12 Ağustos 2022

,

Kapitalizmin Yapısal Krizi


Samir Amin Söyleşisi

Jipson John ve Jitheesh P. M.

11 Mayıs 2018

 

Siz, bugün tanık olduğumuz küreselleşme sürecini çağımızda genele yayılmış tekelci kapitalizmin ayrılmaz parçası olarak görüyorsunuz. Bu küreselleşmenin tarihini nasıl tarif ediyorsunuz, sürecin hangi kanallardan aktığını düşünüyorsunuz?

Küreselleşme, yeni bir olgu değil. O, kapitalizmin eski ve önemli bir boyutudur. Siz Hintliler, herkesten daha iyi bilirsiniz bunu. On sekizinci yüzyılda İngilizler, sizi fethedip sömürgeleştirdiler ve bu süreç, yirminci yüzyıla dek devam etti. Bu da küreselleşmeydi. Sizin talep ettiğiniz küreselleşme olmasa da siz, bir biçimde küresel kapitalist sistemle bütünleştiniz.

Sömürgeleşme, esasen küreselleşmenin bir biçimiydi. Ancak Hindistan halkı, buna karşı mücadele etti ve sosyalist devrimci bir liderlik değilse de Gandi ve Nehru’nun milliyetçi-halkçı liderliğinde bağımsızlığını kazandı. On dokuzuncu yüzyılın sonunda kurulan Kongre Partisi, 1947’de bağımsızlığı kazanana dek faaliyet yürüttü, gelgelelim, bu mücadelenin iki bedeli oldu.

1. Pakistan ve Bangladeş’in ülkeden kopmasıydı. Sömürgeci, bu toprakları sizden kopartarak suç işledi.

2. Bağımsızlığınızın yeniden elde edilmesinde ödediğiniz ikinci bedel de Kongre Partisi’nin önderlik ettiği Hindistan burjuvazisinin işçi sınıfını da içeren geniş halk ittifakını ele geçirmesiydi.

1947’deki bağımsızlıktan sonra küreselleşme başka bir yola girdi. Benim “müzakere edilmiş küreselleşme” dediğim süreç, 1955’te düzenlenen Bandung Konferansı ile başladı. 1955’te Çin, Hindistan, Endonezya ve diğer birçok ülkenin halklarının temsilcileri, ilk kez Endonezya'da bir araya geldiler. Konferans, Hindistan’ın bağımsızlığını yeniden kazanmasının, Çin Komünist Partisi’nin Pekin’e girmesinin, ayrıca Endonezya’nın Hollanda’dan bağımsızlığını yeniden kazanmasının üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra toplanmıştı.

Sonra başka bir küreselleşme modeline tanık olduk. Genel kabul gören anlayışa göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra küreselleşme, ABD ile SSCB arasında bölünmüş iki kutuplu bir süreçti ve bu sürece Soğuk Savaş eşlik etmişti. Bence bu anlayış, temelde yanlış.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, yani 1945’ten 1980 veya 1990’a kadar uzanan süreçte tanık olduğumuz küreselleşme, benim “müzakere edilmiş küreselleşme” dediğim şeye denk düşer. İlgili süreç, sadece ABD ve SSCB değil, en az dört ortak arasında işledi:

1. ABD ve Batı Avrupa’nın Japonya, Avustralya ve Kanada ile kurduğu emperyalist ittifak.

2. O dönemde Doğu Avrupa'da kimi ülkelerle ittifak kurmuş olan Sovyetler’di.

3. Sosyalist kampa ait olmasına rağmen, 1950’den itibaren açıkça bağımsız bir politikaya sahip olan Çin’di.

4. Bağlantısızlar Hareketi'ni yaratan Bandung'da buluşan ülkeler. Bu, sadece Asya ülkelerinin değil, o dönemde Afrika’da yeni bağımsız olmuş olan ülkelerin çoğunu da içeren bir kamptı.

Portekiz sömürgeleri, bu harekete daha sonra katıldılar, onlara devamında Güney Afrika eşlik etti. Küba, gruba katılan tek Latin Amerika ülkesiydi. Hindistan’ın, Nasırcı Mısır’ın, Cezayir’in ve bir dizi Asya ve Afrika ülkesinin oluşturduğu dördüncü grubu ben, “milliyetçi-halkçı sistem” olarak adlandırıyorum. Neticede bu anlamda elimizde, dört ayrı grup arasında müzakere edilen çok kutuplu bir küreselleşme modeli vardı.

Asya ve Afrika halkları açısından bu dönem, emperyalizmin tavizler vermek ve Hindistan yanında başka Asya ve Afrika ülkelerinin de gündeme getirdikleri milliyetçi-halkçı programları kabul etmek zorunda kaldığı bir dönemdi. Artık ortada, küreselleşmenin ihtiyaç ve taleplerine uyum sağlayan Güney ülkeleri yerine, bizim taleplerimize uyum sağlamak zorunda kalan emperyalist ülkeler vardı. Bu, emperyalist ülkeler, Sovyetler Birliği ve Çin’i içeren sosyalist blok ülkeleri ve ayrıca Güney ülkelerinin çoğu arasında müzakere edilen bir küreselleşme süreciydi.

İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden otuz yıllık dönemde müzakere edilen küreselleşme süreci, üç ayak üzerinde duruyordu:

1. İşçi sınıfının, bilhassa Avrupa işçi sınıfının faşizmin ve Nazizmin Kızıl Ordu ile birlikte mağlup edilmesiyle elde ettiği zaferin bir sonucu olan Batı’da, özellikle Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’da inşa edilen refah devletleri.

2. Çeşitli sosyalizm deneyimleri. Bu noktada Sovyet modeli ve Çin modeli yanında, Vietnam ve Küba modellerinden söz edebiliriz.

3. Hindistan’ın Kongre Partisi’nin Nehru döneminde, Nehru’dan sonra, özellikle İndira Gandi döneminde uyguladığı politika.

Bu dönem, aynı zamanda Nasırcı Mısır’ın ve ayrıca Orta Doğu [Batı Asya] ülkelerinin birçoğunda ve Afrika’da sosyalist ilerlemelere tanık olunan bir dönemdi. Bahsini ettiğim üç deneyim ilgili dönemin bir ürünüydü, sonrasında üçü de yavaş yavaş bozuldu.

1991’de Sovyetler Birliği’nin yaşadığı türden çöküşler ağır sonuçlara yol açtı. Ülke, on beş ayrı cumhuriyete bölündü ve bu cumhuriyetlerin büyük bir kısmı Avrupa Birliği’ne ve NATO'ya katıldı. Ama öte yandan Batı’da sosyal demokrasi de yenilmişti. Yani Doğu’da komünistlerin yaşadıkları yenilgi, Batı’da sosyal demokrasinin zaferine yol açmamıştı. Bu süreçte birer sosyal liberal hâline gelen Batılı sosyal demokratlar da yenilmişlerdi.

Artık Batı Avrupa’daki sosyal demokrat veya sosyalist iktidar ile olağan bir geleneksel sağcı partinin iktidarı arasında hiçbir fark yok. Hepsi sosyal liberal. Yani küresel tekelci sermayenin politikalarıyla ittifak hâlindeler.

Üçüncü ayak başlığı altında sıraladığımız iktidarlarsa farklı şekillerde yıkıldılar. Bazılarında darbelere tanık olundu. Hindistan gibi örneklerde iktidarlar, giderek sağın eline geçiyorlar ve liberal küreselleşmenin yeni koşullarını ve modellerini kabul ediyorlar. Hindistan’da İndira Gandi ve daha çok onun halefleri döneminde durum bu şekildeydi. Mısır örneğinde de durum benzerdi. Nasır’ın ölümünden sonra Enver Sedat, “sosyalizm denen bu saçmalıkla hiçbir ilgimiz yok” diyen ilk isim oldu. Ardından da Sedat, kapitalizme, ABD ve diğerleriyle yeniden müttefik olacaklarını söyledi.

Çinliler, Mao’nun ölümü sonrası farklı bir yol tutturdular ve yeni, biraz da kendilerine has olan bir küreselleşme modeline geçiş yaptılar. Çin’i Hindistan’dan ayıran, sadece Komünist Parti’nin Çin üzerindeki egemenliğini sürdürmesi değil, aynı zamanda ekonomik-sosyal özellikleriydi. Çin ve Hindistan arasındaki muazzam fark, Çin’in radikal bir devrim yapmış olmasıydı; Hindistan, bunu henüz yapabilmiş değil.

Bu açıdan, elimizde farklı model ve yolları takip eden bir küreselleşme süreci var. Emperyalist kapitalizmin saldırıya geçmesi ve yeni küreselleşme modelini dayatması için gerekli koşulları ise Batı’da sosyal demokrasinin, Sovyet sisteminin ve bizim sistemimizin hep birlikte çökmesi ile oluşan ortam sağladı.

Bu yeni küreselleşme modelinin özellikleri nelerdir, nasıl işliyor?

Bu artan saldırı, yalnızca sosyalistleri veya komünistleri veya milliyetçi-halkçıları yenilgiye uğratan gelişmelerle değil, aynı zamanda Avrupa, ABD ve Japonya'nın emperyalist-kapitalist ülkelerindeki değişikliklerle de alakalıdır.

Tekelci kapitalizm, yeni bir mesele değil. John A. Hobson ve Rudolf Hilferding gibi sosyal demokratların analiz ettiği gibi, tekelci kapitalizm on dokuzuncu yüzyılın sonunda başlamıştı. Ancak Lenin’in ulaştığı politik çıkarımlar, tekelci sermayenin kapitalistlerin köleliğe yönelişini ifade ettiğini, dolayısıyla, şimdi gündemde sosyalist devrimlerin olduğunu söylüyordu. Aslında tüm bu sosyalist devrimler, küresel emperyalist sistemin çevresinde cereyan ettiler.

Devrim, en zayıf halka olan yarı-çevreden başlayarak, Rusya ve ardından Vietnam ve Küba gibi gerçekten çevre ülke olan ülkelerde meydana geldi. Ne var ki Batı’da hiçbir şey olmadı. ABD’de, Batı Avrupa’da veya Japonya’da sosyalist devrim diye bir gündem hiç oluşmadı.

Tekelci sermaye açısından değişen bir şey olmadı, o da aşamalardan geçti. Tekelci sermayenin ilk aşaması, on dokuzuncu yüzyılın sonundan İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzanıyordu; yani yarım yüzyıldan fazla uzun bir dönemi kapsıyordu. O dönemde tekelci sermaye, ulusal nitelikteydi. İngiliz emperyalizmi, ABD emperyalizmi, Alman emperyalizmi, Japon emperyalizmi, Fransız emperyalizmi vb. vardı. Bunlar, sadece çevre ülkeleri fethedip onlara boyun eğdirmekle kalmıyor, kendi aralarında da savaşıyorlardı. Kendi aralarındaki mücadele, iki dünya savaşına yol açtı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir şeyler değişti. Yetmişlerin ortalarından itibaren Batı’da tekelci sermaye, aşamalı olarak ve aniden, “genelleştirilmiş tekelci sermaye aşaması” dediğim yeni bir aşamaya geçti. Bu dönemde iki şey yaşandı.

1. Tekelci sermaye, diğer tüm toplumsal üretim biçimlerini kendisi için işlemeye mecbur edecek ölçüde başarılı bir güçtü; bu, insan faaliyetleri yoluyla üretilen değerin büyük ölçüde tekelci sermaye tarafından emperyalist rant biçiminde emildiği anlamına geliyordu. Bu, bizim gibi ülkeler için de geçerli bir durumdu. Bu yeni küreselleşme sürecinde ülkelerimiz, emperyalizmin taşeronları olmaya davet edildiler.

Hindistan örneğinde bu, gayet açık bir gerçekliktir. Bengaluru şehrinin durumunu ele alalım. Burası, sadece İngiltere ve ABD’nin değil, aynı zamanda Avrupa, Japonya gibi güçlerin elindeki tekelci sermaye için de en umut verici taşeronluk bölgesi olarak geliştirildi.

Bu küreselleşme, Güney’in yoksul ülkelerinin karşısına ne tür güçlükler çıkartıyor?

Bugün bizim için zorluk, alternatif aramak ve bunun için çabalamak. Bu küreselleşme yolundan çıkmak zorundayız. Küreselleşmenin niteliği değişmelidir. Daha önceleri Hindistan gibi uluslar için aslolarak sömürgecilik küreselleşmişti. Bizim zaferimizden sonra, Çinlilerin ve diğerlerinin zaferiyle birlikte, Hindistan halkının zaferi ardından, müzakere edebildiğimiz bir küreselleşme yoluna girebildik. Şimdiyse elimizde liberal küreselleşme diye bir şey var. Bu küreselleşme, ABD, Avrupa ve Japonya’nın aldığı tek taraflı kararlar uyarınca işliyor.

Bu modeli kabul etmemek gerekiyor. Bu küreselleşme hakkında herhangi bir yanılsamaya kapılmamalıyız. Afrika ülkeleri için bu küreselleşme, ulusal petrol, gaz, maden kaynakları ve ekilebilir arazilerin yağmalanması anlamına geliyor. Hindistan’da, Latin Amerika ve Güney Asya’nın diğer birçok ülkesinde olduğu gibi, bu küreselleşme başka biçimler alıyor. Buna ucuz insan gücümüzden yararlanmak, ülkelerimizde yaratılan değerleri emperyalist sistemin çıkarlarının hizmetine sunmak da dâhildir. Önümüzde duran asıl güçlük budur.

John Bellamy Foster, önümüzde sadece iki seçenek olduğunu yazıyor: ya sosyalizm ya yokoluş. Çünkü Foster’a göre, kapitalizm çıkmaza girmiş durumda. Siz de kapitalizmin hükmünü yitirdiğini yazmıştınız. Kapitalizmin sonunun geldiğini mi söylüyorsunuz? Kapitalizmi, modası geçmiş bir sosyal sistem yapan nedir?

Şu an kapitalizm, yapısal bir kriz içerisinde. Yetmişlerin ortalarında gelişmiş kapitalist merkez ülkeler olarak ABD, Avrupa ve Japonya’nın büyüme oranları, önceki 30 yılın yarısına düştü. Bu ülkeler, bir daha iflah olmadılar. Bu, krizin devam ettiği ve hatta yıldan yıla derinleştiği anlamına geliyor. Bu arada Almanya’da veya başka bir yerde büyüme oranı 1,2’den 1,3’e çıktı diye krizden çıktığımızı söyleyenlerin laflarına gülüp geçmek gerekiyor.

Bu, sistemsel bir krizdir. L şeklini almış bir kriz bu. Kapitalist krizin normal türü olan ve U şeklinde ilerleyen kriz, resesyona yol açan aynı gerekçenin, küçük yapısal değişikliklerden sonra büyümeyi geri getirmesini ifade eder. L şeklinde ilerleyen krizse sistemin durgunluktan çıkamayacağı anlamına geliyor. Demek ki sistem değişmelidir. İhtiyaç duyulan, sadece küçük yapısal değişiklikler değildir. Bu, kapitalizmin düşüşe geçtiği noktaya ulaştığımız anlamına geliyor. Ancak düşüş, çok tehlikeli bir zamandır. Çünkü elbette kapitalizm, ölümünü sessizce beklemeyecektir. Konumunu korumak, merkezlerin emperyalist üstünlüğünü muhafaza etmek için giderek daha vahşi olacaktır. Sorunun temelinde de bu var. İnsanların “savaş tehlikeleri her zamankinden daha büyük” derken, ne kastettiklerini bilmiyorum. Savaş 1991’de, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının hemen ardından Irak savaşıyla başlamıştı zaten.

Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte Avrupa’da da savaş yaşandı. Şimdi, benim görüşüme göre, Avrupa sisteminin kendisinin çökmeye başladığını görebiliyoruz. Üstelik bunu sadece kemer sıkma politikalarının olumsuz sonuçlarında göremezsiniz. Tabii ki sadece insanlar değil, aynı zamanda büyümeyi, kapitalist emperyalist büyümeyi yeniden sağlayamadıkları için kapitalizm açısından da olumsuz bu sonuçlar. Büyümeyi yeniden sağlayamıyorlar. Aynı zamanda, Brexit gibi gerçek zorluklara cevap geliştiremeyen bir dizi siyasi tepkiden de bunu görebilirsiniz. Bunu İspanya ve Katalonya’da görebilirsiniz ve bu tür tepkileri giderek daha fazla göreceksiniz. Bu, sonuçlarını Doğu Avrupa’nın aşırı gerici şoven hükümetleri bağlamında izleyebileceğiniz bir süreç.

Dolayısıyla, “savaş nasıl önlenir?” sorusunu tartışamayız, çünkü savaş ve kaotik durumlar, bu çürüyen sistemin mantığına kazınmış olan olgulardır.

Artan eşitsizlik, neoliberal küreselleşmenin en önemli ve endişe verici olgularından biri. Tarihte eşitsizlikler konusunda eşi benzeri görülmemiş bir artışa tanıklık ettik. Thomas Piketty gibi iktisatçılar, eşitsizliklerin mevcut büyüklüğünü empirik olarak ortaya koyuyorlar. Hatta Piketty, herkesi kuşatan bir servet vergisinin veya artan oranlı vergilendirme sisteminin bu eşitsizliği kontrol edecek ana mekanizma olduğunu söylüyor. Sizce bu çözüm, kapitalizmde mümkün mü?

Bu veriler doğrudur veya en azından elimizdeki en iyi veriler bunlar. Buna karşın, kabul edilen gerçeği (son elli yılda eşitsizliğin hızla arttığı gerçeğini) görmemizi sağlayacak verileri sunan bu analizler, gene de zayıf kalmaktadırlar.

Eşitsizliğin her yerde arttığı gerçeğinin açıklanması gerekiyor. Bunun özel bir nedeni var mı? Artan eşitsizlik, tüm ülkelerde aynı güzergâhı mı takip ediyor? Eğer eşitsizlik, farklı güzergâhlardan ilerleyip artıyorsa, bunun sebebi nedir?

Örneğin, Dünya Eşitsizlik Raporu [2018, Thomas Piketty, Gabriel Zucman, Emmanuel Saez, Lucas Chancel ve Facundo Alvaredo], benim için önemli olduğunu düşündüğüm ayrım üzerinde durmuyor. Bu anlamda çalışma, artan ancak tüm nüfusun (ya da neredeyse tüm nüfusun) gelir artışının eşlik ettiği eşitsizlik vakaları ile eşitsizliğin çoğunluğun yoksullaşmasıyla birlikte gerçekleştiği durumlar arasında bir ayrım yapmıyor.

Çin ve Hindistan’ı karşılaştırmak, bu açıdan çok önemli. Çin’de neredeyse tüm nüfusun geliri artmıştır, hatta bazılarının gelirlerinde daha fazla artışa tanık olunmuştur.

Bu anlamda, Çin’de eşitsizlikteki artışa, yoksulluktaki azalma eşlik etmiştir. Hindistan, Brezilya ve Güney’in neredeyse diğer tüm ülkeleri için durum bu şekilde değil. Bu ülkelerde büyüme (ve bazı durumlarda önemli ölçüde yüksek büyüme) yalnızca bir azınlığın yararına olmuştur (büyüme, Ekvator Ginesi gibi bazı örneklerde yüzde 1 iken Hindistan gibi örneklerde bu oran yüzde 20’yi bulmuştur). Ancak bu büyüme, yoksullaştırılmış çoğunluğa bile fayda sağlamadı.

Örneğin Gini katsayısı gibi bazı göstergeler, bu farkı göstermekte yetersiz kalıyorlar. Çin ve Hindistan, aynı Gini katsayısına sahip olabilir, ancak aynı görünen olgunun (büyüyen eşitsizliğin) toplumsal anlamı çok farklı.

İkincisi, Piketty ve ekibinin sunduğu politika önerilerinin sınırlı, hatta belli ölçüde naif olmasıdır. Aşamalı vergilendirme, her durumda kesinlikle memnuniyetle karşılanan bir husustur. Ancak genel ekonomi politikalarında önemli değişikliklerle desteklenmediği sürece sonuçlarında sınırlı bir etkiye yol açar. Sermayenin (ki bugün sermaye tekelcidir) serbestçe çalışmasına izin veren “liberal” bir politikanın sürdürüldüğü koşullarda artan vergilendirme çok az sonuç verecektir. Ayrıca, bu politika önerisi “imkânsız” kabul edilecek, dolayısıyla, tekelci sermayenin hizmetinde olan yöneticiler tarafından redde tabi tutulacaktır.

Asgari ücretin belirlenmesi konusunda da aynı şey söylenebilir. Bu da elbette memnuniyetle karşılanacak bir öneridir, ancak genel anlamda liberal bir ekonomi politikası uygulandığı sürece bu önerinin çok az etkisi olacaktır. Ücretler, daha sonra enflasyondan zarar görecek ve gerçekliğini azaltacaktır. Bu, liberallerin yasa yoluyla asgari ücrete sahip olma fikrini reddetmek için ileri sürdükleri bir argümandır. Eğitime ve sağlığa erişim imkânının artırılması, toplumu yöneten herhangi bir meşru sistemin ana hedefi olmalıdır. Ayrıca, herhangi bir ciddi girişimin “gündeme gelebilmesi” bile bu koşula bağlıdır. Ancak böyle bir seçim, artan kamu harcamaları anlamına gelir ve liberalizm, bu tür bir büyümeyi kabul edilemez olarak görür! Dolayısıyla, sisteme dayalı sanayileşme ve aile tarımını modernleştirme politikaları tarafından desteklenmiyorsa, “daha iyi iş” teklif etmekle ilgili ifadelerin bir anlamı olmayacaktır. Çin, kısmen bunu yapmaya çalışıyor, ama Hindistan için aynı şey söylenemez.

Liberaller, kamu borcunu azaltmanın gerekli olduğu konusunda ısrarcılar. Piketty ve arkadaşları da bu görüşü destekliyorlar. Ancak kamu borcundaki artış, şu şekilde açıklanmalıdır: Bu artış, hangi politikaların sonucudur? Bence bu büyüme, liberal politikaların kaçınılmaz sonucudur. Hatta fazla sermayeye finansal yatırım fırsatları sunduğu için talep edilmektedir. Üçüncüsü, bildiğim diğer yazılarının gösterdiği gibi, projenin koordinatörlerinin tümü liberal ekonomistlerdir. Bu, belirleyici olduğunu düşündüğüm iki konuyu sorgulamadıkları anlamına geliyor:

1. Siyasi müdahale tarafından mümkün olduğunca az düzenlenen açık bir serbest piyasanın erdemlerine inanıyorlar;

2. Herkese açık küreselleşme modelinin alternatifi olmadığına, sermayenin bir ülkeden diğerine mümkün olduğunca özgürce hareket etmesine izin verilmesi gerektiğine, bunun da küresel kalkınmanın ve nihayetinde yoksul ülkelerin gelişmiş ülkeleri yakalamalarının önkoşulu olduğuna inanıyorlar.

Bu isimler, olsa olsa Joseph Stiglitz tipi “reformist”tirler. Yoksul ülkelerin, küresel kapitalizm sistemine entegrasyonlarını sürdürerek ve hatta derinleştirerek daha gelişmiş ülkeleri “yakalayabileceğine” kuvvetle inanıyorlar. Oysa beş asırdır süreklilik arz eden ve derinleşen eşitsiz gelişme tarihi, en azından bu hipotezi sorgulamamıza neden olmaktadır.

Peki siz, bu eşitsizliklerdeki tehlikeli artışın kontrol altına alınması için neler öneriyorsunuz?

Ben, liberalizmin, gerçek bir gelişmenin (yani tüm halkın yararına olan gelişmenin) önünü açacak gerçekçi politikaları formüle etmeye yönelik her türden girişimi akamete uğrattığını düşünüyorum. “Yükselmeyi” hedefleyen herhangi bir toplum (devlet iktidarı ve halk), 1) mümkün olduğu kadar halkın ülke içinde dile getirdiği talebi merkeze alan modern bir entegre sanayi sistemi kurmanın uzun bir sürecine girmekten, 2) aile tarımını modernleştirmekten ve gıda egemenliğini sağlamaktan, ayrıca 3) tutarlı bir liberal olmayan politika yoluyla, yukarıda tanımlanan iki hedefin birlikteliğini planlamaktan kaçınamaz. Bu, sosyalizme giden uzun yolda yavaş yavaş ilerlemeyi hayal etmek anlamına gelir.

Bu tür politikalar, bir yandan piyasayı düzenlemeyi ve diğer yandan küreselleşmeyi kontrol etmeyi, yani hegemonyaların olumsuz etkilerini mümkün olduğunca azaltarak, başka bir küreselleşme modeline geçme çabasına girmeyi ifade ederler. Raporun yazarlarının böylesi bir amacı yokmuş gibi görünüyor. Oysa yoksulluğu ortadan kaldırmak ve nihayetinde eşitsizlikleri azaltmak için gerekli koşulları ancak bu tür politikalar yaratabilir. Çin, kısmen bu yolda ilerliyor; Güney’in diğer ülkeleri ise başka bir yola revan olmuş durumda. Liberalizmin böylesine radikal bir eleştirisinin yokluğunda, yoksulluk ve eşitsizlik üzerine konuşmalar, laf salatası ve hüsnükuruntu olarak kalıyor. Rapor, bunun ötesine geçmiyor.

Genel olarak neoliberal dönemde şahit olduğumuz şeyin devletin geri çekilmesi, tüm refah önlemlerinden ve halk yanlısı önlemlerden geri çekilme olduğu söylenir. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Geri çekilme mi yoksa finans kapitalle işbirliği mi söz konusu? Neoliberalizmde devlet nasıl işliyor?

Gerçek şu ki tekelci sermaye, emperyalist ülkelerde bile devlet mekanizmasına ihtiyaç duyar. Devleti kendi çıkarlarına hizmet etmek için ehlileştirdiler. Bunu, Başkan Donald Trump’ın ABD’de hükümeti kullanma biçiminde ve ayrıca İngiltere, Fransa ve Almanya gibi sözde ulusal mutabakat devletlerinde de görebilirsiniz. Dolayısıyla, devletin yerini piyasa güçlerinin aldığını söylemek, saçmalıktır.

“Neoliberal küreselleşmenin krizinden nasıl çıkılır?” sorusuna verilen bağları kopartma seçeneği, önemli bir seçenek gibi duruyor. Siz, herhangi bir alternatif ekonomi politikasının temel yapısı ve gündemi olarak küreselleşme süreciyle kurulan bağların kopartılmasını öneriyorsunuz. Küreselleşme girdabından nasıl kurtulabiliriz? Bağları kopartmaya cesaret ettiğimiz takdirde, sermayenin ilgili ülkenin ekonomisinden dışa akacağına hiç şüphe yok. Bu tehditle nasıl yüzleşebiliriz? Neoliberalizmden kopmaya cüret eden bir ülkeye pratik önerileriniz neler olurdu?

Bildiğiniz gibi “bağları kopart” bir slogandır. Bunu ben, bir slogan olarak kullanıyorum. Bağları kopartmak, her daim farklı sorunlara yol açacaktır. Bağları tümüyle kopartamazsınız. Ancak Çin ve Hindistan gibi büyük ülkeler, bu kopuşu yüzde elli veya yetmiş oranında gerçekleştirebilir.

Mao zamanında Sovyetler Birliği ve Çin, bağların tamamını değilse bile yüzde 80 veya 90’ını kopartmıştı. Ülkelerin gene de Batılı ülkelerle ve diğer ülkelerle ticari ilişkileri söz konusu idi. Bağları kopartmak, dünyanın geri kalanını unutup aya taşınmanız anlamına gelmez. Bunu kimse yapamaz, zaten bunu yapmak da mantıklı olmaz. Bağları kopartmak, yalnızca emperyalizmi koşullarınızı veya bu koşulların bir kısmını kabul etmeye zorlamak anlamına gelir. Çünkü örneğin Dünya Bankası uyumdan bahsettiğinde, onun aklında her daim tek taraflı bir uyum süreci vardır.

Sizin ülkenizde bugün gördüğümüz şudur. Hindistan, ABD’nin taleplerine uyum sağlıyor. Ancak o, emperyalizme uyum sağlamama yolunu seçebilir. Nehru’nun kendi döneminde denediği buydu. İndira Gandi, bunu başarıyla denedi. Hindistan’ın Modi liderliğindeki mevcut hükümetinin yapmaya çalıştığı şeyse artık bu değil. Bu yüzden bağları kopartma fikrine geri dönmelisiniz. Bunu yapabilirsiniz. Bunun için gerekli alana sahipsiniz. Elbette, Afrika’daki, Orta Amerika’daki ya da Asya’nın bazı bölgelerindeki kimi küçük ülkelerin başkalarıyla bağlarını kopartmakta daha fazla güçlük çekeceği çoğu zaman doğru bir husustur.

Fakat bugün Bağlantısızlar Hareketi’nin içine doğduğu ortamı tekrar yaratırsak, Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri arasındaki siyasi dayanışma ilişkisini yeniden kurarsak, o vakit azınlık olmaktan çıkarız. İnsanlığın yüzde 85’ini temsil ediyoruz. Üstelik bu oran, yirmi otuz yıl içerisinde yüzde 85’in üzerine çıkacak. Yani o kadar zayıf değiliz. Sadece büyüklüğümüz değil, bugün ülkelerimizi kontrolünde tutan merkezî ülkelerden oluşan emperyalist blokların yerini alacak alternatif siyasi blokumuz uyarınca kendi ilişkilerimizi kurup, bağları farklı düzeylerde kopartabiliriz.

Bugün birçok insanda, başlangıçta sömürgecilik, ardından küreselleşme ve Üçüncü Dünya’daki çevre ülkelerin ekonomilerinin dünya pazarıyla bütünleştiği sürecin bu toplumlara modernitenin taşınmasına katkıda bulunduğuna dair bir algı mevcut. Eski Hindistan Başbakanı Manmohan Singh, demiryollarını ve diğer şeyleri ülkeye getirdiği için İngiltere’ye teşekkür etti. Bugün Slavoj Zizek gibi insanlar bile bağların kopartılmasının bu toplumlarda feodal bir tepkiye yol açacağından korkuyorlar. Sizin moderniteye ulaşma konusunda öngördüğünüz alternatif nedir? Toplumlar, kapitalist gelişme aşamasından geçmeden modernleşebilirler mi?

Bay Singh, demiryollarını ve diğer şeyleri tanıttıkları için İngilizlere teşekkür ettiğinde, gerçeğin çok küçük ve kısa bir kısmını dile getirmişti. Ama öte yandan İngilizler, bir yandan da İngilizlerin elindeki endüstriden daha fazla gelişmiş olan Hint endüstrisini yok etmişlerdi. Aynı zamanda İngiliz sömürge güçleri, siyasi gücü elinde bulunduranlara ekonomik güç bahşetmişlerdi.

Daha önce toprak sahibi olmayan, ancak Hindistan’daki çeşitli prens devletler için köylü topluluğu ve diğerlerinden sadece haraç ve vergi toplayan zemindarlar, İngiliz yönetimiyle yeni toprak sahipleri hâline geldiler. Doğuda Bengal eyaletinde, kuzeybatıda Pencap eyaletinde ve ayrıca Hindistan'ın batı ve kuzey kesimlerinde büyük toprak sahipleri sınıfı bu şekilde oluştu. Arazileri gasp ettiler.

Bay Singh, İngilizlerin sadece demiryollarını değil, aynı zamanda vahşeti, yıkımı ve farklı şekillerde baskıyı da getirdiğini hatırlamalıydı.

Nasıl bir moderniteye doğru ilerleneceği konusunda karar verilmeli. Kapitalist moderniteye mi yoksa sosyalist moderniteye mi sahip olunacak? Neticede ikisi de modernitedir. Sadece moderniteden söz edemeyiz ve küresel entegrasyonun modernliği getirdiğini söyleyemeyiz. Belki cep telefonunu Hindistan’a getiriyor, ama aynı zamanda Kızılderililerin yüzde 80'inin yoksullaşmasını da getiriyor ve bu, hiç de az bir şey değil. Bu yüzden moderniteyi nitelendirmek zorundayız.

Ne istiyoruz? Elbette modernlik istiyoruz. Ayrıca bağları kopartmanın eski Hindistan’a geçişi ifade etmediğini, sömürge Hindistan’a geri dönmek anlamına gelmediğini görmeliyiz. Bağları kopartmak, Hindistan’da olduğu kadar başka yerlerde de yeni bir modernite modelini gündeme getiriyor.

“Çağdaş Kapitalizmde Faşizmin Dönüşü” adlı denemenizde, çağdaş kapitalizmin krizinin, mevcut dünyada faşizmin dönüşü için verimli koşullar yarattığını iddia ediyorsunuz. Bu, dünyanın farklı yerlerinde çeşitli sağcı güçlerin ortaya çıkmasından açıkça görülmektedir. Klasik faşizmin tekrar sahneye çıktığından mı söz ediyorsunuz?

“Neoliberal küreselleşme” denilen sistemin sürdürülebilmesi mümkün değil. Güney’de büyük bir direnişe, yiğitçe sürdürülen bir direnişe yol açıyor. Çin ise bu sistemle kendi kurallarınca yürümeyi tercih ediyor.

Sistemin ABD, Japonya ve ayrıca Avrupa halkları için büyük bir sorun yarattığını görmek gerekiyor. Bu anlamda ilgili sistem sürdürülemez. Bu sebeple sistem giderek zayıfladığı için yüzünü faşizme çeviriyor. Faşizmin Batı’da yeniden ortaya çıkmasının nedeni bu. Faşizm, bizim ülkemize de ihraç ediliyor. İslam adına yürütülen terörizm faaliyetleri, yerelin faşizminin bir biçimi. Bugün Hindistan’da Hinducu tepkilere tanık oluyorsunuz. Bu da bir tür faşizm.

Hindistan, halkının çoğunluğu Hindu olmasına karşın bu dine atıfta bulunmayanların da eşit kabul edildiği bir ülkeydi. Bugünse Hindistan’da bulunan ve benim “hafif faşizm” olarak tarif ettiğim rejim, o hafifliğini ve yumuşaklığını kimi halk kesimleri nezdinde yitiriyor. İleride bu rejim, Hindistan halkına kadife eldiven içerisinde sakladığı demir yumruğunu daha fazla gösterecek.

Pakistan’dan başlayıp Irak’a, Suriye’ye, Mısır’a, Cezayir’e, Fas’a ve İslam dünyasının içinde yer alan diğer ülkelere uzanan hat boyunca durum bu şekilde. Faşizm, bugün diğer birçok ülkeye nüfuz ediyor.

Kaynak

0 Yorum: