Silikon Vadisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Silikon Vadisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2025

, ,

Ayak İzlerimizin İstikameti: Dijital Cin.Net

 

Aranan şey güzellik ya da cazibe değil artık; görüntü…
Varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak!

[Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı]

 

Binlerce yıldır yapılan savaşlar bize, muzaffer güçlerin tarihi kendi çıkarlarına göre yeniden yazmaya ne kadar hevesli olduklarını öğretti. 21. yüzyılda dijital teknoloji şirketleri, bu işi daha da rafine bir hale getirerek açıkça geleceği yazmayı öneriyor. Çünkü dijital teknoloji kirletiyor. Hem de fazlasıyla.

Su ve enerji tüketimi ile madenlerin tükenmesine katkısı açısından bu sektör, Büyük Britanya ya da Fransa gibi bir ülkenin iki üç katı ayak izi yaratıyor. Başka pek çok sebebin yanı sıra asıl neden, dolaşımda olan 40 milyona yakın dijital cihazdır. Enerji açısından bu cihazlar, dünyadaki elektriğin %10’unu tüketmekte.

Dijital sektör bir ülke olsaydı, en çok elektrik tüketen ülkeler sıralamasında Çin ve ABD’nin ardından üçüncü sırada yer alacaktı. Öte yandan, günümüzde elektriğin % 35’i kömürden elde ediliyor. Bu durumda dijital teknolojiler, dünyadaki toplam sera gazı salınımının % 5’ini oluşturuyor demektir.[1]

Gmail’den bir e-posta, WhatsApp’tan bir mesaj göndermek, Twitter’a bir emoji, TikTok’a bir video ya da Instagram’a sevimli kedi yavruları fotoğrafı koymak gibi elle tutulur olmayan eylemlerde bulunabilmek için, Greenpeace’e göre, yakında “muhtemelen insan eliyle inşa edilmiş en uçsuz bucaksız şey” halini alacak, maddeden oluşan ve enerji tüketen bir altyapı oluşturdu insanlık. Mevcut çalışmalar, dijital teknolojinin zararının faydasından daha çok olduğunu gösterme eğiliminde.

Günümüzdeki durum böyle; ancak dijital kirlilik söz konusu olduğunda fotoğraflara değil, film şeridine bakmak gerekiyor sanki: İnternetin ekolojik ayak izi, havsalaya durgunluk verecek bir hızla artmakta ve bunun önünde duracak hiçbir güç yok gibi görünüyor.

Şu bir vakıa ve apaçık ortada: Dijitalleşmiş hayatlarımız; dalgın ve kayıtsız milyarlarca ortak kiracısından biri olduğumuz, beton ve camdan yapılma bir altyapıda çoğaltılıyor. Telefonumuz cebimizde, kumsalda yürürken, ayak izlerimizi sadece kumda değil, konum bilgilerimizi depolayan İskandinav veri bankalarına da bırakıyoruz; yani, devletlere ve istihbaratlara da.

Bir kafenin terasında, stadyumda, ormanda yapılan bir piknikte selfi çektiğimizde, bir yiyecek-içecek tüketmekle kalmıyor; camdan yapılma bir şeridin kim bilir belki Virginia Beach ya da Silikon Vadisi’ne kadar yayacağı pikseller de üretiyoruz: Kelimenin tam anlamıyla kendimizi sürekli kopyaladığımız anlamına geliyor bu. İnternet, öyle bir yerde hazır ve nazır olma imkânı(!) veriyor ki, eylemlerimize hem şimdi burada hem de binlerce kilometre uzakta fiziksel bir tutarlılık kazandırıyor. Özcesi, dijital dünya, her şeyi maddeden arındırma kisvesi altında edimlerimizi iki kez maddileştiriyor, statik hale getiriyor.

Madde ise bir yerde bulunmak, bir yer işgal etmek, dolayısıyla güç/iktidar ilişkileri ve de jeopolitik demektir. Tweet attıkça, reels paylaştıkça, beğene tıkladıkça, shorta kitlendikçe, sörf yaptıkça hayati meseleler “oraya” ve ortaya çıkıyor; böylece internetin dallanıp budaklanmasını destekliyoruz. Bir tür dijital yok oluş-harakiri yaşıyoruz.

Charles Taylor’ın çeyrek asır önce soğukkanlı bir biçimde öngördüğü gibi: “Artık ‘bir şeyler’, ölerek, ömrünü tamamlayarak değil; çoğalarak, artarak yok olacak!”[2]

Yusuf K.
19 Haziran 2025

Dipnotlar:
[1] Guillaume Pitron, Dijital Cehennem, Çevirmen: Alp Tümertekin, İş Bankası Kültür Yayınları.

[2] Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, Çevirmen: Uğur Canbilen, Ayrıntı Yayınları.

26 Nisan 2025

, ,

Skinner Kutusu



Avusturyalı yazar Ivan Illich, ünlü kitabı Şenlikli Toplum’da, sanayi sonrası kapitalist toplumların büyüme sürecini sonsuz kılma arzusunun nihayetinde yapısal bir krize veya totaliter bir kontrol sisteminin kuruluşuna yol açacağı öngörüsünde bulunur. Yazarın kitapta bu ihtimali tarif etmek için kullandığı en çarpıcı imgelerden biri de T. E. Frazier’in Skinerci toplama kampıdır.

Bu güçlü metafor, okuru tahrik etmeyi amaç edinmiş, basit bir girişim değildir. Burada yazar, esasında toplumun sadece tekniği ve algoritmayı esas alan, kendisini insanların davranışlarının dürtü ve teşvikler üzerine kurulu, kontrol altında tutulan bir sistem üzerinden biçimlendiği, devasa bir Skinner Kutusu olarak örgütlenme tehlikesinden söz etmektedir.

Skinner’in Walden İki çalışmasında adı geçen Frazier’e atıfta bulunan Ivan Illich, bireyin özerkliğine dönük arzu dâhilinde verimliliğin ve yukarıdan aşağı doğru işleyen kolektif planlama faaliyetinin belirleyici olduğu bir dünyaya işaret etmektedir. Kitabın üzerinden elli yıldan fazla bir zaman geçti ve görüyoruz ki Illich’in öngörüsü gerçekleşmiş.

Bu makalenin amacı, eğitime dair yaklaşımları, dijital teknolojileri, toplumsal kontrol politikalarını ve akılı şehirlere uzanan yolu radikal davranışçılığın nasıl biçimlendirdiğini ortaya koymak. Yazı bu amaç doğrultusunda, yirminci yüzyıl psikolojisinin en etkili isimlerinden biri olan Skinner’in mirasına odaklanıyor.

Bilindiği üzere Skinner, ABD Kara Kuvvetleri için intihar bombası olarak kullanılacak güvercinleri eğitmeyi amaçlayan projenin arkasındaki isim. Bu proje başarısız oldu, kendisi para kaynağından mahrum kaldı ama İkinci Dünya Savaşı sonrası aldığı parayla dünya genelinde şöhrete kavuştu. Fikirleri deneysel psikolojiyi dönüştürmekle kalmadı, ayrıca eğitim, ekonomi ve yeni teknolojiler gibi alanları epey etkiledi.

Radikal Davranışçılık ve Skinner Kutusu

Bir uyarıcıya verilen otomatik tepkiyle sınırlı olan klasik koşullanmadan farklı olarak edimsel koşullanma, uzun bir süre boyunca faaliyet yürüten öznenin aktif eylemliliğine ihtiyaç duyar. Skinner’in ortaya koyduğu biçimiyle, bir davranış, belirli sonuçlara ulaşmak için ayarlanabilen bir işlem dâhilinde verilen teşviklerin idaresi üzerinden pekiştirilebilir veya engellenebilir. Bu tür bir davranış analizi somut ifadesini, Skinner’in edimsel koşullama ilkelerini göstermek için kullandığı deneysel cihaz olarak Skinner Kutusu’nda bulur.

Skinner Kutusu, bir fare veya güvercin gibi bir hayvanın davranışlarını etkilemek için belirli uyarıcılara maruz bırakıldığı, izole edilmiş, kontrol altında tutulan bir ortamdır. İçinde bir kol ya da düğme bulunur. Bununla hayvana yiyecek gibi teşvik edici şeyler verilir ya da hayvan, elektroşok gibi kaçınmalı uyarıcılara maruz bırakılır. Deneyi yapan kişi, ortamdaki değişkenleri kontrol ederek, hayvanın kendi davranışını değiştirmeyi nasıl öğrendiğini analize tabi tutar.

Skinner’in yürüttüğü araştırmanın en önemli bulgularından birisi, aralıklı pekiştirme programlarının etkisiyle ilgilidir. Yaptığı bir deneyde Skinner, aralıklı teşvikler verilen bir güvercinin hiç ödül almadığı binlerce girişimden sonra bile koşullu bir davranış sergilemeyi sürdürdüğünü ortaya koymuştur. Kendiliğinden ortadan kalkma ihtimali bulunmayan bu türden bir koşullanma, şans oyunları ve dijital platformlar gibi alanlarda da uygulanmaktadır.

Çalışmasının kapsamını laboratuvar sınırlarının dışına çıkartan Skinner, toplumda aynı tekniklerin kullanıldığı vakit, tüm toplumun biçimlendirilebildiğini görmüştür. Walden İki isimli ütopik romanı, teknokratik bir toplumdan söz eder. Burada herkesin iyiliğini düşünen tek bir kişi vardır. Frazier isimli bu bilim insanı, herkesin hayatı için neyin doğru olduğunu bilmektedir. Burada toplum, yoğun koşullama pratiği üzerinden örgütlenmektedir. Kontrol altındaki bir ortamda büyüyen çocuk, pozitif pekiştirme teknikleriyle yetiştirilir. Burada amaç, işbirliğine dayalı, topluma faydalı davranışların sergilenmesini sağlamaktır. Toplumun politik örgütlenme pratiği ise otoritesizlik üzerine kuruludur. Bu toplumda uzmanlık alanlarına göre seçilmiş bir grup plancı ve yönetici, kararları bilimsel veriler ışığında almakta ama hiçbir şekilde kişisel bir güce sahip olmamaktadır.

Bu anlayış, gücünü eğitim felsefesiyle deneysel metodoloji arasında kurulan bağa borçludur. İlgili anlayışta “insanın özgürlüğü ve onuru” yerini davranışların teknik ve bilimsel açıdan yönetilmesini esas alan projeye bırakır. 1971 yılında Skinner, bu felsefi anlayışı Özgürlüğün ve Onurun Ötesinde isimli çalışmasında sistemleştirir. Bu anlayışı temel alan bazı cemaatler kurulur. Bunlar, toplumun davranışçılık üzerinden planlanması denilen fikri uygulamaya koyar.

Düşünce planında itibarsızlaşmasına rağmen radikal davranışçılık, eğitim, otizm spektrum bozukluğu ve son dönemde dijital kapitalizm gibi alanlarda uygulama imkânı bulmaya devam eder.

Eğitim ve Disiplin

Soğuk Savaş süresince ABD, ulusal savunma konusunda eğitimin oynadığı rolün önemli olduğu tespiti üzerinden, 1958 tarihli Ulusal Savunma İçin Eğitim Kanunu gibi araçlarla bu türden teknolojilere para akıttı. 1962’de gizliliği kaldırılan bir belgede görüldüğü üzere, CIA personelini programlanmış eğitim üzerinden eğitti. Bu eğitimlerde kullanılan metinlerden birinde Skinner’in ismi açıktan zikrediliyordu.[1]

Altmışlarda IBM gibi şirketler, öğretici makineler ürettiler. Buna karşın, ilgili hareket altmışların sonuna doğru zayıfladı. Hızlı öğrenmeyle ilgili vaatler yerine getirilmedi. İnsanlar, güvercinlerde geçerli yöntemin insanların eğitiminde geçerli olup olmadığını sorgulamaya başladılar. Hareket başarısız olsa da Skinner’in muhtevayı birimlere ayıran, ilk elden hızlı geri bildirim sağlayan, ufak adımlarla ilerlemeyi esas alan yaklaşımı, bilgisayarlı eğitim alanında yaşanan gelişmeleri bir biçimde etkiledi, böylelikle e-öğrenme ve uyarlanır öğrenme gibi yaklaşımlar için gerekli yolu açtı.

Eğitim sahasında Skinercilik hep diri kaldı. Radikal davranışçılık, süreç içerisinde geriye uygulamalı davranış analizi gibi önemli bir miras bıraktı. Bu yaklaşım, davranışların pozitif ve negatif teşvikler üzerinden modellenmesini esas alıyor, bu noktada öğretim, biçimlendirme, sönümleme ve zincirleme gibi teknikler kullanılıyordu. Eğitim ve otizm spektrum bozuklukları sahasında kullanılan bu yöntemler, mekanist yaklaşımı üzerinden yoğun bir eleştiriye tabi tutuldu. Bu eleştirilere göre ilgili yaklaşım, öznelerin kültürel ve kişisel özelliklerini görmezden geliyor, bireyin özgül yanlarını veya sebepleri anlamak yerine sorunlu görülen davranışların bastırılmasına odaklanıyordu.

Artan şikayetlere rağmen uygulamalı davranış analizi, otizmli ve ruhsal açıdan uyumsuz olan kişilerin tedavisinde standart yöntem kabul edilmeyi sürdürdü. Bu anlamda Skinerci model, pratikte hükmünü yürütmeye devam etti. Günümüz koşullarında bu gerçeğe bir de bireyi belirli usuller, ölçümler ve geri bildirimlerle düzeltilebilecek, kusurlu bir makine olarak gören eğilim eşlik etti.

Dijital İçin Model

Shoshana Zuboff, Tristan Harris, Jaron Lanier gibi araştırmacılar, sosyal ağların ve uygulamaların kişilerin dikkatini çekmek için farklı teşvik ve pekiştirme yöntemlerini kullandığını söylüyorlar. Aralıklı olarak bildirimlere ve sanal ödüllere maruz kalan insanlarda dopamin üretim devresi aktive oluyor, böylelikle kullanıcılar, belirli bir davranışı sürekli tekrar etme ihtiyacı duyuyor. Örneğin ekranı kaydırıyor, paylaşımda bulunuyor, başkalarıyla ilişki kuruyor.

2021 yılında Nature Communications dergisinde yayınlanan Lindström vd. imzalı bir araştırma, sosyal platformlarla kurulan ilişkinin Skinner Kutusu’nda deneyi yapılan modeller üzerinden tarif edilebileceğini ortaya koyuyor. Bu araştırmaya göre bugün hepimiz, özgürlükle manipülasyon arasındaki sınırın silikleştiği, devasa bir edimsel koşullandırma deneyinin kobaylarıyız.

Ivan Illich’in sözünü ettiği “Skinerci toplama kampları”na benzer bir ortamda yaşıyoruz. Hatta bugün Skinner Kutusu, tüm toplumsal ve teknolojik dokuyu gündelik rutinlerle birleştiren kafesler yanında çok masum kalıyor.

Skinerci toplama kampı, bugün kendisini dikkat ekonomisinde ortaya koyuyor. Araştırmacılar, aralıklı uyarıcılara maruz kalan bir tür kobay faresi olarak kullanıcının oyunlaştırma, ekran kaydırma, beğeniler ve bildirimler gibi etkileşimlerle, tekrarlanan eylemler üzerinden zaman ve enerji harcamaya zorlandığını söylüyorlar.

Dikkat denilen mesele, Facebook, Google, Twitter, TikTok gibi şirketlerin ana hammaddesi hâline geliyor. Bu şirketler, kullanıcıların profilini çıkartma, gelecekte oluşacak tatların, arzuların ve davranışların öngörülebilmesi için gerekli zemini oluşturma konusunda eldeki tüm kıymetli verileri kullanıyorlar. Buradan şirketler, reklam alanlarını ve analiz hizmetlerini üçüncü taraflara satıyorlar. İnternet deneyimini koşulluyorlar, onun giderek şahsileşmesini sağlıyorlar, bilgisayar ve telefonda daha fazla zaman geçirilmesi için uğraşıyorlar.

Kıymetli teşvik ve pekiştirme imkânları sunan internet platformları ile ödüller alan, davranışa dair veriler üreten ve internete bağlı kalan kişiler arasındaki geri bildirim, söz konusu mekanizmanın özünü teşkil ediyor. İlgili ortamda koşullandırma pratiği ölçüme tabi tutuluyor. Dijital platformları kuranlar, karmaşık yapıyı sadeleştirmek, kullanıcıları önceden tanımlanmış veya tavsiye edilen seçeneklerden oluşan bir sistem dâhilinde kafesliyorlar.

Bugün yeni yeni gündeme gelen eleştiriler, bireyin sömürülecek bir kaynağa indirgendiği gerçeğine işaret ediyorlar. Bir dizi söyleşisinde ve makalesinde bu hususu ele alan Jaron Lanier, davranışçılığın ürettiği popüler kültürü mahkûm ediyor. Bu anlayışa göre, bir tvitle bir hususa aşırı dikkat kesiliyorsunuz. Bu da dopamin akınına yol açıyor.

Shoshana Zuboff ise gözetim kapitalizminin kullanıcıların dikkatini maniple eden pratikleri esas aldığını, onları bir tür kaynak çıkartma sistemine esir ettiğini söylüyor. Google’ın eski ürün müdürü ve Asana şirketinin kurucularından Justin Rosenstein, ilgili mekanizmayı yalın bir dille tarif ediyor. Sosyal İkilem isimli filminde şunu söylüyor:

“Finansal açıdan bir ağacın veya bir balinanın canlıyken ölü hâlinden daha değersiz olduğu bir dünyada yaşıyoruz. [...] Bugün hepimiz birer ağacız veya birer balinayız.”

Bu, özünde oldukça yıkıcı bir model. Bu modelde sadece doğa değil, biz insanlar da bir metayız. Hepimiz internete daha çok bağlandıkça dijital platformlarda daha fazla zaman ve enerji harcıyoruz. Davranışsal verileri daha fazla üretiyoruz. Böylece ortaya hepimizi baştan çıkartan, herkesi kuşatan ortamlar, gerçek ekosistemler oluşturmaya iten bir dinamik açığa çıkıyor. Bu ekosistemlerde edimsel koşullama kuralları işliyor.

Havuç ve Sopanın Ötesine Geçildi: Artık Dürtmek ve Soft Paternalizm Esas

Teknolojik kontrolün en tartışmalı yönlerinden biri de ondaki paternalist nitelik. Bu, sadece radikal davranışçılığın bir özelliği değil. Dürtme ve kibarca itme gibi eylemler, dünyanın çeşitli yerlerinde hükümetlerin eylemlerine ilham veren pratikler. Kamuoyu, kibarca dürtme meselesiyle Kovid döneminde tanıştı. Yeşil pasaport gibi politikalar, ideolojik planda bu dürtme anlayışı üzerinden meşrulaştırıldı. Manipülatif mekanizmaların kullanımı, bu dürtme ve davranış teknolojileri ile birlikte gündeme geldi. Bu mekanizmaları kullananlar, ilgili araçların bireylerin refahını arttırdığını, onları daha rasyonel ve daha faydalı tercihlere yönelttiğini söylüyorlardı.[2]

Ama dürtmenin edimsel koşullama pratiği olmadığını söylemek lazım. Bu pratik, daha gelişkin tetikleyicileri ve tercih oluşturma pratiğini esas alıyor. Kibarca dürtme pratiklerinde amaç, kişiyi belirli tercihlerde bulundurmaya çalışmak değil, onu belirli bir tercihi yapacak konuma taşımak veya bilinçsizce belirli bir tercihi yapmaya itmektir.

Yeşil pasaport, kibarca itme pratiği değil, eskiden başvurulan güvercini kafese alma politikasının yeniden diriltilmiş hâlidir.

Dürtme konusunda en iyi örnekse Amsterdam’daki Schiphol Havalimanı’nda bulunan pisuvarlardır. Pisuvarlardaki temizlik maliyetlerini düşürmek için havalimanı müdürü, pisuvarların içine bir karasinek görseli yerleştirir. İşeyen kişinin bu sineği hedef alacağını varsayan müdür, sıçrama sonucu kirlenmenin azalacağını düşünmüştür.

Skinner Kutusu Artık İşyerlerinde

Dürtme ve davranışların koşullanması ile ilgili teoriler, sadece dijital dünyada değil, çalışma hayatında, daha da özelde, iş sürecinin yönetilmesinde önemli bir güce kavuştular. Makine öğrenimi platformlarına bağlı olan farklı tipte sensörler ve giysiler üzerinden çalışanlar sürekli gözetleniyor. Bu noktada algoritmik yönetim sistemleri kullanılıyor. Bir yandan, algoritmik yönetim ve dijital alandaki dürtme pratikleri insanlara mola verecekleri veya fiziksel egzersiz yapacakları vakti hatırlatmak suretiyle rahatlık vaat ederken bir yandan da bağımsız hareket etme imkânını azaltıyor, karar alma konusunda sahip olunan özgürlüğü kısıtlıyor, şirketlerde edimsel koşullama modelinin etkin bir biçimde uygulanmasını sağlıyor. Yapay zekâ temelli dürtme pratikleri, neoliberal ve sömürücü iş ahlakının dışavurumları. Bunlar, bir yandan da ayrımcılığı teşvik ediyor, şeffaflığı ortadan kaldırıyor.

Bu konuda Microsoft MyAnalytics önemli bir örnek. Bu uygulama sayesinde işçiler, üretkenlikle esenlikleri arasında belirli bir denge tesis ediyorlar. McKinsey, dürtme uygulamalarının organizasyonun performansını artırdığını, işletmedeki güçlüklerin çözüme kavuşturulmasını kolaylaştırdığını söylüyor.

Virgin Atlantic Havayolları, yakıt tüketimini bu sayede düşürdü. Google gibi şirketler bu tekniği, çalışanlarının ve kullanıcılarının güvenliğini artırmak ve yaşam tarzına ait alışkanlıklarını iyileştirmek için kullandı. Giysiler veya makine öğrenimi platformları gibi araçlarla kişiye özel tavsiyeler sunulabiliyor. Bu noktada yapay zekâ üzerinden değerlendirilen dinamik veriler kullanılıyor. Burada bireylerin özgürce rasyonel kararlar alamayacakları varsayımı temel alınıyor. Böylece seçim yapma özgürlüğünü sınırlayan ve politik pratiğe, kişisel hayata ve iş sahasına dair ihtimalleri belirleyen dışsal kontrol pratiği meşrulaştırılıyor.

“Akıllı Şehirler”in Ufku

Skinerci toplama kamplarını tam da bu bağlamda ele almak gerekiyor. Skinner’in anlayışında birkaç bin kişinin yaşadığı, kısıtlı bir mekâna mahkûm olan, davranışçı ilkeler üzerinden biçimlendirilmiş bir cemaat esası teşkil ediyor. Bugünse tüm şehrin hatta tüm dünyanın kontrol altına alınması riski söz konusu. Akıllı şehirler, bu kontrol pratiğinin bir tezahürü. Bu şehirler, sensörlerle donatılmış, trafik, enerji, hareket ve güvenlik yönetimi için akıllı sistemlerin internet üzerinden kullanıldığı, şehirdeki akışı gerçek zamanlı olarak okuyan ve yurttaşların davranışlarını yöneten bir sistemi ifade ediyor.

Genelde bu akıllı şehirler, olumlu bir şeymiş gibi anlatılıyor. Bunların verimliliği artıracağı, çevrenin korunacağı, kolaylıkların sağlanacağı söyleniyor. Ancak öte yandan, bu şehirlerin somuttaki uygulamaları kimi önemli soruları gündeme getiriyor: şehirlerdeki hizmetler ve kurulan ilişkilerin algoritmik yönetimi insanların temel hak ve özgürlüklerine ne ölçüde saygı gösterecek? Akıllı şehirleri destekleyenler, şehrin şehir sakinlerinin ihtiyaçlarını önceden tespit ettiğini söylüyorlar. Eğer öyleyse bu şehirler, insanların ihtiyaçlarını biçimlendirecek mi, insanları sürekli gözetlenen, yurttaşı sahne pratiğine göre değerlendiren modele mahkûm edecek mi?

Ivan Illich de aynı uyarıyı yapıyordu: Biz, büyüme imkânlarını artıracak, şenlikli toplum zeminini oluşturacak, gerçek mübadeleyi besleyecek fırsatların arttığı bir bağlamda yaşamak istiyor muyuz, altından yapılmış bile olsa sürekli maniple edildiğimiz bir tür kafeste yaşamayı seçiyor muyuz? Tüm dünyayı bir Skinner Kutusu’na dönüştürecek akıllı şehir pratiği, bizim asli tercihimiz olabilir mi?

Norberto Albano
Kaynak
4 Ocak 2025

Dipnotlar:
[1] Smuts, C. (2024). “The myth of being modern: Digital machines and the loss of discovery”, Curator: The Museum Journal, 67 (1), s. 329–351. Cura.

[2] Bu yaklaşımı kutsal kabul eden bir çalışma için bkz.: Thaler, R. H., & Sunstein, C. (2009). “Nudge Improving Decisions about Health, Wealth, and Happiness”, New York Penguin.

12 Temmuz 2024

, ,

Blok Zinciri Emperyalizmi


Olivier Jutel Söyleşisi
Evgeni Morozov

 

2008-2012 arası dönemde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “İnternet Özgürlüğü” ajandasını dayatmak için gösterdiği çabaları yakından incelemiştim. Bu dönemde Amerikalı diplomatlar, Hillary Clinton öncülüğünde, bir yandan internetin meziyetlerini övüyor, bir yandan da WikiLeaks gibi çalışmalara karşı savaş yürütüyorlardı.

Bu ikiyüzlülüklerinin yanında, beni en çok da ABD devletinin sahip olduğu, o gözle görülmeyen ama epey güçlü mekanizma etkilemişti. Bu mekanizma; fonları, bağışları, ihaleleri, konferansları, atölyeleri ve pilot projeleri içeriyordu. Esasında “İnternet Özgürlüğü” denilen ajanda, salt söyleme dayalı bir proje de değildi, o, bürokrasinin üstlendiği devasa bir işti. Bu sürece Jared Cohen ve Alec Ross gibi şarlatanlar da dâhil olmuştu ama bunların önemi yoktu.

Araştırma sürecim dâhilinde ben, farklı konulara yöneldim ama bu “İnternet Özgürlüğü” denilen ajandaya yönelik ilgim devam etti. Söz konusu ajanda, Web 2.0 ve Web3 kavşaklarından geçerek bugüne geldi. Son birkaç yıldır da dışişleri bakanlığı, blok zinciri mucitlerine methiyeler içeren şarkılar söylemekle meşgul.

Uzun zamandır ABD devletinin blok zincirine dönük ilgisini ve bunun Pasifik’teki ada ülkeleriyle alakasını inceleyen, şu an Yeni Zelanda’da yaşayan Olivier Jutel, “Blok Zinciri Emperyalizmi” başlıklı oldukça ilginç bir makale kaleme aldı. Makalede Jutel, Amerikalı diplomatlarla kriptocu liberterler arasındaki ilginç ve garip ittifakları ifşa ediyor.

Son dönemde Pasifik’in kripto paraların “test edileceği yeni zemin” olduğuna ilişkin çokça laf ediliyor. Medyanın kırk yaşındaki zıpır cumhurbaşkanını kolaylıkla eleştirdiği El Salvador’daki Bitcoin deneyiminden farklı olarak Pasifik’teki projelerin birçoğunda başvurulan ve insanî yardımı vurgulayan dil, medyada epey ilgi gördü. Bu anlamda, Olivier Jutel’in olan biteni ayrıntılı ve eleştirel bir üslupla ele alan makalesini okumanın zihin açıcı bir pratik olduğunu söylemek gerekiyor.

* * *

Birçok kripto projesinin ardındaki politik niyet, aşırı liberter hayallere dayandığı için kolayca bir kenara itebilir. Lâkin hem uluslararası STK’ları, hem yardım kuruluşlarını ve kalkınma ajanslarını hem de ABD dışişleri bakanlığını radarına alan çalışma, ortaya çıkan ideolojik manzaranın çok daha karmaşık olduğunu ortaya koyuyor. Tüm bu aktörler, blok zincirleri ve bunların dönüştürme potansiyeli hakkında ne düşünüyorlar?

Son çalışmamda, blok zinciri projelerinin Fiji, Tuvalu, Vanuatu, Papua Yeni Gine gibi Pasifik’te bulunan ülkelerdeki ekonomik ve politik gelişmelerle bağlantılı muhtelif sorunlara çözüm sunacak adımlar olarak nasıl öne çıkartıldıklarını inceliyorum. Teknolojinin bu tür meselelerde önemli bir rol oynayacağı düşüncesi, yeni değil. Elimizde “Kalkınma İçin Enformasyon ve Haberleşme Teknolojileri” diye bir şey var ve bu teknolojik güç; büyük veri, cep telefonları, akıllı şehirler vs. ile bağlantılı, henüz yerine gelmemiş birçok vaatte bulunuyor.

Blok zinciri gibi ekonomik ve politik kalkınma açısından akla hayale sığmayacak şeyleri vaat etmesi yanında bu teknolojiler, aynı zamanda veri birikimi ve platform kontrolü konusunda yeni zeminler sunuyor. Ayrıca bu teknolojiler, devleti baypas eden, onun üzerinden atlayan yönetişim çözümleri sunuyor, üstelik devleti yozlaşmış ve yozlaştıran bir aracı olarak görüyor.

Bu sektörde daha öncesinde herhangi bir deneyime sahip olmayan, sahanın yenisi olan blok zinciri geliştiricileri, denemeler yapmak için bereketli bir toprak buldular, kalkınma ve yardım kuruluşlarından ciddi yardımlar aldılar, bu anlamda, mevzuattaki ve kanundaki açıklardan istifade etmekle kalmadılar, bu tür desteklerle kendilerine yol açtılar.

İşin tuhaf yanı, blok zinciri, her ne kadar devletsiz bir teknoloji olarak takdim edilse de ortada bir hükümet var ve bu hükümet de ABD hükümeti. Teknoloji kamplarına ve diğer girişimlere parayı bu hükümet akıtıyor. Burada ABD devletinin amacı, blok zincirini kalkınmayla alakalı sorunları yekten çözecek bir araca dönüştürmek. Belki blok zinciri ile disipline edilip reforma tabi tutulacağı düşünülen hükümetler, neticede muhtemelen zayıflayacak ama bu sürecin sonunda yeni kontrol biçimleri açığa çıkacak. Benim “blok zinciri emperyalizmi” adını verdiğim sürecin asli gücü ABD, üstelik kripto paralar onun egemenliğini hiçbir şekilde tehdit etmiyor.

“Blok zinciri emperyalizmi”ne bir örnek verebilir misin?

Sürecin en çarpıcı biçimde ilerlediği yerlerden biri, Papua Yeni Gine. Bu ülke, merkezi Delaware’de bulunan, Draper Üniversitesi mezunu Shane Ninai’nin sahibi olduğu Ledger Atlas şirketiyle bir mutabakat anlaşması imzaladı. 2018’de imzalanan bu anlaşmanın amacı, blok zinciri üzerine kurulu özel bir ekonomik bölge, Draper’ın bir tweet’inde de belirttiği gibi, bir “kripto bölgesi” oluşturmaktı. Şirket; göçün kontrolü, kanunların çıkartılması, pasaportların basılması ve bu bağlamda hükümetin üstleneceği birçok başka işin yürütülmesi konusunda yetkiye sahip olacaktı. Neyse ki birçok blok zinciri projesi gibi bu da başarısızlığa uğrayıp rafa kaldırıldı.

Söz konusu projede ütopik kimi hedeflerle sömürüye hizmet eden niyetler el ele ilerlemekteydi. Pasifik ülkelerinde vergi kaçırma faaliyetlerinin blok zinciri temelli insanî yardım faaliyetleriyle birlikte ilerlediğine tanık oluyoruz. Bölge genelinde Oxfam gibi büyük uluslararası aktörlere rastlıyoruz. Oxfam da kendi itibarını artırmak için kripto para ve blok zincirlerine yönelik ilgiyi ve heyecanı artırmaya çalışan kurumlardan biri. Oysa bu tür çabaların bu ülkelerdeki halklara bir hayrı yok, zarardan başka bir sonuca yol açmaları mümkün değil.

İncelediğim kripto projelerinin önemli bölümünün uygulanma imkânı bile yok. Bu projeler, altyapının büyük ölçüde iyileştirilmesine ihtiyaç duyuyor. Başarısız olmalarına rağmen söz konusu projeler, bu ülkeleri piyasaya açtıkları, tedarik zincirini kontrol ettikleri için, blok zinciri temelli kontrol mekanizmalarını allayıp pullayan dijital kimlik uygulamaları üzerinden dillendirilen övgüler dâhilinde başarılıymış gibi lanse ediliyorlar. Oysa bu mekanizmalar, Kuzey ile Güney arasındaki eşitsizlik gerçeğini temel alıyor. Blok zinciri, söz konusu eşitsizlikleri elindeki sihirli değnekle ortadan kaldırmak şöyle dursun, o eşitsizlikleri besliyor.

“Blok zinciri emperyalizmi” ile ilgili bir makale yazmaya nasıl karar verdin?

Üç yıldır Fiji’de bulunan Güney Pasifik Üniversitesi’nde çalışıyorum. Fiji’de ABD’nin sahip olduğu o yumuşak güce bizzat şahit oldum. İnternetin ideolojik bir araç olduğunu orada anladım. Gazetecilik bölümünde çalışıyordum. ABD dışişleri bakanlığı dijital gazetecilik dersleri veren, yalan haberlerle ilgili atölye çalışmaları yürüten benim gibi isimlerle ilişki kurmaya çalışıyordu. Fiji’de o internet tabanlı sivil toplum denilen şeye gözlerimle şahit oldum. Dışişleri, 2006 yılında yaşanan darbe süreci boyunca altyapısı sağlam kurulmuş bir blog dünyası meydana getirmişti.

Büyük ölçüde standart Web 2.0 üzerine kurulu bir dil devredeydi. Bol miktarda yazılım yarışmalarından, her türden çözüm odaklı numaradan bahseden konuşmaya tanıklık ediyor, örneğin, balık stokunun kurtarılmasına veya Pasifik’teki büyük çevre ve politika sorunlarından nasıl kurtulacağımıza dair etiketlere rastlıyordunuz. Sonra 2018’de ABD Büyükelçiliği’nin finanstan yargı reformuna birçok farklı alanda sorunların çözülmesinde ve yönetişim alanında blok zincirinin nasıl kullanılacağı meselesini ele alan bir teknoloji kampının tanıtımını yaptığını fark ettim.

O an bu blok zinciri denilen sahanın fazla abartıldığını düşündüm. Blok zincirini de, kripto parayı da, siber liberterleri de biliyordum. Ama blok zincirinin Pasifik için gerçek kimi çözümler sunacağı fikrine pek ısınamamıştım. Ayrıca blok zinciriyle alakalı olarak başvurulan dilin, esasen hep radikal ve liberter bir yönelim olarak kalmış olan kripto paralarla ilgili lafları normalleştirdiğini düşünüyordum.

Bu sebeple, ilgili sahaya daha geniş bir pencereden bakmaya karar verdim. Bölgede blok zinciri denemeleri yapan Oxfam gibi örgütlerin teknik raporlarını inceledim. Medyada çıkan haberlere ve konferanslara sunulan makalelere göz attım. Bölgede faal olan birçok blok zinciri geliştiricisiyle sohbet ettim. Bu isimlerin büyük bir kısmı, ülkeye dışarıdan gelmiş, belirli ilişkileri kurduktan sonra blok zinciri geliştirmiş kişilerdi. Dolayısıyla, Fijili çok fazla insanla tanışamadım.

Pek iyimser sonuçlara ulaştığımı söyleyemem. Bu projelerin büyük bir kısmı, sonuç almakla birlikte, Pasifik ülkelerinin egemenliğine ciddi zararlar vermiş. Neyse ki bunlar, genelde halkla ilişkiler aşamasında kalıp herhangi bir şirketle bağ kuramamışlar. Ama bölgede hâlen yürürlükte olan, nispeten daha uzun vadeli projeler var ve bunların beni epey endişelendirdiğini söylemeliyim.

Pasifik’te kalkınma sahasında blok zinciri teknolojilerini öne çıkartan insanlar kimler?

Ben, bunlara “çözüm odaklı sınıf” diyorum. Teknoloji sektörü, STK sektörü ve avukatlık sektörü arasında bağlar kuran birileri var. Bu insanlar, aradaki sınırları silikleştiriyorlar. ABD dışişleri bakanlığı türünden kurumlar, Pasifik ülkelerine gelince belirli uygulamaların tanıtımını yapmaktan çok, o ülke yöneticilerinin zihnine, kalkınma sahası bağlamında Silikon Vadisi’ndeki çözüm odaklı mantığı yerleştiriyorlar. Tam da Lilly Irani’nin yazdığı gibi, yazılım yarışmaları bu amaç doğrultusunda düzenleniyor. Bu mantık, sonrasında ekonomik kalkınma alanına da taşınıyor.

Bu alan dâhilinde yürütülen yazılım yarışmalarında örgütleyiciler, “Hadi gidip toplum liderlerini, geliştiricileri ve girişim kapitalistlerini kafalayalım.” diyorlar. En parlak zekâları, en iyi isimleri bir odaya dolduruyorlar. Burada esasen gayet idealist, gayet sınırlı bir dünya anlayışı söz konusu.

Peki iktidar dediğimiz şey, bu çözümlerle ilgili çabanın neresinde? Pasifik ülkeleri bağlamında karşımıza oldukça zengin ve karmaşık bir yapıya sahip yerli kültürleri, miras ve tarihsel birikim çıkıyor. Tüm bunlar, Silikon Vadisi’nin iyimserliği karşısında düzleniyor. Kalkınmaya dönük yardımlar dışarıdan geliyor. Bunlar, çoğunlukla halkla ilişkilerle ve reklamcılıkla ilgili faaliyetlere akıtılıyor.

Oxfam Laboratuvarları veya Dünya Gıda Programı’nın “açlığasonver” etiketi konusunda da benzer bir süreç işliyor. Herkes, Silikon Vadisi’nin dilini ve icraat tarzını benimsiyor, STK’lar, reklamcıların kullandıkları hızlı Powerpoint sunumlarıyla işlerini görüyorlar. Bu, bir tür kültür emperyalizminden başka bir şey değil.

2018’de Fiji’de düzenlenen Teknoloji Kampı’nda senin en çok ne dikkatini çekmişti?

Teknoloji Kampı, Hillary Clinton’ın dışişleri bakanı iken duyurduğu internet özgürlüğü ajandasının bir uzantısından başka bir şey değildi. Burada daha çok “bağlanma özgürlüğü”nden dem vuruluyordu. Bu anlamda teknoloji kampları, “sivil toplum 2.0”, yani STK faaliyetlerinin ikinci sürümü olarak teşvik edilmekteydi. Büyük ölçüde de yazılım yarışmalarından oluşuyordu.

2018’deki kampta en çok da ton balığı tedarik zinciri için geliştirilmiş blok zinciri projesi öne çıkartıldı. Bu işin arkasında TraSeables isimli bir Fijili şirket, Dünya Yaban Hayatı Fonu (WWF) ve Viant isimli yenilikçi şirket vardı. Viant sonrasında Joseph Lubin’in kurduğu blok zinciri işletmelerini bir araya getiren, Ethereum isimli kripto parasını geliştiren beş şirketten biri olan ConsenSys şirketine dâhil oldu. Blok zincirini dünyaya yayma konusunda çalışan en önemli isimlerden biri hâline gelen Lubin’e göre blok zinciri, “kolektif kapitalizm” denilen yeni ekonomi rejimine yol açabilecek yaratıcı ve yeni sorun çözme yöntemiydi. Yardım ve kalkınma kuruluşları ile birlikte çalışan Lubin, uzun süre kendince egemen bir kimliğe sahip olmakla ilgili çözüm yolları bulmak için uğraştı. ConsenSys Akademisi’ni hükümetlere, STK’lara ve teknoloji geliştiricilerine pazarlamaya çalıştı.

Ton balığı blok zinciri projesi, esasen herkesin bildiği şeyleri vaat ediyordu: sürdürülebilirlik, izlenebilirlik ve ahlaki olmayan kaynaklardan gelen ürünlerin imhası. Bu fikre göre büyük çoğunluğu yurtdışında yaşayan son kullanıcı, bir QR koduyla ürünün menşeini öğrenebilecekti. Gelgelelim bu, balıkla alakalı verilerin yakın alan iletişimi ve radyo frekansı tanımlaması kullanılarak zincire kaydedilmesi gerektiği için o kadar da kolay bir iş değildi. Ayrıca Fiji’de bu kadar karmaşık bir projenin yürürlüğe konulması için gereken altyapı bulunmamaktaydı. Yereldeki ortaklarına bu işi anlatma noktasında Viant başka bir güçlükle karşılaştı. Önerdiği çözümlerin maliyeti çok yüksekti. Bu çözüm işe yarasa bile bunun ne menem bir çözüm olduğunu soracak biri illaki çıkacaktı. Zira bu çözüm, Fijililerin fiyat araştırmasını kendi doğal kaynakları üzerinden yaptığı, küresel ton balığı ticaretindeki dengesizlikleri gidermeden, ihracat güdümlü neoliberal büyüme modelinin güçlenmesine neden olacak bir çözümdü.

Bu, herkesin bildiği bir operasyon aslında. Viant gibi bir yabancı şirket geliyor, işlem ücretleri ve komisyonlardan payına düşeni alıyor, yereldeki STK ve kimi teknoloji geliştiricileri böylelikle yenilikçi ve yaratıcı yönlerini övme imkânı buluyor, ama asıl belirleyici olan ekonomik ve ekonomik koşullara hiç dokunulmuyor, hatta bunlar daha da kötüye gidiyor. Bu, tipik bir “çözüm odaklı” girişimden başka bir şey değil.

Görebildiğimiz kadarıyla tapu sicillerinin blok zincirine konulmasıyla ilgili birçok faaliyet yürütülüyor. Üstelik bu, sadece Pasifik’te yaşanan bir şey de değil. Blok zincirinden önce tapu dağıtma işi neoliberalizme hizmet eden bir tür Truva Atı olarak görülürdü. Bugün de aynı durum mu geçerli?

Kesinlikle öyle. Dünya genelinde bu işi en fazla Küresel Blok Zinciri İş Konseyi reklam ediyor. Bu lobi grubunun arkasında ise Richard Branson var. Konsey, onun özel adasında kuruldu. Kendisi de tantanalı bir törenle Davos’a davet edildi. Toprakta mülkiyet haklarını eskiden beri savunan Hernando de Soto, konseyin kuruluşunda ve yönetim kurulunda yer almış. Burada geliştirilen fikirler propaganda faaliyetleri dâhilinde her yere yayılıyor. Ulusötesi şirket sahibi olup meselelere çözüm odaklı yaklaşan sınıfı incelemek istiyorsanız bu tür yapıları incelemeniz gerekiyor.

Örneğin Hernando de Soto, blok zincirinin Washington Konsensüsü’nü (G8 ülkelerinin kabul ettiği, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün uygulamaya koyduğu reform paketi -ç.n.) politik sloganlara daha az başvurmak suretiyle yeniden devreye sokmak için mükemmel bir fırsat olduğunu düşünüyor. 2018’de Wall Street Journal’a yazdığı “Blok Zinciri Yoksulluğu Nasıl Bitirecek?” başlıklı yazısında da benzer şeyleri dile getiriyor.

Ben çalışmamda, bahsini ettiğim Küresel Blok Zinciri İş Konseyi’nin Pasifik ülkelerindeki elçisi olan Sandra Uwantege Hart’ı incelemiştim. Birçok farklı kurumda çalışmış olan Hart, gittiği her yerde blok zincirini savunmuş. Dünya Gıda Programı gibi yerlerde çalışan Hart, Oxfam’de Engelsiz Nakit Projesi’ne öncülük etmiş. Şu an kendisi özel bir danışmanlık şirketi bünyesinde çalışıyor.

Tapu kayıtları konusunda bugün Fiji’de Asya Kalkınma Bankası bir blok zinciri projesini yürürlüğe koydu. Adanın yüzde doksanı, yerli halka ait bir şirketin elinde. Bu topraklar, on dokuzuncu yüzyılda İngilizlere ait arazi komisyoncusunun elinden alınmış. O dönemde adaya gelen haritacılar sürekli saldırıya uğramış, çünkü ada halkı, teknoloji kullanılarak yapılan bu işlemin emperyalizme hizmet ettiğini görmüş. Dolayısıyla, tüm bu toprak ortak mülkiyete alınmış. Fiji’nin egemenliği de bağımsızlığı da bu muhteşem mirasa bağlı.

Bugün tüm o neoliberal zihniyetiyle Asya Kalkınma Bankası, bu topraklara bakıp, “para kazanmak için ihtiyaç duyduğumuz o bakir topraklar burada” diyor. Bu işi de blok zinciri aracılığıyla yapmak istiyor. Fiji’de toprak mülkiyetinde şeffaflık diye bir şey yok, zaten bu, o kadar da önemli bir sorun değil. Çünkü şeffaflığın bulunmaması sayesinde toprak, mülkiyet hakkını temel alan ilişkiler dışında ele alınabilir.

Fiji’de önde gelen blok zinciri geliştiricilerinden biriyle konuştum ve planın hiçbir anlamının bulunmadığını söyledim. Normalde hükümet toprak meselesini piyasacı bir anlayış üzerinden örgütlemek istediğinde halk direnç gösterir, devletin tarihsel mirasa karışmaması gerektiğini söylerdi. Lâkin bugün böylesi bir dirençle karşılaşmıyoruz. Çünkü tüm faaliyet, blok zinciri teknolojisinin o çözüm odaklı, yenilikçi perdesi gerisinden yürütülüyor.

İngiliz-Amerikan dünyasının zihninde Pasifik’in gördüğü işlev hakkında bir şey söylemek ister misin? Birçok teknoloji milyarderinin Yeni Zelanda konusunda ellerini ovuşturduklarını biliyoruz, ama mesele bu kadar basit değil galiba.

Pasifik dünyasının önemli isimlerinden olan Teresia Teaiwa, Amerika’nın Pasifik’le yüzleşmesini gayet güzel anlatıyor. Amerikalılar için Pasifik, boşluğun ve pasifliğin hâkim olduğu, düşsel bir okyanusu ifade ediyor. Burası, tam da Robinson Crusoe’nun hayallerini gerçekleştirdiği yer olarak görülüyor. Esasen Pasifik üzerinden Batı, yerli göçebe insanları ve onların doğayla kurdukları temel bağı fetişleştiriyor. Blok zinciri gibi teknolojiler ise çoğunlukla bir tür aracı güç olarak değerlendiriliyorlar.

Tim Draper’ın Papua Yeni Gine’de yürürlüğe koyduğu projenin en kötü yönlerinden biri de blok zincirinin, yerliliği ifade eden bir metafor olarak kullanılması. Bir yandan karşımızda deniz kabuklarından yapılmış kolyeleri satan yerli halk, bir yandan da güven üzerine kurulu konsensüs algoritması duruyor. Bu anlamda, blok zincirini yerli halkın kendi kaderini tayin hakkı ile ilişkilendirmek, gerçekten utanç verici bir adım.

Pasifik, Silikon Vadisi’nin hayal gücü dâhilinde de özel bir yere sahip. Bu vadinin insanlarının büyük bir kısmı, özellikle liberter olanlar, nihai sınır olarak Kaliforniya’dan o kadar da memnun değiller. Pasifik Okyanusu’nu geçince ya dış uzaya çıkma ya Pasifik’te her şeyden kopuk bir ada meydana getirme ya da Vanuatu gibi vergi cenneti hâline gelmiş bir adaya yerleşme hayali kuruyorlar. Bu siber liberterlerin hayal güçleri de zihinleri de alabildiğine toplum karşıtı. Dolayısıyla, bu ada ülkelerini bakir ve dokunulmamış kabul ettikleri için göçebe gibi her yanı gezen isimler buralara geliyorlar.

Bu coğrafyayı inceleyip orada faaliyet yürüten insanlarla sohbet ettin. Bu insanlar, bazı projelerdeki devlet karşıtı dili, Amerikan hükümetince dayatılan merkezsiz protokollere sahip kamu kurumları ve etkisi olmayan devletle ikame eden pratikle nasıl uzlaştırabiliyorlar?

Tüm bu blok zinciri geliştiricileri, devletin dijital sözleşmenin bir sözleşme, kripto paranın bir para birimi olarak kabul görmesi için gerekli yasal izni vermesi gerektiğini, ancak bu sayede sınırı aşabildiklerini biliyorlar. Viant şirketinden Joseph Lubin gibi insanlar, bu sayede topraksızlaşmadan, devletsizleşmeden söz edebiliyorlar. ConsenSys, “askeri blok zinciri”ni bu düzlemde övebiliyor. Amerikan askerinin bu alanda olması gerektiğini söylüyor. Bu kişiler devletsizliği savunurken bir anda Terminatör filminde gördüğümüz türden, her şeyi kontrol eden yapay zekâ sistemi Skynet’i savunur konuma gelebiliyorlar.

Egemenliği kendinden kimlik, bu alanda karşımıza çıkan en önemli düstur. Joe Lubin, bu fikri dışişleri bakanlığına satarken Küresel Güney’in politik ve çevresel felâketler yüzünden hayatları mahvolmuş yoksullarına dair bir hikâye anlatıyor. Onlara diyor ki: “Tüm talihsizliklere rağmen artık devlete mecbur değilsiniz, kendi kimliğinizi yanınızda taşıyabilirsiniz, bu kimlik, blok zincirinde güven altında olacaktır. Amerika sahillerine özgürce gelebilir, böylece özgürleşebilirsiniz.”

Bence bunun tam tersi geçerli. Blok zinciri üzerine kurulu, egemenliği kendinden kimlik, askerîleşmiş devletin sosyal kredi ile ilgili risk değerlendirmelerini yapmasına imkân sağlayacak bir yol aslında. Burası, hiçbir aracı kurumla bağımızın olmadığı, ayrıca hiçbir evrensel hakka sahip olmadığımız cesur yeni dünya. Bu dünyada sadece bireylerin eylem alanları konusunda müzakereler yürütmesine izin olacak. Bu dünyada “ABD’nin gücü azalacak” diyenler, yalan söylüyorlar.

Kripto paraların anti-emperyalist olduğunu söyleyenler de saçmalıyorlar. Kübalıların ABD yaptırımlarından kurtulmak için kripto para kullandığına dair sözlerse sadece blok zincirine meraklı solcuların ilgisini çekiyor. Kripto para kullanımının doların gücünü azalttığını söyleyenler de yalan söylüyorlar.

“Blok zinciri emperyalizmi”ne bu kadar az direnç gösterilmesinin nedeni ne sence?

Dışişleri bakanlığı ve teknoloji şirketleri Pasifik’te çok güçlü. Bu güçlerini ise Pasifik ülkelerindeki yetkilileri yalanlarla ve gösterilerle kandırma becerisine borçlular. Burada Frantz Fanon’u anmak isterim. Fanon, sömürgenin teknolojiye teslim olmuş öznesinin aşağılık kompleksinden söz eder.

Blok zincirini övenler, esasen bu ülkelerin belirli aşamaların üzerinden atlayıp ilerlemesini, geleceğe uzanmasını, finans, ekonomi ve teknoloji dünyasına dâhil olmasını sağlayacağını söylüyorlar, buradan da “Bunu kim istemez?” diye soruyorlar.

Gelişmekte olan ülkelerin önemli bir kısmında devlet denilen önemli kurumun yok olduğu koşullarda bunun gerçekleşmesi mümkün değil. Bir zamanlar var olan devletler, yapısal ayarlamalar ve dış kaynaklı başka kısıtlamalar üzerinden sahneye çıkma ve güçlerini pekiştirme imkânını yitirdiler. Bize de sadece STK’lar ve blok zinciri geliştiricileri kaldı. Ben, bunlardan pek bir şey beklemiyorum.

Şunu da anlamamız gerekiyor: Fiji gibi ülkeler, sadece Çin değil, Singapur modeline de ilgi gösteriyorlar. Merkezî altyapıyı esas alan, tek bir düğmeye basılarak kapatılabilecek altyapıya bel bağlayan bu türden merkezîleşmiş toplumlar, belirli politik güçlere epey cazip geliyor.

Amerika “sivil toplum 2.0”ı, Ethereum gibi merkezsiz ve devletsiz teknolojileri tercih eden toplum formunu, böylesi bir jeopolitik bağlamda öne çıkartıyor. O, bu tür toplumların şifresinin daha kolay çözülebildiğini iyi biliyor.

Kaynak

[Olivier Jutel, Otago Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. Bu okulda haberleşme ve dijital medya dersleri veriyor. Daha öncesinde ise Fiji’de bulunan Güney Pasifik Üniversitesi’nin radyo-televizyon bölümünde gazetecilik dersleri verdi. Blok zinciri ile ilgili çalışmasını o dönemde yaptı. Çalışmada ABD dışişleri bakanlığının STK sahasında gündeme gelen teknoloji temelli çözüm odaklı yaklaşım dâhilinde oynadığı rolü inceledi. Blok zinciri ile ilgili son kaleme aldığı çalışma “Pasifik’te Blok Zinciri Emperyalizmi” başlığını taşıyor. “Blok Zinciri Temelli İnsani Yardımlar ve Kripto Para Sömürgeciliği” isimli çalışması ise yakında yayımlanacak.]

11 Temmuz 2024

Dijital Devrim Alabildiğine Muhafazakâr


Görsel tanıma algoritması, bikinili bir kadını nasıl “fahişe” olarak kategorize eder? Güneş gözlüğü takmış bir çocuğa nasıl “ezik” denilebilir? Bunlar, yapay zekâ alanında çalışan araştırmacı Prof. Kate Crawford ile sanatçı, coğrafyacı ve fotoğrafçı Trevor Crawford’un elde ettiği sonuçlar. Bu iki isim, otomatik sistemlerle ve algoritmalarla görüntü tanıma pratiğinin hikâyesiyle ilgileniyor.

Amaçları, körü körüne güvenilen bu sistemlerin dünyayı “görme” ve “kategorize etme” konusunda nasıl eğitildiklerini anlamak. “İnsanların Eğitilmesi” isimli proje, detaylı hazırlanmış bir çalışma. Projenin ulaştığı sonuç şu şekilde: Bugüne dek yapay zekâyı eğitme yöntemlerinin hiçbirisi; tarafsız, doğal veya apolitik (politika dışı) olmamıştır.”

Verilerin toplanması, kategorize edilmesi ve ölçülmesi konusunda sistematik bir eğilim söz konusu ve bu eğilim, şu türden önemli soruları gündeme getiriyor: Bu görüntülerin anlamına kim karar veriyor? Kategorileri kim tanımlıyor? Böylesi çalışmalarda kaçınılmaz olarak hangi toplumsal temsiliyetler karşımıza çıkıyor?

Kate Crawford ve Trevor Paglen, matematiksel bir model geliştirirken önyargılardan uzak olmanın imkânsızlığı üzerinde duruyor. IBM’in “temsillerin matematikleştirilmesi” ile ilgili çabasının boş bir çaba olduğu, içinden çıkılmaz sonuçlar ortaya koyduğu görüldü.

Esasında insan olan operatörlerin başka bir görsel tanıma algoritmasını, matruşka ile “Mekanik Türk” denilen satranç otomatına benzer bir yöntemle eğitmek suretiyle tercihlere ağırlık veren bir şekilde kullanmak, normatif açıdan bakıldığında, çoğunlukla kırılgan ve tehlikeli sonuçlar doğuruyor. Bu pratiğin her bir aşamasında eskinin yanlışından daha fazla yanlışa tanık olunuyor.

Kütlesel Yeniden Üretimin Silâhı Olarak Algoritma

Kendi kendisini eğitmiş bir geliştirici ve bir süre ABD Dijital İşler Dairesi için çalışmış antropolog Marianne Bellotti’ye göre, insanlar elinde daha fazla veri var diye daha iyi kararlar almıyorlar, dolayısıyla bu, yapay zekâ için neden farklı olsun ki?

Tanrıların büyük bir kayayı her sabah dağın tepesine taşıma cezası verdiği, her akşam o kayanın aşağıya yuvarlandığına şahit olan Sisifos gibi, uzmanlar da vakitlerinin yüzde seksenini veri kümelerini silmekle geçiriyorlar ve “bilgiler iyileştikçe, daha iyi sonuçların ortaya çıkmasını” umuyorlar.

Oysa enformasyon sistemleri, aslında belirli bir rasyonellikten mahrumlar. Gerçek dünyada kamusal, politik ve ekonomik kararlar, hassasiyet ve doğruluk için alınmıyorlar, ihtiyaç duyulan çabayı minimize edecek yolu bulmak amacıyla alınıyorlar. Marianne Bellotti’nin tespitiyle, “Bir durumu bütünsel anlamak, daha hızlı karar alacak aletlerden daha az istenen bir şeydir.” Dolayısıyla bir karar, her zaman sürece dâhil olan ve kendi risklerini, ortamını hesaba katan farklı aktörler arasındaki müzakerenin bir sonucunda alınacaktır. Bu, hiçbir veri örnekleminin kusursuz bir biçimde kısıtlayamayacağı bir süreçtir.

Yapay zekâ alanında yaşanan teknolojik gelişmeler, her zaman o teknolojileri kontrol edenlerin kişisel, finansal ve zihinsel zorunluluklarına ve önyargılarına tabi olacaktır. Geçmişin miras bıraktığı, bugün yüz tanıma sistemlerinin neden Microsoft, IBM veya Çinli şirket Megvii tarafından satıldığını izah eden yönelim dâhilinde bu sistemler, siyahî kadınları tanıma konusunda yetersiz kalırken, beyaz erkekler konusunda daha iyi sonuç vermektedir.

Uzmanlık alanı bilgisayar bilimleri olan Hollandalı avukat ve felsefeci Mireille Hildebrandt, yapay zekâyı “otomatik çıkarım” olarak nitelendiriyor. Bugün bize devrim diye sunulan şey, zaten var olan düşünce sistemlerinin basit bir uzantısından başka bir şey değil.

İşin Dijitalleşmesi: Yeni Bileşenler, Eski Reçeteler

Çalışma hayatı ve iş pratiği bünyesinde mevcut olan yapıların konsolide edildiği bir süreçten geçiyoruz. Üretim sürecine ait dijital aletler kodlanıyor. Pandemi döneminde günlük ortalama on milyon insanın kullandığı Zoom denilen video konferans yazılımı bunun en güzel örneği.

Gazeteci ve internet araştırmacısı Hubert Guillaud, Xavier de La Porte ile röportaj yaptı. Porte, orada Zoom’un kimi özelliklerine sadece internet ortamında toplantıyı organize eden kişinin erişebildiğini söylüyor. Bu imkân dâhilinde “ev sahibi” katılımcının mikrofonunu kapatabiliyor, ekran paylaşımına izin verebiliyor ya da yasak getirebiliyor, hatta bir kullanıcıyı toplantıdan çıkartabiliyor.

Burada da gördüğümüz üzere geçmişin hiyerarşik iktidarı, kodlar aracılığıyla geleceğin aletlerinin işleyişini biçimlendiriyor. Kapanmalar sayesinde yatay iş birliği kurma imkânı doğdu. Bu herkesi eşitleyeceği düşünülen pratik, uzun zamandır beklenen bir gelişmeydi.

2000 tarihli o ünlü makalesi “Kod Kanundur: Siberuzayda Özgürlük”te Harvard’da hukuk profesörü olarak çalışan, ayrıca kimi politik konularla ilgili olarak aktif çalışmalara katılan Lawrence Lessig, ortaya çıkan bu güce dikkat çekiyor, kamuoyunun ve resmî kurumların henüz görmediği bir gerçeğe işaret ediyor. Yüz milyonlarca insanın kullandığı bir âletin kodunu yazan bir şirket, o insanların neyi yapıp neyi yapmayacağına karar verme imkânına sahip oluyor, kontrol tümüyle o şirkette oluyor. Çünkü “kod kanundur.”

“Muhafazakârlık, bir grup insanın korunması ama kısıtlanmamasına, başkalarının kısıtlanmasına ama korunmamasına dair inançtır.” Bu doğru söz, bir forumda adını Frank Wilhoit olarak bildiğimiz bir kişinin ağzından döküldü.

Bu bağlamda teknoloji de her zaman kazananı güçlendirecek, kaybedeni zayıflatacaktır. Çalışma dünyasını robotların basacağı (“tahrif edeceği” mi demeli?) ve en vasıfsız işçilerin yerini alacağı beklentisi gerçekleşmedi (Örneğin, Japon devi SoftBank Pepper adını verdiği robotların üretiminden vazgeçti, oysa şirket, onları yaşlı nüfusa baksın diye üretecekti.) Başka bir şey oldu. O robotlar, Amazon gibi şirketlerce işçileri korkutmak için kullanıldılar. İşçiler, bilgisayar temelli kontrole kesintisiz bir biçimde tabi kılındılar.

Gazeteci, yazar ve Riding for Deliveroo [“Deliveroo İçin Motokuryelik Yapmak”] kitabının yazarı Callum Cant, bu yönetim tarzını “algoritmik yönetim” olarak adlandırıyor. Amazon ve Uber gibi şirketler çalışma sürecini dönüştürerek, onu ince ince ölçülmüş, süresi kısıtlı ufak komutlar dizisine indirgedi. Bu çalışma pratiğinde işçi her türden özgürlük alanını yitirdi, işin ne olduğuna dair anlayıştan koptu. Cant, bu durumu ellilerde ve altmışlarda Detroit’te yüzleşilen durumla kıyaslıyor. O dönemde otomobil fabrikalarının montaj bölümünde çalışan işçiler, molalarda fabrikaları dolaşıp tüm üretim hattını görebiliyorlardı. Bugün bir işçinin bu vuzuh ve bilince kavuşması imkânsız.

Bu kontrol stratejisi, uzak diyarlardan geldi ve yeni bir tarafı yok. Amerikalı mühendis Frederick Winslow Taylor’ın yirminci yüzyılın başlarında savunduğu “iş sürecinin bilimsel örgütlenmesi” fikri Taylorizmi, ardından da Fordizmi doğurdu. İşçi, kendisindeki potansiyel işgücü sebebiyle işe alındığı için o dönemde ana mesele, ondaki bu potansiyelin eksiksiz, üstelik her daim nasıl kullanılacağı idi. Bu da tabii ki o potansiyelin kontrol altına alınması meselesini gündeme getiriyordu.

Uzun zaman işçi, işini en iyi bilen kişi olarak işverenden koptuğu vakit o potansiyel de uçup gideceğinden, işçinin potansiyelinin ve ortaya koyduğu çabanın kontrol altına alınması gerekiyordu. Taylor, iş meselesi üzerine çalışmaya başladı ve işçideki bilgiyi alıp onu organize edenlerin eline teslim etti. Her türden kaçağı, gecikmeyi veya işten kaytarmayı önlemek için görevler belirlendi, iş bölümü tesis edildi.

Taylorizm ile iş sürecinin “Amazonlaştırılması” arasında kalıtsal bir bağ söz konusu. Jeff Bezos’un depolarında iş dışı geçen zaman saniye saniye ölçülüyor, Görev Yarışçısı isimli video oyunu üzerinden işçiler, birbirleriyle daha hızlı yarışmaya davet ediliyorlar.

Dijital Rantiye Sınıfı

Muhafazakâr piramidin tepesinde “korunması ama kısıtlanmaması gerekenler” oturuyor. Ekonomideki piyasa teorisinde yenilik denilen mesele, çalışanların yerini alması gerekirken gücünü yitirdi, çünkü büyük şirketler yenilik sürecini çok hızlı ilerlettiler ama bile isteye teknolojinin dağılımını yavaşlattılar. Ellerindeki devasa veri ve sermaye, onların hıza yetişememesine neden oldu.

Amazon, Apple, Facebook ve Google ilk faaliyet yürüttükleri iş sahasında güçlerine güç katıyor, imrenerek baktıkları sektörlerdeki oyuncuları büyük bir hızla yok ediyor. Sonuçta da melez canavarlar açığa çıkıyor ve bu şirketler, ABD’deki siyasetçilerin dikkatini çekiyorlar. O şirketlerle ilgili olarak çıkar çatışması yaşayan siyasetçiler, kendi yaptıkları işlerin reklamını yapmak durumunda kalıyorlar.

Kanada’da bulunan York Üniversitesi’nde profesör ve araştırmacı olarak çalışan Kean Birch ve D.T. Cochrane, belirli “ekosistemler”in oluştuğunu söylüyor. Yazarlara göre bu ekosistemlerin bekası ve büyümesi, artık inovasyon becerisine değil, rant üretme uzmanlığına bağlı. Birch ve Cochrane bu pratiği dört ana kategoriye ayırıyor:

Kapalı Rant Alanları

Bu ekosistemlerin büyük bir kısmı kapalı ki zaten bu kapalılık zorunlu. Ayfon sahiplerine Apple aplikasyonları paralı veriyor veya kullanıcı, Facebook’un Oculus denilen sanal gerçeklik kulaklığından hizmet alabilmek için kullanıcı verilerini paylaşmayı kabul ediyor.

Pozitif Piyasa Beklentileriyle Bağlantılı Rantlar

Büyük ve bilhassa kârlı olan bu şirketler, finans piyasalarından düşük faizle borç alabiliyorlar, bu da onlara büyüme süreçlerini ve dış alımlarını finanse etme imkânı sunuyor; bir yandan da pozitif beklentilerin artmasını sağlıyor.

Bağlantılı Rant

Uzun bir geçmişe sahip olmaları ve ellerinde bağlantılı cihazlarla, profesyonel yazılımlarla; sağlık, müzik gibi alanlara dair aletlerle farklı ve çok temas kurma imkânını bulundurmaları sebebiyle büyük teknoloji şirketleri, toplum konusunda gerçek zamanlı bilgiye sahipler ve bu konuda rakipsizler. Bu da onlara hesapladıkları ihtiyaçlar temelinde yeni hizmetler geliştirmelerine ve toplumun en ufak kesimine erişmelerine imkân sağlıyor.

Refleksif Rant

Yazarlar, daha önce bahsini ettiğimiz “kod kanundur” sözüne atıfta bulunuyorlar, bu bağlamda ilgili teknoloji şirketlerinin her türlü dışsal kontrolden azade hareket ettiklerini, bunun da onlara kendi ekosistemleri dâhilinde oyunun kurallarını belirleme veya esnetme imkânı sunduğunu söylüyorlar. Örneğin Facebook, uzun süre müşterilerine sunduğu reklamların gerçekteki menzili hakkında uzun zaman yalan söylerken, Amazon, kendi ürünlerine fayda sağlamak adına, kendi platformundaki arama motoruna ait algoritmaları değiştirdi.

Güç Dengesinin Terse Çevrilmesi

Algoritmalar toplumsal önyargıları en geniş ölçekte kalıcı kılıyorlar. Bu anlamda dijital Taylorizm sayesinde iş hayatı artık daha hiyerarşik. Bu da teknoloji şirketlerine büyük bir hızda rant elde etme imkânı sunuyor.

Artık giderek Neuromancer romanının yazarı, ayrıca Siberpunk akımının kurucusu William Gibson’ın bahsini ettiği, “tekno-fütürist vizyon” denilen kâbusa adım adım yaklaşıyoruz. Siberpunk, kendisini, hatta -protezlerle veya muhtelif takviyelerle- bedenini hayatın her hücresinde teknolojiye teslim etmiş bir beşeriyet resmi sunan bir edebiyat, sinema ve görsel sanatlar akımı.

Bu, aynı zamanda katmanlara ayrılmış bir dünya. Korunması ama kısıtlanmaması gereken en üsttekilerle alttakiler arasındaki mesafenin kapatılması artık imkânsız. Böylesi bir dünyada büyük şirketler hayatlarımızı tayin eden yeni politik kurumlar ve düzenleyici yapılardır. William Gibson’ın da dediği gibi, “teknolojik değişim, hiçbir şeyin değişmemesi konusunda dillendirilip durulan iyi bir bahaneden ibarettir.”

Kriz zamanlarında en cazip şey, geçmişe bağlanıp hayatı onun verdiği güvenceyle yaşamaktır. Aslen İsrailli olan Fransız yazar Eva Illouz ise “bugünü geçmişin ışığıyla aydınlatma isteğinin, kaybettiğimiz bir nesneyi, ışığın olduğu tek yer olduğu için gidip sokak lambasının altında aramaya benzediğini” söylüyor.

Bugünkü teknoloji kullanımı, ilişkileri dengelemek veya adaleti sağlamak bir yana, mevcut düzeni koruyor, onu güvence altına alıyor. Bu tespit de yönetmen ve aktör Jean-Pierre Darroussin’e ait.

İleriye doğru yürüyüş kisvesi altında teknolojik neoliberalizm, bizi mevcut toplumun donduğu bir durağanlığa sürüklüyor. O hâlde bu noktada felsefeci Barbara Stiegler ile Amerikan pragmatizminin en önemli ismi olan John Dewey’e başvurabiliriz: “Kitlelerin sanayi devriminin yarattığı, giderek kötüleşmiş bir ortama edilgen bir biçimde uyumlu kılınması”na karşı çıkan Dewey, bu fikrin karşısına, Darwinci devrimin gerçek anlamını ifade eden, “Canlılar, kendi ortamlarını fiiliyatta değiştirmek suretiyle uyum sağlarlar.” diyen fikirle çıkıyor.

Bize gerekli olan şey, geçmişe ait yapıları dondurmak değil, kolektif akla dayalı deneysel çalışmalar aracılığıyla, demokratik inisiyatifleri çoğaltmak ve “aşağıdan” başka bir müşterek gelecek yaratmaktır. Bugün teknolojik gelişim sürecinin kimi bölümlerinde, büyük teknoloji şirketlerinin bizi tabi kılmaya çalıştığı bilgideki asimetri ve bilginin müsadere edilmesi karşısında “katılımcı tasarım”ı, şeffaflığı, hatta bilginin ve verinin yeniden temellük edilmesini savunan başka bir hareket neşet etmektedir.

Matthieu Belbèze
26 Aralık 2021
Kaynak

10 Temmuz 2024

Bilgisayar Fetişizmine Karşı


Giriş

İçinde olduğumuz dönemde benim en çok nefret ettiğim hususlardan biri de insanların bilgisayarlarla kurdukları tuhaf ilişkidir. Bu makineler, hayatımız içerisinde öyle yaygınlaştı ki onları giderek insanileştirdik ve bu insanileştirme çabası, gerçekten endişe verici bir düzeye ulaştı, çünkü bu çaba, kendimize dair algımızı bir biçimde büküp aşındırıyor.

Kendisine ait tuhaf teolojisi ve eskatolojisiyle tamama eren yeni bir sahte dini akım gibi görünmeye başlanan “yapay zekâ”nın yaygınlaşmasıyla bu sözünü ettiğim eğilim, daha da tehlikeli ve sıradan bir olgu hâline geldi. İnsanlar, bugün bilgisayarlarının İsa Mesih’in ikinci zuhurunu bekleyenler gibi bilgisayarlarının “bilinçleneceği” günü bekliyorlar.

İlgili konu başlığına ciddiyetle yaklaşmanın vaktidir. Bilgisayara yönelik tavırlara artık itiraz etmek gerekiyor. Benim bu yazıyı yazmamın amacı da bu. Bilgisayar fetişizmi, günümüzde ortaya çıkmış, bilgisayarlara ruhani ya da dini anlama sahip nesnelermiş gibi muamele edilmesiyle ilgili bir eğilim. Burada yapay zekânın teknik ayrıntılarını ele almak yerine, bilgisayarlara yönelik olarak ateistlerin geliştirdikleri dini yaklaşımı eleştireceğim. Burada amacım, söz konusu yaklaşımların nihayetinde yanlış olduklarını ve materyalizmin, her şeyi madde yığınına indirgeyen görüşün anlam arayışını ortadan kaldırma çabasının bir sonucu olduğunu ortaya koymak.

Bu meselelere felsefi açıdan yaklaşılacağını söylememe bile gerek yok. Felsefeden bahsetmemin sebebi, bu bilgisayar tapınıcılarının felsefeyi hor görmeleri. Nihayetinde zihnin niteliği ve gerçeklikle nasıl ilişki kurduğu, özünde felsefi meselelerdir. Burada ne bilimsel ne de mühendislik temelli bir yaklaşım benimsenecek. Burada daha çok Platonizm ve Vedanta ile tanımlı bir bakış açısı üzerinden hareket edilecek, zira bu felsefe okulları, bahsini ettiğimiz meselelerle kapsamlı bir biçimde ilgilenmişler.

Böylesi bir girişin ardından başlayalım.

Beyin Bilgisayar Değildir

Bilgisayarlar artık hayatımızın her noktasında varlığını güçlü bir biçimde hissettiriyorlar, öyle ki bugün hepimiz kendimize dair düşünce geliştirirken ne yazık ki bilgisayar terimlerine başvurma ihtiyacı duyuyoruz. Bana göre bu olgu, önemli ölçüde zihni bilgisayarın işleyişine dair bir mecaz olarak kullanmaktan kaynaklanıyor.

Enformasyon (malumat) çağından evvel, konudan bihaber olanlar, bilgisayarların gerçekte ne yaptıklarını bilmezler, dolayısıyla, zihni bilgisayarı tarif etmek için bir tür mecaz olarak kullanırlardı. Neticede bilgisayarlar, “hafıza”sına bilgileri depoluyor, bilgileri işlediği vakit “düşünmüş” oluyor, buna benzer mecazi ifadelere başvuruluyordu.

Ama zamanla bir noktadan sonra kültürümüz, dijital yazılım ile birlikte daha da konforlu bir hâl aldı, insani psikolojinin önemi kalmadı, böylelikle, insan zihnini açıklarken bir mecaz olarak bilgisayara atıfta bulunulmaya başlandı. Buna neyin sebep olduğunu ben de tam olarak bilmiyorum ama görünüşe göre hegemonik bir fikriyat olarak materyalizm, psikoloji alanının terk edilip insani etoloji (davranış bilimleri) alanına çekilmemize neden oldu. Buna ek olarak, insanlarla vakit geçirmemeye, bilgisayarlarla insanlardan daha fazla birlikte olmaya alıştık. Bir noktada bilgisayarları kendimizden daha iyi anladığımızı düşünmeye başladık.

Böylelikle beyin, “biyolojik bilgisayar” olarak tahayyül edilmeye başlandı. Oysa bu, beyni tümüyle yanlış ve insanı hataya sürükleyecek bir şekilde anlamanın somut bir örneğiydi. Beyinle bilgisayar arasındaki farklılıkları üstünkörü incelesek bile ikisinin birbiriyle alakasının olmadığını, kıyaslama bile kabul etmeyecek iki farklı olgu olduğunu görürüz. Bilgisayarı beyinle kıyaslayanların yaklaşımının alabildiğine yüzeysel ve mecazi olduğunu, kapsamlı ve derinlikli bir fikre ulaşmamızı sağlayamayacağını görmemiz gerekiyor.

Beyinle bilgisayar arasındaki en net farklılık şu: bilgisayar, silikon tabanlı transistörler kullanırken, beyin nöronlardan oluşuyor. Bu, hiç de ufak bir farklılık değil. Transistörler ve nöronlar, niteliksel açıdan çok farklı işleyiş tarzlarına sahipler. Transistörler, statik ve değişmez. Nöronlarsa kendisini yeni koşullara uyarlayıp farklılaşabilen olgular. Kendilerini yeniden düzene sokabiliyorlar, yeni bağlantılar kurabiliyorlar, yeni yollar açabiliyorlar, hatta kendilerini yeniden üretebiliyorlar. Nöronlar, kendileri arasındaki ilişkiyi değiştiren kimyasal aktarıcılar kullanıyorlar. Oysa transistörler, böylesi bir işleve sahip değil. Ayrıca, bilgisayarları motive eden bir unsur da yok, bu anlamda bilgisayarlar, döpamin ödüllendirme sistemine de sahip değiller! Farklılık konusunda bu türden örnekler aktarılabilir.

Pratikte bu farklılık ne anlama geliyor? Transistör tabanlı sistemin yaptığı işlem türü, nöron tabanlı sistemin yaptığı işlemden tümüyle farklı. Bilgisayar ikili kodla çalışırken, beyinde böyle bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla, bir bilgisayar aritmetik işlemler yaparken sayıları ikili sisteme çeviriyor, işlemleri bu rakamlar üzerinden yapıyor. Bizse aritmetik işlemlerde ikili sayı sistemini kullanmıyoruz. Bu bize tuhaf gelen işlem yerine sembollere (2’ye 4’ten farklı bir anlam yüklüyoruz), parmaklarımızı saymak gibi görselleştirme işlemlerine başvuruyoruz ve söze döküyoruz, yani “bir, iki, üç…” diye sesli sayıyoruz. Burada temsili esas alan yaklaşıma başvuruluyor.

Bilgisayar fetişistlerinde yaygın olarak görülen kanaate göre bilgisayarlar, daha hızlı veya daha güçlü olsalar insan beynine benzeyecekler. Oysa böyle bir durum söz konusu değil. Beyinle bilgisayar arasındaki farklılıklar niceliksel değil niteliksel.

Beyin, oyun bilgisayarının kullandığı gücün-enerjinin küçük bir kısmını kullanıyor olsa da resimlendirme becerisi daha üstün, zekâsı çok yönlü ve ortama kolay uyum sağlıyor. Buradaki sorun işlem yapma becerisiyle değil, işlemin yöntemiyle ilgili. Beyniniz işleri bilgisayarınızdan daha hızlı yapmıyor, o işleri farklı yapıyor.

Tam da bu sebeple bilgisayarınız ezbere matematik işlemleri sizden daha iyi yapabiliyor ama bir matematik sorusunu analiz ederek çözüme kavuşturamıyor. Bir bilgisayar, mantık kapılarını hızla geçebiliyor ama yan sorunlara çözüm bulamıyor. Bu sebeple, beyni bilgisayarmış gibi ele alan yaklaşım tümüyle hatalı.

İnsan, “malumatları işleme tabi tutmuyor.” İnsan düşünüyor. İnsan bilgileri bir yerden çekmiyor. İnsan hatırlıyor. İnsan simüle etmiyor. O hayal kuruyor. İnsan, “güncellemeleri indirmiyor”. İnsan öğreniyor. İnsanın hafızası, kafanın içindeki veri noktalarından ibaret değil, onlar edindiğiniz, sizi siz yapan deneyimler. İnsan bir şey öğrendiğinde, o öğrendiği şey veri değil bilgidir. Peki bilginin veriden farkı ne? Burada Latince bir paragrafı ezberlemekle oradaki anlamı bilmek arasındaki farka benzer bir fark söz konusu.

Zihnin Doğası

Buraya kadar mesele, materyalist çerçeveden ele alındı. Ama burada amaç, mesele materyalist çerçeveden ele alınsa da bir bilgisayarla beynin kıyaslanması için gerekli zeminin hiçbir şekilde mevcut olmadığını göstermekti. Asıl önemli sorunlarsa zihni ele aldığımızda, zihni değerlendirmeye çalıştığımızda açığa çıkıyor. İşte bu noktada materyalizmin sınırlarının ötesine geçmemiz gerekiyor.

Zihnin ne olduğuyla ilgili tanım konusunda şu söylenebilir: Zihin, deneyimlerin meydana geldiği içsel alan veya mekândır. Bunu söylememin sebebi, zihni öznel olarak nasıl deneyimlediğimizi ortaya koymak istememdir.

Zihin akla indirgenemez, çünkü akıllı olmayan insanların da bir zihni vardır. Ayrıca zihin düşüncelere ve duygulara da indirgenemez. Zihin, bu tür şeylerin meydana geldiği yerdir. Düşünceler ve duygular zihinde oluşur, duyu organlarımız orada algılar. Bu anlayışın önemli kimi çıkarımları mevcut.

1. Zihin, maddi bir nesne değil. Zihin, maddi bir şeylerden oluşmaz, ayrıca onun muhtevası da maddi değil. Kırmızı bir top gördüğümde topun kırmızılığına ve yuvarlaklığına dair öznel deneyimimi maddi ifadelerle tarif edemem. Bu tür özellikler, şahsi algılanan özellik ve nitelik anlamında “qualia” olarak nitelendirilmiş. Ama bu yaklaşım, topu taca atmaktan başka bir şeyi ifade etmiyor.

Qualia, bilimsel kanıttan yoksun, bunlar öznel olgular. Onların nasıl veya neyden ortaya çıktığı, nelerden meydana geldiği konusunda kimsenin bir fikri yok. Ayrıca qualia’nın varlığını net olarak da bilmiyoruz. Çünkü biz onları doğrudan deneyimliyoruz. Zihinle meşgul olduğunda materyalizm, açıklama modeli olma vasfını yitiriyor ve çuvallıyor.

Demek ki bizim zihne tersten, bize uygun olarak inşa edilecek bir şeymiş gibi yaklaşmamız gerekiyor. Buradan ikinci çıkarıma ulaşıyoruz.

2. Zihin, muhtevasının veya yaptığı işlemlerin toplamı değil. Zihin, farklı ve çok sayıda deneyimi içeriyor. Mebzul miktarda eylem ve işlemi gerçekleştiriyor, ama böyle diye, tek tek veya bütün olarak bu eylemler ve işlemler zihne denk düşmüyor. Öyle olsaydı, zor sorulara çözüm bularak zihnimizin büyüklüğünü artırabilir, oldukça gürültülü bir ortamda güçlü duygulara kapılabilirdik.

Gelgelelim biz, zihni bu şekilde deneyimlemiyoruz. Bilâkis, gürültülü bir ortam bizi tümüyle ele geçiriyor. Bize hâkim oluyor.

Bu anlamda zihin, içine ne kadar çok şey koyarsanız o kadar çok genişleyen bir çuval değil. O, daha çok içine daha çok şey attıkça daha fazla dalgalanan bir göl yüzeyi gibi. Zihin, akılla alakalı içeriklerin ortaya çıktığı, akli işlemlerin yapıldığı “yer”, o içeriklerin ve işlemin kendisi değil. Buradan üçüncü çıkarıma geçebiliriz.

3. Zihin, daha fazla işlem yapmak suretiyle oluşturulabilecek bir şey değil. “Genel yapay zekâ”daki yanılgı tümüyle bununla ilgili. Burada içine yüklediğiniz her sorunu çözmek için kendi kavramlarını, fikirlerini, zihin modellerini vs. oluşturabilecek bir bilgisayar yaratmak isteniyor. Bunun için bir zihne ihtiyaç var, zira zihin, bu kavramların, fikirlerin ve modellerin ortaya çıktığı, varlık imkânı bulduğu yer. Gelgelelim, bilgisayarınızın yaptığı türden işlemlerin sayısını artırmak suretiyle bir zihin yaratamazsınız. Yaratsanız bile bu, onlarca işlemi yapan karmaşık bir yapay zekâ olacaktır ve bu da bir zihin değil, çok amaçlı bir İsviçre çakısı olacaktır.

Bazıları, zihni işletim sistemine benzetiyor ama bu, bence hatalı bir fikir. İşletim sistemleri, yazılımı ve donanımı yönetir, arka planda gerekli işlemleri yapmak suretiyle programların çalışmasını sağlar, ama zihin böyle çalışmaz. Zihin, bedeninizi yönetmez. Sindirim sisteminizi veya kalbinizi zihninizle doğrudan kontrol edemezsiniz. Beden, kendi kendine çalışır. O bir canlı olarak, hayatı idame ettirebilmek için gerekli tüm fizyolojik işlemleri kendi içinde yapar. Zihin bu işlemleri kontrol etmez, sadece onların olmasına imkân sağlar.

Deneyim edinmekle birlikte zihnin düşüncelerimiz gibi kontrol ettiği işlemler karşısında bilinçli tercihe kavuşuruz. Zihin, akli işlemlerin ve muhtevanın oluşmasını sağlar. Bu muhteva, dışsal, bedensel, bilince ve bilinçaltına dair muhteva da dâhildir. Zihin, ayrıca bu muhtevayı kendi içinde tüketir. Bu hareketiyle zihin, tüm bilinçli deneyimimizi meydana getirir.

Zihin Bilgisayar Programı Değil

Zihnin doğası konusunda buraya kadar belirttiğimiz hususlar çok soyut gelebilir, fakat zihinle yazılım arasındaki ana farklılığı belirlemek için bu hususların aktarılması gerekiyordu. Daha önce belirttiğimiz üzere, beyin dinamik ve canlı bir varlık olarak bilgisayardan farklı, bilgisayar statik ve ölü bir şey. Aynı farklılık, zihinle yazılım arasında da söz konusu.

Zihin, dış dünya ile içimizdeki bilinçli özne arasındaki deneyimsel köprüyü kuruyor. Bedenin ve hislerimizin dışındaki dünyayı iç mekânda deneyimliyoruz. Bu köprü sayesinde bilinçli özne, beden aracılığıyla dış dünyada faaliyet yürütüyor. Zihin, anestezi gibi durumlarda aktif değilken biz dış dünyanın da iç dünyanın da farkında olmayız, ayrıca bedenimizi bilinçli olarak kontrol de edemeyiz.

Oysa bir bilgisayar programı kendi içinde deneyimsel bir bileşene sahip değil. Zihin eylemdeki özneye içeriden yönelirken, bilgisayar kullanıcısına dışarıdan yöneliyor. Bilgisayar iç dünyaya sahip değil, bu nedenle yaptığı her şey dışsallaştırmadan ibaret.

Bilinçle ilgili bir tarafı var bu söylediklerimizin. Ayrıca işlev meselesiyle de alakalı. İnsanlar bilgisayar yapıyor, bilgisayar programları yazıyorlar. Bilgisayar, tümüyle kendi işlemlerinin bazılarını dışa ait kılmaya çalışan insan zihninin bir ürünü. Başka bir ifadeyle, bir bilgisayar programı insandaki zihinsel süreçler gibi işlemiyor, bu zihinsel işlemleri kavramsallaştıran insan zihninin ta kendisi. Bilgisayarlar zihinsel işlemler yapamıyorlar, insan zihnine anlamlı gelecek yollardan bu zihinsel işlemleri taklit ediyorlar, böylece zihnin yaptığı bazı işlemleri dış bir unsura yaptırmasına imkân sağlıyor.

Dolayısıyla, zihin bilgisayardaki yazılımdan farklı olduğu gibi beyin de bilgisayardaki donanımdan farklı. Bunlar, tümüyle farklı yollardan, farklı gerekçelere bağlı olarak çalışan tümüyle farklı varlıklar.

Bu farklılığın önemli bir sonucu olarak bilgisayar, insan zihninin kavramsallaştırmadığı bir şeyi hiçbir şekilde yapamıyor. Zihnin içerisinde gerçekleşen ve zihnin kendisine kapalı olan her türden işlem bilgisayar kullanılarak simüle edilemez. Bu da bizi diğer bir önemli meseleye getiriyor.

Bilinçlilik Meselesi

Bir bilgisayar bilinçli olabilir mi? Bilinç, madem ki zihne kapalı, o vakit bilinç, bir bilgisayar kullanılarak simüle edilemez. Bir şey kavramsallaştırılamıyor, nesneleştirilemiyor ve dışsallaştırılamıyorsa o vakit o şeyi yapacak bir bilgisayar programı oluşturamayız, çünkü bilgisayar programları, insan zihninin dışsallaştırılması, dışa dökülmesi pratiğidir. Peki bilinç nesneleştirilebilir mi? Asıl mesele de bu galiba.

Bu soruya cevap verebilmek için bizim önce bilinci anlamamız gerekiyor. Bu iş öyle göründüğü kadar kolay değil. Bilinçli olmanın nasıl bir şey olduğunu hepimiz biliyoruz ama bilincin şeylerin neye benzediklerini bilmek olduğunu kaç kişi biliyor? Farklı bir ifadeyle, bilinç, eşyanın öznel olarak farkında olunmasıyla ilgili faaliyetin ta kendisidir. Zihin, deneyim alanıysa bilinç de deneyimleyendir. Nesneler dünyasında bilinç, öznedir. O, gerçek Ben’dir.

Bu sebeple bilinci bir bilgisayar simüle edemez, çünkü hâlen daha özne kaldığı sürece bir özneyi nesneleştirmek imkânsızdır. Burada neyi kastediyorum? Size kim olduğunuzu sorduğumu varsayalım. Bu soruya cevap verebilmeniz için sizin kendinize dair bir anlayış oluşturmanız, ardından da benimle iletişim kurmanız gerek. Bu durumda aramızda şöylesi bir sohbet gerçekleşir:

- Siz kimsiniz?

- “Ben John.”

- Hayır, o sizin isminiz. Siz kimsiniz?

- “Şey, ben Amerikalı bir adamım.”

- Hayır, o sizin cinsiyetiniz ve milliyetiniz. Siz kimsiniz?

- “Doktorluk yapıyorum…”

- O da sizin mesleğiniz. Siz kimsiniz?

“Valla ben…”

Verdiğim örnekte siz, bir nesneye işaret edip “işte bu benim” diyorsunuz. Oysa bu nesnelerin hiçbirisi gerçekte siz değilsiniz. Soruma bu şekilde cevap vererek işaret edebileceğiniz başka nesnenin kalmadığı bir yere ulaşıyorsunuz. Kelimeler tükeniyor, artık bir şeye işaret edemediğiniz bir eşiğe gelip dayanıyorsunuz. İşte bu sizin öznelliğiniz, bilinciniz, kendinizle ilişkili gördüğünüz tüm bu şeyleri ilk elden deneyimleyen deneyimleyicisiniz.

Bu özne, deneyimle sınırlı. Bir adım geri çekilip o özneyi bir nesne gibi deneyimleyemezsiniz. Bunu ne vakit yapsanız bir şeyi kaçırırsınız, çünkü özne, deneyimlenen değil deneyimleyen bir şey. Bu özneyi dışarıdan izlemek imkânsız olduğu için bir bilgisayar da onu kavrayamayacağı için simüle edemez.

Bir bilgisayar bu sebeple asla bilinçli kılınamaz.

Bu kimilerine soyut bir tartışmaymış gibi gelebilir, ama aslında burada söylediklerim yapay zekâ ile ilgili temel sorunlardan birinin, yani bilinç meselesinin merkezinde duran bir husustur. Bu mesele, temelde şu soruyla ilgilidir: Madde, öznel deneyime nasıl yol açıyor? Bu soruya verilecek cevap kimseyi şaşırtmamalı: yol açmıyor.

Autistocrates
18 Şubat 2024
Kaynak