Fransız Devrimi sonrası yaşanan olayları ve 1790’ların
siyasi kültürünün kutuplaştırıcı doğasını tartışanlara göre, Fransız
hükümetinin bu dönemde içine girdiği yönelim ve ortaya çıkarttığı sorunlar,
ülkedeki yasa koyucuları ikiye bölmüştür. Yaşanan ağız dalaşları neticesinde
hasım partiler kanla ezilmiş, Terör Dönemi, Fransa’yı karışıklık ve ayrışma ile
tanımlı, daha da çalkantılı bir sarmalın içine soktukça, Üçüncü Sınıf’ın
sözcülerinin büyük bir kısmı, devletin millet için yapacakları hususunda
Jakobenlerin dillendirdikleri hâkim görüşe karşı sesini yükseltmeye başlamıştır.
Politik solun, bağrından Maximilien de Robespierre’i
çıkartan kulübün çizgisine geldiği koşullarda, ondan daha solda duran Enragés
(Öfkeliler) Hareketi, Jakobenlerin yoksullar için pek bir şey yapmadığına,
onların sadece yurttaş olmalarına izin verdiklerine, kapitalistlerin gücünü
azaltmak için yeterince elini taşın altına koymadıklarına inanıyordu. Ayrıca bu
hareket, tahıl fiyatlarına belirli bir tavan fiyat konulması fikrinden yana
duruyor, devlet ihalelerinde devrimin bastığı para olan Assignat’nın
kullanılmasını istiyor, bu paranın değerinin korunması için stokçuların ve
spekülatörlerin, en genel manada kapitalistlerin idam edilmesi gerektiğine
inanıyor, paranın değerinin sabit tutulabilmesi için bu adımı zaruri görüyordu.
Öfkeliler Hareketi, toplumda varolabilmek için hesap vermesi gerekenin
yoksullar olmadığını düşünüyor, zenginlerin, Fransa için dövüşen, açlık çeken
ve kan döken yoksullara hesap vermesi gerektiğine inanıyordu.
Bu hareketin önderleri, Jacques Roux, Jean-François
Varlet ve Jean Théophile Leclerc idi; üçü de ilk politik çalışmalarını Dağ
grubu ve Jakobenlerin etkilediği çevreler içerisinde yürütmüş, 1792-1793 arası
dönemde Jakoben çizgiden ayrışmıştı. Peki Öfkelileri kendi dönemlerinde faal
olan politik aktörlerden ayıran temel özellikleri neydi?
Bu dönemde muhalif görüşlerle bağlantılı bir ideolojiyi
diğerleriyle kıyaslamak için “radikal”, “solcu” ve “muhafazakâr” gibi terimler,
meseleyi izah edebilecek kifayette değildirler. Jirondenlerin Mayıs 1793’te
meclisten atılmaları sonrası politik iklimin radikalleştiği koşullarda, ele
alınan konuların çeşitliliği de bakış açısındaki daralmadan etkileniyor ve konu
başlıkları arasındaki ayrımlar, ancak küçük farklılıklarla belirlenebiliyor.
Öfkelilerin savunduğu hususların çoğu, Varlet’nin Toplum
İçerisindeki İnsanların Hakları Bildirgesi’nde dile getiriliyor. 8 Haziran
1793’te Ulusal Meclis’e sunduğu metinde (Jirondenlerin etkilerinden arınmış bir
meclise hitap eden) Varlet, görüşlerini Devrim esnasında birçok kişinin
başvurduğu aynı terimlerle özetliyordu. Konuşması, çatışma ve mücadele, iyiye
karşı kötü ve “onlara karşı biz” anlayışı üzerine kurulu sözlerle yüklüydü.
Ayrıca Varlet, Öfkeliler ve Jakobenler gibi, konuşmasını Jean-Jacques Rousseau’nun
yazıları, özellikle de Toplum Sözleşmesi isimli incelemesi üzerine inşa
etmişti. Varlet, konuşmasında hükümeti kriz zamanlarında kendisine verilen
yetkilerle, bilhassa 19. Madde’de dile getirilen yetkiyle ilgili ikazlarını
aktardı:
“Mülkiyet
ihlal edilemez bir hak olduğu için her mülk sahibi, toplumu yokoluşa
sürüklemediği sürece, niteliği ne olursa olsun sahip olduğu mallar ve gelirler
konusunda kendince tasarrufta bulunabilir.”[1]
İlk bakışta bu madde, adil görünüyor; mülkiyet hakkına
izin veren madde, bunların kullanımı ve birikimi hakkında hiçbir hükümde
bulunmuyor. Bununla birlikte, cümlenin son kısmında, “toplumu yokoluşa
sürüklemediği sürece” ifadesi, toplumu neyin yokoluşa sürükleyeceği veya
böylesi bir eğilimin nasıl fark edileceği konusunda pek bir şey söylemiyor. Boşluklar
ve gri alanlar, sadece bu maddede karşımıza çıkmıyor. 1789 tarihli İnsan ve
Yurttaş Hakları Bildirgesi, bu tür bir dile sık sık başvuruyor. Bildirge,
kamusal ihtiyaçlar (Madde XVII), kamu güvenliği (Madde V) ve kamu düzeni
haricinde kişilere belirli haklar bahşediyor, bu üç madde ise terör döneminde
“ulusu koruma” adı altında devreye sokuluyor.
Bir bütün olarak, mevcut istisnalara rağmen, Varlet
tarafından önerilen maddeler, 1789 belgesinin modernize edilmiş bir versiyonu
olarak iş görüyor. Varlet’nin yazısı, esasen Öfkelilerin ilkelerini ortaya
döküyor: servet ve doğumdan gelen imkânlarla ilgili koşulları ne olursa olsun,
tüm yurttaşların kamu görevlerine getirilebilmesi (6. Madde); mülkiyet
sahipliğiyle ilgili sınırlamalar (16. Madde); toprak mülkiyeti (17. Madde);
stokçuluk, hırsızlık ve ekonomik imkânları kötüye kullanmayla ilgili
girişimlere karşı halkı koruma konusunda ulusa yetkiler bahşedilmesi (20.
Madde). Ayrıca Varlet, kamu fonlarının israf edilmesini ve bahsi geçen mali
usulsüzlükleri baskı ile bir tutuyor, bu noktada sırtını Rousseau’nun
fikirlerine yaslıyor, buradan da “Zulme karşı direnmek, ayaklanmayı hak kılar” diyor.
Varlet, aynı zamanda, “eğitim, öğretim ve genel ahlak
öğretimi”nin önemine vurgu yapıyor, eğitimin “hükümetlerin yurttaşlarına
ödemesi gereken bir borç” olduğunu söylüyor, verilen hakların anlamlı
olabilmesinin asli teminatının eğitim olduğuna vurgu yapıyor (5. Madde).
Varlet’nin hedef aldığı asıl kitle, baldırıçıplaklar.
Yeniden dağıtım ve birikmiş servetlere karşı hükümetin koruma politikaları
yalnızca çıkarlarına yönelik olmakla kalmıyor, onlara uzun uzadıya hitap
ediyor. Kendi sözleriyle, onların saflığını ve davasını yüceltmekle kalmıyor,
onların güvenilir siyasi müttefiki olma iddiasını da ortaya koyuyor ve şöyle
diyor:
“Konuşup
durmaktan daha fazlasını yapmış olan baldırıçıplaklar, güveninizi hak ediyor. Vendée’de
bizzat gönüllü olarak savaşanların arasında ben de vardım. Kilise ve kraliyet
ailesine mensup gaddarlar, en iyi baldırıçıplak dostlarımı elimden aldı. Tehlike
altında olan ülkesini savunmuyorsa, özgürlük hareketinin öncüsü bir boşboğazdan
başka bir şey değildir.”[2]
Toplum Sözleşmesi’nde dile
getirilen görüşleri sahiplenen Varlet, Rousseau’nun ülke içerisinde eşitliğin
sağlanması sorumluluğunu yurttaşların sırtına yüklüyor, bu yurttaşların özgür
ve eşit olabilmek için haklarından mahrum kalmayı kabul etmek zorunda kaldıklarından
söz ediyor, tüm kanunların ve yasama sürecinin arkasındaki asli itici gücün
erkek kadın tüm insanların genel iradesi olduğunu, sadece onların bir kanunu
hazırlayıp yürürlüğe koyabileceklerini söylüyor. Bu öğretiye uygun hareket
edildiği takdirde Fransa’da kralı egemen kılan iktidarın zayıflayacağına inanan
Varlet, kralın halkın rızası ve tam onayı olmadan tek taraflı olarak kanunlar
hazırlayıp yürürlüğe koymasının insanlararası toplum sözleşmesinin açık bir
ihlali olduğu üzerinde duruyor.
Esasında halkın rızası ve tam onayının alınması fikri,
Rousseau’nun öğretisine aykırı bir fikir. Varlet’nin dile getirdiği, egemenliği
yurttaşlara veren, hükümet yetkililerini ulusun astları derekesine düşüren 8.
Madde, Rousseau’nun öğretisini hükümsüz kılıyor. Öte yandan Öfkeliler,
Rousseau’nun sözleşmesinde dile getirilen, sözleşmeyi ihlal edenlere ölüm
cezası verilmesine dair hükmün ekonomi ve üretim sahasında gerçekleştirilen her
türden sahtekârlık konusunda uygulanmasını öneriyor ve onu genel öğretilerinin
bir parçası hâline getiriyor.
Bu tür fikirler, Devrim’e destek olan sol radikallerin
sahiplendiği fikirlerdi. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi, doğrudan
demokrasinin erdemlerini ve ideal hükümet biçimlerine vurgu yapan bir
çalışmaydı. Ulusun verimli çalışabilmesi için, egemen (eşit ve birleşik halk)
ve hükümet (seçilmiş ancak güçler ayrılığına tabi) tercihen güçlü bir hükümet
başkanı altında birlikte çalışmalıdır (Rousseau, halka tabi olan aristokrasi ve
monarşiyi tercih eden bir isimdir). Ayrıca Rousseau, doğrudan demokrasiyi,
çoğunluğun iradesinin mutlak olduğu ve azınlığın iradesini marjinalleştiren
yönetişime tercih ediyordu. Rousseau’nun inancı, meclislerin halkın egemenlik
haklarını kullanacağı yer olacağı ve yüksek düzeyde katılımın ulusun refahını
sağlayacağı yönündeydi. (Cloots ve Babeuf örneğinde olduğu gibi, Rousseau’nun
da antik çağ toplumlarına büyük önem verdiğini belirtmek gerekiyor.)
Enragés ve Rousseau’nun
doktrini arasındaki fark, Fransız radikallerinin ideolojilerinin, sözleşmenin ilkelerini
ihlal eden radikallerin genel iradenin sınavından geçmemiş olmalarıyla
ilgiliydi. Siyasi hizipler susturulduğunda ve muhalifler hapse atıldığında
ve/veya giyotinle idam edildiğinde, bu tür yapıların ve kişilerin haklarından
mahrum bırakılmalarının “özgürlük ve eşitlik” ilkelerine aykırı olduğu görüldü.
Bu koşullarda Öfkeliler, politik düşmanlarını devlet
düşmanı olarak görüp, onları diğer hasımlarından daha aşağıda bir seviyeye
yerleştirdiler. Oysa bu isimler, Rousseau’nun görüşüne göre egemen bütünün
birer parçası idi.
Öte yandan, Rousseau’nun yurttaşların genel iradesine dair
idealist görüşleri sorunluydu. Rousseau, çalışmasında, insanların arzularına
daha az, bütün için neyin iyi olduğuna (genel iradeye) daha fazla odaklanmaları
gerektiğini savunuyordu. Varlet, Roux ve Leclerc, servet ve mal biriktirmenin,
genel anlamda mülk sahipliği meselesinin düzene sokulması konusunda ortak bir
çaba içine girerken (ki Rousseau da birikim sürecinin düzenlenmesinden yanaydı)
bir kez daha tüm fraksiyonlar ve toplum üyeleri ile baldırıçıplaklara
odaklanma tercihi konusunda bir fikir birliğine varamadılar. Ayrıca, din
işlerinde seçim özgürlüğüne yer vererek, ortak yarara yönelik resmi bir din
yaratma fikirlerini sürdürmekte başarısız oldular. Son olarak, Öfkelilerin
özgürlükler meselesini, egemen güçle hükümet arasında ayrım yapan fikirlerle
birlikte ele aldıklarını söylemek gerek. Rousseau’dan uzaklaşan Öfkeliler, bu
anlamda doğrudan demokrasi ve genel irade meselesini, iktidarı eskinin üçüncü
sınıfının eline teslim etmek adına, bir kenara koyuyorlardı.
Eski bir rahip olan Jacques Roux, taraftarlarını, Paris
sokakları aracılığıyla gerçek bir değişimi hayata geçirmek için çok daha
doğrudan bir yaklaşım üretebilecek bir çılgınlığa sürüklemeyi bilmiş bir
hatipti. Polemik üzerine kurulu dili, yalnızca Marx ve Engels’in yaklaşık elli
yıl sonra önerecekleri teorilerin habercisi olmakla kalmadı, aynı zamanda güç
sahibi Jakobenlerle aşırı sol arasındaki bölünmenin ortaya çıkmasına da
yardımcı oldu. 1793 tarihli Öfkeliler Manifestosu şunları söylüyordu:
“Dağ
grubuna mensup vekiller, bu devrimci şehirdeki evlerin üçüncü katından
dokuzuncu katına çıkarsanız, aşsız, libassız, sıkıntı çeken, kanunların
fakirlere karşı acımasız olması, o kanunların sadece zenginler eliyle ve onlar
için yapılması sebebiyle, spekülasyon ve tekelci faaliyetlerden kaynaklı olarak
bedbaht olan uçsuz bucaksız bir halkın gözyaşları ve hıçkırıkları sizi illâki
duygulandırırdı.”[3]
Roux’nun açıklaması, hem baldırıçıplaklar için bir
silâhlanma çağrısı hem de tasvir edilen toplumun alt sınıflarını oluşturan, üst
sınıfta korkuya sebep olan, suiistimal edilmiş, aç bırakılmış kesim olarak
değerlendirilen şehirli işçilere karşı körleşmekle suçladıkları Jakobenlere
yönelik bir uyarı atışı işlevi gördü.
Bu yazıda Roux, yalnızca Jakobenlerin politikalarına
karşı değil, aynı zamanda halkın “geçim kaynakları” üzerinden yaşama imkânı
bulan “asalak” kesimleri yok edemeyen anayasaya karşı da bir konum alıyor,
paranın satılmasını yasaklamamasını ve ekonomik özgürlüklere sınırlama
getirmemesini eleştiriyordu.
Roux’nun öfkesinin asıl hedefinde, işçilerin içinde
bulunduğu kötü durumun müsebbibi olarak gördüğü tüccarlar duruyordu. Manifestosunda
Roux, zengin sınıfa karşı savaş ilân edilmesi çağrısında bulunuyor, onların
mallarına el konulmasını talep ediyordu. Roux, bu düzlemde, hâlihazırda
Avusturya ile sürmekte olan savaşı mecazî açıdan ele alıyor, “tüm bunlar, üç
yüz bin Fransız’ın krallara bağlı kölelerin ellerindeki o ölüm saçan tüfeklerle
haince kurban edilmesinin, taşlar altında ezilip gitmesinin bir sonucu değil
midir?” diye soruyordu. İki ülke arasında savaşın tüm hızıyla sürdüğü
koşullarda, Fransa’da elde kılıç olmadan savaşan köle yurttaşların düşük
gelirlerle ve yüksek fiyatlarla yaşamak zorunda olduğundan, içeride başka türde
bir çatışmanın yaşandığından söz ediyordu.
Roux'un sözleri incelendiğinde, fiyat ve ücret
kontrolleri, ekonomi politikası, karşı-devrimcilerin baskı altına alınmasına
ilişkin politikalar ve ekonomik olarak aşırı solun ideallerine karşı hareket
edenlere verilen cezanın şiddetinin artmasıyla ilgili radikalleşme gibi konu
başlıklarının öne çıkartıldığını görüyoruz. Bununla birlikte, çoğunluğun
azınlık önünde diz çökmesi konusunda laf söyleyen tek kişi, Roux değildi.
Bir yıl önce, cumhuriyetçi bir anayasa yaratma fikirleri
gelişmeye başladığında, Varlet, Özel ve Zorunlu Yetkilendirme İçin Teklif
adlı çalışmasında, halkın iradesiyle seçilmiş temsilcilere meclise girecek
vekilleri seçtirmeyi esas alan politikanın, tüm erkeklere oy hakkı veren yeni
modelle çeliştiğini, yurttaşları hem yeni bir anayasanın oluşturulmasında
doğrudan rol sahibi olmaktan hem de gerçek özgürlükten mahrum bıraktığını
söylüyor (ki Varlet, bu durumu “özgürlük yanılsaması” olarak nitelendiriyor).
Özünde, Varlet, özgürlükle alakalı bu türden
yanılsamaların sorunlu bir döngü dâhilinde tekrarlanıp durduğunu, halkı kandırıp,
onun devlet işlerinde bir role sahip olduğuna inandırdığını, oysa gerçekte hükümet
kurumlarının halkın sesindeki şiddeti azalttığını söylüyor. Ayrıca Varlet, halkın
faillerine İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ndeki sözlere bağlı kalma
görevini veriyor. Bilindiği üzere bu bildirge, Bourbon kralını basit bir
yurttaş derekesine düşürüyor, zenginlerin çocuklarının özel öğretmenlere erişme
imkânlarını kısıtlamak suretiyle, eğitim sahasındaki ayrımları ortadan
kaldırıyor.
Varlet’ye göre, meclisteki vekiller, herkese eşit eğitim
imkânı sunmak gibi bir yükümlülüğe sahipler. Her şeyin ötesinde bildirge, anayasadaki
tüm maddelerin sadece halkın tam egemenliğini güvence altına almakla kalmayıp,
1789 tarihli bildirgedeki ifadelerle kıyaslandığında halkın denetimine tabi
hâle getirilmesi gerektiğini söylüyor.
Varlet’nin ifadesiyle:
“Halkın
egemenliği, yurttaşların her bir kamu görevlisini doğrudan seçmesi, kendi
çıkarlarını tartışması, kanun yapıcı olarak belirledikleri vekillere yetkiler
verilmesi, yetkilerini aşan veya halkın çıkarlarına ihanet eden vekilleri
görevden alma ve cezalandırma imkânına sahip olunması konusunda yurttaşlara
verilmiş doğal bir haktır. En nihayetinde halkın egemenliği, halkın vekillerinin
aldıkları, özel koşulların gerektirdiği kararlar haricinde, tüm kararları
inceleme hakkını ifade eder. Meclislerde egemen gücün yaptırım uygulamasından
önce bu vekiller, hukuku uygulama gücüne sahip olurlar.”[4]
Öfkeliler Hareketi’nin liderinin sözlerinde, halkın
sesini yüzyıllardır susturan eski rejim politikalarına geri dönme korkusu bir
çırpıda hissediliyor. Varlet, yazı boyunca, yolsuzluğa bulaşmış kişilere
yönelik duygularında tam bir radikal gibi konuşuyor. Bu bağlamda Varlet, “kendi
seçmen kitlesinin çıkarlarına ihanet etmiş olan halk temsilcilerinin idam
edilmesi gerektiğini” söylüyor.[5] Bir yıl sonra başlayan terör döneminde ulusal
güvenlik adına ölüm cezasının uygulanmasıyla birlikte bu görüş, radikal bir
görüş olmaktan çıkıyor, ama gene de Varlet’nin dile getirdiği argüman, devrimci
liderlerin bir biçimde kitlelerin kıyıya köşeye itilmesine mani olacak hükümet
politikalarının muhafaza edilmesi için uğraştığı koşullarda açığa çıkan ve
sorunlara yol açan karışıklığa önceden haber veriyor.
O kısa ömrü dâhilinde Öfkeliler Hareketi, önceki statükoya
geri dönme korkusu meselesini tartıştı, ayrıca bir yandan da Fransa’nın gücü ve
serveti bir avuç imtiyazlı kişinin eline teslim eden önceki sisteme geri
dönmesini sağlayacak her türden politikaya kafa tuttu. Radikallerin yürüttüğü
savaşların ana sebebi, üçüncü sınıfın boyunduruk altına alınması idi. Bu
radikal isimler, baldırıçıplakların bir avuç azınlığın elindeki serveti
büyüten, büyük çoğunluğu ise nefessiz bırakan ekonomik yapı içerisinde
çektikleri dertlere odaklanıyorlardı.
Bununla birlikte, Öfkeliler Hareketi, baskıcı kurallara
geri dönme korkusunu tetikleyen politikaların ortadan kaldırılması yanında,
orantısız servetlerin ve artan yaşam maliyetlerinin geçmişe ait bir mesele
olmasını sağlayacak, düşük gelirlilerin yaşayabilecekleri hayata kavuşmalarını
mümkün kılacak somut ekonomi politikaları için de mücadele etti.
Ekonomi politikalarıyla ilgili olarak, Öfkeliler esas
olarak, gıda maddeleri ve temel tüketim maddelerinin tavan fiyatının
belirlenmesi fikri üzerinde duruyorlardı. Roux, Manifesto’sunda fiyat
kontrolleri için durumu şöyle ifade ediyordu:
“Son
dört yıldır Devrim’in sunduğu avantajlarından sadece zenginler istifade
ettiler. Soylu ve kutsal sayılan aristokrasiden daha korkunç olan tüccar
aristokrasisi, bireysel servetlerini biriktirip, cumhuriyetin hazinesini talan
etmek için acımasız bir oyun oynadı; sabahtan akşama kadar malın fiyatı korkunç
bir şekilde yükseldiği için, bu haraç alma, gasp etme pratiklerinin daha ne
kadar süreceğini hâlen daha bilemiyoruz. […] Ticaret özgürlüğü, malların
kullanımı üzerinde tahakküm kurma ve başkalarının kullanmasına mani olma hakkı
değil, kullanma ve yararlanma hakkıdır. Herkes için gerekli olan bu mallar,
herkesin erişebileceği bir fiyatta sunulmalıdırlar.”[6]
Baldırıçıplaklar, Ulusal Meclis içerisindeki aşırı sol
radikalleri tam da bu fiyat kontrolleri ile ilgili yaklaşımları sebebiyle
sevdiler. Çünkü fiyatlar, özellikle 1789 sonrası, ücretlerdeki artış oranından
çok daha fazla artıyordu.
İmtiyazsız insanları harap eden spekülatörleri,
tekelcileri ve “vampirleri” sert bir dille uyaran Roux, Manifesto’sunda yoksulların
ekonomik özgürlüğü konularını uzun uzadıya tartışıyor. Bu şekilde Roux, (Varlet
ve Leclerc ile birlikte) Jakobenlerin yazdığı senaryoya dâhil oluyor, ama zenginlerle
fakirleri karşı karşıya getirmek suretiyle, devrimin kendisini bir sınıf savaşına
dönüştürüyor. Görünürde bu, aynı zamanda o dönemdeki hemen hemen tüm siyasi
partilerin ve örgütlerin politikası olsa da, Fransa’daki diğer ideologların
aksine, Öfkeliler, belirgin bir üstünlüğe sahiplerdi, zira hareket, hem sol hem
de sağla mücadele etmek zorunda değildi. Esasen, siyasi inanç konusunda en
solda olan, Öfkelilerdi. Onlarla aynı fikirde olmayan kesimler, bu hâlleriyle
Fransız yurttaşların çıkarlarıyla ilgili konumlarını riske atıyorlardı. Radikal
hizip, yurttaşların desteğini aldıkça, onunla uzlaşmayanlar sorun hâline
geleceklerdi.
Öfkeliler, ücret kontrolü talep ederek, diğer ekipleri
riske attı. Robespierre liderliğindeki Kamu Güvenliği Komitesi, 1793 yılının
Mayıs ve Eylül ayları arasında “Azami Kanunlar” denilen kimi politik adımları
atarken, 1794 yılında karaborsada yaşanan artış ve artan enflasyon sebebiyle
yatırdıkları parayı alamayacaklarından endişe duyan üreticilerin mallarını
pazara getirme konusunda yaşadıkları tereddüde bağlı olarak, bu çıkartılan
kanunlar yürürlükten kalktı. Bu Azami Kanunlar, iyi niyetli bir biçimde hazırlanmış
olsa da hayırda bulunmak istediği halkın canını yaktı. Ayrıca bu fiyat kontrolü
politikası, baldırıçıplakları da bölüp kutuplaştırdı. Bununla birlikte, Öfkelilerin
tüccarların ve kapitalistlerin dizginlenmesine ilişkin konumu Thermidorcu
gericilik dönemine dek halkta destek buldu, ayrıca bu konum, radikallere
politik alanda önemli bir zemin sağladı.
Buna ek olarak, Öfkeliler, devrim parasının kullanılmasını
ve bu kullanım sürecinin denetlenmesini önerdiler. Devrimin parasal aracı olan Assignat,
zımnen “ulusal varlıklar” (biens nationalaux) olarak adlandırılan, el
konulmuş kilise mülkleri tarafından desteklenen kanuni paraydı. 1789’da devrimin
başında piyasaya sürülen para, ulusu iflasın eşiğinden döndürmek için bir araç
olarak kullanıldı, ancak zaman geçtikçe, kilise arazileri konusunda gerekli
güce kavuşulamadığı, aşırı enflasyonla boğuşulduğu, her yerde isyanların patlak
verdiği Fransa’da, aşırı para basımı olağan bir uygulama hâlini aldı.
Devrim parası üzerinden belirlenen para politikalarına karşı
çıkan birçok kişi, gıda kıtlığının ve para biriminin satın alma gücünün
azalmasının suçlusunun sağlam bir mali temelin olmaması olduğunu düşünüyordu. Buna
karşın Roux ise bu kanuni paranın geçerliliği ve geleceği konusunda az çok
esnek, ama aynı zamanda sert bir duruşa sahipti:
“Ama
denilecektir ki ‘pahalılığın asıl sebebi, kâğıt paranın durumudur.’ Heyhat!
Baldırıçıplaklar, dolaşıma sokulmuş paranın rengini bile bilmiyor! Her durumda
fazla fazla basılması, kâğıdın değerini ve o parayla alınan emtianın fiyatını
belirliyor. Assignat’nın gerçek bir değeri olsaydı, Fransız milletinin
sadakatini esas alıyor olsaydı, ulusal varlıkların miktarı toplam değerinden
bir şey kaybetmezdi.”[7]
Devamında Roux, “bankacılar, tüccarlar ve
karşı-devrimciler”in devrim parasını büyük miktarlarda istiflediğinden, bunun
sonucunda alım gücünün düştüğünden söz ediyor, genel para biriminin hâlihazırda
kullanılan hâliyle ilgili kavga konusunda ise kâğıt paraya karşı olanların ona
esasen değeri yukarı çıkma arzusuyla karşı çıktıklarını, “ceza almadan
tekelleşme fırsatı bulmak ve ateşe verdikleri yurtseverlerin kanını bankoda
gelip satmak”[8] istediklerini söylüyor.
Aşırı sol, bu türden fazla milliyetçi ifadelere ilk kez
başvurmuyor. Oysa ekonomik sistemi tahrip eden temel sorunlar, daha çok
genellikle “kötüler”, “tutsak edenler” ve “kendilerini yiyip bitiren
canavarlar”[9] gibi etiketlerle ifade edilen, serveti artırma imkânı, aklı ve
aracı bulunanlarla ve yoksullardaki satın alma imkânından yoksun olma hâliyle
ilişkili sorunlardı.
Öte yandan Roux’nun Assignat ile ilgili duyguları,
samimi ve derin duygulardı. Ondaki sistemi itibarsız kılmaya çalışanlara
yönelik nefrete, hep ekonomik karışıklığın gerçek sebeplerine dair inançları
tutkuyla savunan bir tutum eşlik ediyordu.
Leclerc, 1793 tarihli L'Ami du Peuple, No. II [“Halkın
Dostu Sayı II”] isimli çalışmasında, bir bütün olarak yurttaşlara fayda
sağlamayı amaçlayan politikaları kınayanların çıkarlarını ve güdülerini
belirleme konusunda daha derinlikli düşünceler geliştiriyor. Burjuvazinin
oynadığı role ve onun geçinmek için tüketilen emtiayı işlemeye dair fikrine
odaklanan yazılarında Leclerc, önceden Fransa’yı sınıfsal kısıtlamalara ve
feodal eğilimlere mahkûm etmiş olan aristokrasiyle bir tuttuğu, mevcuttaki
aristokratlara dair yaklaşımı ile Roux’nun görüşlerini derinleştiriyor.
İmtiyazlıların gıda fiyatlarını artırıp enflasyona yol açmak suretiyle
karşı-devrimin önünü açma arzusundan” dem vuran[10], ülkenin zalimlerin elinde
çektiği çileden bahseden Leclerc, açlık yüzünden dökülen gözyaşlarına aldırış
etmeyen, üretilmiş ürünlerin bol olmasını önemsemeyen bu zalimlerin, servet
biriktirmek için yaptıkları planların, kurdukları komploların yurttaşı asla
gözetmediğini söylüyor.
“Aristokrasi,
bize sürekli dolaşımdaki yüksek para miktarının emtia maliyetlerindeki muazzam
artışın sebebi olduğunu söylüyor. Bunu, ölümüne çalışan, yoksul işçi sınıfının
açlıktan ölmesi için bulunmuş güzel bir bahane olarak görmek gerekiyor.”[11]
Öfkeliler Hareketi içerisinde ve aslında yazarın
kendisinde de pek rastlamadığımız mantıksal safsata kullanımı üzerinden Leclerc,
paranın daha fazla basılması ile ilgili görüşünü desteklemek adına, korkudan
dem vuruyor, ağır eleştiri gibi silâhlara başvuruyor:
“İhtiyacın
buyurgan çığlığını asla duymayan biri için, emeğin fiyatı yaşam maliyetiyle
orantılı olarak artmadıkça, dolaşımdaki paranın çoğalmasının ne gibi bir önemi olabilir?”[12]
Leclerc de ülkedeki açlığa ve umutsuzluğa sebep olanların
hızla ve zerre tereddüt etmeden halledilmesi gerektiğini düşünüyor. “İflas
yolunu açacak şekilde”[13] servet peşinde koşanların işlediği suçlar, yaptığı
suiistimallerin hoşgörüyle karşılanması durumunda, devrim parasının itibarını
yitireceğini söyleyen Roux ile benzer görüşleri dile getiren Leclerc, ayrıca Roux’nun
zenginlerin cezalandırılmasıyla ilgili yaklaşımını benimsiyor ve stokçuluk
yapanlarla malının mülkünün denetlenmesine karşı çıkanlar konusunda ölüm cezasının
zaruri kılınması gerektiğini söylüyor.
Bu dile getirdiği görüş dâhilinde Leclerc, mal istifleyen
kişiyi katille bir tutuyor, aynı zamanda “tüketiciyi kendi ağzına bakmasını
sağlayan”[14], uygun bir fiyatta satmak için gıda maddelerini satmaktan imtina
eden gıda üreticilerinin uyguladığı spekülasyonla kendi kişisel eşyasını
biriktirenin yaptığı işi kıyaslıyor.
Ulusal Meclis üyelerine sunduğu Özel ve Zorunlu Yetkilendirme
Teklifi’nde Varlet de ölüm cezası meselesini gündeme getiriyor,
spekülasyonu ve stokçuluğu ortadan kaldırmanın ulusun vekillerinin görevi
olduğunu söylüyor. Ulusun kanını emen tekelci “sülükler” konusunda ağır
cezaların uygulanmasını isteyen Varlet, bir yandan da para satışının ve ulusun
mührünü taşıyan belgelerin satışının yasaklanmasını talep ediyor[15], bunların
ulusun malı olduğunu, satışının ve istiflenmesinin yasadışı ilân edilmesi
gerektiğini söylüyor. Bu alabildiğine ağır olan tedbirler, yapı itibarıyla hem
önleyici hem de düzeltici tedbirler. Önleyici, çünkü hem yurttaşa karşı
işlenecek suçlardan insanları caydırmayı hem de kapitalist eğilimlerin
güçlenmesine mani olmayı amaçlıyorlar; düzeltici, çünkü ülkede devrim karşıtı
muhalefeti ortadan kaldırıyor.
Baldırıçıplaklar konusunda ise Leclerc, lüks mallardaki
enflasyonun onların hayatları üzerinde hiçbir etkisi bulunmadığına,
dolayısıyla, bu fiyat artışlarının onları zerre ilgilendirmediğine inanıyor.
Ekilebilir tarım arazilerindeki ve mal üretimindeki bolluk sayesinde Fransa’nın
kendisini besleyebileceğine, giydirebileceğine ve koruyabileceğine, eldeki
imkânların yeterli olduğunu düşünen Leclerc, karşıt görüşlere sahip olanları
“parlak madalyalar ve güzel resimler görünce babasına şirinlik gösterisinde
bulunan çocuklara” benzetiyor.
Bu türden bir mantığa başvuran Leclerc ve Öfkeliler,
hiperenflasyonun sonuçlarıyla ilgili basit teorileri ve gerçekleri kendi dar ve
minimalist düşünce tarzları dâhilinde gözden kaçırma meyilli. Madeni para ve kâğıt
para konusundaki politikaları, amatörlükle maluldür. İtibari paranın uzun süre
boyunca kullanılmadığı, ulusal bankacılık sisteminin mevcut olmadığı 1790’larda,
önerdikleri reçetenin felâketten başka bir şeye yol açmayacağını görmek gerekiyor.
Ekonomi ve üretimle ilgili olarak dillendirilen radikal
görüşler, esasen duygulara hitap ediyor, denklemi yanlış kuruyor, bu anlamda,
alabildiğine karmaşık olan meseleleri halletmek için basit bir mantığın ürünü
olan basit fikirler dillendiriyorlar.
Peki sonrasında Öfkeliler Hareketi’nin başına ne geldi?
Thermidorcu gericiliğin yüzünü iyiden iyiye gösterdiği
koşullarda, politik açıdan az çok halim selim bir çizgi tutturmuş olan
Jakobenler ve Dağcılar yanında, onları eleştiren aşırı solcularda tutuklandılar.
Bu döneme gelindiğinde Roux, çoktan intihar edip ölmüştü. Leclerc ve Varlet ise
yaşanan politik değişiklik sonucu marjinalleşti.
Öfkelilerin safında yer alan çok sayıda insan, solcu örgütleri
içeren başka çizgileri destekleyip yeni bir politik hayata başladı. Bazı isimlerse,
Napolyon Bonapart’ın yıldızının parladığı dönemde onunla dayanışma ilişkisi kurdu.
Robespierre’in yıkılışını Direktuvar dönemi izledi. Böylelikle
solcu hizipler yerlerini orta yolcu ekiplere bıraktılar. Jakobenlerle Öfkeliler
arasında yaşanan tartışmalarda önemli bir yere sahip olan konuların büyük bir
kısmı terk edildi, hem tüccarları hem de kapitalistleri destekleyen ekonomi
politikalarına dönüşü esas alan anlayışlar hâkim hâle geldi.
Terör mekanizmaları dağıldı. 1795-1799 arası dönemde Fransız
siyasetine politik ortamın soldan sağa kaymasıyla birlikte, anlık duygusal
tepkiler damgasını vurdu. Bu dönemde beş kişilik yürütmenin ve iki meclisin
üzerine kurulu bir anayasal rejim kurma yönünde adımlar atıldı, ayrıca 25 Ekim
1795 tarihli kanunla birlikte, ülkede büyük beklentilerle, ama çok az parayla
bir eğitim sistemi inşa edilmeye çalışıldı.
Öte yandan, muhtemelen Kurucu Meclis ve Ulusal Meclis’te
yaşanan karışıklıkla geçen yılların ortaya çıkardığı bir sonuç olarak, hizipler
arasındaki çatışmaların sorunlu olduğu görüldü, Assignat’nın
kullanıldığı ülkede oluşan genel ruh hâli, Direktuvar açısından yüzleşilen
olumsuzluklardan sadece birisiydi.
Hem Direktuvar üyelerinin hem de Fransız Ulusal Meclisi’nin
üyelerinin kendilerini korumaya çalıştığı, Direktuvar’ın da Jakobenlerin kurduğu
koalisyonların da başarısız kaldığı, meşru hâle gelemediği koşullarda, Bonapart’ın
başını çektiği askerî rejimin önü açılmış oldu.
Tüm bu tespit ve değerlendirmelerin ardından, Öfkelilerin
boş yere fikir beyan ettiklerini söylemek doğru olmaz. Öfkeliler Hareketi,
Fransa’yı neredeyse bir bin yıldır tarumar eden feodal uygulamaların ortadan
kaldırılmasını savunuyordu. Rousseau’nun halkın yönetimdeki rolüne dair
idealist görüşlerinin önemli bir kısmının gerçekte karşılık bulmadığı
koşullarda Öfkeliler Hareketi, süreç ilerledikçe kaynaşan yurttaşlara öncelik
tanıdı, asilliğe değil, saygınlığa önem verdi.
Ayrıca Napolyon’un yükselişi, hükümet ve halk arasında
bir bağlantı kurarak ve vatandaşların yasal haklarının artırılması arzusunu
yeniden teyit ederek, hukuk ve yasama organıyla ilgili reform yapan bir sisteme
yol açtı. Bu tür değişikliklere ek olarak, 1801 tarihli anlaşma, kilise ve
devletin ayrılması anlayışını pekiştirdi, ama bir yandan da Fransa ile Roma
Katolik Kilisesi arasında yeniden bir bağ kurdu, ayrıca Kilise üyelerinin devlet
başkanı tarafından atanması politikasını yürürlüğe koydu. Devletin dinî
özgürlüklere hoşgörüyle yaklaşacağı konusunda güvence veren anlaşma, “halkın
büyük bir çoğunluğunun Katolik inancına bağlı olduğunu, fakat Protestanlara
yönelik saygı ve hoşgörü konusunda Roma’yı değil, ulusun tercih edileceğini”
söylüyordu.
Vatikan ile yapılan bu anlaşma, önceki on yıl içerisinde
Kilise’nin yerleştiği arazilere onay vermek suretiyle, arazi edinimi konusunda
Fransız Devrimi’nin gerçekten “devrimci” olmasını güvence altına alıyordu. Bu
sayede daha önceden müsadere edilmiş Kilise malını satın almış kişilerin o
arazilerin sahibi oldukları kabul edilmiş oldu, böylelikle arazilerin geri
alınmasından korkan insanların kaygıları giderildi.
Bununla birlikte, ulusun dönüşümü yavaş seyretti. Öfkelilerin
dile getirdikleri taleplerin çoğu, onlarca yıl tam olarak benimsenmedi veya gerçekleşme
imkânı bulamadı. Öfkeliler, büyük ölçüde Toplum Sözleşmesi’ni esas alan
bir anayasa için mücadele ettiler, ama Fransız Devrimi, anayasayla alakalı sorunları
hiçbir zaman çözüme kavuşturmadı.
Napolyon’un iktidara gelişiyle birlikte yurttaşlar,
ülkedeki politika sahasına girme imkânlarını büyük ölçüde yitirdiler. 1790’larda
hizipler arasındaki kutuplaşma ve gerilim yüzünden politik partiler, uzlaşma
nedir bilmeyen tutumlarını yavaş yavaş değiştirmek zorunda kaldılar.
On dokuzuncu yüzyıl boyunca yaşanan ve Paris ile
taşrasını, Kilise’siyle politik mevkileri birbirinden ayıran, hatta bunlar
içerisinde de ayrışmalara sebep olan devrimlere tanık olunduğu dönemde Napolyon
başta olduğu saltanata, esas olarak eskide görülen ve yeniden baskın hâle gelen,
eski rejimin toplumsal ve dinî ülkülerini besleyen milliyetçi alışkanlıklar damgasını
vurdu. Napolyon’un jeopolitika ile ilgili tutumu ve bu tutum üzerinden
geliştirdiği politikalar, aynı zamanda eski statükoya geri dönüldüğünü ortaya
koyuyor, Fransa’yı mevcut cüssesi, hareket kabiliyeti ve hepsinden önemlisi,
hırsları sebebiyle, bir kez daha Kıta Avrupası’nın en korkulan ulusu hâline
getiriyordu. 1814 Viyana Kongresi, bu görüşün delili niteliğindedir: Napolyon
artık bir faktör değilse de yeni yenilmiş olan Fransız ulusu, kıtadaki
toprakların yeniden paylaşılması konusunda tekrardan başkalarını
endişelendirecek bir güç hâline gelebilecek imkâna kavuşmuştu.
Öfkeliler Hareketi’nin devrim çağında sınırları zorlayan
bir siyaset ortaya koyduğuna hiç şüphe yok. Bazı insanların, bilhassa baldırıçıplakların taleplerine ses olan politik yaklaşımları, popülist bir mesajdan
yoksun olması veya Fransız Devrimi sonrası yüzleşilen ekonomik, politik ve
toplumsal açmazlardan kurtulmayı sağlayacak belirgin bir çıkış yolu sunamaması
sebebiyle, hiçbir vakit ilgi görmedi. Yaptıkları eleştirilerin belirli bir
ağırlığı vardı. Öfkeliler Hareketi, toplumda hiçbir vakit tam olarak sınanmamış
olan teorilere dayanan, karmaşık sorunlar için basit çözümler içeren kısa vadeli
çözümleri öne çıkarttı. Fikirlerinin çoğu, Genel Meclis ve Ulusal Meclis içerisinde
hiçbir zaman ilgi görmese de, ruhları aşırı sol siyasi çevrelerde hâlen daha
yaşamaya devam ediyor.
Beau Pedraza
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Jean-François Varlet, Declaration of the Rights of Man in Society, 1793.
Çeviri: Marc Allan Goldstein (New York: Lang, 2001) s. 466.
[2] Varlet, a.g.e., s. 466.
[3] Jacques Roux, Manifesto of the Enragés, 1793. Yayına
Hazırlayan: Marc Allan Goldstein (New York: Lang,2001) s. 479.
[4] Jean-François Varlet, Proposal for a Special and
Imperative Mandate, 1792. Yayına Hazırlayan: Marc Allan Goldstein (New
York: Lang, 2001) s. 368.
[5] Varlet, Proposal for a Special and Imperative
Mandate, s. 369.
[6] Roux, Manifesto of the Enragés, s. 477-8.
[7] Roux, a.g.e., s. 480.
[8] Roux, a.g.e., s. 481.
[9] Roux, a.g.e., s. 475-483.
[10] Jean Théophile Victor Leclerc, L’Ami du Peuple,
No. II, 1793. Yayına Hazırlayan: Marc Allan Goldstein (NewYork: Lang, 2001)
s. 484.
[11] Leclerc, a.g.e., s. 485.
[12] Leclerc, a.g.e., s. 485.
[13] Roux, Manifesto of the Enragés, s. 482
[14] Leclerc, L’Ami du Peuple, s. 486.
[15] Varlet, Proposal for a Special and Imperative
Mandate, s. 370.
0 Yorum:
Yorum Gönder