarafından eşit ölçüde sömürülüyorlar.

Bu çalışma, 1. Kısmı, yani üretim için emtia ve hizmet üretiminin gerçekleştiği bölümü ve 2. Kısmı, yani nihai tüketim için emtia ve hizmet üretiminin gerçekleştiği bölümü tamamlayan 3. Kısım’da emilen artıktaki hızlı artışı analiz ederek tamama eriyor.[5]

Genelleşmiş proletaryanın kesimlere ayrılması süreci, bu ayrışmayı teşvik etmek için tasarlanmış teknolojik araştırmaları yürütmek ve onların yönünü tayin etmek amacıyla (genelleşmiş proletaryanın ortaya çıkması için zaruri olan karşıt tamamlayıcı unsur olarak) genelleşmiş tekellerin elindeki sermaye eliyle uygulamaya konulan stratejiler üzerinden izah ediliyor. Fakat bu kesimlere ayrışma süreci, sermayenin uygulamaya koyduğu stratejilerin tek taraflı ürettiği bir şey değil. Bu sürecin mağdurlarının ortaya koydukları direniş ve yürüttükleri mücadeleler, bu stratejilerle etkileşime giriyorlar ve kesimlere ayrışma sürecine belirli bir biçim veriyorlar. Bu konuda somut kimi örnekler vermek mümkün: Fransa’da demiryolu işçilerinin verdikleri mücadelelerde işçiler arasında oluşan dayanışma, genelleşmiş proletaryanın içindeki kesimlere ayrışma sürecinin yıkıcı etkilerini kimi yönlerden ortadan kaldırabiliyor, ama aynı zamanda bu süreci besleyebiliyor da.

Bu mücadele stratejileri, ilk bakışta, Alain Touraine’nin günümüz toplumu ve kendi iç kesimlerine özel toplumsal hareketlerin gelişmesi konusunda söylediklerinde haklı olduğunu ispatlıyor. Müşterek mücadelenin geliştireceği etkili stratejide amaç, kesrette vahdete imkân sağlayan stratejik alt amaçları belirlemektir.

Bu zor iş için önerilebilecek kesin bir plan bulunmamaktadır. Hardt ve Negri, bu alanda militan düşünceyi ilerletmemize yardımcı olmuyor. Kendiliğinden mücadelelerin yol açtığı özgürleştirici etkilere fazla önem veriyorlar. Bu özgürleştirici etkilerin gerçekliğini kabul etmek basittir ve kesinlikle herhangi bir şatafatlı analiz gerektirmez. Asıl zorluk, şu soruyu sorar sormaz ortaya çıkar: Parçalı mücadeleleri geniş kapsamlı ve genelleştirilmiş bir mücadele stratejisine nasıl eklemleyeceğiz? Hardt ve Negri'nin bu konuda söyleyecek hiçbir şeyi yok.

Genelleşmiş proleterleşme süreci ve proletaryanın kesimlere ayrılması, sermaye yapısındaki değişikliklerle birlikte gerçekleşir. İlk biçimlerinde (1880'den 1975'e kadar) tekellere, ardından “genelleştirilmiş tekeller” olarak adlandırdığım çağdaş biçimlerine geçiş, bu değişiklikleri simgelemektedir. Bu tekellerin gücünün, sermayenin yasal mülkiyetinde paralel bir yoğunlaşma olmaksızın merkezîleşmesi, soyut sermayenin egemenliğinin hizmetinde olan siyasi iktidarın yönetimi kadar burjuvazinin doğasını da tamamen dönüştürür. Burjuvazinin kendisi, artık büyük ölçüde soyut sermayenin maaşlı temsilcilerinden, özellikle de sermaye için yararlı bilgi üreticilerinden oluşmaktadır. İşte Hardt ve Negri, bu hususlara dair bilginin önemini görmez.

Bu maaşlı temsilciler, sekiz saat çalıştıklarında, üretimi sekiz saatten daha fazla, hatta çok daha fazla maliyetli olan mal ve hizmetleri satın almalarına izin veren bir para alırlar. O hâlde artık değer üretimine katılmazlar, onun tüketicileridirler. Burjuvadırlar ve öyle olduklarının bilincindedirler. Ben burada daha çok, Hardt ve Negri'nin hiçbir zaman ilgilenmediği bu değişim sürecini ele alan Günümüz Kapitalizminde Bütünleşme isimli çalışmamda yer alan analizlere atıfta bulunuyorum.[6]

Buraya kadar aktardığım analiz, sadece sistem içi merkezlerdeki dönüşümlere odaklanıyordu. Çevre ülkelerde, kapitalizmin hükmü altında olan toplumlarda proleterleşme süreci, farklı ve özgül biçimler alabiliyor. Emperyalizm konusunda Hardt ve Negri'ye yaptığım eleştiride bu hususa geri döneceğim.

Dolayısıyla biz farklı düşünüyoruz. Bu anlamda, geçmişte çokluğa damgasını vuran statülerdeki çeşitlenme meselesine odaklanmıyoruz. Hatta tam aksi bir pozisyonu benimsiyoruz.

Hardt ve Negri'den de önce Touraine, proletaryanın kesimlere ayrışma sürecini proletaryanın sonu olarak ilân etmişti, devamında da buradan hareketle, yeni toplumsal gerçeklikte her bir kesime has, çoğul olan toplumsal hareketlerin mücadelesini tekil olan proletaryanın mücadelesinin yerine ikame etti.

Hardt ve Negri de "çokluk" terimine geri dönerek, yüzlerini Touraine’e çevirdiler. Onlara göre, kapitalist değer yasası hükmünü yitiriyor (ki ben tam aksine, artan bir güçle kendisini ortaya koyduğunu düşünüyorum). İkili, bu değer yasasının yerini, değer yasası ve proleterleşmeyi önceleyen emek sömürüsü tarzlarına benzer tarzların aldığını söylüyor. Ne var ki Hardt ve Negri, yeni emek biçimleri konusunda tek laf etmiyor. Bu konudaki sessizlikleri anlamlıdır: Çünkü bu iki isim, değer yasasının yerine ne koyacaklarını bilmiyor.

Marx, piyasadaki dalgalanmaların yol açtığı kargaşanın, piyasadaki hareketleri tamamen kontrol eden değer yasasının gücünü maskelediğini söylüyordu. Aynı şekilde ben de, proleterleşmiş toplumun bileşenlerindeki çeşitliliğin (çokluk), değer yasasının gücünü, daha doğrusu bu çeşitliliği oluşturan küreselleşmiş değer yasasını benzer şekilde maskelediğini söylüyorum.

Hardt ve Negri, genelleşmiş proletaryadaki kesimlere ayrılma sürecinin somut biçimlerini analiz etmek yerine, “müşterekler” (“kamu yararı”) konusunda kelâm etmekten zevk duyuyor. Oysa bu uzun zamandır ele alınan ve tekrar tekrar gündeme getirilen konuya dair bildiklerimize zerre katkı sunmuyor. Ortada hem temel kavramları Hardt ve Negri'den çok daha iyi açıklayan hem de piyasanın egemen ideolojisinin dışsallıkları kendi sistemine entegre etmesine izin veren kavramlara meydan okuyan “müşterekler” konusu üzerine yığınla yazı var.[7]

Bugün varolan toplumsal çeşitliliğin fiili gerçekliği konusunda sustukları için Hardt ve Negri, “biyopolitika” ve bilişsel kapitalizm” gibi başlıklar altında bitmek bilmeyen analizler yapıyor.

Politika yerine “biyopolitika” tabirini kullanmak, beni pek rahatsız etmiyor. Asıl mesele, önce Foucault’nun, ardından da Hardt ve Negri’nin orada yeni şeyler buluyor olması. Ben, bu teori alanında yeni bir şey olmadığına inanıyorum.

Ben, zaten politikanın her zaman biyopolitikayı ifade ettiğini, birey ve toplum düzleminde insan hayatının yönetilmesine denk düştüğünü düşünüyorum. Dardot, Laval ve Marx gibi ben de antropoloji ile sosyolojiyi ilişkilendiriyor, (Dardot ve Laval’ın ifadesiyle) “bireylerin pratik faaliyeti”ni incelemeye çalışıyorum. Ama ben, aşkın değil, tarihaşırı olan antropolojik temeli, ilgili faaliyetin meydana geldiği toplumsal-tarihsel çerçeveden ayırma çabası içine girmiyorum.

Burada sanayi kapitalizminin bilişsel kapitalizme dönüştüğünü söyleyen efsaneyi incelemeyeceğim. Zira insanlık tarihinin her bir aşamasında üretimin aldığı biçim, her daim bilişsellikle ilgili bir bileşeni illaki içermiştir.

Bu meselelere dair başka herhangi bir şey söylemeyeceğim. Okur, bu sorunlara dair analizlerimi kitaplarımda bulabilir.[8] Bu yaptığım katkıları içeriğine halel getirecek şekilde basitleştirip özetlemek ve burada aktarmak istemiyorum.

İmparatorluk mu Emperyalizm mi?

Hardt ve Negri’nin tezleri, iki iddia üzerine kurulu:

1. Sistem öylesine küreselleşti ki her türden ulusal politikanın başarısızlığa mahkûm olduğu, "ulus" ve "ulusal çıkar" denilen kavramların hükmünü yitirdikleri bir aşamaya geçilmiştir.

2. Bu gerçeklik, şeklî birer varlığa dönüşmüş olan tüm devletleri etkiliyor. Hatta bu süreçten hâkim, bazen de hegemonik olan güçler de etkileniyorlar. Dolayısıyla, artık emperyalizmden değil, merkezi bulunmayan bir “imparatorluk”tan söz edilebilir. Ekonomik ve politik kararların alındığı merkezler, tüm yeryüzüne dağılmışlardır ve devlet politikalarını gereksiz kılmışlardır.

Bu iki önerme de tümüyle yanlıştır ve bu yanlışlık, ancak kapitalist küreselleşmenin beş yüz yıllık tarihi konusunda cahil olmakla izah edilebilir.

Hardt ve Negri’nin cahili olduğu söz konusu tarih, hâkim merkez ülkelerle ve üzerinde hâkimiyet kurulmuş çevre ülkeler arasındaki karşıtlık ve çevre ülkelerdeki birikim tarzlarının merkez ülkelerde giderek derinleşip hızlanan birikim süreçlerinin ihtiyaçlarına tabi kılınması üzerine kuruludur.

Emperyalizm, dün olduğu gibi bugün de çevre ülkeleri teslim almak amacıyla devreye sokulan ekonomik, politik ve askerî araçlar bütününden başka bir şey değildir.

Çevre ülkelerdeki kapitalizme tabi olan toplumlar, kendilerine verilen görevler uyarınca, her bir bölgeye özel bir proleterleşme biçimi üretmişlerdir. Dolayısıyla, çevre ülkelerde, hâkim merkez ülkelerde görülen proleterleşme biçimlerini tamamlayan, ama onlardan da farklı proleterleşme biçimlerine tanık olunur. Zahirde “çokluk”muş gibi algılanan, aslında tüm ülkelerde varolan ve küresel sistemle bütünleşmiş olan işçi sınıflarında görülen çeşitlilik, ülkeden ülkeye, küresel kapitalist gelişmenin bir aşamasından diğerine farklılık arz eden bir yapıdır.

Mülksüzleşme, dışlanma ve yoksullaşma süreçleri ile kendisini ortaya koysa bile, bilerek kullandığım “proleterleşme” süreçleri, çevre ülkelerde hâkim merkez ülkelerdeki toplumlara ait yapıları hemen ilk elden üretmezler. Azgelişmişlik, bir gecikmenin sonucu değil, gelişme sürecinin ürettiği bir üründür. Çevre ülkelerde üretilen toplumsal yapılar da aynı şekilde geçmişin kalıntısı değildirler. Bu toplumlar, teslim alındıkları vakit, ilk başta varolan yapılar bozulur ve doğası gereği kutuplaştırıcı olan küresel kapitalizmin emperyalist yayılma süreci için faydalı olan araçlara dönüştürülür. Örneğin güneydeki çevre ülkelerinde faal olan enformel sektörde çalışan ve sayıları ile oranları sürekli artan işçiler, geçmişin bir kalıntısı değil, kapitalist modernitenin birer ürünüdürler. Gelgelelim bu işçiler dışlanmazlar ve kapitalist sömürü sistemine tümüyle entegre edilmiş emekçi kesimleri içinde görülürler.

Bu noktada kadının ev içi emeği üzerinden bir analojiye başvurulabilir: tek kuruş ücretin ödenmediği veya çok az parayla geçiştirilen bu enformel emek, üretimin formel, resmi kesimlerinde kullanılan işgücünün fiyatının düşürülmesini sağlar.

Hardt ve Negri, birçok önemli çalışmasının konusunu teşkil eden bu tip durumlara dair somut analizi görmezden gelir. Yazarlarda gördüğümüz o yavan küreselleşme anlayışı, hâkim söylemin hizmetinde olan görüştür. İkilinin yegâne bilgi ve ilham kaynağı, Foreign Policy dergisidir. Oysa bu dergi, Amerikan müesses nizamının kendi ürünlerini sattığı ve bu ürünleri büyük bir hevesle tükettiği pazardan başka bir şey değildir.

Bu görüşe göre ulusötesileşme, ulusları ve emperyalizmi gerçeklikten silip atmıştır. Washington, tam da herkesi bu yalana inandırmak, böylece kendisine yönelik protestoların şiddetini ve gücünü ortadan kaldırmak istemektedir.

Bense tam aksi görüşteyim: ulusötesileşme, küresel bir burjuvazi yaratamadı, dolayısıyla küresel burjuvazinin hizmetinde olan bir dünya devleti inşa edildi mi edilmedi mi sorusu da hükmünü yitirdi. Genele teşmil edilmiş tekellerin bugün içine girdiği küreselleşme sürecinin temeli olan kapitalist/emperyalist sistemdeki genişleme, devletteki çöküş sürecinin başlamasına değil, devletin iktidarını bilfiil uygulamasına ihtiyaç duyuyor. Faal bir devlet yoksa neoliberalizm küreselleşemez. Bu noktada bu devletin ABD ve ona tabi olan müttefiklerinin üstlendiği hegemonik işlevlerini yerine getirmesinin veya çevre ülkeleri merkez ülkelerin elindeki emperyalist hâkimiyetin ihtiyaçları önünde diz çöktürmesini güvence altına alacak komprador devlet biçimi almış olmasının bir önemi yoktur.

Tersten, aynı anda modern ve entegre sanayi sistemini inşa eden, gıda güvenliğini tesis etmek adına tarımı ve köyü yeniden yapılandıran, toplumsal ilerleme sürecine destek sunan, hakiki, ilerici ve kesintisiz demokratikleşme yolunun açılmasını sağlayan, ulus devletler eliyle yürürlüğe konulmuş egemenliğe dair projeler uygulanmaksızın, çevre ülkeler asla ilerleyemezler.

Ben, bu noktada daha çok şu hususun üzerinde duruyorum: ulusal egemenliği ilgilendiren her türden proje, işçi sınıfını içermeli, onun dışlayan her türden yaklaşımı reddetmelidir. Küresel bir sistem denilen yapı ile ulusu karşıt kutuplara yerleştiren yaklaşım, demode bir yaklaşım değildir. Demode olduğuna inananlar, tam da Washington’ın istediğini yapıyor, süreci adım adım ilerletecek etkili stratejiler geliştirmenin imkânsız olduğuna herkesi inandırmaya çalışıyorlar.

Negri’nin görüşlerinin yanlış olduğunun kanıtı, Avrupa anayasası lehine aldığı konumdur. Negri, ulus meselesini tartışılır kılan Avrupa anayasasının neoliberal kapitalizmin gelişimine mani olacağı kanaatindedir. Oysa o, Avrupa anayasasının esas olarak söz konusu gelişimi zayıflatmak şöyle dursun, pekiştirmek için gündeme getirildiğini görmemektedir. Devletin üstlendiği işlevlerin onun elinden alınmasında amaç, sivil toplumun gücünü artırmak (böylece “çokluğun” müdahalelerinden daha fazla faydalanılmasını sağlamak) değil, sivil toplumun karşı çıkma, protesto eylemleri gerçekleştirme konusunda sahip olduğu gücü ortadan kaldırmaktır.

Brüksel’de teşkil edilmiş sözde-devletin (“devlet olmayan devlet”in) verdiği emirler, eskiden emekle sermaye arasındaki toplumsal uzlaşmayı temel alan ulus devletlerin yeniden yapılandırılıp, sadece sermayeye hizmet eden unsurlar hâline getirileceği süreci pekiştirmek için kullanılan birer bahaneden ibarettir. Aynı zamanda Avrupa denilen yapının kurulması sayesinde kıta, yeni kolektif emperyalizmin liderine tabi olan bir müttefike dönüştürülecek, sonuçta da ABD’nin eylem kapasitesi artırılacaktır.

Amerikan müesses nizamı, Hardt ve Negri’nin ısrarla inkâr ettiği gerçeği gayet iyi anlıyor! ABD ve ona bağlı müttefikler olarak Avrupa’nın, Japonya’nın, Kanada’nın ve Avustralya’nın dizginlerini elinde tuttuğu küreselleşme sürecinin, gezegenin askerî kontrolüyle ilgili jeostratejinin sürekli devrede tutulması suretiyle işletildiğini görmek gerekmektedir. Hardt ve Negri, bu hususta tek laf etmiyor, hatta çıkıp NATO’nun artık işlevsiz olduğunu söylüyor.

Hardt ve Negri, hem Washington’ın ve müttefiklerinin gerçekleştirdikleri politik-askerî müdahalelerin başarısız olduklarını iddia ediyor, hem de Amerikan müesses nizamının bu gerçeği anlayıp, bu tür müdahalelerden vazgeçtiğini söylüyor!

Bu “başarısız oldu” ifadesini ciddiyetle ele almak gerekiyor. Duyan da Washington’ın ekonomik hâkimiyetine destek sunma amacını güden politik ve askerî müdahaleler yoluyla kendi hizmetindeki komprador devletler sistemini istikrarsız kılabileceğini düşündüğüne inanır. Buradan bakıldığında söz konusu müdahaleler, gerçekten de başarısız olmuşlardır. Fakat bu müdahaleler, bir yandan da Afganistan, Irak ve Libya gibi ülkelerde tüm toplumu yıkıma sürüklemiş ya da Suriye, İran, Ukrayna, Rusya gibi yerlerde gerçekleştirilen müdahalelerde görüldüğü üzere, en azından bu yönde bir çaba içinde olmuştur.

Bu parçalanmış toplumların Batı medyasının olumlu yaklaştığı Müslüman Kardeşler türü gerici politik İslam içi örgütlerce veya kibar bir dille “milliyetçilik” olarak tarif edilen, Doğu Avrupa’daki neofaşistlerce yönetiliyor oluşu, üç büyük emperyalist gücün dünya sistemi üzerindeki hâkimiyetinin perçinlenmesine asla mani olmuyor. O hâlde, emperyalist müdahalelerdeki şiddetin ve yerelde o müdahalelere yönelik tepkilerdeki yanlışların yol açtığı kargaşa, Washington’ın amacına ulaştığını ortaya koyuyor. Bu açıdan bakıldığında, Washington başarısız olmuş değil, en azından şimdilik!

Ayrıca Washington, bu müdahaleleri bir başarısızlık olarak da görmüyor. Hatta savaş tellâllığı yapan Hillary Clinton’ın başkan adayı olduğu koşullarda, aynı şeyi aynı şiddette yapma niyeti taşıdığı görülüyor.

ABD devletinin hâkimiyetini daim kılmak için kullandığı diğer bir silâh da uluslararası para olarak kullandığı dolar. Bu silâh, daha önceleri İsviçre bankaları ve Fransız bankası BNP Paribas’a diz çöktürmek veya iflasın eşiğine sürüklenmiş olan Arjantin gibi güney ülkelerinde ABD’ye boyun eğmeyen devletleri hizaya sokmak için kullanılmıştı.

Devlet yoksa para da yoktur. Dolar, kendi egemenliğini pratikte her yönüyle muhafaza eden ABD’nin parasıdır. Doların gücünden, Amerikan Merkez Bankası’nın finans piyasasına yaptığı müdahaleler üzerinden istifade edilir. Bu müdahalelerin tekelci sermayeyi destekleme amacını güdüyor oluşunun bir önemi yoktur. Gerektiğinde devlet, kendi ekonomisinin belirli bir kısmının çıkarları hilafına ABD kapitalizminin kolektif çıkarına hizmet etmek için müdahalede bulunur. Devletten bağımsız olan merkez bankasının tek başına piyasanın paranın değerini belirlemesine imkân sağlayacağını söyleyen ekonomik liberalizm, bizi ekonomiyi yönetirken devlete artık ihtiyaç olmadığına inandırmak için kullanılan ideolojik bir söylemden başka bir şey değildir.

Dışarıdan bakıldığında, zahirde başka bir şey görülüyor olsa da, Avro bölgesinde de durum bundan farklı değildir. Devletten bağımsız olan Avrupa Merkez Bankası, grup içerisinde hâkim ülke olan Almanya’nın devlet politikasını uygulayan bir failden başka bir şey değildir. Yunanistan’ın yüzleştiği krizde bankanın gördüğü işlev, bu gerçeğin kanıtıdır. “IMF, neden hiç Avrupa’dan değil de her zaman sadece Almanya’dan söz ediyor?” sorusunun cevabı da burada aranmalıdır.

ABD devletinin elindeki dolar silâhı, diğer devletler, kendileri arasında kurulan asimetrik hukukî ilişkilere onay verdiği sürece, işlevsel ve etkilidir. ABD milliyetinden hiçbir kişi, ABD hukuku dışında başka bir hukuk tarafından yargılanamaz. Buradaki asimetrik ilişki, eski emperyalist veya sömürgecilik sistemine özgüdür.

Ordu ve para, piyasanın değil, devletin araçlarıdır. Sivil toplum, bu araçlardan mahrumdur. Kapitalist devlet yoksa kapitalizm de olmaz. Bu temel mesele konusunda Hardt ve Negri, bu gerçeği gizlemeye yarayan ideolojik dili benimsiyor, örtük olarak, sermayenin faydalı olabilecek eylemlerinin işe yaramaz ve zararlı devlet müdahaleleri tarafından engellendiğini söylüyor. Bu durdukları yer itibarıyla, yazarlarımız fena hâlde yanılıyorlar.

ABD’nin askerî stratejisinin ve bu ülkenin küreselleşmiş finans sistemi üzerindeki kontrolünün devlet politikaları harici başka politikalarla alt edilemeyeceğini görmek gerekiyor. Devlet politikalarının faydasız, işe yaramaz olduklarını düşünenler, hatta bu politikaları tehlikeli kabul edenler, esasında teslimiyetten ve mevcut emperyalist düzeni kabullenmekten başka bir şey önermiyorlar.

Günümüz kapitalizminde tıpkı modern tarihin ilk aşamalarında olduğu gibi, uygulanan devlet politikaları, salt amacı, sermayenin hâkim olduğu hegemonik bloğa hizmet sunmak olan ekonomi politikaları değildir. Bu devlet politikaları, aynı zamanda toplumun politik yönetimi gibi toplumsal hayata ait tüm alanları kapsar. Bugün moda olduğu üzere, kapitalizmi aklayan dil, piyasa kanunlarının, çokpartili sistemin ve seçime dayalı temsilî demokrasinin esasında aynı şey olduğunu söylemektedir. Gerçek tarihi inceleyen herkes, bu gerçeği çarpıtan yaklaşımı hemen çöpe atacaktır.

Gerçekte varolan kapitalizmde (“piyasa” denilen alanda) devlet, sermayenin toplumu yönetme pratiğine uygun düştüğü durumda demokrasiyi şeklen benimser, hatta teşvik eder, fakat gerektiğinde devlet, başka koşullar oluştuğunda, otokratik, hatta faşist araçlara başvurur.

Burada esas olarak genele teşmil edilmiş tekeller üzerinden işleyen kapitalizmde krizle yüzleşildiği noktada, faşizmin sahneye yeniden çıktığını söyleyen eski makaleme atıfta bulunuyorum. Ben o yazıda, geçmişin faşizm pratikleriyle parlamenter sistemin sağ hareketi içerisinde yer alan ve kendilerine “liberal” diyen akımlar arasındaki suç ortaklığına işaret ediyorum.[9]

Hardt ve Negri, tüm bu hususları görmezden geliyor. Onlar, sivil toplum konusunda dillendirilen ve son dönemde moda olan yaklaşımı benimsiyorlar ve buradan, sivil toplumun gerçekleştireceği müdahalelerin, sömürülenlerin, yani “çokluğun” ortaya koyacakları direnişlerin ve mücadelelerin eskiden daha fazla güce, süreci tayin etme yetkisine ve tek taraflı işleyecek kudrete sahip olduklarını söylüyorlar.

Bu çocukça yaklaşımı benimsemeyen Dardot ve Laval, farkı bir analiz ortaya koyuyor. Benim de paylaştığım bu analiz dâhilinde yazarlar, devletin sermaye temelli politikaları ile bu politikalara karşı veya onların içerisinde gelişen mücadeleler arasında kimi zaman çatışkılı, kimi zaman tamamlayıcı bir diyalektik ilişki olduğunu söylüyorlar. Söz konusu diyalektik ilişki, durumların özgünlüğüne bağlı olarak farklı sonuçlara yol açıyor. Kimi koşullarda sermaye geri çekilip, bu tür mücadelelerin elde ettiği mevzilere uyum sağmak zorunda kalıyor. Bazı durumlarda da genelleşmiş proletarya anlamında farklı ülkelerin işçi sınıfları, elde edilen tavizleri kabul edip, o tavizlerin dayattıkları şartları içselleştiriyorlar, neticede de sistemin mantığı içerisinde aktif bir güç hâline geliyorlar. Tüketimciliği bir biçimde benimseyen bu yabancılaşma biçimleri, antikapitalist bilincin ilerlemesi için gerekli olan olgunlaşma sürecini duraksatıyor. Bazı koşullarda da sermaye, kendisi bir hareket meydana getirip, bu hareketi kendi belirlediği yönde ilerletiyor. Geçmişte örneklerine rastladığımız bir gelişme olarak, “çokluklar”, bir biçimde faşizme destek sunabiliyorlar.

Hardt ve Negri, Foreign Affairs dergisi gibi mahfillerin moda ettikleri söylemin öne sürdüğü önermeleri benimsiyor. Oysa bu söylem, ister silâhla ister dolarla gerçekleştirilsin, ABD’nin tüm müdahalelerinin doğası gereği demokrasinin ilerlemesinden yana olduğuna, bu anlamda “olumlu bir etki”ye yol açacağına inanmamızı istiyor. Bu mahfillere güven duymak için insanın tümüyle saf olması gerekiyor. Ne yani? Dün Irak’a, bugün Suriye’ye ve Rusya’ya yönelik saldırıları meşrulaştırmak için ABD başkanlarının sürekli başvurdukları o yalanların devletin ağzından çıktığını unutacak mıyız?

Samir Amin
1 Kasım 2014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Florence Gauthier, Triomphe et mort de la révolution des droits de l’homme et du citoyen (Paris: Syllepse, 2014).

[2] Pierre Dardot ve Christian Laval, Marx, prénom, Karl (Paris: Gallimard, 2012).

[3] A.g.e., s. 311.

[4] Samir Amin, Three Essays on Marx’s Value Theory (New York: Monthly Review Press, 2013), s. 85–86.

[5] A.g.e., s. 68–69.

[6] Samir Amin, The Implosion of Contemporary Capitalism (New York: Monthly Review Press, 2013).

[7] Örneğin bkz.: François Houtart, Le bien commun de l’humanité (Mons, Belçika: Couleur livres, 2013).

[8] Samir Amin, The Law of Worldwide Value (New York: Monthly Review Press, 2010); Three Essays on Marx’s Value Theory; The Implosion of Contemporary Capitalism.

[9] Samir Amin, “Fascism Returns to Contemporary Capitalism,” Monthly Review 66, Sayı. 4 (Eylül 2014): s. 1–12. Türkçesi: Ayrıntı.

0 Yorum: