Ekoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2025

, ,

Ayak İzlerimizin İstikameti: Dijital Cin.Net

 

Aranan şey güzellik ya da cazibe değil artık; görüntü…
Varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak!

[Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı]

 

Binlerce yıldır yapılan savaşlar bize, muzaffer güçlerin tarihi kendi çıkarlarına göre yeniden yazmaya ne kadar hevesli olduklarını öğretti. 21. yüzyılda dijital teknoloji şirketleri, bu işi daha da rafine bir hale getirerek açıkça geleceği yazmayı öneriyor. Çünkü dijital teknoloji kirletiyor. Hem de fazlasıyla.

Su ve enerji tüketimi ile madenlerin tükenmesine katkısı açısından bu sektör, Büyük Britanya ya da Fransa gibi bir ülkenin iki üç katı ayak izi yaratıyor. Başka pek çok sebebin yanı sıra asıl neden, dolaşımda olan 40 milyona yakın dijital cihazdır. Enerji açısından bu cihazlar, dünyadaki elektriğin %10’unu tüketmekte.

Dijital sektör bir ülke olsaydı, en çok elektrik tüketen ülkeler sıralamasında Çin ve ABD’nin ardından üçüncü sırada yer alacaktı. Öte yandan, günümüzde elektriğin % 35’i kömürden elde ediliyor. Bu durumda dijital teknolojiler, dünyadaki toplam sera gazı salınımının % 5’ini oluşturuyor demektir.[1]

Gmail’den bir e-posta, WhatsApp’tan bir mesaj göndermek, Twitter’a bir emoji, TikTok’a bir video ya da Instagram’a sevimli kedi yavruları fotoğrafı koymak gibi elle tutulur olmayan eylemlerde bulunabilmek için, Greenpeace’e göre, yakında “muhtemelen insan eliyle inşa edilmiş en uçsuz bucaksız şey” halini alacak, maddeden oluşan ve enerji tüketen bir altyapı oluşturdu insanlık. Mevcut çalışmalar, dijital teknolojinin zararının faydasından daha çok olduğunu gösterme eğiliminde.

Günümüzdeki durum böyle; ancak dijital kirlilik söz konusu olduğunda fotoğraflara değil, film şeridine bakmak gerekiyor sanki: İnternetin ekolojik ayak izi, havsalaya durgunluk verecek bir hızla artmakta ve bunun önünde duracak hiçbir güç yok gibi görünüyor.

Şu bir vakıa ve apaçık ortada: Dijitalleşmiş hayatlarımız; dalgın ve kayıtsız milyarlarca ortak kiracısından biri olduğumuz, beton ve camdan yapılma bir altyapıda çoğaltılıyor. Telefonumuz cebimizde, kumsalda yürürken, ayak izlerimizi sadece kumda değil, konum bilgilerimizi depolayan İskandinav veri bankalarına da bırakıyoruz; yani, devletlere ve istihbaratlara da.

Bir kafenin terasında, stadyumda, ormanda yapılan bir piknikte selfi çektiğimizde, bir yiyecek-içecek tüketmekle kalmıyor; camdan yapılma bir şeridin kim bilir belki Virginia Beach ya da Silikon Vadisi’ne kadar yayacağı pikseller de üretiyoruz: Kelimenin tam anlamıyla kendimizi sürekli kopyaladığımız anlamına geliyor bu. İnternet, öyle bir yerde hazır ve nazır olma imkânı(!) veriyor ki, eylemlerimize hem şimdi burada hem de binlerce kilometre uzakta fiziksel bir tutarlılık kazandırıyor. Özcesi, dijital dünya, her şeyi maddeden arındırma kisvesi altında edimlerimizi iki kez maddileştiriyor, statik hale getiriyor.

Madde ise bir yerde bulunmak, bir yer işgal etmek, dolayısıyla güç/iktidar ilişkileri ve de jeopolitik demektir. Tweet attıkça, reels paylaştıkça, beğene tıkladıkça, shorta kitlendikçe, sörf yaptıkça hayati meseleler “oraya” ve ortaya çıkıyor; böylece internetin dallanıp budaklanmasını destekliyoruz. Bir tür dijital yok oluş-harakiri yaşıyoruz.

Charles Taylor’ın çeyrek asır önce soğukkanlı bir biçimde öngördüğü gibi: “Artık ‘bir şeyler’, ölerek, ömrünü tamamlayarak değil; çoğalarak, artarak yok olacak!”[2]

Yusuf K.
19 Haziran 2025

Dipnotlar:
[1] Guillaume Pitron, Dijital Cehennem, Çevirmen: Alp Tümertekin, İş Bankası Kültür Yayınları.

[2] Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, Çevirmen: Uğur Canbilen, Ayrıntı Yayınları.

10 Temmuz 2025

Yeşil Kölelik



İklim Kanunu, bugün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Kanunun ruhunu ve amacını oluşturan “yeşil büyüme”, “yeşil dönüşüm”, “temiz teknoloji” gibi ifadeler, topyekûn bir dönüşümün ve topyekûn bir izlemenin gerçekleştirileceği şeklinde anlaşılmalıdır.

Tarım, gıda ve hayvancılıktan ulaşıma, sağlıktan sanayiye, eğitimden hukuka köklü bir dönüşüm bu. “Yeşil Dönüşüm” kavramının “Dijital Dönüşüm” şartına bağlandığını unutmayınız (Bu dönüşümün yol haritasını görmek için Avrupa Yeşil Mutabakatı Eylem Planı kapsamında TÜBİTAK tarafından yayınlanan “Yeşil Büyüme Teknoloji Yol Haritası” belgelerini inceleyebilirsiniz).

Bu kanun, her şeyden önce kolektif Batı’nın insanı dönüştürme çabasının bir ürünüdür. Kanunun arkasında çeşitli uluslararası belgeler yatmaktadır. Bunlardan biri de Avrupa Yeşil Mutabakat belgesidir. Bu belgenin Avrupa Komisyonu Başkanı soykırımcı Ursula von der Leyen tarafından deklare edilmiş olmasını bir kenara bırakıyorum; bu belgenin merkezinde yer alan “Çiftlikten Çatala Stratejisi”ni incelemek bile nasıl bir dünya öngörüldüğü hakkında bir fikir verir (Ticaret Bakanlığı’nın sitesinde bulabilirsiniz).

Bu kanunla birlikte Batı’nın insana ve evrene müdahalesi -her zaman olduğu gibi- süslü kavramlarla meşrulaştırılıyor. Amacın çevre vs. olmadığını anlamak zor değil. Çünkü çevre felaketlerinin temel dinamiği olan kapitalist “büyüme” nosyonuna dokunulmuyor. Büyüme virüsü, “yeşil büyüme” adı altında devam edecek. Bu, bir aldatmacadan başka bir şey değil.

Batı, insana ve evrene yönelik sömürüsünü güncellemekle kalmıyor, aynı zamanda derinleştiriyor. Bu kanunla ne çevreyi koruyabilirsiniz ne de doğanın talan edilmesini önleyebilirsiniz. Sebebi çok açık: Çözümü, bu felaketleri yaratan zihniyette arıyorsunuz.

Bu riyakarlığı yansıtan iki örnek vereyim: Yeni bir araştırmaya göre, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının ilk 15 ayındaki karbon ayak izi, yüz ülkenin yıllık gezegen ısınmasına neden olan emisyonlarından daha fazla olacağını ortaya çıkardı (Neimark ve ekibinin 30 Mayıs 2025’te yayımlanan araştırması).

Guardian, aynen şu ifadeleri kullanıyor:

“Gazze’nin yıkılması, temizlenmesi ve yeniden inşasının uzun vadeli iklim maliyetinin 31 milyon ton karbondioksit eşdeğerini (tCO2e) aşabileceğini ortaya koydu. Bu, Kosta Rika ve Estonya’nın 2023 yılındaki toplam sera gazı emisyonundan daha fazla. Ancak devletlerin askeri emisyonlarını BM iklim kuruluşuna bildirme zorunluluğu bulunmuyor.”

Diğer örnek şu: NATO üyeleri savunmaya ayrılacak payı %2’den %5’e (%3,5 savunma giderleri, %1,5 alt yapı) çıkardı. Transnational Institute’nün yaptığı bir çalışmaya göre, iklim açısından bunun anlamı şu:

“NATO’nun yeni %3,5 harcama hedefi, 2030 yılına kadar toplam karbon emisyonunun 2.330 MtCO2e’ye ulaşmasına da yol açacaktır. Bu miktar, Brezilya ve Japonya’nın toplam yıllık sera gazı emisyonlarına neredeyse eşittir; mevcut seviyelerin üzerinde 692 MtCO2e ek emisyon anlamına gelir. Ayrıca, AB’nin 2030 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 seviyelerine kıyasla en az %55 oranında azaltma hedefine ulaşması için gereken yıllık 134 MtCO2e’lik emisyon azaltımını da ortadan kaldıracaktır. Her NATO üye devleti, her yıl GSYİH harcamalarının %5’i hedefine ulaşırsa, NATO’nun 2030’daki askeri karbon ayak izi toplamda 2.760 MtCO2e olacaktır. Bu, askeri harcamaların önümüzdeki 6 yıl boyunca mevcut 2024 seviyesinde tutulması durumundan 1122 MtCO2e daha fazlasına denk gelir, 2030’a kadar dört yıllık fazladan askeri sera gazı emisyonuna eşdeğerdir.”

Soruyorum: Çevre felaketlerini Gazze savaşını finanse edenlerin zihniyetine tabi olmakla ve NATO’nun korkunç silahlanma yarışına destek vermekle mi önleyeceksiniz?

“Yeşil Dönüşüm” kavramını nasıl bir aldatmaca içerdiğini anlamak istiyorsanız, Kovacic ve arkadaşlarının yaptığı şu araştırmaya bir bakmanızı öneririm: “The Twin Green and Digital Transition: High-Level Policy or Science Fiction?” (“İkiz Yeşil ve Dijital Dönüşüm: Üst Düzey Politika mı Yoksa Bilim Kurgu mu?”)

Bu konuda söylenecek çok şey var, söyleyeceğiz de inşallah. Fakat şimdilik şunu da belirtelim: Lafa geldi mi “yerli ve milli” olduğunu iddia edenler, uygulamaya geldiğinde Avrupa’nın peşinden gitmeye devam ediyorlar.

Yeşil köleliğe hoş geldiniz.

Mücahit Gültekin
9 Temmuz 2025
Kaynak

04 Temmuz 2025

Yeşil Sömürü Yeşil Zulüm

TBMM’de oylanan İklim Kanunu ve küresel ısınma konusunda genel hatlarıyla görüşlerimi paylaşmak istiyorum:

Küresel ısınma, soğuk savaşın hemen ardından dünya gündemine geldi. Buna ilişkin küresel ölçekteki ilk uyarı, Sovyetler’in dağılmasından hemen sonra, 1992 yılında yapıldı. “İnsanlığa Uyarı” başlığıyla yayınlanan bildiriyi Nobel ödülü alan pek çok ismin de içinde bulunduğu 1.700 bilim insanı imzaladı. 2017’ye gelindiğinde ise iklim meselesine ilişkin küresel düzeyde muazzam bir duyarlılık oluşturulmuştu. O yıl, “ikinci uyarı” yapıldı ve buna 184 ülkeden 15 bini aşkın bilim insanı imza attı. Tarihte ilk defa bir metnin altına bu kadar “uzman” imza atıyordu. 2022’de üçüncü uyarı yapıldı. İklim meselesi, tartışmasız son 40 yılın en önemli meselesi oldu. Yeryüzünde yaşayıp da bu sorunu duymayan kimse kalmadı âdeta. Öyle ki, 2001-2018 yılları arasında küresel ısınmaya ilişkin 120 bin akademik makale yazılmıştı.

Fakat konu, sadece bilim çevrelerinin değil, küresel güçlerin de gündemindeydi. ABD Başkanı Obama, 2010 tarihli Milli Güvenlik Stratejisi’nde ve Pentagon, 2014 tarihli Dört Yıllık Savunma İncelemesi’nde iklim krizi ve küresel ısınma tehlikesine dikkat çekmişti. ABD Ulusal İstihbarat Şefi James Clapper da (15 Temmuz’da ismi çok sık gündeme gelmişti) 2013’te Senato’da bir konuşma yapmış ve iklim meselesinin bir “güvenlik tehdidi” oluşturduğunu belirtmişti. Soğuk Savaş sonrası kolektif Batı, bütün insanlığın uğrunda mücadele edeceği bir “düşman” bulmuştu. Küresel medya, konuyu gündemden hiç düşürmedi.

Konu, hiç şüphesiz BM’nin gündeminde de ilk sıralarda yerini aldı. Onlarca rapor hazırlandı. Karbon ayak izi, sera gazı salınımı, karbon emisyon ölçümü, akıllı sistemler/akıllı kentler, dijital dönüşüm gibi kavramlar dillerden düşmez oldu. En popüler kavramlardan biri de “yeşil” sıfatıydı. Hemen her kavramın önüne bu sıfat getirildi: Yeşil yatırım, yeşil finans, yeşil dönüşüm, yeşil vergi vs. Bunlardan biri de “Yeşil Yapay Zekâ” kavramıydı.

İklim kanunu TBMM’de oylanmazdan hemen önce Milli İstihbarat Akademisi “Yapay Zekâ, Toplum ve Güvenlik” başlıklı bir rapor yayınladı. 40 sayfalık raporda 13 kez “Yeşil Yapay Zekâ” kavramı geçiyordu. Nitekim Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi’nin 2021’de yayınladığı Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi belgesi de “yeşil dijital dönüşüm”den söz ediyordu. Buna biraz sonra tekrar döneceğim.

Küresel ısınma, insanlığın ortak bir düşmanı gibi sunulsa da küresel ısınmaya ilişkin yayınlanan raporlarda ilginç bir ortak nokta vardı: Küresel ısınmanın faili “insan faaliyetleri” (Human activities) olarak gösteriliyordu. Örneğin BM bünyesinde 130 devletin üyesi olduğu hükümetler arası bir yapı olan IPBES’in (Birleşmiş Milletler Güdümlü Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Üzerine Hükümetlerarası Bilim Politika Platformu) 2019’da yayınladığı bir rapor, küresel ısınmadan “insan faaliyetleri”ni sorumlu tutuyordu. 2013 yılında yayınlanan ve 4 bin bilimsel makaleyi inceleyen bir araştırma da makalelerin %97’sinin iklim değişikliğinden “insan faaliyetlerini” sorumlu tuttuğunu ortaya koymuştu. Buna bilimsel bir isim de verilmişti: “Antroposen: İnsan Çağı”. Yani, insanın sınırsız üretim ve tüketim faaliyetleri yeryüzünü imha ediyordu. Kısacası, sorun İnsan türünün kendisiydi. Yani, antroposentrizm (insan merkezcilik).

Peki insan faaliyetleri ne anlama geliyordu? BM’nin 2019’da yayınladığı yıllık rapor, buna da cevap veriyordu: Neredeyse tüm insan aktiviteleri: Beslenme alışkanlıklarımızdan tutun da, kılık kıyafetimize kadar tüm üretim ve tüketim faaliyetlerimiz.

Örneğin Proceedings of the National Academy of Sciences isimli akademik dergide yayınlanan bir araştırmanın sonuçlarına BBC dikkat çekici bir başlık koymuştu: “Dünyanın sadece yüzde 0,01’ini oluşturan insanlar, canlıların yüzde 83’ünün yok olmasına yol açtı” Habere “Yeme alışkanlıklarımız dünyayı belirliyor” alt başlığı atan BBC, araştırma ekibinin lideri olan Ron Milo’nun şu sözünü aktarıyordu: “Beslenme tercihlerimiz, hayvanların, bitkilerin ve diğer organizmaların üzerinde büyük bir etkiye sahip.” Bu arada Prof. Ron Milo’nun İsrail Weizmann Enstitüsü’nden olduğunu da ekleyelim. Milo, henüz kendisi vejetaryen olmasa da tavuk yerine soya peyniri tüketilmesine işaret ediyor. Ayrıntısına giremesem de konunun felsefi bir boyutunun da olduğunu belirtmeliyim. Çünkü insan faaliyetlerinin değişmesi, insana ve evrene ilişkin tasavvurumuzun değiştirilmesiyle de ilgili.

Burada önemli bir noktanın altını çizmeliyiz: BM ve Avrupa raporları, “insan faaliyetleri” derken yeryüzünü bütün bir hırsıyla yok eden “kapitalist” bir zümreden söz etmiyor; sorunu bütün bir insan türüne genelliyor. Yani dünyanın canını okuyanlar onlar ama bu faturanın yükünü hep beraber çekeceğiz. Buna yeryüzünde temiz gıdaya bile ulaşamayan yaklaşık 1 milyar kişi de dâhil.

Diğer taraftan, küresel ısınmaya karşı çözüm olarak önerilen “yeşil politikalar” da küresel patronların cebini daha fazla doldurmaya yarayacak. Örneğin “yeşil dijital dönüşüm” olarak sunulan çözüm ise küresel ısınmaya çare olarak üretilen çözümlerin bir aldatmacadan ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Kaldı ki AB belgelerinde “dijital dönüşüm” ile “yeşil dönüşüm” ayrılmaz bir ikili olarak sunuluyor ve bundan “ikiz dönüşüm” olarak söz ediliyor. Bu arada "Avrupa Yeşil Mutabakatı" belgesinin de İsrail soykırımının önde gelen destekçisi Ursula von der Leyen tarafından yayınlandığını da belirtelim.

Microsoft gibi dünyanın büyük dijital şirketlerinin aynı zamanda sıkı bir “yeşil politika” yanlısı olduğunu görmek şaşırtıcı değildir. Çünkü onlara göre, dijital ve robotik hareketlilik arttıkça insan faaliyetleri ve dolayısıyla, küresel ısınma kaynaklı problemler azalacaktır. Fakat gerçek bunun tam tersidir. Soru şu: Dijital teknoloji sektörünün karbon salınımındaki payı nedir? Dahası, insanlık karbon salınımına yönlendirilirken dijital teknoloji endüstrisinin ürettiği daha tehlikeli gazlar göz ardı mı ediliyor? Günümüzdeki ve gelecekteki ekolojik felaketin asıl kaynağı neresi?

Sözü uzatmamak için sadece birkaç rakam aktaracağım. 2 kilo ağırlığındaki bir bilgisayar için 22 kilo kimyasal, 240 kilo yakıt ve 1,5 ton temiz su kullanılıyor. 2 gramlık bir entegre devre için 32 kilo hammadde tüketiliyor.

Samsung, Intel, Qualcom ve TSMC şirketleri, 2019 rakamlarına göre yılda 1 trilyon çip üretiyor. Bu çipleri üretebilmek için %100’e yakın saflaştırılmış silikon, bor, arsenik, tungsten ve bakır gibi altmışa yakın hammadde kullanılıyor. TSMC çip üretimi için tek başına günde 156 bin ton su kullanıyor. Nitekim Tayvan elektronik sanayisinin karbon ayak izi, ülkenin toplam salınımının %10’unu temsil ediyor.

Dahası, bizler ineklerin çıkardığı gazla meşgul edilirken dijital teknoloji devlerinin sınırsız üretimi küresel ısınmaya yol açan, adını hiç duymadığımız gazları salgılıyor. Örneğin mikroelektronikte, yarı iletkenlerde, entegre devrelerde, ekran tasarımlarında elli kadar çeşidi bulunan florür gazlar kullanılıyor. Guillaume Pitron şöyle aktarıyor:

“Bu tip gazların tek bir molekülü bile karbondioksitten çok güçlüdür. Küresel ısınmaya katkıları da dev boyutlarda: Ortalamanın 2.000 katı. Örneğin nitrojentriflorür atmosferde karbondioksitten 17.000 kat fazla ısı tutar. Sülfür hekzaflorür ise 23.500 gibi şaşırtıcı bir katsayıya sahip; bu da onun sera etkisi açısından şu fani dünyada üretilmiş en zararlı gaz olmasına yetiyor.”

Peki küresel ısınmanın ve ekolojik felaketin kaynağı olan bir endüstri, neden çözümün kaynağı olarak sunuluyor? Bunu ayrı bir yazıda anlatmak gerekiyor ama şimdilik şunu söylemekle yetinelim: Bunun gözetim endüstrisi ile ilgili olduğunu düşünmek gerekiyor.

Diğer bir önemli soru da şu: İktidar bunları bilmiyor mu? Dünyayı cehenneme çeviren soykırımcı bir kültürün “çevre duyarlılığı”nı neden sorgulamıyor? Açıkçası bilip bilmedikleri konusunda bir fikrim yok. Bunları pek önemsediklerini de zannetmiyorum. İktidar, konuya “duygusal” olarak bakıyor. Nitekim İstanbul Milletvekili Mustafa Demir’in ve Murat Kurum’un açıklamaları bunu teyit ediyor: Onlar için önemli olan, Avrupa’yla yapılacak ticaret. Sözde kükreseler de uygulamaya geldiğinde gayet “uyumlu” olduklarını görüyoruz: NATO “savunma harcamalarınızı %5’e çıkaracaksınız!” diyor, “tamam” diyorlar. “Üretim ve tüketim standartlarınızı benim koyduğum normlara göre yapacaksınız!” diyor, “tamam” diyorlar. Bir taraftan Batı’nın korkunç boyutlardaki silahlanma yarışına ortak oluyorlar diğer taraftan da “çevre” için bu kanunları çıkardıklarını iddia ediyorlar.

Mücahit Gültekin
3 Temmuz 2025
Kaynak

18 Ağustos 2024

,

İngiltere Ahbap-Çavuş Kapitalizminin Öncüsüdür

Bugün İngiliz “sol”u, tuhaf konumlar alıyor. Misal, Savaşı Durdurun hareketi, dünyanın nükleer silahlarla imha edilmenin eşiğine geldiği bir momentte, sıfır karbon ve iklim krizi meselelerini öncelikli görüyor.

Diğer yandan, 2015-2020 arası dönemde Corbyn projesine bağlanan yeni sol medyadan kimi isimler, dış politikanın öncelikli olmadığını, “NATO’dan ayrılalım” lafını ağzımıza dahi almamamız gerektiğini söylüyor, bir yandan da Kuzeydoğu Suriye’deki etnik temizlikten ve çocuk kaçırma olaylarından sorumlu olan CIA düzenine destek çıkıyorlar.

Bu koşullarda şu soruyu sormak gerekiyor: bugün solda neler olup bitiyor?

Soruya cevap vermeden önce bizim bugünün güvenlik devletine ait birçok kurumun kurulduğu ve bugün “sol” denilen yapıya evrilmeye başladığı, on dokuzuncu yüzyıl sonundan yirminci yüzyılın ortalarına dek uzanan, İngiliz-Amerika dünyasındaki ahbap-çavuş kapitalizminin tarihine kısaca bakmamız gerekiyor.

“Hayırsever” Ahbap-Çavuş Kapitalizminin Kökenleri

Bizdeki ahbap-çavuş kapitalizmi kültürünün kaynağını teşkil eden oligarşinin ilk örneklerinden biri, Güney Afrika’da elmas madenlerine sahip olan Cecil Rhodes’tur. Bu kişi, sömürgelerden elde ettiği zenginliği bölgede İngiliz imparatorluğunun hâkimiyet sahasını genişletme çabalarını finanse etmede ve kendi politik konumunu güçlendirmede kullandı. Ömrünün sonuna doğru Rhodes, İngiliz imparatorluğunun ömrünü uzatmak için çalıştı, hatta Alman imparatorluğunun bir kapitalist devletler federasyonuna dâhil edilmesine yönelik bir plan hazırladı. Öngörüsü, sonrasında Batı Avrupa Birliği ile birlikte gerçekleşti. Bu birlik, devamında AB’ye ve 1948-1954 arası dönemde imza edilen Brüksel Anlaşması üzerinden NATO’ya evrildi.

Rhodes’un mirasının varisleri, onun fikirlerini yirminci yüzyıla taşıdılar. Bu isimler, Profesör Caroll Quigley’nin Milner Grubu adını verdiği gayrı resmi ittifakın üyesi oldular. Bu Milner Grubu içerisinde Nazilere sempati duyan Lord Astor ve Leydi Astor da vardı. Bu iki isim, sonrasında CIA’in başına geçecek olan, aynı şekilde Nazilere sempati duyan Alan Dulles’a ev sahipliği yaptı. Rhodes’un İngilizce konuşan halkların ve Alman halkının üstünlüğüne ve özel bir gayesi olduğuna dair görüşlerini paylaşan Milner Grubu, Amerikalı “hayırsever”, öjenist ve Nazilerin yürüttüğü öjeni programına para yatıran ilk isimlerden olan J. D. Rockefeller’la birlikte 1917’de bugün herkesin Chatham House olarak bildiği Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nü kurdu.

Rockefeller, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı süresince sonrasında Alan Dulles’ın başkanlık edeceği CIA’e evrilecek olan OSS’in [“Stratejik Hizmetler Bürosu”nun] kurulması sürecine katkı sunacak olan MI6 subaylarına ev sahipliği eden, Manhattan’daki Rockefeller Merkezi’nin inşa sürecini finanse etti.

Batı’daki Ahbap-Çavuş Kapitalizminde İklim Aktivizminin Kökenleri

İkinci Dünya Savaşı sonrası ve Soğuk Savaş boyunca Rockefeller ailesi ve sahip olduğu servet, İngiliz-Amerikan müesses nizamı ve güvenlik hizmetleri içinde çalışan dostlarını beslemeye devam etti. Bu noktada aile, Kültürel Özgürlük Kongresi’nin aracı kurumu olarak iş gördü. Bilindiği üzere kongre, ortayolcu aydınların oluşturduğu, CIA destekli bir forumdu. Harm Langenkamp’a göre, “ta başından beri CIA, bu ‘operasyon amaçlı kongre’yi hayırsever kurumlar alanına, özelde Ford ve Rockefeller vakıflarının faal olduğu sahaya taşımak istiyordu.”

“Kültürel Özgürlük Kongresi Rockefeller Vakfı’ndan teşvik almayı bildi. Nelson ve David Rockefeller istihbaratla sıkı ilişkiler içerisinde olan isimlerdi ve hiç tereddüt etmeden, CIA’in gizli operasyonlarına yardım sunuyorlardı.”

David Rockefeller, sonrasında internetteki bir kaynağın derin siyaset alanında önemli olan ve önemi pek görülmeyen Üçlü Komisyon’u oluşturdu.

“Büyük Bir Yalan: İklim Aktivizmi, Petrol ve İmparatorluk” başlıklı makalemde de dile getirdiğim biçimiyle, fosil yakıtların çevreye etkisine dair endişelerin asıl kaynağı, bu Üçlü Komisyon’du. OPEC’in petrol ambargosu sonrası İngiliz-Amerikan İmparatorluğu’nun yüzleştiği baskılar ardından komisyon, bu türden bir politik hamleye başvurmuştu.

1973’te “üç ülke”nin Yom Kippur savaşı sırasında İsrail’e destek sunmasına cevap olarak, OPEC içerisindeki Arap ülkeleri, petrol fiyatını dört katına çıkartarak Batı’nın petrol tüketimini kısıtladı. Bunun üzerine Amerikan ekonomisi epey zarar gördü, hatta hükümet, benzini-mazotu karneye bağlamak zorunda kaldı, ayrıca tüketimi azaltmak için hız limitlerini düşürdü. Yaşanan krizle birlikte OPEC ülkelerinin, ABD ekonomisi üzerindeki hâkimiyetleri sayesinde, ABD dış politikasını etkileme gücüne sahip oldukları görüldü.

“Bugün hâlâ Üçlü Komisyon’un dayattığı iklim değişikliği ajandası, esasen İngiliz-Amerikan imparatorluğunu yönetenlerin petrol fiyatlarını enerji tedariki ile ilgili kaynakları çeşitlendirmek suretiyle düşürme arzusunun bir sonucu. Bu tür bir hamle üzerinden petrol fiyatlarının düşürülmesi, böylelikle OPEC ülkelerinin bir daha ABD ekonomisini eskiden olduğu gibi etkileme imkânından mahrum kalmasının sağlanması, imparatorluğun uluslararası ilişkiler sahasında elinde tuttuğu pazarlık gücünün artırılması öngörülüyor.”

Bu noktada Rockefeller ailesinin elindeki paranın iklim aktivizmiyle meşgul hareketlerin finansmanında kullanıldığını hatırlatmakta fayda var. Örneğin Petrolü Hemen Durdurun ve Yok Oluş İsyanı isimli hareketler, İklim Acil Durumu Fonu’ndan (CEF) para alıyor. CEF ise parayı Rockefeller ailesinin finanse ettiği Avrupa İklim Vakfı’ndan temin ediyor.

CEF’in diğer önemli bağışçılarından biri de kurucularından olan Hillary Clinton üzerinden müesses nizamla bağlantılı olan Hep Birlikte İleri Vakfı. Clinton, aynı zamanda Yedinci Kat Grubu denilen yapı üzerinden “derin siyaset”le bağlantılı bir isim.

Yedinci Kat Grubu, ABD dışişleri bakanlığı yetkililerinden oluşan, Amerikan derin devletine ait bir ekip. Yıllar içerisinde dışişleri bakanlığının lider isimleri için kullanılan bu tabir ile anılan grubun merkezinde Hillary Clinton var. Elde bu konuyla ilgili bir kanıt yok ama Clinton’ın bu çalışmayı yönlendirdiği düşünülüyor.

Aynı zamanda Clinton, Batı’nın felâketlere yol açan 2011 tarihli Libya müdahalesinin başındaki isim. Bu harekâtın gerekçelerinden biri, Libya’yı imha etme ve Batı’nın çok istediği petrol rezervlerini gasp etme arzusu. Bu Libya yağmasının öncüsü olan Clinton’ın CEF ile ilişkisi var. İşin tuhafı, Petrolü Hemen Durdurun hareketi Clinton’ın vakfından para alıyor.

Clinton’ın CEF’le (İklim Acil Durumu Fonu’yla) ilişkisini sağlayan diğer bir isim de kısa süre önce istifa etmiş olan, fonun kurucularından Trevor Nielson. Bu kişi, Clinton’ın yönettiği Beyaz Saray’da çalışmıştı. Buna ek olarak Nielson, aynı zamanda CIA’yle bağlantılı olan dış politika düşünce kuruluşu Dış İlişkiler Konseyi’nin eski bir üyesi. Nielson, bugünlerde şirketlerin varlıklarını ve markaların itibarlarını koruma amacı güden son teknoloji ürünü istihbarat ve karşı-istihbarat stratejilerini kullanan Threat Pattern şirketini yönetiyor ve CIA’in eski memurlarıyla birlikte çalışıyor.

Rockefeller ailesinin iklim aktivisti hareketlere yönelik desteği ve istihbarat kuruluşlarıyla politik kurumlara yakın olan kişi ve örgütlerle kurduğu bağlar, bize iklim aktivizminin STK-İstihbarat Kompleksi’nin bir ürünü olarak tanımlanabileceğini söylüyor.

Ahbap-Çavuş Kapitalizmi İngiliz Solunu İklim Aktivizmi Üzerinden Ele Geçirdi

2021 tarihinde solun başarısı için hazırladığı “Bizim Blok: Nasıl Kazanacağız” isimli planında, Jeremy Corbyn’in eski sözcüsü ve Stratejik İletişim Direktörü, “iklim acil durumu”nun solun ajandasının merkezine yerleştirilmesi gerektiğini söylüyordu. Daha da özelde bu kişi, sola “kızıl-yeşil bayrak” altında toplaşmayı tavsiye ediyor, emek hareketleriyle ekoloji hareketlerinin Amerikan Kongresi üyesi Alexandria Ocasio-Cortez ile Gündoğumu Hareketi’nin savunduğu Yeşil Yeni Mutabakat etrafında birleşmesi fikrini savunuyordu.

Bu önerilen kızıl-yeşil ittifakı, CIA’yle bağlantılı STK’ların fonladığı, Yok Oluş İsyanı ve Petrolü Hemen Durdurun gibi bir dizi örgütü içeriyor. Petrolü Hemen Durdurun, Schneider’ın bizzat parçası olduğu bir örgüt.

Schneider’ın kızıl-yeşil ittifakının önemli bir başarı kazandığı görülüyor. “Bizim Blok” isimli planı onaylayan Jeremy Corbyn, onu “eylem için kullanılacak güçlü bir plan” olarak tarif etti. Corbyn’in başını çektiği Savaşı Durdurun hareketinin İngiltere ayağı, eskiden nükleer savaş riski üzerinde dururdu, ama bugün tuhaf bir biçimde insanlığın yok olma tehdidiyle yüzleştiği gerçeklikte çevreyle ilgili meselelere odaklanıyor. 2022’de Corbyn’in hazırladığı Barış ve Adalet Projesi, Petrolü Hemen Durdurun hareketiyle işbirliği kurduğunu duyurdu. Muhtemelen bu bağın kurulmasını sağlayan isim, Schneider.

Corbyn’in eski stratejik iletişim direktörünün sola yönelik dillendirdiği, STK-İstihbarat Kompleksi’ne ait şemsiye altında bir araya gelmesine ilişkin öneri, kimilerini şaşırtabilir. Oysa Schneider’ın üniversitedeki dostları da bu çalışmanın bir parçası.

Spectator’da yayınlanan “John le Carré’in Sürgünler Londrası Canlı ve İyi Durumda” başlıklı makalesinde Schneider’ın dostu ve Oxford’dan birlikte mezun olan arkadaşlarından David Patrikarakos, John le Carré’in kitaplarındaki kahramanların “casus” olduklarını söylüyor ve onları “kaliteli ama o kadar da kaliteli değil; İngiliz ama tam da İngiliz değil” olarak tarif ediyor. Devamında da Schneider, Ben Judah ve kendisini bu casuslara benzetiyor:

“Oxford’daki üçüncü yılımda şimdilerde dostum (muhtemelen uzaktan kuzenim) olan yazar Ben Judah ile tanıştım. […] Gece yarısına doğru Ben’in arkadaşı James Schneider geldi […] o da sürgün pratiğinin bir ürünüydü (babası aslen Doğu Avrupalı olan bir Yahudi’ydi), İngiltere’deki kurumlar var etmişti onu. O da bizim gibi kaliteli bir isimdi ama o kadar da kaliteli değildi, İngiliz’di ama tam da İngiliz değildi.”

“Sadece Kötü Bir Tavsiye Değil” başlıklı makaleme verdiği sert cevapta Schneider, beni kendisinin casus olabileceği imasında bulunmakla suçluyordu. Bu iddia karşısında ben suçlamayı reddettiğimi söylemeliyim: Schneider’ın casus olabileceğine dair ima bana değil, Patrikarakos’un Spectator’da çıkan makalesine ait. Ben, sadece makaleden alıntı yaptım. Patrikarakos’un makalesi, hâlen daha derginin internet sitesinde duruyor.

Şunu net olarak ifade edeyim: Schneider’ın casus olduğunu söylemeye yetecek bir delil yok ortada. Gene de Schneider’ın dostları olarak Patrikarakos ve Judah, istihbarat dünyasına yakın isimler. Hatta Wikispooks’un “İngiliz derin devletinin organı” olarak tanımladığı Bütünlük İnisiyatifi’nden sızan belgelerde her ikisinin ismi geçiyor.

İngiliz Kara Kuvvetleri İstihbarat Teşkilâtı’nda eskiden yedek subay olarak çalışmış olan, ayrıca dört NATO genel sekreterine özel danışmanlık yapan Chris Donnelly’nin başkanlık ettiği Bütünlük İnisiyatifi, kendisini Rusya kaynaklı “dezenformasyon faaliyetleri”yle mücadele eden bir yapı olarak takdim etse de onu kendi propaganda çalışmalarını yürüten bir kurum olarak görmek gerekiyor. “Üye devletlerdeki savunma ve siyaset sahası”na sunumlar yapan kurumun çalışmaları Donnelly’nin Bütünlük İnisiyatifi’nin Fransız grubu üyelerine gönderdiği 2016 tarihli notta ifşa oldu.

Bu notta Donnelly, amacının Bütünlük İnisiyatifi kaynaklı ürünlerin, çalışmaların NATO’ya bağlı Kamu Diplomasisi Bölümü içerisinde bulunan ve kuruma sempati duyan kişiler aracılığıyla dağıtılmasını sağlamak olduğunu söylüyordu. Bu “kuruma sempati duyan kişiler”den birinin adını paylaşan Donnelly, Ben Judah’ın bu süreçte bir aracı olarak iş gördüğünü söylüyordu.

Patrikarakos’un ismi ise İfşa Ağı denilen, “ana akım medyanın güvenirliğine halel getiren, belirli devletlerin desteklediği dezenformasyon faaliyetlerine karşı çalışma yürütme, bunun yanında, demokratik kurumlara ve süreçlere yönelik şüpheyi ve güvensizliği ortadan kaldırma amacı güden” STK’lar ağının finansmanı konusunda İngiliz hükümetine sunulan öneriyi içeren, sonrasında dışarı sızan belgede karşımıza çıktı.

Kendisini radikal solcu olarak takdim eden James Schneider gibi bir ismin Chris Donnelly gibi etkili bir istihbaratçıyla bağlantısının açığa çıkması talihsizlik olarak görülebilir. Ama üç arkadaşın da ilişkili olması, yüz kızartıcı bir durumdur. Asıl yüz kızartıcı olansa bu üç isimden biri olan Ben Judah’nın NATO’nun etkili düşünce kuruluşlarından, CIA’le bağlantılı Atlantik Konseyi’nde çalışıyor olmasıdır. Bilindiği üzere bu konseyin parası, CIA’in kullandığı Ford Vakfı’ndan gelmektedir. Asıl garip olanınsa Judah’nın Schneider’ın kızıl-yeşil blok oluşturma planını “muhteşem bir fikir” diyerek onaylamış olmasıdır.

Bu İlerici Enternasyonal Gerçekten de İlerici mi?

Schneider’ın iletişim direktörlüğünü yaptığı İlerici Enternasyonal, bahsi geçen kızıl-yeşil koalisyon içerisindeki en önemli örgüt. Parası Demokrat Parti’yle bağlantılı Sanders Enstitüsü isimli STK’dan gelen İlerici Enternasyonal, “emperyalizmin her biçimine karşı olduğunu, savaştan yaptırımlara, özelleştirmeden ‘yapısal ayarlamalar’a varana dek her türden müdahaleye itiraz ettiğini” söylüyor. Tabii bu ajanda, enternasyonalin deklarasyonunda çevreci dille ifade ediliyor.

“Misyonumuz, dünya genelinde ilerici güçlerin cephesini inşa etmektir. Biz ilericiliği demokrat, sömürgelikten kurtulmuş, adil, eşitlikçi, özgür, feminist, ekolojik, barışçı, postkapitalist, çoğulcu ve radikal sevgiye bağlı bir dünya arzusu olarak tarif ediyoruz.”

Gelgelelim, İlerici Enternasyonal’in “Rojava” adı verilen, PKK uzantısı YPG’nin CIA koordinasyonunda yönettiği Kuzeydoğu Suriye’deki ABD işgaline verdiği destek bu ifadeleri boşa düşürüyor. ABD işgali, bir yandan da Suriye petrolünün çalınmasına, çocuk tecavüzlerine, çocuk kaçırma olaylarına, etnik temizliğe tanıklık eden bir süreç olarak işliyor.

Erdoğan karşıtı HDP’den yana duran İlerici Enternasyonal, HDP tarafından Türkiye seçimlerini gözlemlemesi için ülkeye davet edildi.

Ayrıca enternasyonalin parçası olan Schneider, Sudan’da Ömer Beşir’e karşı gerçekleştirilen, ABD destekli, CIA’in yönettiği darbeye de destek verdi. Ayrıca Schneider, Sudan’da kurulan ve 2021’deki karşı darbe sonrası ülkeyi istikrarsızlaştıran direniş komitelerine de destek sundu.

Schneider’ın aldığı konum 2023’te İlerici Enternasyonal’in açıklamalarında da karşılık buldu. Enternasyonal, yayınlarında Hartum’da Sudan hükümetine karşı çıkan Direniş Komiteleri’nin sözcüsünün açıklamalarına yer verdi.

Eğer İlerici Enternasyonal’in genel koordinatörü David Adler’in açıklamaları enternasyonalin politik konumlarını yansıttığını varsayarsak, o vakit örgütün yaptırımlara yönelik eleştirisinin seçmeci bir pratik olduğunu, her yaptırımı kapsamadığını söyleyebiliriz. Guardian’da ve Kyiv Post’ta çıkan, Atlantik Konseyi’nden Ben Judah ile birlikte kaleme aldığı, Rhodes bursu almış bir isim olarak David Adler, Rusya’ya karşı yaptırımları içeren programı savunuyordu. Yazıda bu program “vergi cennetlerinin kapısına kilit vurma, anonim ve paravan şirketleri kapatma, kleptokratların paralarının dünya genelinde rahatça akmasını sağlayan Wall Street bankalarını düzene sokma gibi tüzel sorumlulukları hatırlatan bir program” olarak tarif ediliyordu.

Birbiriyle tutarsız antiemperyalist konumlar almasından bağımsız olarak, kızıl-yeşil blok içerisinde yer alan solcular, İlerici Enternasyonal’in kucağına koştular. Jeremy Corbyn, Cornel West, Noam Chomsky, Slavoj Žižek ve Naomi Klein gibi isimler enternasyonalin Konsey’ine girdiler.

Bugünkü solcu örgütler içerisinde İlerici Enternasyonal, Schneider’ın “Bizim Blok” isimli planda birleşik ve birbirinden kopuk sol örgütlerin “sekretarya”sı olarak tarif ettiği işi görüyor.

“Sekretaryanın görevi, birbirinden kopuk güçleri koordine etmek, kolektif kampanyalar yürütmek, çıkarlar konusunda mevziler kazanmak, ilerici güçlerin azami dikkatini yetkili ve gerekli kaynaklara sahip bir ekiple sağlamak, kampanyalarda ve günün meselelerinde halkın, platformların ve örgütlerin, tüm ilerici yapıların belirli bir noktaya odaklanması için çalışmak olmalı. Pratik düzeyde sekretarya herkesin kabul ettiği günlük faaliyetleri yürütmeli, örgütü, her bir eylemin menzilini ve tesirini büyütmelidir.”

Endişe verici ölçüde anti-demokratik olan bu model, yeşil-kızıl solu bir araya getiren şemsiye örgüt olarak İlerici Enternasyonal’in oynadığı mevcut rol üzerinden oluşturuldu. İlerici Enternasyonal, STK’lar ile istihbarat örgütlerinin oluşturduğu kompleks eliyle sol örgütleri emperyalizmin yoluna sokmak için uğraşıyor.

Sonuç: Kırmızıyla Yeşil Karışırsa Kahverengi Çıkar

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) sözünü aktaran Petrolü Hemen Durdurun hareketi, yaşanan “soykırım”a mani olmak, bu anlamda, fosil yakıt kullanımını azaltmak için sert adımlar alınması gerektiğini söylüyor.

Buradan da şu soru gündeme geliyor: iklim hareketi, dünyayı ekolojik soykırıma karşı kurtarma amacı güttüğüne göre, Nazi sempatizanlarının, öjenistlerin ve emperyalistlerin adımlarını takip ediyor olabilir mi?

Bu sorunu ele alırken aklımıza dünya tarihinde en büyük zulümlerin kendisini haklı gören kişilerce gerçekleştirildiği gerçeği gelmeli.

Ayrıca şu gerçek görülmeli: Petrolü Hemen Durdurun hareketi, iklim değişikliğinin sonuçları ve Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) yorumu konusunda fena hâlde yanılıyor. IPCC bile iklim değişikliğinin nihayetinde milyonlarca insanın ölümüne yol açacağını söylemiyorken, “iklim acil durumu” ajandası farklı laflar ediyor. “Sıfır Karbon Hedefinin Tehlikeleri” isimli yazımda ben IPCC’nin bulgularından farklı sonuçlar çıkartıyorum:

“Sıfır Karbon hedefinin emrettiği şekliyle, fosil yakıtları hızla azalttığımızda ve buna denk düşecek şekilde, fosil yakıtların tarımdaki kullanım miktarını aşağıya çektiğimizde, dünyayı besleyecek yeterli gübre miktarını üretemeyeceğiz. Dünya nüfusunun arttığı, gıda üretiminin Ukrayna’daki savaş sebebiyle azaldığı bir dönemde petrol şirketlerine yeni lisanslar vermeyerek petrole mani olduğumuzda, gübre fiyatları da hızla artacaktır. Bu da sonuçta kıtlığa hatta Petrolü Hemen Durdurun hareketinin yanlış bir öngörü dâhilinde iklim değişikliğinin sonucu olarak oluşacağını söylediği kitlesel açlığa yol açacaktır.”

İklim aktivistlerinin önerdikleri çözümler soykırıma denk sonuçlara yol açacak. Bu gerçeği ifşa eden cümlelerin kimi insanları şoke ettiğinin farkındayım. Bu ifşaata şaşıran insanlar, gidip iklim aktivisti hareketinin kökenlerine ve ahbap-çavuş kapitalizminin tarihiyle ilişkisine bakmalıdırlar.

Tarih, insanın var ettiği ölü bir eser değil, canlı bir süreçtir. Geçmiş, bugünde yaşamaktadır. STK-İstihbarat Kompleksi’nin ürettiği ve var ettiği örgütlerin gerçekleri yorumlama süreçlerini sonlandırmasına, bu noktada imparatorluğu meşrulaştıran ve muhtemel “soykırım”lara uzanan yolu açan önyargılara göre gerçeği yorumlamalarına kimse şaşırmasın. Emperyalizmin örgütleri, doğaları gereği, emperyalist kurumlara, pratiklere ve fikirlere meyillidir.

Bu noktada şunu da söylemek lazım: STK-İstihbarat Kompleksi’ne ait kurumlar üzerinden sosyalizme yürümeye çalışan ilericiler, solcuları emperyalist politikalara ve pratiklere uyumlu hâle getirme işi haricinde, hiçbir işte başarılı olamazlar. Kanaatimce bu tespit, İlerici Enternasyonal ve genel manada iklim aktivisti hareketi için de geçerli.

STK-İstihbarat Kompleksi’yle kurduğu ittifak dâhilinde iklim aktivisti sol, karşı çıktığını söylediği şeye dönüştü. O, artık Rhodes ve Rockefeller’ın yirmi birinci yüzyıldaki varisleridir ve Batı emperyalizminin, oradaki ahbap-çavuş kapitalizminin öncüsü hâline gelmiştir.

Phil Bevin
14 Eylül 2023
Kaynak

06 Ocak 2024

,

Hepten Yavaşlatılmış Karbonsuz Luddculuk


Breaking Things at Work: The Luddites Are Right About Why You Hate Your Job [“İşte Her Şeyi Kırıp Dökmek: Luddcular İşinizden Neden Nefret Ettiğiniz Konusunda Haklılardı”] isimli kitabında Gavin Mueller, hepimizden frene basmamızı istiyor. Son süreçte teknoloji şirketleri, muazzam bir mali ve ideolojik güç biriktirdiler, bu hâlleriyle, bugün toplumu gözetleme ve algoritma temelli yönetim üzerine kurulu bir geleceğe taşıyorlar. İşyerindeki yeni teknolojilerin hayatlarımızı kolaylaştırmak yerine genellikle işçileri kontrol etmek için uygulandığı gerçeğini görmemizi engelleyen teknolojik ilerleme vizyonu, bizi fazla büyüledi.

Mueller, yeni kitabında otomasyonun sunduğu vaatlere “saçmalık” diyen yeni yavaşlamacı siyasetine hizmet etmek adına, Luddcuların o hep yanlış anlaşılan mirasını diriltiyor. İşçilerin bilimsel yönetime ve fabrika disiplinine karşı mücadelelerinin tarihinden ilham alan kitap, işyerinde işçilerin özerkliğini tehdit eden yeni teknolojik müdahalelere karşı militan bir muhalefeti nasıl geliştirebileceğimize dair bir vizyon sunuyor.

Kitap, Silikon Vadisi’ndeki fikir ve uygulamaların ilerici amaçlar için benimsenebileceği görüşünü eleştiren, solda giderek büyüyen bir hareketin parçası. Aaron Benanav’ın Automation and the Future of Work [“Otomasyon ve İşin Geleceği”] ve Jason E. Smith’in Smart Machines and Service Work [“Akıllı Makineler ve Hizmet İşi”] isimli eserleriyle birlikte okunduğunda, rüzgârın artık teknoloji konusunda iyimser olan ve “paylaşım” ekonomisinde komünist geleceğe ait parıltıları, Amazon’da ise merkezi planlamayla ilgili bir imkânı gören yaklaşımdan yana estiğini görebiliriz. Mueller, “Marksistleri Luddculara dönüştürmek istiyor” ve bu teknoloji yanlısı solun ilgili kesimine odaklanıyor.

Mueller, bizi geleceği icat etmeden önce geçmiş üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor. İddiasına göre “Marksistler, teknoloji, iş yerlerinde işçiler için zararlı olacak şekilde kullanıldığında bile onu eleştirmediler.” Teknoloji, sol tarafından sıklıkla kazanılabilecek ve özgürleştirici amaçlarla kullanılabilecek, tarafsız bir güç olarak görülüyor. Mueller’a göre, Karl Kautsky ve Rosa Luxemburg’dan Lenin ve Bolşeviklere kadar pek çok Marksist, kapitalist üretim ve örgütlenmenin gelişiminin kaçınılmaz olarak sosyalist bir topluma yol açacağını düşünen ekonomik determinizmin ve kaderciliğin kurbanıydı. Bu teknolojiye dair görüş, yirminci yüzyılın örgütlü işçi hareketlerine ve oradan da çağdaş çalışma sonrası teorisyenlerine kadar varlığını sürdürüyor. Bu başarısızlıkların ışığında kitap, kapitalizm sonrası bir gelecekte teknolojinin rolünün derinlemesine yeniden kavramsallaştırılması için önceki işçi mücadelelerine ve “Marksizmin sapkın akımlarına” yüzünü dönüyor.

Bir Luddcu Ne İster?

Şaşırtıcı olan şu ki bu yeni Luddcu projenin çok ufak bir kısmı, Luddculuğun tarihyazımına dair yeni yorumu temel alıyor. Luddcuları tarihin aptalları olarak gören, “kaçınılmaz olarak gerçekleşmiş olan bugünümüze uzanan yol üzerindeki hız tümseği” şeklinde değerlendiren yaklaşım tabii ki eleştirilmeli, fakat işçi mücadeleleri tarihiyle ilgilenenler açısından bugün elimizde ilgili hareketin nasıl anlaşılması gerektiğini radikal manada yeniden değerlendirebilmek için hiçbir yeni kanıt bulunmuyor. Luddcuların teknoloji düşkünü çağımıza dair geliştirdikleri ana görüşlerden birisi, “teknolojinin politik olduğu, birçok hâlde ona karşı çıkılabileceği, hatta çıkılması gerektiği” yönündedir. Luddcular, teknolojiye makinelerden nefret ettikleri veya aklı kıt teknoloji düşmanları oldukları için karşı çıkmadılar, onların teknolojiye karşı çıkmalarının sebebi, küçük ölçekli imalatı temel alan hayat tarzlarını, zanaatlarını ve özerk varlıklarını korumak istemeleriydi.

Bugün yeni Luddcu olmaksa, yeni teknolojinin işçilere karşı silah olarak kullanılma biçimlerine karşı duyarlılık geliştirmek demektir. Yeni Luddculuk, sömürünün ve teknolojik kontrolün yeni biçimlerine karşı militan bir itiraz geliştirmeyi ve diğer işçilerle dayanışma içinde olmayı önemser. Daha da önemlisi, yeni Luddculuk, işçilerin özgürlüğü ve işin yeniden örgütlenmesiyle ilgilidir. Teknolojiye eleştirel bir bakış açısı, işi bir mücadele alanı ve sermaye ile emek arasındaki temel karşıtlığın temeli olarak görmemizi sağlar. Yeni Luddculuğun olumlu içeriği, üretim noktasında yeni işçi kontrolü biçimleri kurarak işçilerin çalışma hayatlarında daha fazla özgürlük için nasıl mücadele edebilecekleriyle ilgilidir.

Bu sebeple Mueller’ın kitabının yürüttüğü asıl tartışma, Luddcularla değil, Otonomcu Marksizmden çıkartmamız gereken derslerle ve onun bugün sosyalist mücadeleyle ilişkisi içerisinde bizi nasıl yönlendirdiğiyle ilgilidir. Yazarın yürüttüğü polemiğin ana hedefinde, son dönemin “çalışmanın aşılması”nı öngören, “hızlandırmacı” teorisyenler durur. Bu isimler arasında Paul Mason, Aaron Bastani, Nick Srnicek ve Alex Williams gibi isimler bulunmaktadır. Bu yazarları birbirine bağlayan bağ ise genelde Otonomcu Marksizmin etkisi, özelde de kapitalizm sonrası gelecekte teknolojinin olası olumlu rolüne dair anlayıştır. Bu isimler, bu süreçte önemli bir rol oynayan enformasyon ve haberleşme teknolojileriyle birlikte, kapitalist üretimin mevcut kabuğunun altından yeni bir komünizmin doğduğu görüşünde ortaklaşmaktadırlar.

Kitabın ana iddiası, Antonio Negri değil de daha çok Raniero Panzieri üzerinden hareket eden Otonomcu Marksizmi kesen farklı bir yolun yürünebileceği yönündedir. Kitapta İtalyan geleneği içerisinde yürütülmüş tartışmalar pek fazla öne çıkmasa da Panzieri’nin makinelerin altmışlarda İtalyan fabrikalarında meydana gelen dönüşümde oynadığı role dair analizi, arka planı teşkil etmektedir. Panzieri, teknolojik-bilimsel gelişimin sorunsuz ve ilerici bir hareket olarak anlaşılabileceğine inanan bir isim değildi. Bu noktada Panzieri, daha fazla üretim ve daha fazla kâr için işçileri disipline eden teknik aklın ürettiği “makinelerin kapitalizmdeki kullanımı” konusunda daha ciddi bir değerlendirme sunuyor. Panzieri'ye göre sendikalar, fabrikalara yeni teknolojinin getirilmesine razı olurken, ücretler konusundaki mücadelelere odaklanma eğilimindeydi.

Otonomcu Marksizmin öneminin bu şekilde yeniden yorumlanması, aynı zamanda Marx'ın kendi yazılarının farklı bir şekilde okunduğuna da delalettir. Öyle ya, madem Kapital’deki “Makineler ve Geniş Ölçekli Sanayi” başlığı altında daha gelişkin ve daha derinlikli bir değerlendirme sunuluyor, neden gidip Marx’ın Grundrisse’sindeki “Makinelere Dair Parçalar” başlıklı o ünlü bölüme kafa patlatalım ki? Kapital’deki ilgili bölümde Marx, “1830’dan beri yapılan icatların tüm tarihini yazan kişi, bu icatların tamamının yegâne amacının, işçi sınıfının isyanına karşı sermayeye gerekli silâhları temin etmek olduğunu görecektir” diyor. Bu anlamda Marx, teknolojiye şüpheyle yaklaşan bir bakış açısına sahip ve teknolojiyi büyük ölçüde çözümden çok sorunun bir parçası olarak görüyor.

Marksizm ve İşin Dönüşümü

“Çalışma sonrası” teorisyenlerine ek olarak Mueller’ın kitabı, bir yandan da on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl Marksistlerinin oluşturduğu geleneğe karşı da konum alıyor. İddiasına göre bu geleneğin üyeleri işçinin özerkliği fikrine karşı çıktılar, bunun yerine, üretimin örgütsel niteliğinin politik değil, bilimsel olması gerektiği üzerinde durdular.

Benim Alman işçi hareketine dair araştırmamın da ortaya koyduğu biçimiyle, yeni Luddcuların bu hareket içerisinde beklenenden daha fazla müttefik bulacağını söyleyebiliriz. Marx kadar İkinci Enternasyonal’in önemli birçok teorisyeni de kaba ekonomik ve teknolojik determinizmin özellikleriyle örtüşen isimler değillerdi.

Kendi döneminde “Marksizmin papası” olarak anılan Karl Kautsky, üretim süreci dâhilinde sanayinin demokrasiyle taçlandırılması ve “işçilere geniş ölçüde özyönetim imkânı sunacak yönetim tarzı”nın devreye sokulması fikrini güçlü bir dille savunmaktaydı. Kautsky, iş yeri demokrasisi yoksa “komünist ekonominin despotizme temel teşkil edeceğinin farkındaydı.” Kautsky, millileştirmenin tek başına yeterli olmayacağını, özel mülk sahibi kapitalistlerin yerine devlet memurlarının getirilmesinin işçilerin işteki özgürlüklerine dair endişeleri gidermeyeceğini açık bir dille ifade ediyordu. Ona göre, “ekonomik hayatın demokratik yollardan örgütlenmesi ve ekonomik kurumlara işçilerin demokratik yollardan müdahalesi şarttı. Belirli iş kollarında işçi yönetimi devlet bürokrasisinden bağımsız olmalı, sanayideki demokrasi dâhilinde işçilere özyönetim imkân ve becerileri kazandırılmalıydı.”

Kautsky'nin teorisinin (Otto Bauer, Rudolf Hilferding ve Karl Korsch gibi dönemin diğer Marksistleriyle birlikte) sağladığı diğer bir fayda da, saf işçi kontrolüne ilişkin sendikalist görüşlerin aksine, üreticilerin çıkarlarının genel toplumun çıkarlarıyla nasıl dengelenebileceğine dair geliştirdiği görüştü. Kautsky'nin işyerleri üzerindeki kontrolün herhangi bir aracı kurum olmaksızın doğrudan işçilere devredilmesinde gördüğü tehlike, güçlü endüstrilerde işçi aristokrasilerinin oluşması riskiyle ilgiliydi. Asıl endişe veren husus, “İşçilerin toplumu rahatsız etmeden ücretleri artıracak, çalışma saatlerini azaltacak, üretim hacmini düşürecek ve ürünlerinin fiyatlarını artıracak olması”ydı.

Sendikalizmde “özel kapitalistler üzerine kurulu kapitalizmin yerini ancak üretici kapitalizminin, yani belirli üretici gruplarının özel sahipliğinin alma ihtimalini” gören bir isim de Karl Korsch’tu. Bu açmazdansa ancak farklı ekonomik yapılar arasında koordinasyon tesis edecek ve toplumun farklı kısımlarının çıkarlarının dengelenmesine katkıda bulunacak devlet benzeri bir kurumla kurtulmak mümkündü. Bu yaklaşım, belirli düzeyde merkezi planlanmaya dayalı yatırımla bağlantılı tekil firmalarda işçi kontrolüne imkân vermekteydi.

İkinci Enternasyonal içerisindeki Marksistler de işin kendisinin nasıl dönüştürüleceğine dair planlara sahiplerdi. İşçiler üzerinde kapitalist hâkimiyeti sağlamak için kullanılan yöntemlerden uzak duran Rosa Luxemburg, sosyalist bir toplumda “fabrikaların, işin ve tarım işletmelerinin eşyaya dair yeni bir bakış açısı üzerinden yeniden organize edilmesi gerektiğini, herkesin kendi esenliği için, birlikte çalıştığı sosyalist bir toplumda işçilerin sağlığının ve çalışma hevesinin işte en fazla dikkat edilmesi gereken husus olduğunu” söylüyordu. Luxemburg, ayrıca “Olağan imkân ve becerileri aşmayan kısa çalışma saatleri, sağlıklı atölyeler, işçinin kendisini toparlamasını sağlayacak tüm yöntemler ve çalışma tarzları devreye sokulmalı, böylelikle herkes kendi yaptığı işten keyif alabilmeli” diyordu.

Kautsky de işbirliğine dayalı sosyalist üretimde “emekçilerin demokratik örgütü”nün çalışma koşullarını düzeltecek delegeler seçebileceğinden bahsediyordu. Ona göre, çalışmanın kendisi de reforma tabi tutulmalı, çalışma saatleri kısaltılmalı, iş yeri daha güvenli ve daha hijyenik kılınmalı, çalışmanın kendisini daha keyifli hâle taşımalıydı.

Pek çok Marksistin, kapitalist üretim tarzında kullanılan makineleri ve örgütsel biçimleri, “kendi politikaları olmayan” tamamen tarafsız araçlar olarak gören yaklaşımı asıl meselenin üzerinden atlıyor. Teknolojinin politik olduğunu söyleyen görüş, meseleye dışarıdan bakan küçük bir eleştirmen grubuna özgü bir görüş değil. Marksistlerin mücadeleye yönelik vurgusu, teknolojinin kullanımını kimin kontrol ettiği ve onun getirdiği ilerlemelerden kimin yararlanması gerektiğiyle ilgilidir.

Aslında Mueller’ın düşünmeyi tahrik eden kitabının rahatsız edici yönlerinden birisi de çalışmanın aynı fikirde olmadığı teorisyenlerin çoğunun aldıkları konumları karikatürize etmesidir. Kitapta Aaron Bastani’nin pek ciddiye alınamayacak olan çalışması Fully Automated Luxury Communism [“Tam Otomatik Lüks Komünizmi”] günümüz solunun neredeyse tamamını temsil eden bir esermiş gibi takdim edilirken, yirminci yüzyılın kimi Marksist teorisyenlerinden, meseleye ilgisiz otoriterler, hatta kapitalist soyguncu baronlardan kimi yönlerden daha iyi olan kişilermiş gibi bahsedilmektedir. Ancak biz, oluşmakta olan yeni Luddcu konumla teknolojinin kapitalizmden kurtarılmasının nispeten daha makul yollarını teorileştirmiş sosyalistler ve sosyal demokratlar arasında ileride bir diyalogun oluşacağına dair umuda sırtımızı gene de dönmemeliyiz.

Teknolojiye Dair Bazı Sorular

Yeni Luddcu proje, hangi tür teknolojilere karşı çıkmamız gerektiği sorusunu gündeme getiriyor. Bu proje bir yandan, içinde olduğumuz çağa hâkim olan “teknoloji her şeyi çözer” diyen genel anlayışa eleştirel bir saldırı anlamında teknolojiye karşı bir polemik yürütmektedir. Mueller’ın kitabında da teknolojiyi savunmayan, hatta ona karşı olan Luddcu konum kendince dil bulmakta, söz konusu konum, bir yerde “teknolojinin işçilerin özgürlük alanını daralttığını”, bir yerde de “onun insanların kendi hayatlarını kontrol edebileceklerine dair hissi onlardan çaldığını” söylemektedir. Bu tür lafların edildiği yerlerde kitap, modern teknolojinin insanları makinenin güçsüz birer dişlisine indirgediği yollara karşı Haydegerci bir itiraz geliştirmektedir. Makineleri parçalama ve sabotaj eylemlerine dair hikâyeler, tam bu çerçeveye oturmaktadır.

Bir yandan da kitap, “yüksek teknoloji Luddcuları”na dair tarihsel örnekler aktarmakta, buradan teknolojinin reforma tabi tutulup iyileştirilmesine vurgu yapmaktadır.

Orduya yönelik belirli projelerde çalışmayı reddeden Google çalışanları veya alternatif amaçlara hizmet etmek için cihazları yeniden düzenleyen bilgisayar korsanları, esasen teknolojinin nasıl kullanılacağı konusunda seçici olan, bu meseleye kafa yoran, ayrım yapan, teknolojinin kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğini düşünen kişilerdir.

“Teknoloji” teriminin tam anlamının neden muğlâk bırakıldığı merak konusudur. İşçileri takip eden bilgisayarlar, akıllı telefonlar ve Amazon bilekliklerinin hepsi teknolojidir; ancak kitaplar, aletler ve William Morris'in arseniğe daldırılmış duvar kağıtları da teknolojidir.

Mueller, bazen üretim araçlarının gelişiminden bahsederken, “kapitalist teknoloji” terimini kullanıyor, bazı yerlerde ise iş yerindeki disiplin uygulamalarına, fabrika içerisindeki belirli tipte teçhizata, bilgisayarlara ve donanıma atıfta bulunuyor. Kitabın önemli bir kısmında asıl hedefte olan husus, teknik cihazlar değil, çalışma sürecini yöneten sistemlerdir. Kitap, çoğu zaman yeni teknolojiler içeren bu sistemlerin birçoğunun, işyerindeki patronlar tarafından, işçilerin terini dökerek üretkenliği ve kârı artırmak için uygulandığı sezgisinden hareket ediyor gibi görünüyor. Bu şüphesiz ki doğrudur, ancak teknolojinin zararlı kullanımlarının yararlı olanlardan nasıl ayırt edileceği sorusunu cevapsız bırakmaktadır.

Srnicek ve Williams’ın Inventing the Future [“Geleceği İcat Etmek”] kitabında, bir yandan da teknoloji siyasetine dair daha detaylı bir görüşü içeren, teknolojiyi ilerici amaçlar için “yeniden kullanma”ya dair her türden çabanın tehlikeleri ve sınırlarıyla ilgili bir tartışmaya yer verilmektedir. Yazarların tespitine göre, “her türden teknoloji politik olduğu kadar esnektir de, zira teknoloji, her zaman tasarlanma amaçlarını aşan bir varoluşa sahiptir. Bir teknolojinin tasarımı, anlamı ve tesiri, kullanıcılar onu dönüştürdükçe, onun ortamı değiştikçe, sürekli değişir, farklılaşır.”

Yeni Luddcular gibi Srnicek ve Williams da işçileri sömürmek için teşkil edildiğinden Taylorizme karşı çıkıyor ve şu tespitlerini aktarıyorlar:

“Teknolojilerin büyük bir kısmı giderek daha fazla muğlaklaşacak. […] Altyapılar üzerindeki karar almayı merkezileştiren bir teknoloji, özel kontrolü kolaylaştırıyorsa, aynı zamanda kolektif karar alma için de bir düğüm noktası sağlıyor. Bu teknolojiler her iki imkânı bünyesinde barındırıyor. Yeniden kullanma denilen görev, iki imkân arasındaki dengenin nasıl değiştirileceğiyle ilgilidir.”

Bazı çalışanlar artık evden çalışabiliyor veya rutin görevleri daha kolay yerine getirebiliyor. Neticede yeni teknolojiler sayesinde çalışanların özerklikleri artıyor. Ayrıca, birçok yeni teknoloji, aslında hayatımızı daha kolay kılıyor, ancak çoğu zaman bizi gözetleyen ve bizden değer çıkaran mekanizmalarla birleşiyor. Bu zorlukların nasıl çözüleceğini anlamak, yeni teknolojiye karşı basit bir muhalefetten daha fazlasını gerektiriyor.

Marx'ın teknolojiyle ilgili spesifik alıntıları çelişkili görünebilir, çünkü onun konuya yaklaşımı diyalektiktir. Fabrikalardaki bazı makineler işçilere karşı bir “işkence aracı” olarak çalıştırılırken, aynı zamanda iletişim ve ulaşımın gelişmesi, uluslararası işçilerin mücadelesini teşvik edecek devrimci bir potansiyel barındırıyor.

Hepten yavaşlatılmış karbonsuz Luddculuk, tam otomatik lüks komünizmine tercih edilebilse de genel manada teknolojiye yönelik muhalif yaklaşımı aşırı vurgulamada bir risk mevcuttur ve bu risk de teknolojinin ilerici olma ihtimali bulunan boyutlarını değerlendirememekle ilgilidir.

James Muldoon
26 Nisan 2021
Kaynak

27 Ekim 2023

İklim Değişikliği Verileri


İklim değişikliğini ortaya koyan bir dizi veri var elde. Bu veriler, kutuplardaki buz kütleleriyle, deniz seviyeleri veya kara kütlelerindeki değişikliklerle ya da adalardaki değişikliklerle ilgili. Bu veriler bazen “düzeltiliyor”, ama bu düzeltmeler “iklim değişikliği insanın eseridir” tezini makbul kılacak şekilde yapılıyor. Örneğin, dünyada deniz seviyelerinin istikrarlı bir seyir içerisinde olduğunu ortaya koyan kayıtlar, “deniz seviyeleri doksanlardan beri hızla yükseliyor” iddiasını güçlendirecek şekilde “düzeltildi”.

Andreasen ve arkadaşlarının 2023’te kaleme aldıkları “2009-2019 Arası Dönemde Antarktika’daki Buz Sahanlığı Bölgesi’ndeki Değişim” başlıklı yeni çalışma, bu buz sahanlığının kütlesinin 2019’a gelindiğinde 661 gigaton arttığını ortaya koyuyor. Bu gözlemleri aktarmak, gerçekte olan biteni anlatmak yerine bilim insanları, uzun zamandır gerçeklikle alakası bulunmayan ve sahanlığın sürgit aynı kaldığına veya kopuş ve ayrışmaların yaşandığı sürece tabi olduğuna dair iddiayı temel alan yaklaşıma başvurdular.

Bu türden önermeleri temel alan bir değerlendirmede, bu 11 yıl içerisinde 661 gigatonluk bir artışın yaşandığı Antarktika’daki buz sahanlığında 20.028 gigatonluk bir kütlesel kaybın yaşandığından söz ediliyor. Gerçek gözlemlere dair veriler bu şekilde tahrif ediliyor.


Çalışmadan alınan bu haritada buzul artışları maviyle, azalmalar kırmızıyla gösterilmiş. Buradan da şu sonuca ulaşılmış:

“Toplamda Antarktika’daki buz sahanlığı bölgesi 2009’dan beri 5.305 km² genişlemiş, 18 sahanlık küçülürken, nispeten daha büyük olan 16 sahanlık büyümüş.”

“Düzeltmeler”

Birkaç yıl önce Avustralyalı bilim insanları, dünyadaki deniz seviyelerinin tabi olduğu eğilimler konusunda tahminde bulunmak amacıyla benzer bir önermeyi temel alan bir değerlenmede bulundular.

Seksen yılı aşkın bir süre boyunca kesintisiz veri sunan 100 gelgit ölçeğinden elde edilen uzun vadeli verilere göre, dünyada deniz seviyesi, yirminci yüzyılın başlarından bugüne yılda yaklaşık 0,25 milimetre yükselmiş. Bu, aslında o kadar da dikkate değer bir artış değil.

Yükseklik ölçen uydu altimetreleri, ilkin doksanlarda yörüngeye yerleştirildi. 2000’lerin başından beri bu altimetreler, deniz seviyesinin yükselmediğini ortaya koyuyorlar.

Tabii deniz seviyesinin yükseldiğine dair verilerin elde olmaması, seviyenin yükseldiğine dair hikâyeyi anlatanların işine gelmiyor.

Gerçek uydu gözlemlerini ve verilerini aktarmak yerine, verileri deniz seviyesinin yılda 3,2 milimetre arttığını ortaya koyacak şekilde “düzeltmek” için keyfi ve öznel kimi önermelerden yararlanıldı. Küresel Ortalama Deniz Seviyesi (GMSL) uydu verileri, 2003’ten 2008’e gelindiğinde deniz seviyesinin yılda 0,12 milimetre düştüğünü ortaya koyuyordu. Yapılan “düzeltme” sonrasında deniz seviyesindeki eğilimin yılda 1,9 milimetre artma yönünde olduğu söylendi.

Yerçekimi ve İklim Deneyi (GRACE) uydusundan alınan verilerse deniz seviyesinin 2003-2008 arası dönemde yılda 0,12 milimetre düştüğünü ortaya koyuyordu. Yapılan “düzeltme” sonrası eğilimin yılda 1,9 milimetre artma yönünde olduğu söylendi.

“İstenilen deniz seviyesini vermeyen ve hiçbir hile karıştırılmadan aktarılan sonuçların yerine ‘düzeltilmiş’ sonuçlar kullanıldı. 4 Ağustos 2011’de Avrupa Uzay Ajansı’na ait Envisat uydusu, deniz seviyesinin 2004’ten beri yılda 0,976 arttığını ortaya koydu. Birkaç ay sonra, yapılan düzeltmeler neticesinde aynı verinin deniz seviyesinin yılda 2,97 milim arttığını gösterdiği iddia edildi.”

Kara Kütlelerindeki Büyüme

Mao ve arkadaşlarının 2021’de kaleme alınan ve Google Earth yardımıyla gelgitlerin belirlenimde olan sahillerde ve civarında on yıl içerisinde yaşanan değişimi ölçen çalışmaları, ham uydu altimetresi verilerini destekliyor. Çalışmanın çıkarımları, belirli önermeleri temel alarak yapılan düzeltmelerle çelişiyor.

Bugün Google Earth’den alınan yüksek çözünürlüklü uydu görüntüleri, seksenlerden beri sahil şeritlerinde yaşanan değişimleri ortaya koyuyor. Deniz seviyelerinin arttığına dair iddialara karşın, 1984-2019 arası döneme ait uydu verileri, sahil şeritlerinin yılda net 0,26 metre genişlediğini söylüyor.

Mao ve arkadaşlarına göre, Avustralya’daki sahiller 1984’ten beri yılda 0,10 metre, Asya’daki sahillerse yılda 0,64 metre genişlemiş. Avrupa sahillerindeki genişleme yılda 0,45 metre iken. Afrika kıtasında 0,31 metre.

Dünyada sadece iki kıtanın sahilleri genişlememiş. Güney Amerika’daki genişleme yıllık 0,00 metre iken Kuzey Amerika’da -0,29 metre.

Uydu altimetrelerinin kullanıldığı bir çağda sahillerin tehlike altında olduğunu söyleyen ve deniz seviyelerinin ciddi ölçüde yükseldiğinden bahseden iddialar yanlış oldukları kadar uydurma da. Bunlar, sahte verileri temel alıyorlar. Öte yandan, kutuplardaki buzul örtüsü deniz seviyelerini aşağıya, kara kütlesinin büyüklüğünü yukarı çekiyor olabilir ki bu, hiç de istenilen bir sonuç değil.

Dr. Peter F. Mayer
16 Eylül 2023
Kaynak