25 Temmuz 2013

,

Teşhir


Halkın devleti, iktidarı, zorbalığı, talanı, yalanı ve hükümeti teşhir ettiği günlerde sol öznelere sadece kendisini teşhir etmek kalmıştır. Halkın öncülük ettiği direniş duvara çarpıp döndüğünde, halk da geri dönmüş, sol bu noktada, doğalında, halkın önünde konumlanmış, bir yanılsamaya kapılarak, halkın öncüsü olduğu zehabına kapılmıştır. Bugün direnişin rahlesi önünde diz çökene rastlanmıyor.

Bir yerde örneğin “LGBT’ler kendilerini gösteremiyorlar” diye onların faaliyetini destekleyen solcu, aslında kendi niyetini ifşa ediyor. Bu solcu, bugün faaliyetini kendisini teşhir etmeye indirgemiş olduğunu söylüyor. Zaten bu yüzden toplumda kendisini gösteremeyenlerle ortak iş yapılıyor, onlarla yan yana duruluyor. Aynı boncuklar aynı ipe diziliyor. Bu tespihin imamesinin liberalizm olduğu kesindir.

Doğu Perinçek’in Tayyip ağzıyla konuşup sürece müdahale etmesi de başka bir tespihin dizildiğini ortaya koyuyor. Aynı şekilde, “direniş alanlarına neden gelmiyorsunuz?” sorusuna “biz devrimci-demokratlarla, marjinallerle yan yana görünmek istemiyoruz” diyen bir TKP’li de aynı tespihin boncuğudur. Tespihin imamesi ise devlet ideolojisi ve milliyetçiliktir.

Göz, aklın ve yüreğin yerini almıştır. Gaz kapsüllerinden gözlerini kaybedenlere birileri göz olabileceğini zannediyor. Önerdikleri başka bir şey yok. Bu göz ise sadece gösterme ve teşhirle ilgileniyor. Bunca teşhirin içinde teşhise ve teşhir etme çabasına yer kalmıyor.

Devleti ve burjuvaziyi teşhir etme görevi, teşhissiz pratiğin sonucu olarak, boşa düşüyor. Halkın bizzat teşhir ettiği, açığa vurduğu düşman, sol kovuklara sığınıyor.

Çoğulculuk ya da particilik edebiyatı bu türden kovuklardır. Demokrasicilik ve liberalizm tespihi de devlet ve milliyetçilik tespihi de başka hayat kavgası veren kitleleri uyutmak içindir.

Emevi döneminde caminin içine giren halkın kavgasını susturmak amacıyla dayatılmış tespih, bugün solun elindedir. Bu kadar teşhircilik yapılmasının nedeni de buradadır. Birileri gözlerini kör edip kavgaya girmiş kitlelere “açın gözlerinizi, bize bakın, bizi izleyin” demektedir. Direnişin dalgaları şiddetlenmiş, sola da bu şiddeti silip suyu kendi dingin havuzlarına akıtmak düşmüştür. Sınıfsal hareketin dalgaları şiddetle burjuvazinin surlarını döverken, solun tek yaptığı, o şiddeti çalacak sendikalar kurmaktır. Bu, tüm önceden miras alınan veya sonradan el konulan kurumlar için geçerlidir. Şiddet, o dalganın ruhudur aynı zamanda. Mahremiyetin silindiği yer, tam da o şiddetin ortadan kaldırıldığı yerdir. Sol, sadece içi geçmiş işçilere, Kürd’e, gence, Aleviye ve kadına ihtiyaç duymaktır.

“Bir yandan da alternatif iftar organizasyonları düzenleniyor. Bir kere, iki kere tamam. Ancak eleştirilen görgüsüzlüğün ve ikiyüzlülüğün bir parçası olunuyor ne yazık ki.” diyebiliyor sadece, gördüğüne iman eden Kemal Okuyan. Devamında da eyleme Türk bayrağı getirenlerin dışlanmaması gerektiğini söylüyor. Yani birilerine “sen orucunla gelme”, başkalarına da “bayrak getirebilirsin” deniliyor.

Çünkü oruç gözün gerisine, bayrak önüne aittir. Oruçtaki tarihsel şiddeti bu solcunun havsalası almıyor, ama devletin şiddetsiz, renksiz kıldığı bayrak, onun gözüne hoş görünüyor. Bir ülkenin komünist partisi ülkesinin bayrağına, savaşmadan, kan dökmeden, şiddetten kaçarak, o bayrağın özündeki şiddetin silindiği momentte sahip çıkabiliyor.

Bir caminin duvarına asılan, “bugünkü iftar bilmem ne şirketi tarafından verilmektedir” yazılı pankartla “bayrak gelsin” diyen arasında bir fark yoktur. Bir Hadis’te denildiği üzre, “sol elin verdiğini sağ el bilmesin” sözü ve o sözün sahibi camiden kovulmuştur. Mitinglere bayrak getirenlerse bayrakları bayrak yapanı o mitinglere asla sokmamaya yemin etmiştir.

TKP’nin direniş süresince sadece bayrak sallamakla yetinmesinin nedeni buradadır. 1 Mayıs’taki kepazelikten sonra sırf sol içine güzel bir mesaj vermek için, devletle anlaşmalı olduğuna ilişkin kokuların yükseldiği, Taksim’e yönelik Deniz Gezmiş çıkarması yapması, bu teşhircilikle ilgilidir. “İşçi sınıfı orta sınıflaştı” deyip direnişi orta sınıfa hapsetmek ve ona gene kamuculuk, aydınlanmacılık gibi burjuva kavramlarla seslenmek, bu partinin bugünkü alamet-i farikasıdır.

Bu kadar teşhirciliğin devleti ve burjuvaziyi teşhir etme görevini savsaklaması kaçınılmazdır. Sol, devletin ve burjuvazinin saldırıları sonucu kendisini güncelleme imkânı buluyor. Devletin ve burjuvazinin teşhirinin öncelikle sol içinden başlaması zorunludur.

Camiden kovulansa Muhammed’dir. Katıldığı şura toplantısına gelen bir kişinin şuradaki insanları şöyle bir süzdükten sonra sorduğu sorunun bugün anlaşılması mümkün değildir: “Hanginiz Muhammed?” Görselliğin ve gözün tahakkümü altında camileri büyütmekle, şehrin bir diğer ucundan görülebilecek büyük yapılar inşa etmekle göze hitap eden, cüsseli politik yapılar kurmak yan yanadır. Buralarda ister istemez birileri kendilerini peygamber, hatta Allah zannedecektir. Ayak oyunlarının, kirli pazarlıkların, kafa-kol hesaplarının, teslimiyete dönük güzellemelerin, “iş yapıyoruz” deyip işçileşmeme hâllerinin ortalığı kapladığı koşullarda bu yaşanan deprem kendi üçkâğıtçı müteahhitlerini yetiştirecektir.

Bugün Facebook âleminde, “sevgilimle öpüşmeme tepki gösteren garsonları kınıyorum” mesajları atan eşcinsellere rastlanıyor. Bazı solcular da “evet ama onların da kendilerini görünür kılmaya hakları var” diyorlar. Kimse aşkın mahremiyetinden bahsetmiyor. Solcular, aile denilen kurumu dağıtacağı hesabıyla eşcinselliği destekliyorlar. Onlar sokak ortasında ölüyor, bir tek solcu bile onların yanında olmuyor, ama iş onları istismar etmeye gelince, kimi solcular yarış içine giriyorlar.

TKP de “Gökkuşağının Kızılı” çıkışı ile bu yarışa katılma kararı almıştır. Teşhir etme görevi unutuldukça ve bu görevin emirleri yerine getirilmedikçe, teşhircilik başat hâle geliyor. Teşhir, halkın önüne çıkmaktır ve bu sol özneler, halkın önüne güzel kıyafetleriyle çıkmaya çalışıyorlar. Bu anlamda “kral çıplak” müdahalesi, bu noktada, devrimci bir müdahaledir.

Feminizm ve LGBT bahsinde solun istismar siyaseti ondaki liberalizmle ilgilidir. Mesele, kadın ya da translar değil, bireyin burjuva özgürlüğüne kavuşmasıdır. Bu talimat burjuvaziye aittir, başkasına değil. Mazlumların ve sömürülenlerin devletin saldırısı karşısında burjuvazinin eteğine yapışmasına mani olmak aslî görevdir.

Solun aileye yönelik düşmanlığı da bu liberalizmle ilgilidir. Oysa aileyi yok eden, onu en fazla, basit bir tüketim öznesine dönüştüren, kapitalizmdir. Bugün çocukların babasına çıkışma hakkına özgürlükçülük şahsında sevinenler, o çıkışmanın babanın daha fazla tüketmesine dönük bir emir dâhilinde gerçekleştiğini görmelidir. Kadın ve erkek arasındaki aşkın mahremiyetten kurtarılması görevi ile sol, aşk dâhil, tüm kolektif pratiklerin düşmanı olarak yeniden örgütlenmektedir.

Sol liberalizmin kimlik siyaseti sömürülenleri ve mazlumları “kimlik” hücrelerine hapsetmek, kimlikleri izole etmek ve ortalığı sahte bir cennete çevirmek amacını güder. Dolayısıyla bu sol, kimlik olarak işçiye “işçi olma”, Kürd’e “Kürd olma”, kadına “kadın olma”, erkeğe “erkek olma”, Ermeni’ye “Ermeni olma” emrini vermekten başka bir şey yapmaz. Soyut bireylerin güdülmesi daha kolaydır.

Agos’ta yazılan bir yazıda bu birey eksenli ezilencilik şu şekilde eleştiriliyor: bir toplantıda birkaç kadın, Ermeni yazarla tanışır ve “öyle mi, biz Ermenileri çok severiz” diyerek onunla fotoğraf çektirir. Agos yazarı, bu olay karşısında kendisinin Afrika’dan getirilmiş, nadir bulunan ve İstanbul sokaklarında gezdirilen bir “hayvan” gibi hisseder. Duruma tepkisini, “bu ülkede ne kadar da az kalmışız” deyip ağlayarak gösterir.

Sol, düzene tehdit olan her türlü unsuru kuşatıp absorbe eden bir antikor işlevi görmektedir. Halkın, ezilenlerin ve işçi sınıfının lime lime edilmesi, onun asli görevidir. Bu operasyon, halkçılık, ezilencilik ve işçicilik başlıkları altında da gerçekleştirilebilir. Tüm bunlar, gene birey edebiyatı üzerinden, bir tür “devrimciciliği” doğalında üretecektir. Devrimcicilik, “kimse devrimci olmasın” demektir.

Bugün direniş sürecinde kitleler sokak sokak savaşırken, kenardan izleyip ileride bayrağını daha büyük, internet dostlarını daha çok, kendisini daha iri gösterecek av peşinde olan şey, soldur. Bu solla dövüşmemek, o savaşanlara, düşenlere, düşenleri bayrak yapıp ileri fırlayanlara ihanettir.

Feminizmi eleştirmek kadına karşı olmak demek olmadığı gibi, devrimciciliği eleştirmek de devrimciye karşı olmak demek değildir. Gördüklerine iman edenlerin anlamayacağı şey budur.

Başkaldırı, bir yanıyla hayatın basit olması ve o hayatın herkesle ve herkesçe yaşanabilmesi muradıyla ilgilidir. Solun karmaşık, benmerkezci ve başkasını görmeyen pratiği bu başkaldırıyı dağıtacaktır. Direniş sürecinin liberalizm ve milliyetçilik arasında çekiştirilmesi sonuçsuzdur. Zira liberalizm ve milliyetçilik sadece kendisini görenlerin doğal tepkileridir. Biri burjuvazi diğeri devlet denilen aynasına bakıp duracaktır. Devrimcilerin baktığı yerse mücadelenin hakikatidir.

Eren Balkır
24 Temmuz 2013

15 Temmuz 2013

,

İdrak


Bir meselenin en dip noktasına vakıf olma meselesi, idrak. Dereke de aynı kökten ve “merdivenin en alt basamağı” anlamına sahip.

“Her şeyi ben başlatırım, ben bitiririm” deyip duran küçük burjuva öznelerin başlangıcı, dibi, çıkışı anlamaları mümkün değil. Onların elinde bu anlama ve eyleme pratiği de geçersiz. Zira onlar, başlangıcı kendilerine kapatıyorlar ve onu sadece kendilerinin kavrayabileceğini iddia ediyorlar. Böylelikle başkalarını –o da kerhen- kendilerine benzemeye mecbur ediyorlar. Yani başlangıca ipotek ve hüküm konduğu vakit son da ele geçirilmiş oluyor. Sona dair bir şey yapmak isteyen, başlangıcın sahibinden icazet almak zorunda kalıyor. Aradaki pratik de giderek daraltılıyor. Ortada herkesin eşit ve âdil bir pratik olarak omuz vermesi gerektiği iş, anlamsızlaşıyor. Merdivenin en alt basamağı kendisi(nin) olduğundan, çıkışın kendisini ve diğer basamakları anlamak da geçersizleşiyor.

Bu yaklaşımın soldaki tezahürü bizzat kendisidir. Sol, liberal ya da muhafazakâr, bilcümle burjuva siyasetin adıdır. Burada mülkiyet ve rekabetin öne çıkartılmasına ilişkin, basit bir çekişmeden başka bir şey yoktur. İdrak yolları tıkalıdır, birlikte yürünecek yollar da. Teoride ve pratikte her şey ya mülk edinmenin ya da rekabet etmenin yansımalarıdır. İşte ortaklaşma ve işin ortaklaştırılması türünden proleter vurgular, çocuksu, romantik, boş ve değersiz kabul edilip kenara itilir. Ortalığı artık “yoldaş” sözcüğünü arkaik bulup eleştiren solcular kaplamıştır.

“Komünistlerin birliği benim, o benim işte” diyenle, “devrimci özne inşa ediyorum, işte o da benim” cümlelerinin sahipleri, aynı bağın bağbanıdır. İlki, bir zamanlar hasbelkader içinde yer aldığı kitlesel başkaldırıya, 15-16 Haziran İşçi Ayaklanması’na ipotek koyar, mülk edinir, diğeri ise özünde hâlâ “kitlesini arayan ama bulamayan parti”dir. 15-16 Haziran Direnişi o öznede ölmüştür oysa, “partisini arayan kitle” ise ikinci öznenin altındaki toprağı kaydırmıştır. Her ikisi de kendi gölgesine tutunmaktan başka bir şey yapmamaktadır.

İlk örnek, Sırrı Öztürk’tür. İmalı salvolarla bize de tariz oklarını fırlatan Sırrı Hoca, sadece kendisini proleter, başkalarını küçük burjuva kaleminden sayan, eleştiri çıkını öz itibarıyla epey sığ ama şekil olarak zengin bir solcudur. Sırrı Hoca, biraz da 15-16 Haziran direnişini boşa düşürecek kaygısıyla son Haziran Direnişi’ne saldırmaktadır. Uzun zaman yazılarına olmayan bir “15-16 Haziran Kadroları” imzası atan Hoca, bugün komünist hareketimizin zaaflarına ait ve dair bir delil gibidir. Kişisel pratiğine saygı ve reverans ile birlikte söylenmelidir ki o, ilk Haziran direnişinin geriye çekilme momentine aittir maalesef. İlkinin geriye çekilme momenti bir yayınevi pratiğinde karşılığını bulmuşsa, ikinci Haziran direnişinin geriye çekilme momenti de kendisini yaşam alancılık ve internet ağında ele vermektedir.

Evet, ikinci örnek Fraksiyonistlerdir. İnternet âleminden devrimci özne inşa eden bu çevre Alman RAF’ına şeklî, edebî bir gönderme dâhilinde, bugün kendi “inşa” pratiğini her şeyin başı ve sonu olarak tayin etmiş gibi görünmektedir. Bu kadar öznelliğin ahlâkî ve hukukî zaafa düşmesi elbette ki kaçınılmazdır. Zira o, kendisinin ahlâkı ve hukuku dışında bir ahlâk ve hukuk asla tanımamaktadır. Tam da bu nedenle devrimci pratiğe dönük eleştirilerimiz üzerinden, arkasına saklandığı devrimci örgütü ve diğer devrimcileri bize karşı kışkırtma gayreti içine girişmiştir. Sorun da polemik de buradadır: kendisine yönelik eleştiriyi “bakın ey devrimciler, sizin şanlı tarihinize küfrediyorlar” diye karşılamak ciddi bir öznel zaaftır. Oysa asıl küfür, “ben devrimci özne inşa ediyorum” demektedir. Çünkü bu söz, “bugün ülkede devrimci özne yoktur”dan başka bir anlama gelmez. O arkasına sığındıkları devrimci örgüt ve örgütlere küfreden, onları örtbas eden, aslolarak bu sözün ve eylemin kendisidir. Tıpkı herkese hakaret edip kendisine laf söylendiğinde “ben Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım, bana laf söyleyemezsiniz” diyen Tayyip Erdoğan gibi, başkalarını, eleştirinin kendisini çapulcu ya da marjinal ilân etmek, çıkışsızdır.

Bu öznel kapatma işlemi Soruncularda da mevcuttur. Onlar da “Devrimci hareketin en ileri unsurlarını “Devrimci Oturum” yapmaya zorlamak ve sonuçlarına katlanmaya ikna etmek gerekiyor.” demektedir. Oturumun başına “devrimci” sıfatını koyduğumuzda o işin devrimci olacağının bir garantisi yoktur. Oturma eylemi, Soruncuların postunun önünde gerçekleşmek zorundadır, başka bir yerde değil. Oturumu da aslen “devrimci” kılacak olan da budur zaten. Eylemsiz, maddesiz ve diyalektiksiz bir tasavvur söz konusudur burada. Direnişin eylemi, maddesi ve diyalektiği bu oturum salonunun eşiğinden bile geçemeyecektir.

Sırrı Hoca imalı ifadelerle tıpkı Fraksiyonistler gibi, bizim Redhack, Çarşı ve Antikapitalist Müslümanlara ilişkin tespitimizi eleştirmekte ama öte yandan da “Muhalif Hasan” kimliği ile her olay ve olguyu acımasızca eleştirenler ise devrimci halk hareketlerini ya anlamamıştır ya da bilerek/bilmeyerek (fark etmiyor) devrimci harekete zarar vermiştir.” deyip bahsini ettiği “muhalif Hasan” konumuna düşmektedir. Bizim değil, direnişin öne çıkardığı üç unsuru Sırrı Hoca ya devrimci halk hareketi içinde görmemektedir ya da bunlara eklemlenmeyi zûl addetmektedir. Bizse basit anlamda şu iddiadayız: bugün komünist parti yoktur ama bugün bu üç unsur dağınık da olsa partinin bugünde yapması gereken işlerin önemli bir kısmını ifa etmektedir. Bu tespit tabii ki Fraksiyonistler ve Soruncular gibi ultra öznecilerin tüylerini diken diken etmektedir. Bu tespit, ne üç unsuru (ultra öznelcilerin herkesi kendileri gibi zannetmeleri üzerinden) kendimize kapatma istemini ne de onların verili hâllerine biat etmişliği ifade eder. Geri çekilme momentinde ileriye çıkışın, hurucun imkânlarını direnişin diyalektiğinde ve maddesinde aramaktır dert.

Bir yerde ne kadar çok komisyon, atölye varsa, orada hiçbir iş yapılmak istenmiyor demektir. En fazla, birileri kendi kimlikleri, benlikleri, çıkarları için ortada olan direnişi, eylemi, şehidleri, kazanımları istismar ediyorlardır. Bu da “ben başlatırım, ben bitiririm”ciliğin bir yansımasıdır. Bu pratiğin özneleri asla müdrik değildir. Yani sürecin en dibini kavramak istememektedirler. Lenin’in ifadesiyle, dip akıntılarla değil, yüzeydeki köpüklerle ilgilidirler.

Bugün örgütler, esasen bu direniş sürecinde birer alt komisyon ve atölye derekesine düşmüşlerdir. Bu hariçten değil, içeriden, meselenin şahdamarından yapılan bir eleştiridir. Söz konusu tespit, “örgütler hep öyleydi” gibi bir anlamı içermez. Ama direnişin gücü örgütleri bu düzeye düşürmüştür. Bu türden tespitler de hâlâ örgütlülük içre düşünmenin ürünüdür ve direnişin geri çekilme momentine yönelik birer müdahaledir. Basit bir pankart hazırlama ya da bildiri dağıtım işini onlarca atölyeye havale etmek, bireyleri küstürmeyeyim diye birey üzerinden (geri çekilmeye ait) hareketi inşa etmek, bir aydır sokak sokak direnen kolektif ruhu kapı dışarı edecektir. Yani yüzlerce kişiyle bildiri dağıtımı yapmak varken, bu atölyeci, Hollanda tedrisatından feyz alanların pratiği bu işi bir iki kişiye havale edecek ve onlar da tatile çıktığından basit bir bildiri dağıtımı işi bile yapılamayacaktır. Esasen buradaki hamle kastîdir, zira birileri geri çekilme momentinde ileriye dönük hiçbir iş yaptırmamak derdindedir. En devrimci olan bile bu süreçte likide olacak, bireysel hazlarının peşinde koşmayı siyaset zannedecektir. Bu tür oluşumlarda söz konusu bireyciliğin baskın hâle gelmesi kolektif mücadelenin öldüğüne ilişkin bir emaredir. Bu söylendiğinde “birey tanrısı”na tapan yobazların saldırısına uğramak elbette ki kaçınılmazdır.

Yayınevi pratiği de internet ağına adam düşürmek de benmerkezci bir pratiktir. Bu direniş, soyut ya da somut, halkın kendi evlatlarını kapatıldıkları yerden kurtarma girişimidir de. Bu kadar benmerkezcilik, ortak iş yapmayı bilmeyecektir. Kendisini devrimci örgüt zannedip, direnişin doğrudan öznesi olan kitlelere ve devrimci örgütlere ait duvarlara yazılamalar yapmayı matah bir şey zannedecektir. Bu direniş, kendisinin sırtına basıp yükselmeyi, buralardan rant elde etmeyi, ellerini ovuşturup dükkân büyütmeyi düşünenleri toza dumana beleyecek bir kuvvete sahiptir. Direnişin içinde ve ondan alınan coşku ile yazılanları kişisel haznelere kapatmak ve kişiselleştirmek, ne direnişe ne de mücadelenin öznelerine katkı getirecektir. “Anlatılan, hepimizin hikâyesidir.”

Bu bapta, “Direniş süreci üç pratiği kendiliğinden öne çıkarmıştır: Redhack, Çarşı ve Antikapitalist Müslümanlar. Bu, direnişin ilk temel dersini özetler aslında. Halk teslim alınamayan, çözülemeyen, meşru bir illegalite talep etmektedir. Redhack bunun imgesidir. Halk, “bize 100 gaz maskesi verin, Taksim’i alalım” diyebilen ve asla diz çökmeyen bir vurucu güç istemektedir. Çarşı’nın çağrıştırdığı budur. Halk, yüreği kendisinden yana atan bir yürek, onun derdiyle yanan bir vicdanı çağırmaktadır. Antikapitalist Müslümanlar tam da bu yüreğin ve vicdanın yansımasıdır. Bu üç pratiğe göre kendisini yıkıp kurmayan bir solun ağzındaki yaşam edebiyatı düşmanın öldürme pratiğine aittir.” (Fenafillah) cümlelerini idraksiz karşılayanların yüzeyden topladıkları köpükleri dağıtmak zorunludur.

Zira bu cümlelere dönük alerjileriyle Fraksiyonistler ve Soruncular, Redhack’i, Çarşı’yı ve Antikapitalist Müslümanları anlama derdinde olmadıklarını ifşa ediyorlar. O kadar öznelciler ki kendi öznelliklerinden başka öznellik tanımıyorlar. Bu kadar öznelcilikse, nesnelliğe teslim olmaktan başka bir şeyi ifade etmiyor.

Yukarıdaki tespitte halkın kolektif direnişi içerisinde öne çıkmış üç unsurun hatırlattıkları ve öğrettikleri hakikate işaret ediliyor. Burada basit anlamda bir kitle kuyrukçuluğu ya da onlara körü körüne bir teslimiyet yok. Üstelik belirli bir momentte bu da yapılabilir. İleriye dönük olarak, geri çekilme momenti içinde, devrimci bir idrak gayreti içine giriliyor ve halkın kurtuluş davasını göğüsleyebilecek niteliğe sıçrayabilmek için muhayyel ve müstakbel komünist partinin muhtaç olduğu temel bazı dayanaklara söz konusu üç unsur üzerinden işaret edilmiş oluyor. Halk düşmanı olup, halkın pratiğinden hiçbir şey öğrenmemeye ahdetmiş olanların anlamak istemediği de bu.

Bizim RSDİP’imiz, Marx gibi I. Enternasyonalimiz ya da kominternimiz yok. Eksik olan bunlardır. Bunlar olmadan her özne ezbere ve puta dönüşür. Ancak öte yandan da muhayyile olarak bunlar vardır. Yani devrimci özne inşa ettiğini söylemek ve “bu ülkede devrimci özne yok” demek anlamsızdır. Çünkü bu yaklaşım liberal burjuva bir yaklaşımdır ve özünde sömürü-burjuvazi-rekabet zincirine bağlanır. Bu lafı eden kişi her şeyi sömürecek, her şeye sahip olup yönetecek ve kendi özneliğini başkalarıyla rekabet ettirecektir. Bu özne, ister istemez etrafında kendisiyle rekabet ettiğini düşündüğü özneler görecektir. Böylesi bir öznelik dağıtıcıdır, tasfiyecidir, zorunlu olarak.

Bizim komünist partimiz yoktur. Komünist parti oluşacaktır. Onun oluşumu geleceğin devriminin önhabercisi olacaktır. Bu, elbette ki “bugün komünist parti yok” demektir. Ama “bugün komünist parti yok” demek, var olan örgütleri bugünde söz konusu komünist partinin işbölümü, disiplin ve hiyerarşisi dâhilinde, tüm birikimleri ve pratikleriyle kabul etmeyi öngörür. Bu ise sömürü-burjuvazi-rekabet ile zulüm-devlet-mülkiyet zincirlerini sol ve genel siyaset içinde paramparça edecektir.

Bu ülkede sol özneler, devletin ve burjuvazinin şiddeti sonucu en geriyi kabul eder hâle gelmiştir. Ekim Devrimi ve daha birçok devrim silinmiş, herkes bir biçimde Fransız Devrimi’nin savunucusu olmuştur. Öyle ki sol örgütler kızıl renginden utanmış, bayraklarını maviye çevirmişlerdir. Alanlarda “özgürlük istiyoruz” sloganları atmışlardır.

Bugünkü Fransa’nın bayrağındaki kızıl işçi sınıfını, mavi burjuvaziyi, beyaz da köylülüğü simgeler. Bugün sol, tam da bu bağlamda, sınıflararası uzlaşma zeminine teslim olmuş durumdadır. Kimileri burjuvazinin düşürdüğü bayrağı taşımayı devrimcilik zannetmektedir sadece. O nedenle sol örgütler, bayraklarının rengini maviye çevirmişlerdir. Dolayısıyla herkes “özgürlük mücadelesi” verir hâle gelmiştir. Geri çekilme momentinin somut tezahürü mavileşmek ve mozaikleşmektir.

Oysa aslolan özgürlük mücadelesi değil, mücadelenin özgürleştirilmesidir. Bugün yaşanan halk direnişi bu özgürleşmenin emareleriyle yüklüdür. Tekrar aynı zincirlere teslim olmak, eski kısır tartışmaları, bireyci, öznelci yaklaşımları canlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bugün zorunlu olan, bireysel rekabet dürtülerimizden kurtulmak, mülk edindiklerimizi kolektivize edip o kolektife sadece ve sadece ait olabilmektir.

Mesele, müstakbel ve muhayyel komünist partiyle düşünüp ortaklaşa hareket edebilmektir. Direnişin ilk dersi budur.

Eren Balkır
15 Temmuz 2013

07 Temmuz 2013

,

Mustafa, Keser ve Sap


AKP, muktedir bir muhalefet partisinden muhalif bir iktidar partisine evrildiği süreç dâhilinde, yaşanan bu isyan pratiği üzerinden, başlı başına bir iktidar partisi, hatta iktidarın kendisi olma imkânını elde etmiştir. 31 Mayıs ile başlayan eylemli sürecin AKP şahsında önemli kazanımları olacaktır. Belki de ABD ile görüşmeler ve Suriye meselesi üzerinden denilebilir ki AKP, kendi adına süreci lâyıkıyla yönetmeyi bilmiştir. Bunun sonucunda AKP, devletin, iktidarın bizatihi kendisi olarak, örgütlenme yoluna girmiştir. Önümüzdeki süreçte muhalifliğin yol açtığı tüm fazlalıklar rötuşlanacaktır. Ustalık dönemi kemal’iyettir.

Sol siyasetin ilgili isyan pratiğinde belki de edineceği temel ders, mülkiyetçi ve rekabetçi yüklerinden kurtulmak olmalıdır. Artık AKP, kendisine yönelik muhalifliği de sindirmekle yükümlüdür ve muhalifi olan solun boğulacağı, hapsedileceği kovuklar, gene mülkiyete ve rekabete dair yerler olacaklardır. Kitle içinden birkaç kişiyi mülk edinmek ve bu amaçla ideolojik-programatik rekabet içine girmek, iktidarın ekmeğine yağ sürecektir. Artık küçük kumdan kaleleri yıkıp dalgalı denizlere açılmanın, geniş kitlelerle birlikte düşünmenin vaktidir.

ABD’de toplumun ıslahı ve kentin rehabilitasyonu ile ilgili hazırlanan raporlarda ana hedef, parklar olmaktadır. Suç üretim mekanizması olarak görülen/gösterilen parklar, hem ranta açılmakta, hem de politikanın nefes aldığı sosyal yaşam alanlarından biri olmak anlamında, düzlenmektedir. Dolayısıyla 31 Mayıs 2013, hem iki ağaçla hem de gölgesindekilerle ilgili bir meseledir. Mesele bu açıdan feminist, ekolojik, demokratik ya da sosyolojik değildir. Tarihten kurtulduğu vakit özgürleştiğini zannedenler, bu kanallara sığınabilirler, ama parklar, tüm başkasına muhtaç olma gerçeğinin karartılması zorunluluğu adına yıkılmaktadır. “Halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremedi” cümlesinde öznel kudret halktan vatandaş’a kaymaktadır. İsyan edense halkın kolektif iradesidir. Doğal olarak ezberindekiyle, en yakınındaki taşla kıyam eylemiştir. Bu anlamda AKP’nin kendi cumhuriyet vatandaşını üretme ve kendi tabanını çelikleştirme teşebbüsü dâhilinde yaptığı “cumhuriyet mitingleri” yakıştırması, boşa kürektir. Ortada ne görmek istedikleri cumhuriyet, ne de miting vardır. Cumhuriyet mitingleri, bugün artık Kazlıçeşme’de tertip edilmektedir. Buna karşın, rötuşlanan muhalefet yatağına akmak ya da vatandaş denilen özneye biat edip örneğin Kazlıçeşme’deki halkı alaya almak da değersizdir.

31 Mayıs öncesi Tayyip Erdoğan, tıynetini esasen ortaya koymuştur. Suriye’deki olaylar başladığında Esad’la yaptığı görüşmeyi anlatan Erdoğan, içe yönelik de bir mesaj vermektedir. Erdoğan o görüşmede Esad’a “gösterileri gerekirse plastik mermi kullanarak ezmesini” önerdiğini söylemiştir.

Bu, tam da kitlelerin 31 Mayıs’la somutta deneyimlediği bir savaş taktiğidir. Savaş kabinesi olarak hükümet, tüm devlet geleneğiyle birlikte sömürülen-mazlum halk kitlelerine savaş açmıştır. Devlet, gene huzursuzluk ve kargaşa istemeyen bireyleri kendisine asker yapma imkânı bulmuştur. Üstelik bunu düne kadar “dışladığı” Müslüman mahalleye doğru yayılıp orada mevzilenerek yapmaktadır. Mustafa Kemal’in ruhu camiye sinmiştir.

Mustafa Kemal, bahçesinde söktürdüğü çiçekleri göstererek, “tüm azınlıkları söküp attım” diyen kişidir. Bu sözü azınlıklarla ilgili bir kanunun görüşüldüğü günlerde söylemektedir. Bugün ise birileri eylem sürecini konuşmak için toplanılan parka “Rumların peşine takılıp geldiniz” deyip saldırmaktadır. Bu güruhun lideri Muhammed Mustafa değil, Mustafa Kemal’dir. Bahçenin yerini park, çiçeklerin yerini ağaçlar, azınlıkların yerini “çapulcular ve marjinaller” almıştır. Özde devlet geleneği sürmektedir.

Rumların, Ermenilerin kovulduğu şehr-i İstanbul, isyan günlerinde “Mustafa Keser’in askerleriyiz” yazılamalarına sahne olmuştur. Meselenin nahif ve mizahî tarafı öne çıkartılmaktadır, ama o keserin sapı bizim aleyhimize dönmüştür artık. Sallanan mendilse tüm devrimci imkânlaradır.

İsyan günleri, “duran adam”la durmuştur. Durmak bile politik ve eylemsel bir niteliğe bürünmüştür. Yani isyanın durması bile bir eylemle gerçekleşmiştir. Bu durma ve ricat, parklarda örgütlenen forumlar şahsında gerçekleşmektedir. Forumlardan kendi ezberlerimize ve bilgi yekûnumuza dair anlamlar devşirmekse nafiledir. Savaşın içinde olmak bakımından mesele, savaş sanatı ve taktik-strateji ile değerlendirilmelidir. Savaşı görmeyen, ondan kaçan pratiklerin karşı tarafa hizmet edeceği açıktır. “Bireyi ihmal ediyor, eziyor, yok ediyor” diye savaşa savaş açanların bu süreci devrimci bir hatta evriltmeleri mümkün değildir. Birey savaşsızdır, savaşsa aslolarak ilahi birey putu içindir.

Geri çekilme, ricat üzerinden düşünüldüğünde forumlar, yaralarımızın sarılması, müteakip karşı saldırıyı birlikte göğüsleme, politizasyonu ileri itme ve cephe gerisini toparlayıp mevziler oluşturma olarak görülebilir. Buralardan yüce, ulvi ve dünyevî tuhaf değer ve anlamlar devşirmek, örgütsel günü kurtarmacı kazanımlara kilitlenmek o forumların muhtevasını silecektir. İsyan, meseleyi agoradan ve tiyatrodan kurtarmak, sapı tekrar kavrayıp keseri Mustafa’nın kafasına geçirmek istiyorsa, haddini bilip had bildirerek ilerlemeyi onlarca gündür sokakta olanlarla birlikte öğrenmek zorundadır. Grek tragedyasının “katharsis”ine (arınma) saplanıp kalmamalı, insanların huzur ve güvenle evlerine dönmelerine izin vermemelidir. İman kaybı en temel yıkımımız olacaktır.

Dertsiz ve öfkesiz bireylerin devletine karşı gene dertsiz ve öfkesiz bir muhalefet çıkartmak, çıkışsızdır. Kolektif kavganın kolektif emirlerine uyulmalıdır. Bir park forumunda katılımcı, “otuz yaşındayım ama yirmi gündür yaşıyorum” demiştir. Başka hayat kavgası bu beyanı esas kabul etmelidir. Kıyam diriliştir ve sistemin katlettiği tüm ruhlar bu meydanda haşrolmaktadır. Eksiği gediği, Fethullah Gülen’in dediği üzere, “çürüğü çarığı” ile kıyam edenleri bireysel kurtuluş ve rahatlama kanallarına itmemek zorunludur. Cehenneme girmeden rızvana selâm vermek mümkün değildir.

Arap ve Müslüman diye burun kıvırarak, ağız bükerek izlenen Ortadoğu isyanlarına yönelik solun bir kesiminin eleştirilerini bugün AKP o kesime karşı kullanmıştır. Solun Arap isyanlarına yönelik komplo teorilerine yaslanan yaklaşımı, bu sefer kendisine karşı bir keser olarak devreye sokulmuştur. Uzakta ve hariçte durulmuş, bir eylemlilik sürecinden Ortadoğulu olunarak gerekli dersler çıkartılamamıştır. Bu nedenle mevzi kayıpları yaşanmaktadır. “Eş-şa’b yurid iskate’n nizam” Türkçeye çevrilememiştir. Erdoğan, Mübarek-Zeynel Abidin katarına katılamamıştır. Onca sınıf analizi yapanlar, işçi-emekçi hareketini sürece bilerek ya da bilmeyerek dâhil etmemiştir. Temel sorun, ölçünün ve hizanın devletlû ya da muhalif, birey denilen put olarak belirlenmesiyle ilgilidir. İşçi, bireyin don değiştirmiş hâlidir ağızlarda. Bu puttan şefaat dilenerek ilerlemekse asla mümkün değildir.

Eren Balkır
6 Temmuz 2013

05 Temmuz 2013

,

Fenafillah


Bugün halk hakikattir, sol ise batıl. Direniş sürecinde tüm sol birikim, zail olmuştur. Sol, halkta ölmeyi, halkla dirilmeyi bilememiştir.

Bu, komünist olmak üzerinden geliştirilen bir eleştiridir ve komünist pratiği solculuktan ayrıştırma teşebbüsüdür. Direnişi genelde politika, özelde sol siyaset içi bir devrim olarak görmemek, ölümün süreklileştirilmesinin bir sonucudur. Devrim lafzını kendisine kapatmış bir öznellik, gerçek devrimin kendisine örgütlenememektedir. Bu nedenle söz konusu öznellik, gerçeğin gerçekle değil, lafla dönüştürebileceğini zannetmektedir. Lafın mülkiyeti ve rekabeti gerçekte hükümsüz olduğundan, her şey lafa boğulmaktadır.

“Her şeyi ben başlatırım, ben bitiririm” diyen esnaf-zanaatkâr ideolojisi, solun ruhudur. Bu solun belirleniminde yaşanan direniş süreci, ölümün karşısına daha fazla hayatı çıkartmak zorundadır. Zira devletin şiddeti, tedhiş ve korku amaçlıdır. Korku iliklere sinecek ve bu tam da solda karşılığını bulacaktır. Bugün forumların “yaşam alanları” olarak kodlanması ve direnişi kendisinde boğması meselesi, tam da bu gerçekle ilgilidir. Yaşamak isteyen sol, halkın direnişini öldürmek zorundadır. Dolayısıyla parklardan halk çekilmiş, alan sola kalmıştır. Esasında bunun böyle olmasını isteyen, solun bizatihi kendisidir ve hayıflanması faydasızdır.

Parklar, demokrasi marketinde bir reyon kapmak isteyen ekip ve akımların pazar kavgasına dönüşmüştür. Evleri basılan transları, işten atılan işçileri, başörtüsü yasak olan Müslüman kadını, işsiz genci vicdan ritüellerinde kurban verenler, yan yana gelme imkânı bulmuşlardır. Tüm bu kavgaların harı sönmüş, o harı taşımayanlar, onu söndürmüş olanlar, podyuma çıkma imkânına kavuşmuşlardır.

Zira sol, trans, işçi, Müslüman, işsiz, köylü, Kürd, Ermeni, Alevî vs. olmamanın sahte cennetidir. Buraları terk etmiş olanların bu yanılsamayı sürdürmeleri için direniş, müthiş bir fırsat sunmuştur. Direnişin yenilgisi solun zaferidir; direniş ve halk kazansaydı, solun tüm payandaları yıkılacaktı. Hâlâ mevcut ise bunun nedeni, sömürülenlerin-mazlumların kolektif kavgasının geri çekilmesidir ve bu geri çekilme sol olarak somutluk kazanmaktadır.

Esnaf-zanaatkâr pratiği, halkı bireylere, tüketicilere, kendine kapalı nesnelliklere bölmek zorundadır. Bu pratik, devlet gibi, yan yana iki kişi görsün, onu ezmek ister. Ezemiyorsa, liberal bir virüs salıp bölecektir. Esnaf-zanaatkâr pratiği, sinekten yağ çıkartmaya kilitlidir, dolayısıyla, bu pratik, düzenin herkesin yağını çıkartma çabasına kendi cephesinden dâhil olur. Burada sürekli salgıladığı ideolojik salgı ise “vitalizm”dir. Bu ideolojik yaklaşım, mevcut hayatı her şeyin önüne alacaktır. “Biz sizin hayatınızı düşünüyoruz” yalanına ortak olacaktır. Her şey sırf yaşamak içindir. Son bir ayın direnişi, sırf yaşamaya odaklanmış solun bizatihi kendisinde ölmektedir. Sol, ölme biçimidir.

Örneğin bir forumda sadece sol örgütler kalmışsa ve “bu park faaliyetini mahallelerdeki parklara taşımak gerekir” denildiğinde, “bizim yaşam alanımızı, parkı boğar bu öneri” tepkisi geliyorsa, boğulmak istenenin, öncesiyle birlikte, halkın bir aylık pratiği olduğu açıktır. Göze alınamayan şey, halkta ölmektir.

Park örgüt mezarlığı iken, oradan halka dair hiçbir şey çıkmaz esasında. Burada koruma altına alınan, parkın arkasındaki iradedir. O soldur ve tüm solculuğu ile kendisine açtığı dükkânını korumaya çalışmaktadır. Buna karşılık mahallelere taşıma fikri tekrar sol bir teknisyenlik üzerinden işlemektedir. Birileri, gene kendisine güdülecek koyun arayan çoban rolü biçmiştir. Sol işin mahiyetine hüküm ve ipotek koyduğundan, eksiklik sadece teknik kısımdaymış gibi görünmektedir. Oysa o mahalle parkına uzanan da gene soldur. O parka toplanacak halk, gene eldeki ideolojik cetvellere, pergellere göre bölünüp ayrıştırılacak ve istenilen kıvamdaki tekil bireyler dükkâna müşteri kılınacaktır. Sadece biri diğerini daha akılsız bulmaktadır, o kadar. Akıl ise cetvelin uzunluğu, pergelin genişliği ile ilgili bir meseledir.

Her dükkân sahibinin hayali ise büyükşehre yerleşip batıya açılabilecek bir şirket kurmaktır. Cetveli uzatmak, pergeli genişletmektir. Uluslararası işçi derneği olmasına karşın UİD-DER’in "işçi sınıfı" tabelalı dükkânında şu son süreçle ilgili tek laf etmemesi, tek bir şey yapmamasının izahı buradadır. Muhtemelen örgüt, uluslararası etkisi olan bu isyanı “orta sınıf” diye etiketleyip çöpe atmış, “işçi sınıfını ilgilendiren bir şey yok” deyip yoluna devam etmiştir. O, işçinin bireysel cismiyle ilgilenir, kolektif-tarihsel sıfatıyla değil.

Siyaset alanındaki devletçikler ve burjuva kurumlar olarak örgütler, mevcut devletten ve burjuvaziden daha çok korkmuştur yaşananlardan. Bu korku, içteki liberalizmi depreştirmiş, insan denilen put daha fazla cilâlanmış, daha fazla kurban kesilmiştir sunağında.

İzmir’de alelacele üzeri kapatılan SDP-TKP kavgası, bu solun ölü hâlini süreklileştirme gayretinin bir yansımasıdır. Tüm tabelalar kırılmış, tüm flamalar yırtılmışken, direniş, ısrarla o tabelaların ve flamaların arkasına toplanmaya çalışılmaktadır. Hiza buradan çekilince, ister istemez mülkiyet ve rekabet galebe çalacak, herkes elindekini yarıştıracak ya da herkesi eşya ve nesne kisvesinde görüp mülk edinmeye çalışacaktır. Dükkânlar arası bu kavganın direnişe ve halka bir faydası olmayacağı açıktır. Halkı kendine uygun bireylere bölme yöntemlerinin yarıştırılması bir sonuç vermeyecektir. Yarışın kendisi ve mahiyeti külliyen yanlıştır. Park forumlarından halkın tevhidî çığlığı duyulurken, bu kadar müşrikin ortalığı kuşatması, devletin muzaffer olduğunun delili gibidir.

Söz konusu zihniyet, maalesef, Sivas’taki 2 Temmuz anmasına katılan bir Antikapitalist Müslüman arkadaşta da karşılığını bulmuştur. “Biz gelirken Allah’tan başörtülü arkadaş getirmişiz” denilmiştir. Burada “başörtülü kadın” esas olarak flama veya döviz derekesinde görülmektedir. Bu fikriyat, 2 Temmuz Ankara anmasında Ethem Sarısülük için yapılacak etkinliğe çağrı metnini yaka kartına dönüştürmede de vardır. İnsan bedeni, basit bir eşya ve reklâm panosu olarak görülmektedir. Baştaki örtü de aynı düzeyde ele alınmaktadır.

Sürecin tek öznesinin kendisi olduğunu düşünüp, başkalarını nesne olarak görmek, direnişin söküp attığı gözlere ait bir bakıştır. Tüm bunların sürekliliğini görüp hayatın devam ettiğine dair işaret alan ve sevinenlerin düşünmeleri gereken nokta da burasıdır. Yaşıyor görünen öldürüyordur bir yandan.

İnsanları güdülecek koyun, teknik bir işlemin sıradan parçası, niceliğe hapsolmuş basit bir sayı olarak görmek ve bu görünün sürekliliğini kutsallaştırmak ölümün huzuru içindir, başka bir şey değil. Dolayısıyla o kadar “kopuş” edebiyatı, aslında altında sürekliliğin kendisini gizlemek amaçlıdır. “71 devrimciliği” kopuşunu sürekli vurgulamak, demek ki onun öncesindeki yaşamsalcı, nicelikçi sağ siyasetin devam ettirilmesi içindir. Özünde, “bu parkı ben örgütledim” vehmine ve kibrine övgüler düzmek, tam da o parkı örgütleyenin halk ve halkın direnişi olduğu gerçeğini gizlemek amaçlıdır.

Sol, şehidleriyle ölmeyi becerememektedir. Toprağa karışan can, teorinin, ideolojinin ve politikanın da o toprağa karışmasını emreder oysa. Ancak sol, her şehidini toprağa verdiğinde daha fazla yükselmektedir semaya. Şehidler, vicdanî yaraları kapatan birer bant olarak istismar edilmektedir öte yandan. “Sol, ölüme tapıyor, yaşamı sevmiyor, Ethem’in ölüsü dirisinden kıymetli hâle geliyor” diyen ve Ethem’in cesedini dükkân terazisinde tartan Kör Kâtipler, tam da bu nedenle Ethem adına kurulan parkın ruhuna sirayet etmektedirler. Sinan Çetin yetiştirmesi bu kâtipler, hepimizi varolan hayatın işleyişine teslim olmaya çağırmaktadırlar. Demek ki park, semada inşa edilmektedir. Devrimcilik, Ethem’in mezarına, eski ayinlerde konulan eşyalar gibi, yerleştirilip geride bırakılmaktadır. “Kolektiften kalan bireysel fazla”, “ölümü kutsayan gelenek”, “ölüm üreten iktidarlarla yan yana gelmeme istemi” gibi ifadelerle Ethem üzerinden devrimcilere, devrimciler üzerinden Ethem’e açıktan küfredilmektedir.

Halkla hemhal olacak tıynetten yoksun olanların “bakın, kaç kişi topladım buraya” türünden övüngenlik ve kibirle ortak olduğu, tam da bu küfrün kendisidir. Ethem ise halkın gelecekteki mahşerinde haşrolacaktır, hakikat tam da budur.

Devletin şiddeti, herkesi bugüne mahkûm etmektedir. Ahiret, aynı zamanda “bugünden sonrası” demektir. Ahireti düşünmemiz ve onun için dövüşmemiz istenmemektedir. En devrimci lafları vicdan muhasebesi doğrultusunda sarf edip duranlar, nedense bugün liberal laflara ve pratiğe âşık olabilmektedirler örneğin. Çünkü onlar bugünden, bugünkü hâlden ve hâllerinden memnundurlar.

Şiddetin bu geriye dönük etkisi, çözücüdür ve teslim alıcıdır. Daha ilk günden devrimcilerin ölüme taptığı eleştirileri duyulmaya başlanmışsa, bunun nedeni, taktik-strateji açısından devrimcilerin de bu eleştirilerin sahiplerinden daha geriye çekilmiş olmasındandır. Bu ricatın, geri çekilmenin nedeni de solun yaşamak, sadece yaşamak istemesidir.

Mevzubahis kör kâtip, direniş sürecinde nasıl ki ölümden çok korkmuşsa, sol da aynı ölçüde ölüm korkusunu yüreğinde hissetmiştir. Bu korku, onu en geri olana mahkûm edecektir. Oluşan çatlaklardan, örgütlerinde en geri olanı yapma imkânı bulamamış ve bu yüzden dışa düşmüşler sızacaktır. Bu da gene esnaf-zanaatkâr pratiğine özgü “her şeyi ben başlatırım, ben bitiririm” edebiyatını güncellemekten başka bir sonuç vermeyecektir. Dolayısıyla, örgütlerinden düşenler, örgütlerinin kosmosunu, ideolojik-politik dünyasını sorgulamaksızın, “bir de biz başlayalım, başlatalım bakalım” diyeceklerdir. Örgütlerinde şef olamamış, olsa bile yükselememiş kişiler rüşt ispatına gireceklerdir. Kısa soluklu pratiklerle nefisler okşanacak, rakamlarla övünülecek, endam, allanıp pullanacaktır.

Direniş süreci üç pratiği kendiliğinden öne çıkarmıştır: Redhack, Çarşı ve Antikapitalist Müslümanlar. Bu, direnişin ilk temel dersini özetler aslında. Halk, teslim alınamayan, çözülemeyen, meşru bir illegalite talep etmektedir. Redhack, bunun imgesidir. Halk, “bize yüz gaz maskesi verin, Taksim’i alalım” diyebilen ve asla diz çökmeyen bir vurucu güç istemektedir. Çarşı’nın çağrıştırdığı budur. Halk, yüreği kendisinden yana atan bir yürek, onun derdiyle yanan bir vicdanı çağırmaktadır. Antikapitalist Müslümanlar, tam da bu yüreğin ve vicdanın yansımasıdır. Bu üç pratiğe göre kendisini yıkıp kurmayan bir solun ağzındaki yaşam edebiyatı düşmanın öldürme pratiğine aittir. Halkı görmeyen, halk denilen hakikatin kavgasını vermeyen, halkta ölmeyen, halkın ihtiyacını da görmeyecek, ona örgütlenemeyecektir.

Eren Balkır
4 Temmuz 2013

03 Temmuz 2013

, ,

Kahireli Yoldaşlar


Taksim’den Tahrir’e, Bulgaristan’dan Brezilya’ya yalnızca küçük bir elit tabakaya fayda sağlayan baskıcı devlet yapılarına karşı aynı mücadeleyi veriyoruz

Mısır’daki eylemci kolektif “Kahireli Yoldaşlar”dan açık mektup:

Mücadelemizin safında olan sizlere,

30 Haziran, bize göre 25 ve 28 Ocak 2011’de başlayan sürecin üzerine bina olunan isyanın yeni bir aşamasını işaretleyecektir. Bu kez, aynı ekonomik sömürü, polis şiddeti, işkence ve ölüm biçimlerini daha da fazla olmak üzere ülkeye taşıyan Müslüman Kardeşler’in saltanatına karşı isyan ediyoruz.

Onurlu ve âdil bir geçime dair hiçbir belirtinin olmaması bir yana, doğru dürüst bir hayat sürmek de mümkün olmadığından, “demokrasi”nin gelişinden bahsetmek hiç anlamlı değildir. Bir seçim süreciyle elde edilen meşruluk iddialarının Mısır’daki mücadelelerimizin sürdürdüğü gerçeklikle alâkası yoktur, zira çehresini değiştiren fakat aynı bastırma, kemer sıkma ve polis vahşeti mantığını sürdüren baskıcı bir rejimin devamıyla karşı karşıyayız. Yetkililer halka hesap vermezliklerini hâlâ sürdürüyorlar ve iktidar makamları kişisel iktidar ve servetin arttırılması için birer fırsata dönüştürülüyor.

30 Haziran, Devrim’in çığlığını yeniliyor: “Halk Bu Sistemin Yıkılmasını İstiyor.” Ne Müslüman Kardeşler’in aşağılık otoriterizmi ve ahbap çavuş kapitalizmini, ne siyasî ve ekonomik yaşam üzerinde sıkı denetimi sürdüren askerî bir aygıt, ne de Mübarek döneminin eski yapıları tarafından idare edilen bir gelecek amaçlıyoruz. 30 Haziran’da sokaklara çıkacak protestocu topluluklar bu çağrı etrafında birleşmese de, bu çağrı bizimdir -bizim bakış açımız bu olmalı, çünkü geçmişin kanlı dönemlerine geri dönüşü kabul etmeyeceğiz.

İletişim ağlarımız hâlen zayıf olmasına rağmen, özellikle Türkiye ve Brezilya’daki son ayaklanmalardan umut ve ilham alıyoruz. Her birimiz farklı siyasî ve ekonomik gerçekliklerden doğduk, fakat hepimiz, halkın yararına görüşlerden yoksun oldukları arzularını devam ettiren dar çevreler tarafından yönetildik. 2003’de Brezilya’nın Bahia şehrinde kurulan yatay Ücretsiz Ulaşım Hareketi’nin örgütlenmesinden ve Türkiye’nin dört bir yanına yayılan halk meclislerinden ilham alıyoruz.

Mısır’da yerleşik bir neoliberalizm mantığı halkı ezerken, Müslüman Kardeşler sürece yalnızca dinsel bir kisve katıyor. Türkiye’de saldırgan bir özel sektör büyüme stratejisi aynı şekilde otoriter bir yönetime dönüştürülüyor, muhalefeti ve alternatifleri düşünmeye dönük her türlü girişimi bastırmak için polisi vahşetine dayalı aynı mantık söz konusu. Brezilya’da devrimci bir meşruluğa yaslanan hükümet, fark gözetmeden, halkı ve doğayı sömürme konusunda aynı kapitalist düzenle ortak hareket ederken, kendi geçmişinin yalnızca bu politikalar üzerinde bir maske olarak kullanıldığını kanıtlamıştır.

Yakın zamandaki bu mücadeleler Kürtler ile Latin Amerika’nın yerli halklarının çok daha eski kesintisiz mücadelelerine dâhil oluyor. On yıllardır Türk ve Brezilya hükümetleri bu hareketlerin yaşam mücadelesini yok etmeye çalıştı ama başarısız oldu. Onların devlet baskısına direnişi, Türkiye ve Brezilya’nın dört bir yanına yayılan yeni protesto dalgasının müjdecisiydi. Birbirimizin mücadelesindeki derinliği fark etmenin ve isyan biçimlerini yeni uzamlara, mahallelere ve topluluklara yaymanın yollarını bulmanın acil olduğunu düşünüyoruz.

Mücadelelerimiz ulus devletlerin küresel rejimine karşı çıkma potansiyelini paylaşıyor. Devlet, refah döneminde olduğu gibi krizde de, (Mısır’da Mübarek, Askerî Cunta ya da Müslüman Kardeşler yönetiminde) iktidardakilerin servetini ve imtiyazını koruyup genişletmek için mülksüzleştirmeye ve haklardan yoksun bırakmaya devam ediyor.

Hiçbirimizin mücadelesi bir başına, ayrıksı değil. Bahreyn’den, Brezilya, Bosna, Şili, Suriye, Türkiye, Kürdistan, Tunus, Sudan, Batı Sahra ve Mısır’a kadar ortak düşmanlarla karşı karşıyayız. Liste uzayıp gidiyor. Bizi her yerde eşkıya, vandal, çapulcu ve terörist olarak adlandırıyorlar. Ekonomik sömürü, çıplak polis şiddeti ya da gayri meşru bir hukukî sistemden daha fazlasıyla savaşıyoruz. Uğrunda mücadele ettiğimiz şey basitçe haklar ve yurttaşlık reformu değildir.

Küresel güçlerin gündelik hayatlarımız üzerinde egemenliklerini muhafaza etmesini ve yerel bir elitin hayatlarımızdan çıkar sağlamasını sağlayan merkezî bir baskı aracı olan ulus devlete karşı çıkıyoruz. Her ikisi de, mermiler ile televizyon yayınları arasında gidip gelen her şeyle birlikte, ahenk içerisinde çalışıyor. Farklı mücadelelerimizi birleştirmeyi ya da eşitlemeyi savunmuyoruz, fakat mücadele etmemiz, parçalamamız ve devirmemiz gereken aynı otorite ve iktidar yapısıdır. Birlikte mücadelemiz daha güçlüdür.

Bu sistemin yıkılmasını istiyoruz.

Kahireli Yoldaşlar