17 Ağustos 2022

,

Ekofaşizm II

Nasyonal Sosyalist İdeolojide Doğa

Yukarıda ana hatları ortaya konulan gerici ekolojik fikirler, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ndeki merkezî figürlerin çoğu üzerinde güçlü ve kalıcı bir etki yarattı. Ne de olsa Weimar kültürü bu tür teorilerle dolup taşıyordu, ancak Naziler, onlara tuhaf bir renk kattılar. Bir tarihçinin tanımladığı gibi, Nasyonal Sosyalist “doğa dini”, ilkel cermenik doğa mistisizminin, sözde bilimsel ekolojinin, irrasyonalist anti-hümanizmin ve toprağa dönüş yoluyla ırksal kurtuluş mitolojisinin değişkenlik arz eden bir karışımıydı. 

Baskın temaları “doğal düzen”, organikçi bütüncüllük ve insanlığın aşağılanmasıydı: “Yalnızca Hitler'in değil, çoğu Nazi ideologunun yazıları boyunca, insanların doğa karşısında temelden aşağılandığını, bunun mantıkî sonucu olarak da insanın doğaya hâkim olma çabalarına saldırıldığını görebiliriz.”[1] Bir Nazi eğitimcisinden alıntı yapan aynı kaynak, şöyle devam ediyor: “Genel olarak insan merkezli görüşlerin reddedilmesi gerekiyordu. Çünkü bu görüşler, doğanın sadece insan için yaratıldığını varsayıyorlardı. Bu tavrı kesinlikle reddediyoruz. Bizim doğa anlayışımıza göre, insan da diğer organizmalar gibi doğanın canlı zincirinde bir halkadır.”[2]

Bu tür argümanların çağdaş ekolojik söylem içinde geçerlilik kazanması, gerçekten rahatsızlık vericidir: toplum-doğa uyumunun anahtarı, “doğanın süreçlerinin ebedi yasalarını” (Hitler) tespit etmek ve toplumu bunlara karşılık gelecek şekilde düzenlemektir. Führer, “doğanın sonsuz yasası karşısında insanlığın çaresizliğini” vurgulamaya özellikle düşkündü. [3] Haeckel ve Monistleri tekrarlayan Kavgam’da şu söyleniyordu:

“İnsanlar, doğanın demir mantığına başkaldırmaya kalkıştıklarında, insan olarak varlıklarını borçlu oldukları aynı ilkelerle çatışırlar. Doğaya karşı eylemleri kendi çöküşlerine yol açmalıdır.”[4]

Bu insanlık ve doğa görüşünün otoriter çıkarımları, Nazilerin bütünsellik ve organikçilik vurgusu bağlamında daha da netleşir. 1934’te Reich Doğa Koruma Ajansı müdürü Walter Schoenichen, biyoloji müfredatı için aşağıdaki hedefleri belirliyordu: “Gençler, çok erken yaşlarda, 'organizma'nın yurttaşlık için taşıdığı öneme, yani tüm parça ve organların hayatın tek ve yüce görevinin yararına olacak şekilde koordineli kılınmasının önemin dair bir anlayış geliştirmelidirler.”[5] Şimdilerde çok aşina olduğumuz şekilde, biyoloji kavramlarının toplumsal olgulara doğrudan uyarlanması, yalnızca Nazi iktidarının totaliter toplumsal düzenini değil, aynı zamanda Lebensraum’un (yaşam alanının) yayılmacı politikasını da haklı çıkarmaya hizmet etmekteydi (Doğu Avrupa’da Alman halkı için “yaşam alanının” fethedilmesi planlanmaktaydı). Ayrıca bu ilişkilendirme çabası, çevresel saflık ve ırksal saflık arasındaki bağlantıyı kuruyordu:

“Biyoloji eğitiminin iki ana teması [Nazilere göre] bütüncül bir perspektiften neşet eder: doğanın korunması ve öjeni. Doğayı birleşik bir bütün olarak görürseniz, öğrencilerde otomatik olarak ekoloji ve çevreyi koruma duygusu gelişecektir. Aynı zamanda, doğayı koruma konsepti, dikkatleri kentleşmiş ve ‘aşırı uygarlaşmış’ modern insan ırkına yönlendirecektir.”[6]

Nasyonal Sosyalist dünya görüşünün pek çok çeşidinde ekolojik temalar, geleneksel tarım romantizmi ve kentsel uygarlığa düşmanlıkla bağlantılıydı ve hepsi de doğada köklenme fikri etrafında dönüyordu. Bu kavramsal kümelenme, özellikle de doğayla kopmuş olan o bağı kurma çabası, özellikle Heinrich Himmler, Alfred Rosenberg ve Walther Darré olmak üzere, Nazi liderliğindeki neo-pagan unsurlarda belirgin olan görüşü temel alıyordu. Rosenberg, Yirminci Yüzyılın Efsanesi isimli önemli eserinde şunları yazıyordu:

“Bugün kırsal kesimden şehre sürekli cereyan eden, Halk için ölümcül olan akışa tanıklık ediyoruz. Şehirler daha da büyüyor, Halk ümitsizliğe sürükleniyor, insanlığı doğaya bağlayan ipler kopuyor; bu akış, maceracıları ve her renkten vurguncuyu cezbediyor, böylece ırkların karışma sürecini besliyor.”[7]

Bu tür düşünceler, basit bir retorikten ibaret değildi; Nazi hiyerarşisinin en tepesinde yer alan ve bugün geleneksel olarak ekolojik tutumlarla ilişkilendirilen inançlarda ve uygulamalarda karşılık bulan düşüncelerdi bunlar. Hitler ve Himmler, hem katı vejetaryenler hem de hayvanseverlerdi, doğa mistisizmine ve homeopatik tedavilere ilgi duyuyorlardı, ayrıca deney için hayvanların katledilmesine ve onlara yönelik zulme şiddetle karşı çıkıyorlardı. Himmler, SS taburlarına ilâç üretmek amacıyla deneysel organik çiftlikler bile kurmuştu. Ayrıca Hitler, kimi noktalarda karşımıza çevreci bir ütopyacı olarak çıkıyordu. Kömüre alternatif olarak çeşitli yenilenebilir enerji kaynaklarını (çevreye uygun hidroelektrik ve çamurdan doğal gaz üretme gibi seçenekleri) yetkin ve detaylı bir üslupla tartışan Hitler, gelecekte enerjinin “su, rüzgâr ve gelgitler”den elde edileceğini söylüyordu.[8]

Nazi liderleri, savaşın ortasında bile, kendileri için ırksal gençleşmenin temel bir unsuru olan ekolojik ideallere bağlılıklarını sürdürdüler. Aralık 1942’de Himmler, Polonya’nın yeni ilhak edilen bölgelerine atıfta bulunarak, “Doğu Topraklarında Arazilerin İşlenmesi Üzerine” bir kararname yayınladı:

“Irkımıza mensup köylüler, toprağın, bitkilerin ve hayvanların doğal güçlerini artırmak ve tüm doğanın dengesini korumak için her zaman dikkatli bir şekilde çaba göstermişlerdir. Onlara göre, ilahi yaratıya saygı, tüm kültürün ölçüsüdür. Bu nedenle, yeni Lebensräume (yaşam alanları) yerleşimcilerimiz için bir anavatan olacaksa, doğaya uygun peyzajın oluşturulabilmesi için onun planlı bir düzenlemeye tabi kılınması önemli bir önkoşuldur. Peyzaj, Alman Halkını güçlendirecek üslerden biridir.”[9]

Bu pasaj, klasik ekofaşist ideolojinin içerdiği neredeyse tüm mecazları özetliyor: Lebensraum, Heimat (vatan), tarım kökenli mistisizm, Halkın sağlığı, doğaya yakınlık ve doğaya saygı (açıkça toplumun yargılanacağı standart olarak inşa edilmiştir), doğanın istikrarsız dengesi, toprağın ve onun yaratıklarının dünyevi güçleri. Bu tür motifler Hitler, Himmler ya da Rosenberg’in kişisel mizaçlarına uygun düşüncelerdi; Goebbels’le birlikte, Naziler içerisinde ekolojik fikirlere en az sıcak kişi olan Göring bile, zaman zaman kararlı bir korumacı gibi görünüyordu.[10] Ayrıca ilgili fikirlere yönelik beğeni, partinin üst kademeleriyle de sınırlı değildi. Weimar döneminde öne çıkan Naturschutz (doğa koruma) örgütünün üyelik listeleri üzerine yapılan bir araştırma, 1939 yılına kadar bu korumacıların yüzde 60’ının Nazi Partisi’ne katıldığını ortaya koydu (üyelerin yaklaşık yüzde 10’u yetişkin erkekti, yüzde 25’i öğretmen ve avukattı).[11] Bu anlamda, çevrecilik ve Nasyonal Sosyalizm arasındaki bağ çok güçlüydü.

İdeoloji düzeyinde, ekolojik temalar, Alman faşizminde hayatî bir rol oynuyorlardı. Dolayısıyla ekolojik temaları, Nazizmin gerçek karakteri olan devasa bir teknokratik-sanayici güç olma vasfını gizlemek için zekice kullanılan basit birer propaganda aracı olarak görmek hata olur. Almanya’daki şehircilik karşıtlığının ve tarım romantizminin tarihi, bu görüşle çelişiyor:

“Önde gelen Nasyonal Sosyalist ideologların çoğunun, herhangi bir içsel kanaat olmaksızın ve yalnızca seçim ve propaganda amaçlarıyla, halkı kandırmak için, alaycı bir şekilde tarım romantizmi ve şehir kültürüne düşmanlık sergilediklerini varsaymaktan daha yanlış bir şey olamaz. [...] Gerçekte, önde gelen Nasyonal Sosyalist ideologların çoğu, hiç şüphesiz, az ya da çok tarımsal romantizme ve şehircilik karşıtlığına eğilimliydi ve ekonominin nispeten daha fazla tarım ağırlıklı kılınmasının gerekli olduğuna dair fikre ikna olmuşlardı.”[12]

Ancak soru şu: Naziler, on iki yıllık iktidarları boyunca çevre politikalarını gerçekte ne ölçüde uyguladılar? Partideki “ekolojik” eğilimin, bugün büyük ölçüde göz ardı edilmesine rağmen, partinin saltanatının çoğunda hatırı sayılır bir başarı elde ettiğine dair güçlü kanıtlar var. NSAİP’nin bu “yeşil kanadı”, her şeyden önce, faşist ekolojiyi pratikte şekillendiren dört figür olan Walther Darré, Fritz Todt, Alwin Seifert ve Rudolf Hess tarafından temsil ediliyordu.

Resmi Doktrin Olarak Kan ve Toprak

1930’da Richard Walther Darré, “Kan ve toprağın birliği yeniden sağlanmalıdır” diyordu.[13] Bu ünlü ifade, “kan” (ırk veya Volk) ile “toprak” (vatan ve doğal çevre) arasındaki yarı-mistik bağın tesis edilmesi üzerinde duruyordu. Söz konusu anlayış, Cermen halklarına özgüydü ve örneğin Keltler ve Slavlar arasında yoktu. Blut und Boden (“kan ve toprak”) meraklıları için, Yahudiler özellikle köksüz, gezgin, toprakla kurulan her türden gerçek ilişkiden mahrum kalmış, aciz insanlardı. Başka bir deyişle, Alman kanı, kutsal Alman toprağı üzerinde özel bir hak iddiası doğuruyordu. “Kan ve toprak”, en azından Wilhelm döneminden beri Halkçı (völkisch) çevrelerinin dilinde olan bir ifade iken, onu önce bir slogan olarak popülerleştiren ve ardından Nazi düşüncesinin yol gösterici ilkesi olarak kutsallaştıran, Darré oldu. Darré, Arndt ve Riehl’e geri dönerek, ırkın sağlığını ve ekolojik sürdürülebilirliği sağlamak için yeniden canlandırılmış, çiftçilere has köylülüğü esas alan, Almanya ve Avrupa’nın kapsamlı bir biçimde kırsallaşmasını öngörüyordu.

Darré, partinin önde gelen “ırk teorisyenlerinden” biriydi ve aynı zamanda otuzların başlarındaki kritik dönemde köylülerin Nazilere destek vermesini sağlayan isimdi. 1933’ten 1942’ye kadar Nazi iktidarında Köylü Lideri ve Tarım Bakanı görevlerinde bulundu. Bu, küçük bir derebeylik değildi; tarım bakanlığı, savaşta bile sayısız Nazi bakanlığının dördüncü en büyük bütçesine sahipti. [14] Bu pozisyondan Darré, çeşitli ekolojik yönelimli girişimlere hayatî destek sunma imkânı buldu. Nasyonal Sosyalizmdeki belirsiz ilk-çevreci eğilimleri birleştirmede önemli bir rol oynadı:

“Nazi seçkinlerindeki uygarlık karşıtı, liberalizm karşıtı, modernlik karşıtı ve gizli şehir karşıtı duyguları köy kökenli mistisizm üzerinden inşa eden, Darré'ydi. Görebildiğimiz kadarıyla, Darré'nin Nasyonal Sosyalizm ideolojisi üzerinde muazzam bir etkisi vardı. Nazi ideolojisi içerisinde yer alan tarım toplumuna dayalı değerler sistemini oluşturan, bu tarım modelini meşrulaştırıp, Nazi politikasına tarımsal faaliyeti birçok alanda yeniden hâkim kılma hedefini kazandıran oydu.”[15]

Bu hedef, yalnızca Lebensraum adına emperyalist yayılmayla oldukça uyumlu olmakla kalmayan, aynı zamanda bu yayılmaya ana gerekçeyi, hatta motivasyon kaynağını temin eden bir hedefti. Organizmaya dair biyolojiden beslenen mecazlarla örülü bir dile başvuran Darré, şunları söylüyordu:

“Kan ve Toprak anlayışı bize, Halkımızın bedeni ile jeopolitik dünya arasında bir uyum sağlamak için Doğu’da gerektiği kadar toprağı ele geçirme konusunda gerekli ahlakî meşruiyet ve haklılık zeminini temin ediyor.”[16]

Doğu Avrupa’nın sömürgeleştirilmesi işlemine yeşil bir gömlek giydiren, bu faaliyeti çevrecilik ambalajına saran Darré, Nazi iktidarının tarım politikasının temelini teşkil edecek çevreye duyarlı ilkeleri uygulamaya çalıştı. En üretken evrelerinde bile, bu ilkeler, Nazi doktrininin simgesi olarak kaldılar. 1934'te ikinci Alman Çiftçiler Kongresi’nde (tarım sektörünün verimliliğini artırmaya yönelik bir plan olan) “Üretim Savaşı” planı ilân edildiğinde, programın ilk maddesi “Toprağı sağlıklı tutun!” olarak belirlenmişti. Ancak Darré'nin getirdiği en önemli yenilik, önemli ölçüde “lebensgesetzliche Landbauweise” olarak adlandırılan ve “yaşamın yasalarına göre çiftçilik” yapan büyük ölçekli organik tarım yöntemleriydi. Terim, bu kadar çok gerici ekolojik düşüncenin altında yatan doğal düzen ideolojisine bir kez daha işaret ediyordu. Bu benzeri görülmemiş önlemlerin ardındaki itici gücü ise, Rudolf Steiner’in (“doğru eğitim ve kişisel disiplinle insanın manevi dünya deneyimine sahip olabileceğini savunan inanç sistemi” anlamında) antroposofi anlayışı ve biyodinamik yetiştirme teknikleri temin etti.[17]

Organik tarımı kurumsallaştırma kampanyası, Almanya genelinde on binlerce küçük mülkü ve malikâneyi kapsıyordu. Başta Backe ve Göring olmak üzere, Nazi hiyerarşisinin diğer üyelerinden hatırı sayılır bir direnişle karşılaştı. Ancak Darré, Hess ve diğerlerinin yardımıyla, (çevreci eğilimleriyle pek ilgisi olmayan bir gelişme dâhilinde) 1942'deki zorunlu istifasına kadar politikayı sürdürebildi. Ayrıca bu çabalar, hiçbir şekilde sadece Darré'nin kişisel tercihlerini temsil etmiyordu; Alman tarım politikasının standart tarihinin işaret ettiği gibi, Hitler ve Himmler, “bu fikirlere tamamen sempati duyuyorlardı.”[18] Ekolojik açıdan sağlam tarım yöntemleri ve arazi kullanım planlaması için o güne dek hiçbir devletin vermediği desteği Alman devletinin vermesini sağlayan şeyse, büyük ölçüde Darré’nin Nazi aygıtındaki nüfuzuydu.

Bu gibi sebeplere bağlı olarak Darré, bazen günümüzdeki çevreci hareketin öncüsü olarak kabul edilir. Aslında biyografisini yazan kişi, bir keresinde ondan “Yeşillerin babası” olarak söz etmişti.[19] Darré hakkında hem Almanca hem de İngilizcede kaleme alınmış en iyi kaynağın yazarı olarak Anna Bramwell, Blood and Soil [“Kan ve Toprak”] isimli kitabında Darré’nin düşüncesindeki tehlikeli faşist unsurları sürekli olarak önemsiz şeylermiş gibi takdim ediyor, öte yandan, onu yanlış yola sapmış bir tarım radikali olarak tasvir ediyor. Darré konusunda verilen bu hüküm, ciddi ölçüde hatalı ve bu hata, esasen “ekoloji”nin yarattığı haleye kapılmış olmanın yol açtığı kafa karışıklığının bir sonucu.

Darré'nin yirmili yılların başına kadar yayımlanmış yazıları bile onu, özellikle kaba ve nefret dolu bir antisemitizme eğilimli, aşırı ırkçı ve şoven bir ideolog olarak suçlamak için yeterli kanıt sunuyor (Yahudilerden açıkça “yabancı otlar” olarak bahsediyor). On yıl boyunca Nazi devletine sadık bir hizmetkâr olarak hizmet eden Darré, aynı zamanda o devletin mimarlarından biri. Dolayısıyla onu Hitler’in deliliğinin eseri olan politik davaya bağlı bir isim olarak görmek gerekiyor. Hatta bir değerlendirmeye göre, Hitler ve Himmler’i Yahudileri ve Slavları yok etmenin gerekliliğine ikna eden, Darré.[20] Bu anlamda, onun fikriyatındaki ekolojik boyutu, Nazilerin teşkil ettiği genel çerçeveden ayıramayız. Darré, Nasyonal Sosyalizmin “kurtarıcı” yönlerini somutlaştırmak şöyle dursun, iktidardaki ekofaşizmin meşum hayaletini temsil ediyor.

Ekofaşist Programın Uygulanması

Nazi ideolojisi ve politikasındaki tarımsal ve romantik boyutun, Nazi iktidarının hızlı modernleşmesinin teknokratik-sanayici hamlesiyle tam bir çelişki içinde olmasa da, sürekli bir gerilim içinde olduğuna sıklıkla işaret edilir. Ama bu tespiti yapanlar, şu hususun üzerinde pek durmazlar: Söz konusu modernleştirici eğilimler bile önemli bir ekolojik bileşene sahiptirler.

Yoğun sanayileşme sürecinin orta yerinde çevreciliğin muhafaza edilmesi işini ise Silâhlanma ve Mühimmat Bakanı Fritz Todt ve yardımcısı, üst düzey planlamacı ve mühendis Alwin Seifert üstlendi.

Todt, teknolojik ve endüstriyel politika sorunlarından doğrudan sorumlu olan “en etkili Nasyonal Sosyalistlerden biriydi.”[21] 1942’de öldüğünde, yarı resmi bir teşkilât olan Todt Teşkilâtı’na liderlik ediyor, ayrıca bakanlar kurulunda üç farklı bakanlığın başında bulunuyordu. “Nazi iktidarının yürüttüğü temel kimi teknik görevleri bizzat yürüttü.”[22] Halefi Albert Speer’e göre, Todt “doğayı severdi” ve “Obersalzberg çevresindeki araziyi yağmalamasına karşı çıkarak Bormann’la birkaç kez ciddi sorunlar yaşadı.”[23] Başka bir kaynak, onu basitçe “bir ekolojist” olarak adlandırıyor.[24] Sahip olduğu itibarını ise temelde bu yüzyılda üstlenilen en büyük inşaat girişimlerinden biri olan otoban inşaatını mümkün olduğunca çevreye duyarlı hâle getirme çabalarına borçlu.

Alman mühendisliğinin önde gelen tarihçisi, bu bağlılığı şöyle tanımlıyor: “Todt, tamamlanacak teknoloji çalışmasının doğa ve manzara ile bir uyumlu olmasını istiyordu, bu anlamda o, hem modern ekolojik mühendislik ilkelerini hem de Halkçılık ideolojisinden kök alan, kendi çağının 'organolojik' ilkelerini de uygulamaya koyuyordu.”[25] İnşaat işine yönelik bu yaklaşım, belirgin bir ekolojik boyut içeriyordu. Ama burada estetik gerekçelerle doğal çevreye uyum meselesini aşan bir taraf söz konusuydu. Todt, ayrıca sulak alanlara, ormanlara ve ekolojik olarak hassas alanlara saygı gösterilmesi için katı kriterler belirlemişti. Ama tıpkı Arndt, Riehl ve Darré'de olduğu gibi, bu çevreci kaygılar, halkçı-milliyetçi bakış açısıyla alakalıydı. Todt, bu bağı kısa ve öz bir şekilde ifade ediyordu: “Alman otoyol inşaatının nihai amacı, sadece ulaşım amaçlarının yerine getirilmesi değildir. Alman otoyolu, çevresindeki manzaranın ve Almanya’nın özünün bir ifadesi olmalıdır.”[26]

Todt’un çevre konularında danıştığı isim Alwin Seifert’ti. Todt, bu yardımcısını “bağnaz bir ekolojist” olarak nitelendiriyordu.[27] Seifert, Almanya Peyzaj Müşaviri resmi unvanını taşıyordu, ancak parti içindeki takma adı “Bay Toprak Baba” idi. İsminin hakkını veren Seifert, “teknolojiden doğaya tam bir dönüşüm”[28] hayali kuruyor, Alman doğasının harikaları ve “insanlığın” dikkatsizliğinin trajedisi hakkında sık sık şiirler kaleme alıyordu. 1934 gibi erken bir tarihte Hess’e su sorunlarına dikkat edilmesini söyledi ve “doğaya uyumlu çalışma yöntemleri”nin geliştirilmesini istedi.[29] Resmi görevlerini yerine getirirken Seifert, bir yandan vahşi yaşamın önemi üzerinde duruyor, bir yandan da tek tip ürün üretimine ve sulak alanlardan su çekilmesine ve kimyasal tarıma güçlü bir biçimde karşı çıkıyordu. Hatta Seifert, Darré'yi fazla ılımlı olmakla eleştiriyor, “sermayeden bağımsız olan, köylülere has, doğal ve basit çiftçilik yöntemini öne çıkartan bir tarım devrimi”nin gerçekleştirilmesini istiyordu.[30]

Nazi iktidarının uyguladığı teknoloji politikasının bu gibi isimlere emanet edilmesiyle, Nazilerin devasa endüstriyel birikimi bile belirgin bir şekilde yeşil bir renk aldı. Partinin felsefî arka planında doğanın öne çıkması sayesinde, kimi radikal girişimler, genellikle Nazi devletinin en yüksek makamlarında sempatiyle karşılandı. Otuzların ortalarında Todt ve Seifert, “tüm yaşamın bu yeri doldurulamaz temelinin sürekli kaybını önlemek adına” Toprak Ana'nın Korunması için gerekli her şeyi kapsayan bir kanunun çıkartılması için yoğun bir çaba ortaya koydu.[31] Seifert’e göre, bir bakanlık dışında tüm bakanlıklar işbirliği yapmaya hazırdı; sadece ekonomi bakanı, madencilik sahası üzerindeki nüfuzuna bağlı olarak, tasarıya karşı çıkıyordu.

Fakat gelgelelim, NSAİP’nin “yeşil kanadına” parti hiyerarşisinin en tepesinde güvenli bir alan sağlayan Reich Şansölyesi Rudolf Hess’in desteği olmasaydı, çevreciler, böylesi kanunların tasarı hâline geldiğine bile tanık olamazlardı. Hess, Nasyonal Sosyalist rejimin karmaşık hükümet mekanizması içerisinde belirli bir güce ve önemli bir yere sahipti. Partiye 1920 yılında 16. üye olarak katılmış olan Hess, yirmi yıl boyunca Hitler’e sadık kalmış ve ona kişisel olarak hep yardımcı olmuş bir arkadaşıydı. “Hitler'in en yakın sırdaşı”[32] olarak bilinen Hess’i Hitler, “en yakın danışmanı” olarak görüyordu.[33] Hess, partinin en tepesindeki lider ve Göring’den sonra Hitler’in yerini alacak ikinci isim olmanın yanında, tüm yasaların ve her türden kararnamenin yürürlüğe girmeden önce imzasından geçmesi gereken kişiydi.

Steinerciliğe sıkı sıkıya bağlı bir doğa âşığı olarak Hess, insan biyodinamiğini esas alan bir yeme rejimini takıntılı bir biçimde uyguluyordu. Hitler’in uyduğu o katı vejetaryen standartlar bile onun için yeterince iyi değildi. Ayrıca Hess, “çivi çiviyi söker” mantığı uyarınca hastaya onu hasta eden şeyden az miktarda verilmesini öngören homeopati tedavisi için kullanılan ilâçları kullanmayı tercih ediyordu. Darré’yi Hitler'e tanıtan ve böylece “yeşil kanat”ın ilk güç üssünü güvence altına alan, Hess oldu. Organik tarımın Darré’den daha inatçı bir savunucusuydu ve Darré’yi yaşamın yasalarına göre çiftçilik (lebensgesetzliche Landbauweise) fikrini desteklemek için daha açıklayıcı adımlar atmaya zorladı.[34] Başında bulunduğu makam aynı zamanda, Seifert’in ekolojik yaklaşımını paylaşan bir dizi uzmanı istihdam ederek, Almanya genelinde arazi kullanım planlaması işinin tüm sorumluluğunu doğrudan üstlenmişti.[35]

Hess’in coşkulu desteğiyle “yeşil kanat”, en önemli başarılarını elde etmeyi başardı. Mart 1933 gibi erken bir tarihte, ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde çok çeşitli çevreci kanunlar onaylandı ve uygulandı. Ağaçlandırma programlarını, hayvan ve bitki türlerini koruyan kanun tasarılarını ve endüstriyel gelişmeyi engelleyen korumacı kararnameleri içeren bu önlemler, kuşkusuz “o dönemde dünyanın en ilericileri arasındaydı”.[36] Planlama yönetmelikleri, vahşi yaşam habitatının korunması için tasarlandı ve aynı zamanda kutsal Alman ormanına saygı gösterilmesini talep etti. Nazi devleti, ayrıca Avrupa’daki ilk doğa koruma alanlarını da oluşturdu.

Darré’nin tarımı ekonomide başat kılma ve organik tarımı destekleme çabalarının yanı sıra Todt ve Seifert’in çevreye duyarlı arazi kullanımını esas alan planı ve sanayi politikasını kurumsallaştırma girişimleriyle birlikte, Nazi ekolojistlerinin en büyük başarısı, 1935’teki Reichsnaturschutzgesetz’di (“Alman Doğa Koruma Kanunu”). Bu tamamen benzeri görülmemiş “doğa koruma kanunu”, Alman İmparatorluğu genelinde flora, fauna ve “doğal anıtlar”ın korunmasına yönelik yönergeler oluşturmakla kalmadı; ayrıca kalan vahşi alanlara ticari erişimi de kısıtladı. Ek olarak, kapsamlı yönetmelik, “tüm ülkeden, eyaletlerden ve kentlerden sorumlu kişilerin kırsal kesimde köklü değişiklikler yaratacak herhangi bir önlem almadan önce Naturschutz (“doğa koruma”) yetkilileriyle zamanında görüşmesini gerekli kılıyordu.”[37]

Mevzuatın etkinliği sorgulanabilir olsa da, geleneksel Alman çevreciler, onun geçişinden çok memnun kaldılar. Walter Schoenichen, bunu “Halkçı-romantik taleplerin yerine getirilmesi” olduğunu söyledi.[38] Schoenichen’in halefi, Almanya Doğa Koruma Ajansı başkanı Hans Klose, Nazi çevre politikasını Almanya’da “doğa korumanın en yüksek noktası” olarak nitelendirdi. Belki de bu önlemlerin en büyük başarısı, “Alman Naturschutz’un fikri açıdan yeniden düzenlenmesini” ve ana akım çevreciliğin Nazi girişimine entegrasyonunu kolaylaştırmaktı.[39]

“Yeşil kanadın” başarıları, ürkütücü olsa da abartılmamalı. Ekolojik girişimler, elbette, parti içinde genel manada o kadar da popüler değildi. Örneğin Goebbels, Bormann ve Heydrich, bu tür girişimlere karşıydı, hatta Darré, Hess ve arkadaşlarını güvenilmez hayalperestler, eksantrikler veya salt güvenlik riski olarak görüyordu. Güvenlik riskiyle ilgili şüpheyi, bir bakıma Hess, 1941 yılında İngiltere'ye kaçarak haklı çıkartmış oldu. O günden sonra çevreci eğilim, büyük ölçüde ezildi. Todt, Şubat 1942’de bir uçak kazasında öldü ve kısa bir süre sonra Darré, tüm görevlerinden alındı. Nazi yangınının son üç yılında “yeşil kanat” aktif bir rol oynamadı. Ancak o zaten çalışmalarıyla uzun zaman önce silinmez bir iz bırakmıştı bile.

Faşist Ekoloji

Bu ürkütücü ve rahatsız edici analizi daha makbul kılmak adına, insan, bazen en fazla kınanması gereken politik girişimlerin bile kimi vakit övgüye değer sonuçlar ürettiğine dair tümüyle yanlış bir çıkarıma ulaşmanın cazibesine kapılabilir. Fakat bu anlattığım süreç, başka türde bir ders sunmaktadır: En övgüye değer sebepler bile saptırılabilir ve vahşetin hizmetinde araçsallaştırılabilir.

Nazi partisinin “yeşil kanadı”, bir grup masum, kafası karışmış ve parti içerisinde bir biçimde kullanılmış bir avuç reformcu değildi. Bu insanlar, açıkça insanlık dışı olan ırkçı şiddete, kitlesel siyasi baskıya ve dünya çapındaki askerî tahakküme adanmış aşağılık bir programın bilinçli destekçileri ve uygulayıcılarıydı. “Ekolojik” katılımları, bu temel vaatleri dengelemek şöyle dursun, onları derinleştirip radikalleştirdi. Neticede uygulamaya konulan çevre politikaları, esasen örgütlü bir biçimde yürütülmüş olan o kitlesel katliamlardan doğrudan ve büyük ölçüde sorumluydu.

Nazi projesinin hiçbir yönü, soykırımdaki etkisi incelenmeden tam olarak anlaşılamaz. Burada da ekolojik argümanlar, kötü bir rol oynadılar. “Yeşil kanat”, yalnızca geleneksel gerici ekolojinin iyimser antisemitizmini yenilemekle kalmadı; organik dokunulmazlık ve siyasi intikamla ilgili korkunç ırkçı fantezilerin pıtrak gibi çoğaldığı süreci hızlandırdı. Anti-hümanist dogmanın doğal “saflığın” fetişleştirilmesi fikriyle birleşmesi, Nazi iktidarının en iğrenç suçları için yalnızca bir gerekçe sunmakla kalmadı, aynı zamanda bu suçları teşvik etti. Sinsi çekiciliği, daha önce kullanılmayan öldürücü enerjileri açığa çıkarttı. Son olarak, çevresel yıkıma dönük toplumsal analizin yerini mistik ekoloji aldı ve bu anlayış, nihai çözümün ayrılmaz bir parçası olarak iş gördü:

“Alman halkının doğayla olan bağını sorgulamadan kırsalın yıkımını ve çevresel tahribatı açıklamak, ancak çevresel tahribatı toplumsal bir bağlamda analiz etmeyip, onları çatışan toplumsal çıkarların bir ifadesi olarak görmeyi reddedenlerin düşebileceği bir yanılgıdır. Bu yanılgıya düşülmeseydi ve gerekli sorgulamayı esas alan açıklama yapabilseydi, Nasyonal Sosyalizm, bu tür güçlere karşı bağışık olmadığı için illaki eleştiriye tabi tutulacaktı. Naziler tek çözümü, bu tür çevresel sorunları diğer ırkların yıkıcı etkisiyle ilişkilendirmekte buldular. Nasyonal Sosyalizm, Alman halkının doğuştan gelen doğa anlayışının ve duygusunun kendini göstermesine izin vermek ve böylece gelecek için doğaya yakın duran, onunla uyumlu bir yaşamı güvence altına almak için diğer ırkların ortadan kaldırılma çabası içerisindeydi.”[40]

İktidardaki ekofaşizmin gerçek mirası şudur: “çevre koruma kisvesi altında bir gereklilik hâline gelen soykırım.”[41]

* * *

Alman faşizminin “yeşil kanadı”nın ortaya koyduğu deneyim, ekolojinin politik açıdan değişkenlik arz ettiği konusunda her zaman tetikte olmamızı söyleyen bir andaç niteliğindedir. Bu deneyim, ekolojik meseleler ile sağcı politikalar arasında doğal veya kaçınılmaz bir bağın bulunduğuna tabii ki işaret etmez; Burada incelenen gerici geleneğin yanı sıra, başka yerlerde olduğu gibi Almanya’da da sol-liberter ekoloji, aynı ölçüde önemli bir miras ortaya koymayı bilmiştir.[42] Ama gene de burada genel bir hattın oluştuğunu söylemek mümkündür:

“İnsanoğlunun doğa üzerindeki hâkimiyetinin artmasıyla ortaya çıkan sorunlar, çok farklı ideolojileri benimsemiş insanlarca giderek daha fazla dert ediniliyor olsa da ‘doğadan yana düzen’ fikrini en tutarlı şekilde savunup, bu fikri politik düzlemde somutlamak, radikal sağa düşmüştür.”[43]

“Doğadan yana düzen” fikri, çevreciliğin yalnızca muhafazakâr, hatta güya politika dışı tezahürlerini doğrudan her türden faşist eğilime bağlayan ortak bağdır.

Tarihsel kayıtlar, kuşkusuz, “toplumu doğaya göre reforme etmek isteyenlerin ne sağcı ne de solcu, sadece zihni ekolojiyle şekillenmiş kişiler” olduğuna dair iddianın boş ve yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.[44] Çevreyle alakalı konu başlıkları, hem sağın hem de olsun çıkış noktası olabilir, gerçekte ise bu konu başlıklarının belirli bir politik değere sahip olabilmeleri için açık bir toplumsal bağlama ihtiyaç vardır. “Ekoloji”, tek başına bir politika önermez; politik bir anlam elde edebilmesi için ekoloji yorumlanmalı, bazı toplum teorileri dolayımı ile ele alınmalıdır. Toplumsal olan ile ekolojik olan arasındaki bu karşılıklı ve dolayımlı ilişkiyi önemsememek, gerici ekolojinin ayırt edici özelliğidir.

Yukarıda belirtildiği gibi, bu önemsememe hâli, en yaygın olarak “toplumu doğaya göre reforme etme”, yani “doğal düzen” veya “doğal kanun”un bir versiyonunu formüle etme, insan ihtiyaçlarını ve eylemlerini ona tabi kılma çağrısı biçimini alır. Sonuç olarak, insanların çevreleriyle ilişkilerini oluşturan ve şekillendiren temel toplumsal süreçler ve yapılar incelenmeden bırakılır. Bu türden bir kastî cehalet, doğayla ilgili tüm anlayışların toplumsal olarak nasıl üretildiği gerçeğini gizler ve aynı zamanda onlara görünüşte “doğal olarak emredilmiş” bir statü sağlar, bir yandan da iktidar yapılarını sorgulama gereği duymaz. Bu nedenle, toplum-doğa diyalektiğindeki karmaşıklık bir kenara atılıp, sadece o saf Birlik anlayışına iman edildiği için, açık fikirli bir toplumsal-ekolojik araştırma sürecinin yerini, ekolojiyi mistisizme mahkûm eden anlayış alır ve bu anlayış, korkunç politik sonuçlara yol açar. İdeolojik anlam yüklenmiş “doğal düzen” anlayışı, uzlaşmaya asla yer bırakmaz ve mutlak, tartışılmaz iddialar dillendirmekle yetinir.

Tüm bu nedenlerle, bugün Yeşillerin önemli bir kısmı tarafından ileri sürülen, “Ne sağdayız, ne soldayız, öndeyiz” sloganı, tarihsel olarak çocukça, politik açıdan da tehlikeli bir slogandır.

Bu bağlamda, özgürleştirici bir ekolojik politika oluşturulmalıdır ve böylesi bir proje, klasik ekofaşizmin mirasına ve günümüz çevre söylemiyle kavramsal sürekliliklerine dair keskin bir farkındalık ve anlayışa ihtiyaç duymaktadır. Önem arz eden toplum düzlemini görmeyen ve sadece açılacak ekolojik yola kilitlenen anlayış, tehlikeli sonuçlara yol açabilecek ölçüde dengesizdir. Faşist ekolojinin sicili, doğru koşullar altında böyle bir yönelimin hızla barbarlığa yol açabileceğini ortaya koymaktadır.

Peter Staudenmaier
22 Aralık 2010
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Robert Pois, National Socialism and the Religion of Nature, Londra, 1985, s. 40.

[2] A.g.e., s. 42–43. Alıntı şu çalışmadan: George Mosse, Nazi Culture, New York, 1965, s. 87.

[3] Hitler, aktaran: Henry Picker, Hitlers Tischgespräche im Führerhauptquartier 1941–1942, Stuttgart, 1963, s. 151.

[4] Adolf Hitler, Mein Kampf, Münih, 1935, s. 314.

[5] Akt.: Gert Gröning ve Joachim Wolschke-Bulmahn, “Politics, planning and the protection of nature: political abuse of early ecological ideas in Germany, 1933–1945”, Planning Perspectives 2 (1987), s. 129.

[6] Änne Bäumer, NS-Biologie, Stuttgart, 1990, s. 198.

[7] Alfred Rosenberg, Der Mythus des 20. Jahrhunderts, Münih, 1938, s. 550. Rosenberg, en azından başlarda, Nazi hareketinin baş ideologuydu.

[8] Picker, Hitlers Tischgespräche, s. 139–140.

[9] Akt.: Heinz Haushofer, Ideengeschichte der Agrarwirtschaft und Agrarpolitik im deutschen Sprachgebiet, Band II, Münih, 1958, s. 266.

[10] Bkz.: Dominick, The Environmental Movement in Germany, s. 107.

[11] A.g.e., s. 113.

[12] Bergmann, Agrarromantik und Großstadtfeindschaft, s. 334. Ernst Nolte şu çalışmasında aynı şeyi söylüyor: Three Faces of Fascism, New York, 1966, s. 407–408, ama çeviride bazı hususların atlandığı görülüyor. Ayrıca bkz.: Norbert Frei, National Socialist Rule in Germany, Oxford, 1993, s. 56: “Yüzlerin toprağa çevrilmesi, bir seçim taktiği değildi. Bu değişim, Nasyonal Sosyalizmin temel ideolojik unsurlarından biriydi.”

[13] R. Walther Darré, Um Blut und Boden: Reden und Aufsätze, Münih, 1939, s. 28. Alıntının kaynağı 1930 tarihli, “Nordik Irkın Hayatının Temelleri Olarak Kan ve Toprak” başlıklı konuşma.

[14] Bramwell, Ecology in the 20th Century, s. 203. Ayrıca bkz.: Frei, National Socialist Rule in Germany, s. 57. Burada, Darré’nin tarım politikası üzerindeki kontrolünün Nazi sistemi içerisinde kendisine kimsede olmayan özel ve güçlü bir konum bahşettiğinden söz ediliyor.

[15] Bergmann, Agrarromantik und Großstadtfeindschaft, s. 312.

[16] A.g.e., s. 308.

[17] Steinerci fikirlerin Darré üzerindeki biçimsel etkisi konusunda bkz.: Haushofer, Ideengeschichte der Agrarwirtschaft, s. 269–271 ve Bramwell, Ecology in the 20th Century, s. 200–206.

[18] Haushofer, Ideengeschichte der Agrarwirtschaft, s. 271.

[19] Anna Bramwell, “Darré. Was This Man ‘Father of the Greens’?” History Today, Eylül 1984, Cilt. 34, s. 7–13. Bu berbat makale, Darré’yi Hitler karşıtı bir kahraman olarak göstermeye yönelik, tarihi tahrif eden bir makale dizisinin içerisinde yer alıyor. Makale, hem saçma hem de mide bulandırıcı.

[20] Roger Manvell ve Heinrich Fraenkel, Hess: A Biography, Londra, 1971, s. 34.

[21] Franz Neumann, Behemoth. The Structure and Practice of National Socialism 1933–1944, New York, 1944, s. 378.

[22] Albert Speer, Inside the Third Reich, New York, 1970, s. 263.

[23] A.g.e., s. 261.

[24] Bramwell, Ecology in the 20th Century, s. 197.

[25] Karl-Heinz Ludwig, Technik und Ingenieure im Dritten Reich, Düsseldorf, 1974, s. 337.

[26] Aktaran: Rolf Peter Sieferle, Fortschrittsfeinde? Opposition gegen Technik und Industrie von der Romantik bis zur Gegenwart, Münih, 1984, s. 220. Todt da Darré ve Hess gibi Nazi idi; Antisemitist politikalara bağlılığının kapsamı ve ölçüsü konusunda bkz.: Alan Beyerchen, Scientists Under Hitler, New Haven, 1977, s. 66–68 ve 289.

[27] Bramwell, Blood and Soil, s. 173.

[28] Alwin Seifert, Im Zeitalter des Lebendigen, Dresden, 1941, s. 13. Kitabın yayınlandığı tarih dikkate alındığında ismi (“Yaşama Çağında”) pek uygun değil.

[29] Alwin Seifert, Ein Leben für die Landschaft, Düsseldorf, 1962, s. 100.

[30] Bramwell, Ecology in the 20th Century, s. 198. Bramwell, çalışmasında Darré’nin makalelerini alıntının kaynağı olarak gösteriyor.

[31] Seifert, Ein Leben für die Landschaft, s. 90.

[32] William Shirer, Berlin Diary, New York, 1941, s. 19. Shirer ayrıca Hitler’in Hess’in “hami”si olduğunu (s. 588), “dünyada tümüyle güvendiği tek insan” olduğunu (s. 587), ama öte yandan Darré ve Todt’un mevcut duruşuna da onay verdiğini (s. 590) söylüyor.

[33] Aktaran: Manvell ve Fraenkel, Hess, s. 80. Çevreci hizbin kaleme aldığı mevzuatı onaylayan Hitler, Todt ve Hess için “sadece ikisine gerçekten ve samimiyetle bağlıyım” diyordu (Hess, s. 132).

[34] Bkz.: Haushofer, Ideengeschichte der Agrarwirtschaft, s. 270, ve Bramwell, Ecology in the 20th Century, s. 201.

[35] A.g.e., s. 197–200. Todt’un çalışmalarının önemli bir kısmı da Hess’e bağlı olarak yürütülüyordu.

[36] Raymond Dominick, “The Nazis and the Nature Conservationists”, The Historian Cilt. XLIX Sayı. 4 (Ağustos 1987) s. 534.

[37] A.g.e., s. 536.

[38] Hermand, Grüne Utopien in Deutschland, s. 114.

[39] Dominick, “The Nazis and the Nature Conservationists”, s. 529.

[40] Gröning ve Wolschke-Bulmahn, “Politics, planning and the protection of nature”, s. 137.

[41] A.g.e., s. 138.

[42] Linse’nin Ökopax und Anarchie isimli çalışmalarına benzer çalışmalar, Almanya’da ekoanarşizmin tarihi konusunda detaylı bir değerlendirme sunuyor.

[43] Pois, National Socialism and the Religion of Nature, s. 27.

[44] Bramwell, Ecology in the 20th Century, s. 48.

0 Yorum: