18 Ağustos 2022

Öjeni 2.0

Öjeni 2.0:
Diyalektik Materyalizm Doğa-Çevre Tartışmasına Nasıl Son Verebilir?

Anlaşılan o ki 2018, genetik determinizmini fetişleştiren yaklaşımların yeniden moda hâline geldiği yıl. Bugün düzenli aralıklarla bölünmüş palindromik tekrar kümeleri (CRISPR) yöntemini temel alan genetik kurgulama teknolojisiyle ilgili patent başvuruları yapılıyor. Bu uygulamanın insan embriyosunu kurgulamak için kullanılması konusunda yoğun bir tartışma yürütülüyor. Üreme etiği alanında değişiklikler yaşanıyor. Gelecekte CRISPR ürünü bebeklerin dünyaya gelmesinden söz ediliyor. ABD’de siyasetçiler, kimlik politikasına destek olmak adına, doğrudan tüketiciye ulaştırılacak genetik test kitlerine sahip çıkıyorlar. Beyazların üstün olduğuna inananlar, üstünlüklerini ispatlamak adına, genetik bilimini istismar ediyorlar. ABD’de beyazlar arasında beyazların siyahlara göre üstün olduğuna dair fikir, giderek daha fazla kabul görüyor. Bu dönemde doğa-çevre tartışması, hem siyasetin hem de toplumun gündemine oturuyor.

Geçmişte bilim insanları, genetik biliminin sunduğu verilerin politik amaçlar doğrultusunda kullanılmasına karşı hep belirli bir tutum içerisinde oldular. Örneğin Amerikan İnsan Genetiği Derneği, genetiğin ırksal saflıkla bağını kurma girişimlerini ağır bir dille eleştirdi, ama öte yandan aynı dernek, halkın gözünde hep ırkla genetiğin iç içe geçtiğini söyleyen bir kurum gibi algılandı.

Bazı bilim insanları ise genetikle toplumsal ve davranışsal parametrelerdeki ırksal farklılıklar arasındaki bağın incelenmesini talep ettiler. David Reich’ın savunduğu genetik ortaklık çalışmaları ihtiyatla ele alındı, ama aynı zamanda Robert Plomin’in yeni kitabı Blueprint’te [“Plan”] tespit ettiği üzere, doğa-çevre tartışmasından doğanın zaferle çıktığını söyleyen bilim insanlarına da tanık olundu.

Irk, genetik ve zekâ ile ilgili tartışma, yeni değil. Öjeninin nisyana gömülmesi ardından, bu ideoloji, gidip evrimsel psikoloji ve davranış genetiğinin koltuğu altına sığındı. Doğa-çevre ikiliğini temel alan davranış genetiğinin hem tartışmaya hem de duyumculuğa kaynaklık etmesi, tesadüf değil. Zira ortada sosyo-politik yapının yol açtığı sonuçlar ve genetik determinizm konusunda bizde gelişmiş kolektif takıntı söz konusu.

Yıllar boyu zekânın çevresel faktörlerin mi yoksa genetik faktörlerin mi sonucu olduğu sorusu tekrar tekrar gündeme geldi. 1994 yılında ünlü kitabı The Bell Curve’de [“Çan Eğrisi”] Charles Murray, siyahların beyazlardan genetik farklılıklardan kaynaklı olarak, daha az zeki olduklarını iddia ediyordu. Kitap, sonrasında evrimci biyolog Stephen J. Gould tarafından eleştirildi. 1996 yılında gözden geçirip tekrar yayımladığı The Mismeasure of Man [“İnsanın Yanlış Ölçülmesi”] isimli kitabında Gould, zekâ konusunda ırkları dikine kesen genetik farklılıkların söz konusu olduğunu ve bu farklılıkların başka biçimler alabildiğini söyledi. İnsan genomunun dizilmesi ve genetik determinizmin teknoloji sahasında dirildiği dönemde yeniden moda hâline gelmesiyle, devletler, davranışsal ve psikolojik kimi karmaşık özelliklerin genetik temelini ve bu özelliklerde ırk ve etnisite düzleminde görülen farklılıkları inceleyen çalışmalara milyar dolarlar akıttılar. Bu çalışmaları yürütenler, cevabın öjeni fikrini besleyen genlerde bulunabileceğine inanıyorlardı.

Bugün “Öjeni 2.0” olarak adlandırabileceğimiz ikinci aşamaya geçen öjeni karşımıza, aşırı akılcılık, bilimsel ırkçılık, ırkî gerçekçilik ve insanî biyolojik çeşitlilik denilen yanlış fikir biçiminde çıkıyor. Tam da bu sebeple, bugün alternatif sağcılar ve beyaz üstünlükçülüğü, tıpkı bağnaz görüşlerini ifade hürriyeti ambalajında sunuyor olmalarında olduğu gibi, öjeni 2.0’ı da “bilim” kisvesi altında savunuyor.

Örneğin bu yılın başlarında Londra’daki Üniversite Koleji’nde öjeni ve zekâ konulu gizli bir konferans düzenlendi. Toplantıya Toby Young gibi beyaz üstünlükçüsü isimler katıldı. Bir başka örnek de kısa süre önce Sam Harris’in Charles Murray’i podcast yayınına alması. “Yasak Bilgi” başlıklı sohbete katılan Murray, kısa süre önce Middlebury Koleji’nde verdiği ders sonrası protesto edilmişti.

Öjeni 2.0 destek görse de akademide belirli bir dirençle de karşılandı. Zekâ testlerinde elde edilen farklı sonuçların ırkla alakasının olduğunu söyleyen, bu tespiti de genetik farklılıklarla izah eden yazarları eleştiren birçok çalışma kaleme alındı. Zekâ testlerindeki farklılıkların çevresel sebeplerden kaynaklandığını savunan bilim insanları, ana sebep olarak sosyo-ekonomik statü denilen olguyu tespit ettiler.

Turkheimer vd.’nin 2003’te kaleme aldığı önemli çalışmalarının da ortaya koyduğu biçimiyle, genetik farklılıklar, yalnızca sosyo-ekonomik statüsü yüksek ailelerin çocukları arasındaki zekâ farklılıklarını izah ediyor. Sosyo-ekonomik statüsü düşük olan ailelerin çocuklarında ise zekâ testlerinden elde edilen farklı sonuçların ana sebebi, çevresel faktörler.

Turkheimer ve arkadaşlarının kaleme aldığı makaleyi eleştiren ve kısa süre önce yayınlanan bir çalışma, yüksek ve düşük statü grupları arasındaki farklılıkların ırkla pek alakasının bulunmadığını ortaya koyuyor. Figlio vd.’nin 2017’de yayımladığı, genetiğin bilişsel yeteneklere etkilerinin avantajlı ortamlarda büyümüş çocuklarda daha fazla olduğunu söyleyen fikri inceleyen en kapsamlı çalışmayı aktaran makale, bu hipotezi destekleyen herhangi bir kanıt sunamıyor. Ama yazarlar, bir yandan da gen-çevre arasındaki ilişkinin bilme yetisi konusunda daha karmaşık ve tanımlanması zor bir nitelik arz ettiğini söylüyorlar.

Farklı disiplinlerden gelen kimi bilim insanları, David Reich’ı modern davranış genetiği araştırmalarının sonuçlarını kendince bir araya getirmekle eleştiriyorlar. Hatta bir bilim insanı, Reich’ın evrimci biyolojiyi anlayacak uzmanlığa sahip olmadığını söylüyor, hatta onun ırkçı olup olmadığını tartışıyor.

Evrimci biyolog Michael Eisen, Twitter hesabından, yukarıda bahsini ettiğimiz, Reich’ı eleştiren yazıyı eleştiriyor ve sosyal bilimcilerin genetiği anlayıp anlamadıklarını sorguluyor.

Çalışmanın genel kurgusu ve çelişkili sonuçlara dair diğer bilimsel ayrıntıları ele alan tartışmaların ötesinde bu mesele, başka meta-analizlerin de ilgisini çekiyor. Bu çalışmaların bir kısmı, ırkın biyolojik mi yoksa toplumsal bir yapı mı olduğu sorusunu soruyor ve sosyolojik bir perspektif geliştiriyor, bazıları, zekâ testlerinin sınırlarını sorguluyor, “ırk” teriminin popülasyon grupları arasındaki genetik farklılıklar bağlamında kullanılıp kullanılmayacağını tartışıyor, bu tartışmanın ifade hürriyeti alanına ait olup olmadığına bakıyor.

Kendisine yönelik eleştirilere cevap veren Plomin, gruplardan ziyade bireyler arasındaki farklılıklara odaklandığını, genetik verilerinin bir bireyin bilme becerisinin nüfustaki normal dağılıma tabi olduğunu söylüyor. Plomin, buradan şu sonuca ulaşıyor: bireyler arasındaki şahsiyet, akıl sağlığı ve hastalık, ayrıca bilme becerileri gibi konularla ilgili farklılıkların yarısı, kalıtsal olan DNA farklılıkları ile izah edilebilir.

Bu farklılıklar, DNA’daki tek nükleotitte yaşanan değişimlerle birlikte ortaya çıkıyorlar. Bu değişimler, “tek nükleotit polimorfizmi” (SNP) olarak anılıyor. Bireyler arasındaki değişkenliği tayin etmede bu parametre kullanılıyor.

Üç milyar baz çiftinden oluşan insan DNA’sında bir dizi SNP’nin görülmesi mümkün. Bu sebeple, bugün davranış genetiği polijen değeri olarak bilinen bir sonucu kullanıyor. Bu değer, fenotip açısından farklı ağırlıklar taşıyan belirli bir gen konumundaki farklılıkları değerlendiren bir istatistik aracı. Bu anlamda polijenik değer, riski hesaplıyor ve olasılıklar üzerinden bir değer ortaya koyuyor. Fakat James Freese’in de genom biliminin sosyal bilimlerde kullanılması ile ilgili çalışmasında ifade ettiği biçimiyle, “polijen değerleri, tahmin amaçlı değerlerdir ve sadece hâlen daha çevresel faktörlerin etkisi altında olan bilme yetisiyle alakalı sonuçlar türünden, karmaşık insan davranışına ait bir parçayı izah eder.”

Bu bitmek bilmeyen tartışma, Doğa-Çevre denklemini anlama noktasında bilişsel düzlemde yapılan hata ile daha da alevlendi. Genom diziliminin gerçekleştirildiği dönemi takip eden süreçte davranış genetiği alanında detaylı analizler ortaya koyan sosyolog Aaron Panofsky’ye göre:

“Davranış genetikçilerinin çevresel faktörlere ve ilişkilere odaklandığı süreçte bu bilim insanları, bir yandan da doğa-çevre karşıtlığı meselesinin farklı yönlerine baktılar, gen ve çevrenin analiz düzeyinde ayrıştırılmasını öngören anlayışın da ilgili denklemin de üzerinde durmadılar.”[1]

Paradigmada değişim yaşandığına dair algının neticesinde odak noktasında kayma yaşandı. Gen ve çevreye ayrı yapılar olarak odaklananlar, birbiriyle çelişen kanıtlar öne sürdüler, bu da beyaz üstünlükçüsü kişilerin bilimsel kanıtları kendi lehlerine işleyen bir silâha dönüştürmelerini ve halkın algısını değiştirmelerini sağladı (Örneğin Nicholas Wade, New York Times gazetesi için bilim yazıları yazan bir yazar olarak, ırkçı kimi iddialarda bulunabilmek için bilimsel verileri hep yanlış aktardı). Bu tespiti yapsa da Panofsky de davranış genetikçilerinin içine düştükleri bataklıktan çıkmaları için herhangi bir çare sunmuyor.

Asıl paradigma değişikliğini, bizim çevremizle ilişkimizi görme biçimimizdeki değişiklik sağlayabilir. Marksist fikirler, bu değişikliği sağlayacak aslî güçtür.

Marx’ın diyalektik materyalizmini bu ilişkiyi incelemek için kullanılması fikrini ilk öneren Engels’ti. 1883 tarihli Doğanın Diyalektiği eserinde bu öneriyi aktardı.

Hegel’in diyalektiğini revize eden Marx ise diyalektiğin metafizik dünya veya fikirler dünyasından ziyade, insanlık tarihinin ve insanî faaliyetin “maddi dünya”sını ele almalıydı.

Ernest Mandel’in Kapital’in 1976 tarihli Penguin baskısı için kaleme aldığı takdim çalışmasında dile getirdiği biçimiyle,

“Diyalektik yöntem, ekonominin sorunlarına yönelik incelemeye tatbik edildiğinde, ekonomik olgular, birbirinden ayrı, küçük birer parça olarak değil, belirli bir bütünlük içerisinde, kendi iç bağlantıları dâhilinde ele alınırlar.”

Diyalektik materyalizm bu hâliyle, empirik tarzı dâhilinde, olgular arasındaki ilişkilerin incelenmesini mümkün kılar. Engels’in o bitiremediği kitabında asıl niyeti, bu felsefeyi insanla doğa arasında her daim değişen ilişkiyi anlamak için devreye sokmaktı.

J. B. S. Haldane gibi biyologlar, bu geleneği yıllar boyu kaleme aldıkları yazıları ile diri tutmaya çalıştılar. Fakat Trofim Lizenko gibi isimlerin sözde bilim faaliyetleri ve Stalin döneminde diyalektik materyalizmi yanlış kullanan kişilerin çalışmaları neticesinde diyalektik materyalizm, Batı felsefesinde ve bilimsel anlayışında kendisine yer bulamadı. Oysa arı duru hâliyle diyalektik materyalizm, doğa-çevre tartışmasına çözüm sunabilir. Richard Levins & Richard Lewontin’in Diyalektik Biyolog (1985) kitabında tam da bunu yapmaktadır:

“Bir organizma, kendisini DNA’sı üzerinden ifade etmez. Organizma, ilk döllenme anından ölüm anına dek devam eden tarihsel bir sürecin sonucudur. Her bir momentte gen, çevre, şans ve organizma, bu sürece bir bütün olarak dâhil olurlar. […] Doğal seleksiyon, çevrenin yol açtığı bir dizi sabit soruna organizmanın en iyi çözümü bulması değildir. Bilâkis, çevre ve organizma, pratikte birbirini karşılıklı olarak belirler.”

Yazarların ana önermesi şudur: organizma ile çevre arasında karşılıklı, dolayısıyla diyalektik bir ilişki söz konusu olduğu için, empirik çalışmanın konusu, ne tek başına çevre ne de tek başına tekil organizma olmalı, tam da bu ilişki olmalıdır.

Yazarlar, ayrıca söz konusu ilişkinin evrim bağlamı dışında incelenemeyeceğini söylerler. Böylelikle, Marx ve “evrimin ışığı olmaksızın, biyolojide hiçbir şey anlaşılamaz” diyen ünlü biyolog Theodosius Dobzanski’nin fikrini yinelerler.

Devamında Lewontin, bir organizmanın evrimini ve gelişimini diyalektik yaklaşım temelinde incelemenin gerekli olduğunu tespit eder. Üçlü Sarmal (2002) isimli kitabında bir organizmanın gelişiminin taşıdığı genlerle ömrü boyunca tanık olduğu geçici dış çevre koşullarıyla, hücrelerin içinde moleküler düzeyde rastgele gerçekleşen etkileşimler arasındaki özel ilişkinin bir sonucu olduğunu söyler. Ona göre, bir organizmanın oluşma biçiminin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için, bu ilişkinin incelenmesi gerekir. Bu anlayış doğrultusunda organizma, çevre ve genlerin birbiriyle etkileşime girdiği saha olarak görülmelidir. Bu anlamda diyalektik materyalizmde doğa-çevre tartışması yerini “doğa ve çevre bir organizmanın gelişimine nasıl katkıda bulunur” sorusuna bırakır.

İlginç olan şu ki Plomin, “bizim kendi ortamlarımızı genetik eğilimlerimize uygun bir biçimde seçip değiştirdiğimizi, hatta onları yarattığımızı” kabul eder, ama bir yandan da bireyler arasındaki farklılıkların yarısına denk düşseler de çevresel etkileri “büyük ölçüde sistemsiz, istikrarsız ve ayrıksı” olarak görür.

Hatta Plomin, çevresel faktörlerin geçici etkilere yol açabileceğini, bu etkilerinse, yeniden üretim süreci içerisinde büyük ölçüde silinip gittiğini söyleyecek kadar ileri gider. Bu argüman, esasında fenotiplerin kuşaktan kuşağa miras bırakıldıklarını ortaya koyan beşeri çalışmaların ve kemirgenleri kullanan laboratuvar çalışmalarının sunduğu yığınla kanıt üzerinden çöpe atılmıştır.

DNA dizisindeki değişikliklerden kaynaklanmayan, ama aynı zamanda kalıtsal olan gen ifadesi değişikliklerini inceleyen bilim dalı olarak epigenetik, uzun zamandır çevre ile genom arasındaki bağ olarak görülmüştür. Bu bilim dalı, bugün ebeveynin izini taşıyan genlerin belirlenmesi çabası olarak “genomik damgalama”nın insanda 75, kemirgenlerde yaklaşık 150 gende gözlemlendiğini ortaya koymaktadır. İç salgı bezlerini, endokrin sistemini tahrip eden, çevre kaynaklı kimyasallar, hormonları taklit eder ve onların fizyolojik işleyişlerine mani olurlar. Bu kimyasalların insanlarda ve kemirgen hayvanlarda birkaç kuşak boyunca birden fazla hastalığa sebep olduğu ortaya konmuştur. Bu hastalıklar arasında kanser, şeker, obezite, ayrıca dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gibi nörolojik rahatsızlıklar bulunmaktadır. Oysa bu kimyasal maddeler, bildiğimiz mutajenlerden, yani mutasyona, DNA’da değişikliğe yol açan maddelerden değildir.

Kısa süre önce erkek farelerin erkek yavrularında sosyal anksiyete bozukluğu semptomları görüldü. Bu sonucun esasen spermlerle taşınan mikro RNA’lardaki değişiklik kaynaklı olduğu tespit edildi. Vücudumuzda bulunan mikroorganizmalar, gelişimimizde giderek daha önemli bir role sahip oluyorlar, bu organizmalar, hem fizyolojik işleyişimizi hem de nörolojik işleyişi etkiliyorlar. Öyle ki artık bugün “holobiont” denilen, bir ekosistemden söz ediliyor. Holobiont, ortak bir ekolojik birim oluşturmak amacıyla birden fazla farklı türün bir araya gelmesiyle oluşan sistemi ifade ediyor.

Yukarıda belirtilen örneklerde de görüleceği üzere, gelişimsel esneklikle ilgili tespitlerde yaşanan artışla birlikte, Batı biliminde kalıtsallığın aktarımı türünden Lamarckçı kavramlar, daha fazla ilgi görmeye başladı. Richard Dawkins gibi yeni Darwincilerin put bellediği ve ideolojisini üzerine inşa ettiği geni fetişleştiren, “hayatın ana planı olarak DNA”yı gören indirgemeci ideolojiyi propaganda eden isimlere rağmen bugün Eva Jablonka ve Marion Lamb (1995) gibi isimler, kalıtımın aktarılması üzerinde duran yeni Lamarckçı sistemlerden bahsediyorlar. Yeni Darwincilerin gen merkezli yaklaşımlarının karşısına bu tür fikirlerle çıkmak mümkün.[2]

Jablonka ve Lamb, kısa vadede gerçekleşen evrimin, DNA’da yaşanan yeni mutasyonlara değil, popülasyon içerisinde zaten varolan genetik varyantların üzerindeki örtüyü kaldıran epigenetik değişikliklere bağlı olduğunu söylüyor. Buna ek olarak, genlerde hücre bölünmesi esnasında oluşan yeni dizilimler üzerinden “kâğıtlar yeniden karılıyor”, bu da popülasyon içerisinde ileride yaşanacak değişimlere yol açıyor.

Jablonka ve Lamb, ayrıca hücrelerdeki kromozomların yoğunlaşmış hâlini ifade eden kromatinin yapısının DNA dizisi içerisinde yaşanan değişiklikleri etkilediğini, bu sebeple, evrimsel değişimde çevrenin oynadığı rolün karmaşık boyutlarını açığa çıkarttığını, çevrenin sadece seleksiyon sürecinde aktif olan bir fail olmadığını söylüyor. Kromatin, aynı zamanda “gen fenotipi üzerindeki etkileri üzerinden, o konumda DNA’da meydana gelen değişimlerin yönünü, oranını ve tipini de tayin ediyor.”

Jablonka ve Lamb, ayrıca bireysel seçim değil de grupsal seçim üzerinde durulmasını öneriyor ve yeni Darwincilerin seçim birimi olarak geni öne süren yaklaşımlarının karşısına seçim birimleri olarak hücre grupları anlayışını çıkartıyor. Genetik ve epigenetik düzeylerle kıyaslandığında, toplumsal ve davranışsal düzeylerde kalıtımın farklı olduğunun bilincinde olan yazarlar (2005), genetik hiyerarşiden yoksun olan kolektif-bireysel faaliyet arası kaynaşmayı temel alan Davranışsal Kalıtım Sistemleri’ne (DKS) ait dört özellik belirliyorlar:

“Sembolik sistemin aktardığı varyasyonla birlikte, aileleri, meslek gruplarını, cemaatleri, devletleri ve ticaret, sanat, din gibi alanlarda üretilen her şeyi etkileyen diğer grupları içeren toplumsal açıdan karmaşık ve çok boyutlu yapıda önemli bir atılım meydana geliyor. İnşa süreci, varyantların üretiminde çok önemli bir rol oynuyor, ama sembolik sistemler, kendilerine işaret eden, gönderimde bulunan yapılar oldukları için, sistemin kuralları güçlü birer filtre görevi görüyorlar. Sembolleri kullanma becerisi de insanlara varyantları zihinlerinde inşa etme ve geleceğe aktarma konusunda önemli ve özel bir beceri sağlıyor.”[3]

Diyalektiği kullanarak evrim teorisini analiz eden Julio Munõz-Rubio[4] ise bu kalıtım mekanizmasının temelde diyalektik bir mekanizma olduğunu, bu anlamda Jablonka ve Lamb’in çalışmasının evrim sürecinin genetik bilgi ile çevresel etkilerin bir sentezi olarak görülmesi gerektiğini ortaya koyduğunu, Lewontin’in (1983) ise ilgili sentezi “iki karşıt, faal ve karşılıklı olarak birbirini seçen öğeler”[5] olarak gördüğünü, bu açıdan onun organizma-çevre karşıtlığını diyalektik manada aştığını dile getiriyor. Munõz-Rubio ise kendi analizinin kapsamını toplumsal etkileşimleri ve insan evrimini kapsayacak şekilde genişletiyor:

“Bu durumda kendisinin bilincinde olan varlıkların eylemlerinden kaynaklanan bir sentez söz konusudur: bu düzeyde evrimleşen tek tür olan, homo sapiens olma hâlinden kurtulamayan yegâne tür olan insan, içinde bulunduğu biyolojik koşulunu evrim süreci dâhilinde değiştiremiyor. Bu evrim, tam da tarif edildiği gibi, bir türün kendisiyle ilişkilenmesi şeklinde zuhur ediyor. Negatif doğayla kurulan ilişkide, yani toplumlar veya onun içindeki popülasyonlar içre ilişki, insanı kendini reddetmeye itiyor. Bu hareket dâhilinde insanlar, önceki doğalarını değiştiriyorlar, ama sonra kendilerini ortaya koydukları bir sonraki aşamada, o önceki doğayı redde tabi tutuyorlar.”

Genetik determinizm, buna bağlı olarak, bilimsel ırkçılık meselesini bir tür dava olarak savunmak adına, bugünkü bilimsel mantık, neoliberal ve kapitalist bireycilik ideolojisini devreye sokuyor. Başta genetikçiler ve sosyologlar olmak üzere, birçok bilim insanı ise bilişsel işlevlerin gelişiminde hem çevrenin hem de genlerin rol oynadıklarını söylüyorlar, aynı zamanda genetik determinizmi ve bilimsel ırkçılığı savunanların çalışmalarının indirgemecilikle, ve bireycilikle malul olduğunu, bu nedenle kusurlu sonuçlar ortaya koyduklarını ifade ediyorlar.

Onca vaadine rağmen son teknolojik ilerlemeler, tartışmanın sonlanmasına pek katkı sunmadı: İndirgemeci bir yaklaşımı kullanarak üretilen bilimsel kanıtlar, bundan sonra da şovenistler ve beyaz üstünlükçüler tarafından kullanılmaya devam edilecekler.

Bilim insanlarının kendi yürüttükleri çalışmaların sosyo-politik etkilerini görmezden gelme lüksleri yok. Bugün biyolojimize ve onun çevreyle ilişkisine dair kapsayıcı bir anlayışı geliştirmenin vakti gelmiştir. Marx ve Engels, böylesi bir anlayışı geliştirmeye niyetlenmiş, Levins & Lewontin de teorik planda bu anlayışı uygulamaya koymuşlardır.

Nafiz Hasan
1 Ocak 2019
Kaynak

Dipnotlar
[1] Aaron Panofsky, “From Behavior Genetics to Postgenomics”, Postgenomics içinde, Duke University Press, 2015, s. 150.

[2] Eva Jablonka ve Marion Lamb, Epigenetic Inheritance and Evolution: The Lamarckian Dimension, OUP, 1995.

[3] Eva Jablonka ve Marion Lamb, Evolution in Four Dimensions, Bradford Books, 2005, s. 237.

[4] Julio Munoz-Rubio, “Dialectics and neo-Lamarckism against the fetishism of genes”, The Truth is the Whole: Essays in Honor of Richard Levins içinde, The Pumping Station, 2018.

[5] Richard Lewontin, “The organism as the subject and object of evolution”, Scientia 118, s. 63-82.

0 Yorum: