29 Aralık 2018

,

Amos Oz

Batılı birçok liberalin bu adamı çok ama çok sevdiğinin farkındayım.
Lakin o ırkçı bir savaş suçlusuydu. Ondaki ırkçılık, Avrupalı olmayan Yahudileri bile kapsıyordu.
Doksanların başlarında Kolorado Koleji’nde ders veriyordum (ki burası Dick Cheney’nin iki kızının gittiği, eşinin yıllarca mütevelli heyetinde yer aldığı okuldu).
Bir seferinde, ben oradayken, Amos Oz’u davet ettiler. Ben derse katılmak istemedim ama bir İngiliz öğrencim “gidelim, onun yüzüne reddiyelerini dillendirmeden gitmesine izin veremezsin” deyince gitmek durumunda kaldım. Amerika’ya has, retorik temelli dalaverelerini kustukça ben deliye döndüm.
Toplumdaki ahlâkî bozulmanın bir alameti olarak dilin nasıl kötü kullanıldığından söz ediyordu. Konuşmasının bir yerinde, dilin kötüye kullanımının Nazi Almanyası’nın sunduğu ilk işaretlerden biri olduğunu söyledi.
Sonra savaşlarda harcadığı çabalardan gururla bahsetti: 1956’dan 1973’dek uzanan süreçte Mısır üç kez işgal edilmişti ve dediğine göre Oz üçüne de katılmıştı.
Konuşmasını bitirince sözü ben aldım ve konuşmamda, toplumdaki ahlâkî çürümeyle ilgili olarak Oz’un dile getirdiği ölçüte başvuracağımı söyledim ve şöyle devam ettim:
“Amos Oz, konuşmasında dilin kötü kullanılmasından bahsetti. Gördüm ki konuşmasında 27 kez Filistinlileri terörizmle ilişkilendirdi. Tek akşamda bu ilişkilendirmeyi 27 kez kurabilmeyi başardı. Bu, dilin kötüye kullanılması değilse nedir?”
Buradan başka meselelere geçtim. Bana cevap vermek istedi ama ben salonu terk ettim.
Kampüsteki solcu akademisyenlerin onu sevdiğini biliyordum. Bunlardan biri de sonradan ünlü olan radikal feminist bir yazardı.
Geçmişte olduğu gibi bugün de o liberallere şunu söylüyorum:
Siz, Batı’da Amos Oz’da onun kendisinde bulmadığı şeyleri buluyorsunuz. [Türkiye’den bir örnek için bkz. “İsrailli Yazar Amos Oz Öldü”, Gazete Duvar –çn.] O, savaşlarda yapıp ettiklerinden gururla söz ederken siz, ondan şiddete bulaşmayan birisiymiş gibi bahsediyorsunuz.
Liberaller onun pasifist ve barış yanlısı olduğunu ısrarla dile getirseler de Amos Oz, böyle olmadığını her seferinde anımsatıyor. O, tipik bir liberal Avrupalı ırkçı ama liberaller, onun ırkçılığa karşı olduğunu söylüyorlar. Ondaki ırkçılık, Avrupalı olmayan Yahudileri bile kapsıyor.
Seksenlerde Oz, hatırladığım kadarıyla, New York Times’ın dergisine yazdığı bir yazıda, Likud’u İsrail’de Avrupalı olmayan Yahudileri kucakladığı için eleştirmişti. O, Ulusal Filistin Hareketi’ni Nazi ideolojisiyle ilişkilendiren ilk Siyonist propagandacılardan biriydi. Son Gazze savaşı ve 2006’da Lübnan’a yönelik olarak gerçekleştirilen Temmuz Savaşı da dâhil tüm savaşları kutsadı.
Ama hemen manevra yapmayı da ihmal etmedi: her savaşa destek verdi, sonrasında da, savaşın son günlerinde o kutsadığı savaşa son verilmesi için çağrıda bulunan bir bildiri yayınladı.
O, İsrail’in çocukları öldürmesine karşı değildi, sadece öldürülen çocukların sayısı belirli bir yüzdeyi aştığı noktada mikrofonu alıyordu eline. O tipik bir Siyonist liberaldi.
Irk ayrımcısı duvarı savundu ama farklı bir güzergâhtan geçmesi gerektiğini söyledi. Sonuçta Amos Oz, Batılı liberallerin olmasını istediği kişi değildi. O Batılı liberaller ki Netanyahu’yu da bir aydınlanma putuna dönüştürmede gayet becerikliler bugünlerde.
Esad Ebu Halil
28 Aralık 2018

27 Aralık 2018

, ,

Şurup


Alfonso Cuarón’un filmi Roma’da asıl yaralayıcı olan, hizmetçi kızın telefon ahizesini konuştuktan sonra silip hanımına uzatmasıydı. Doğum sahnesi jilet yarası gibiydi, ama o eteğe silinen ahizenin yarası başkaydı.

Netflix dünyası ise yaralara sargı sarmakla, “özel aile” olmakla ilgileniyor. Dayanışma, sınıf mücadelesinin yerini alıyor. Hepimize, sınıfsız ve sınırsız olmanın kendileri gibi olmaya bağlı olduğunu öğretiyorlar. Bu tür platformlar, “eski kapitalizm”i eleştiriyormuş gibi yapıp, herkesi kendisiyle kardeş olmaya çağırıyorlar. Netflix, yeni dönemin ideolojik aygıtı olarak iş görüyor. Kapitalizm de cinsiyetçiliği eleştirebiliyor, kadın dayanışmasını salık verebiliyor, azınlık dernekleri kurabiliyor, mesele, ardındaki sömürü ve zulüm ilişkilerini sorgulamakta.

Netflix âlemi, geçiş sürecinin ideolojisi üzerine kurulu, bu ideolojiyse sınırsız-sınıfsız bir dünya resmediyor. Duvara tırmanan robotun görüntülerini sosyal âlemde seyre dalmak, eğlenceli geliyor. Sanıyoruz ki efendiler, bizim için oyuncaklar imal ediyorlar.

Sanıyoruz ki, hizmetçilerimiz var ve onların başını okşadığımızda sorunlar hallolacak. Buna gerek de kalmayacak, ağır sanayinin, eski kapitalizmin arkaik yanını endüstri 4.0 temizleyecek, hepimize robot hizmetçiler verecek. Sorunlar, bu şekilde çözülecek. Oturuşumuzu, duygularımızı bile, şimdiden bu ana göre ayarlıyoruz.

Netflix ideolojisini çikolata ile karıştırıyoruz. Yaraların üzerinin örtülmesinden memnunuz. Başka bir birlik-bütünlük türküsünü mırıldanıyoruz. Dil, yutak, gırtlak, hepsi birden, hazır buna. Vura vura, eze eze ilerliyoruz.

Yalan… dayak yiyen kadına, bacağı kopan köpeğe, eteğine dokunulan kız çocuğuna, inşaattan düşen işçiye acımamız tümden yalan. Sadece bize “bak” dedikleri yere çeviriyoruz gözlerimizi. Vicdan, alt akla değil, üst çıkara kul. Acımakla öteliyoruz gerçeği, ona zerre örgütlenmiyoruz.

Roma gibi filmlerde ve hayatta bir kardeşlik nağmesi tutturuluyor. Egemenler, dönüşüm süreçlerini bu şekilde yönetiyorlar. Bireye kaçanla, sürüye kaçan, aynı. Dayanışma türküleriyle yürüyoruz kervana…

Seçime kadar çok kitle deneyi, çok provokasyon, çok germe pratiği göreceğiz demek ki. Yürüyüş için bu gerekli. Hep bize “cambaza bak” diyenler çıkacak. Bu tür videolar, viral viral dolanacak mağaramızda. Ardına hiç bakmayacağız. Gerek bile duymayacağız. Bu gerilimin ekmeğimize yağ süreceğini düşünüp rahatlayacağız. Ama birileri ovuşturacak ellerini perde gerisinde.

Roma filmini Zengin Mutfağı ile birlikte izlemek lazım. Sırf kesik atsın diye. Hizmetçiyi işe yarar bir uzantı/araç olarak sevmek değil, onun sınıf olarak kıyamına meftun olmak gerek.

Endüstri 4.0, bize duvara tırmanan robotlar, dronlar veriyor, ama arkasındaki askerîliği görmemize mani oluyor. Zengin Mutfağı bunu gösteriyor, Roma ise ona kör. İlkinde kurulan komando kamplarına öfke, ikincisinde alaya alma, ama doğallaştırma var. Yerlileri yurtlarından kovanlar, evlerinde o yerlileri köle gibi çalıştırıyorlar, bir de üstüne, o beyaz efendinin gözüyle o yerlinin hikâyesini yağmalayıp satıyorlar. Netflix de böyle.

Askerî ideoloji düzlüyor her şeyi, bu yüzden seviyoruz. Gözetim, güvenlik, takip ve herkesin potansiyel terörist oluşu. Roma filmindeki ev sahibesi gibi, “umarım polis gençlere kötü davranmaz” diyoruz en fazla. Film, sınıfsal ve ırksal mücadeleleri geri plana atarken, beyaza dönük sevgi ve bağlılığı yüceltiyor.[1] İşte bunu seviyoruz.

Askerî ideoloji var sosyal medyanın, o robotların, dronların ardında. 11 Eylül sonrası milleti gözetlemek için icat edilen dron, o eşek arısı gözü, bugün tüm dizilerin tek gözü hâline geldi. Yukarıdan bakınca her şey güzel görünüyor, İstanbul bile!..

Cüneyt Cebenoyan[2], bir “küçük burjuva olarak” dayanışmanın sınıf çelişkisini aştığını söylüyor. İşte bu düzlenme hâlini seviyor. Film, tam da bununla ilgili. Beyaz-yerli, işçi-patron, tüm çelişkiler, Cebenoyan ve Birgün’de aşılıyor. Mikstek yerlisinin yerine Kürd’ü koyuyorlar. Kadın olmakta tüm çelişkileri aşıyorlar. Demek ki bu yüzden on küsur yıldır bu tür kavramları istismar ediyorlar. Sınıf mücadelesini geri plana atmanın imkânlarından yararlanıyorlar.

Bu aşma hâli pazarlanıyor aslında. Siyaset ve ideoloji diye bunu anlıyorlar. Yoksula, ezilene acıyı unutturacak sahte şuruplar dağıtıyorlar. Dönüşüm momentinin efendilerce sorunsuz, pürüzsüz aşılabilmesi için gerekli her şeyi yapıyorlar. Fikri, duyguyu ilmek ilmek örüyorlar. Eskiden sevmediklerimizi seviyor, sevdiklerimizi sevmiyoruz.

Roma filmini HDP ile birlikte de okumak lazım. Yaptıkları ortak. Latin Amerika’nın çilesi buraya yansıtılıyor. Aynı paramiliter güçler burada da var. Büyükanne gibi umuyoruz ki gençlere kötü davranmasınlar! Ama davranıyorlar. O gençlere kavganın, çatışmanın, çatlakların üzerini örtmeyi öğretiyorlar.

Dayanışma, sınıf mücadelesini gölgelediği için bir ÖDP yok bugün. Özgürlük, kurtuluş mücadelesini örtbas ettiği için bir ÖDP yok ama HDP var artık, ne mutlu, ne kutlu!

O ki Netflix ideolojisinden ari mi, şüpheli. Dizi âlemindeki eleştiri dili, siyaseti tayin ediyor artık. Geri planına, neyin örtbas edildiğine hiç bakmıyoruz. Eskiden Zengin Mutfağı’nda, 15-16 Haziran direnişine katılan, komando olmuş eski sevgilisinin boğazına sarılan kadını severdik, şimdi patronuyla, çocuklarıyla, köleliğiyle sevgi yumağı oluşturan kadını seviyoruz. Dayanışma hâlinin ardındaki yalancı eşitliğe bayılıyoruz. Burjuvayla aynı içki masasında olmayı, patronla aynı sözleşme masasında olmayı, devletle aynı zulüm masasında olmayı, seviyoruz. Bu yüzden solcuyuz!

Roma bu yüzden var, Zengin Mutfağı bu yüzden yok!

Eren Balkır
27 Aralık 2018

Dipnotlar:
[1] Pablo Calvi, “Sevginin Gaminetleri”, 17 Aralık 2018, İştirakî.

[2] Cüneyt Cebenoyan, “Roma: Ve Uçak Gidiyor”, 22 Aralık 2018, Birgün.

, ,

Sevginin Ganimetleri

“İki medeniyet, medeniyete dair iki ayrı programı, kurulacak toplumla ilgili iki ayrı ideal modeli ve oluşması muhtemel iki farklı geleceği ifade eder. Ülkenin yönünün hangi tarafa çevrileceği, mevcut krizden kurtulmak için hangi yolun seçileceği, bu iki medeniyet projesi arasında hangisinin seçileceği ile ilgili bir meseledir.”
-Guillermo Bonfil Batalla, México Profundo: Reclaiming a Civilization
]
Tırtıl mantarı, Tibet Platosu’nun sıcak kesimlerinde ve bazı tropikal Asya ormanlarında yetişir ve hayatını gayet sıra dışı bir yolu takip ederek idame ettirir. Kışın mantarın sporları bir örümceğin gövdesine yerleşirler, sindirim borusuna oradan da kafasına doğru dağılırlar. Sporlar olgunlaştıkça örümceğin bedeninin kontrolünü ele geçirir ve beyin faaliyetini ayarlar. Bahar ayları gelip de mantar olgunlaştığında örümceğin bedeni, tümüyle yerleşilmiş, yiyeceğin temin edildiği, hareketsiz, uysal ve itaatkâr bir kabuktan farksızdır artık.
Süreçteki yavaşlık, uyguladığı şiddetle çelişecek cinstendir. Önce örümceğin bedenini kendince kapan, ardından hayatî fonksiyonlarını ve dünya algısını değiştiren mantar, ev sahibini küçük sporların yayılacağı ve sırası geldiğinde döl vereceği bir yuva hâline getirir. Ne kadar şiddetli görünürse görünsün bu döngü, esasen acısız seyretmektedir. Bu döngüde ev sahibi canlılığını korur, yönünü kaybeder, nihayetinde de kafa karışıklığının esiri olmak suretiyle, yavaştan silinip gider.
Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarón, çocukken pilot veya astronot olmak istemiş. Son filmi Roma ile bu arzusunu birkaç farklı düzlemde gerçekleştirmiş gibi görünüyor. Yapımcılığını Netflix’in üstlendiği ve şirketin sınırlı sayıda salonda gösterime soktuğu filmde Cuarón, eski dadısının gözüyle gören bir pilot hâline gelmiş. Yönetmen, çocukluğunda başından geçen, babasının aileyi terk ettiği dönemin hikâyesini Cleo’nun gözünden aktarıyor. Cleo, çocukların bakımından sorumlu Mikstek yerlisi kadının adı. Cleo karakteri, aileye 1962’de 17-18 yaşlarında iken tam zamanlı dadı olarak dâhil olmuş olan yerli kadın Liboria “Libo” Rodríguez’den başkası değil. Roma ismi ise Mexico City şehrinin üst sınıfa mensup ailelerinin ikamet ettiği mahallenin adı. Yönetmen Cuarón’un ailesi, altmışlarda ve yetmişlerde bu mahallede kalmış.
Variety isimli derginin son sayısında çıkan yazıda aktarıldığı biçimiyle, Cuarón filmin çekim sürecine başladığında sorgulamak istemediği üç temel yönle karşı karşıya kalmış: “filmin merkezinde Rodríguez olacak; kendi anılarından beslenecek ve siyah-beyaz çekilecek.”
Cuarón, filmi çekerken kararını vermiş ve öne yerli kadını koymuş. Bu önemli bir karar, zira Hollywood’da beyaz ve Batılı olmayan kahramanlara nadiren tanık oluyoruz. Öte yandan yönetmen, kendi bakışını ve anılarını kadına giydirmek gibi bir meseleyle de yüzleşmiş. Roma’nın gönderimlere dayalı bir film olmasına, bir tür otobiyografi olarak çekilmesine karar veren Cuarón, anlatı konusunda da bir tercihte bulunmuş. Kendi bakışını yerli ve göçmen bir kadına dayattığı noktada yaptığı tercih, hem ahlâkî hem de politik bir tercih olarak biçimlenmiş.
Cleo’nun filmde on yedi yaşındaki göçmen bir Mikstek gözünden bakabiliyor olması gerekirdi ki zaten filmi seyredenlerde de böylesi bir beklenti oluşuyor. Şehre memleketi Tepelmeme’den yeni gelmiş olan bu kadın, şehirdeki işçi pazarına ancak resmi kayıtlarda görünmeyen bir ev hizmetlisi olarak girebiliyor. Batı ve oradaki şehirler, kırsal bölgeleri ve yerlilere ait toprakları başından savdıkça, orada yaşayan halklar yersiz yurtsuzlaştırdıkça, yerli halk da kent merkezlerine akmaya başlıyor. Fakat onların seyyar birer işçi olarak görünme imkânları devletle çatışmalarına neden oluyor ki bu, yerlilerin önemli bir kısmının neden üst sınıftan ailelerin evlerinde ucuza çalıştıklarını da izah ediyor. Séverine Durine ve Rebeca Moreno Zúñiga’nın 2008 tarihli, Monterrey’e doğru gerçekleşen göçmen akınına dair incelemesinde dile getirildiği biçimiyle, yetmişlerde Meksika’nın durumunu izah eden istatistikî verilere bakıldığında, birçok yerli dili konuşan insanın en zengin şehirlerin nispeten zengin mahallelerinde yoğunlaştığı görülüyor.
Filmin başlarında Cuarón da bize Cleo’nun evde hiç durmadan çalıştığını gösteriyor. Küçücük bir odayı diğer hizmetçiyle ve ütü masasıyla paylaşıyor. Filmde Cleo’nun ailesiyle, kültürüyle veya memleketiyle herhangi bir bağına hiç mi hiç rastlamıyoruz.
Filmin merkezinde ise Rodríguez’in dışa dönük vasıfları, davranışı, bakış açısındaki benzerlik, kendisini çalıştıran aileyi görme biçimi duruyor. Oysa temel sorun da Cleo’nun bakış açısı: şimdilerde 74 yaşında olan Liboria Rodríguez’le yapılan uzun ama hileli bir mülâkat sürecinin ürünü o bakış açısı (“Alfonso tüm o bilgileri benden alırken, ben onları benden neden aldığını bilmiyordum” diyor Liboria). Dolayısıyla ortaya, Cuarón’un anılarından ve Rodríguez’e, yani hizmetçiye dair, yönetmenin süzgecinden geçmiş bilgilerden oluşan bir terkip çıkıyor. Hâsılı biz, filmde yönetmenin Cleo’nun gözlerini söküp çıkarttıktan sonra yerleştirdiği bir çift gözün gördüklerini seyrediyoruz aslında.
Cleo’ya ait bakış açısı, üç aşamada ayarlanıyor. Yönetmen, Variety’deki mülâkatta bu üç aşamayı şu şekilde anlatıyor: özgün hatıra, kaynaktan, yani Rodríguez’den alınıyor; yönetmenin bakışı üzerinden birleştirilip işlemden geçiriliyor, nihayetinde de Cleo ismindeki karaktere tatbik ediliyor.
Bir gazeteciyle filmi ilk kez irdeleme fırsatı bulduğunda Rodríguez, “Alfonso tüm o bilgileri benden alırken ben onları benden neden aldığını bilmiyordum” diyor çevirmene. Yönetmenin kendisine “şunu nasıl hatırlıyorsun Libo? Benim de hatırlamama, anlamama yardım et” dediğini aktarıyor. Sonrasında işler daha da tuhaflaşıyor. “Libo, ne giyerdin?” gibi sorular soruluyor. Rodríguez, “benim üzerime kurulu bir filmin çekildiği hiç aklıma gelmemişti” diyor şaşkınlığını gizlemeyerek.
Bu işlem dâhilinde, yönetmene dair New York Times’da çıkan bir yazıda aktarıldığı biçimiyle, Rodríguez para almayı reddediyor. Yönetmen, bu noktada aile bağlantılarını devreye sokuyor ve dadısının anılarını birer hammadde olarak kullanabilmek için yağmalıyor. Ama kadının hikâyesindeki değeri ortaya çıkartabilmek adına ondaki bakışı değiştiriyor ve bakış açısını söküp atıyor. Tam da Batı dışı dünyayı Batı’ya bağlayan, doğal kaynakları söküp çıkarma sürecine benzer bir biçimde, Roma isimli filmin dayandığı hammaddenin bulunma süreci de böylesi bir maden çıkartma pratiğine dayanıyor: ilgili hatıralar yeniden anlamlandırılıyorlar, özgün kaynağa farklı bir tertip kazandırılıyor, ona yeni bir form ve yeni bir hikâye dayatılıyor. Bu katma değer üretme işlemi, saf ekonomiye indirgense bile, onun nötr bir işlem olması mümkün değil. Çünkü katma değer, her daim sembolik ve kültürel düzlemde tayin ediliyor.
Canlandırmalı rol yapma oyununun (LARP) sinemadaki muadili olarak görülebilecek filmde Cleo, esasen yönetmenin Libo’ya ait dışa dönük vasıfları, dili, bakışları, kıyafetleri ve hikâyeyi mülk edinme biçimidir. Fakat sonuçta karşımızda duran bakış, Cuarón’a aittir. Cuarón, Cleo’nun ince ince işlediği hayal âleminde, kendi ailesinin hikâyesini tasarlayıp ölümsüzleştirmiştir.
Film, Rodríguez’in gözlerini çıkartıp içine yönetmenin batılı bakışını yerleştirme pratiğine dayanmaktadır. Filmi sürükleyen hikâye sayesinde Cuarón’un ailesi, Rodríguez’e kötü ve uygunsuz muamele etmiş olmakla asla suçlanamayacak bir yere taşınmaktadır.
Cleo, tıpkı Rodríguez gibi bakar, duyguları sinema perdesini yırtıp taşacaktır neredeyse. Gelgelelim görünüşleri dışında Cleo ile Rodríguez arasında hiçbir benzerlik bulunmamaktadır.
Bundan sonrası spoiler içeriyor.
Amerikalı eleştirmenlerin nezdinde Roma filminin elde ettiği başarının sırrı, yeni, hoşgörülü bir bakış açısının, sömürgeye ait bir bakışın oluşturulmuş olmasında. Oysa filmin bu denli rahatsız edici olmasının sebebini de burada aramak gerekiyor. Erkek, beyaz ve üst sınıftan biri olarak yönetmen Cuarón, bilginin dağıtım sürecinin dizginlerini kendi ellerinde tutuyor. Filmin çekimi esnasında bile süreci ve hikâyeyi aktörlerden esirgiyor. Dizginleri kendi elinde tutmak suretiyle yönetmen, filminde Rodríguez’in gün ışığına çıkartabileceği, ama Cleo’nun bahsini bile edemeyeceği, politik açıdan rahatsız edici ve sınıf çatışması ile yüklü bir gerçekliği dümdüz eden bir dünya görüşü takdim ediyor.
Cuarón, ısrarla filminin bir tür mutlu sonla biten bir tanıklık olduğunu, beyaz bir ailenin kendisini kucaklaması ile birlikte yerli Mikstek kadınının kurtarılıp korunduğunu anlattığını söylese de film, esasında en ateşli savunucularının bile kolayca izah edemeyecekleri bir bilişsel uyumsuzluk üretiyor.
New Yorker’da çıkan film eleştirisinin başlığı şu: “Alfonso Cuarón Roma’da Olmanın Risklerine Tanıklık Ediyor.” İlginç olan şu ki “tanıklık etme” meselesi, Latin Amerika’da testimonio olarak bilinen edebiyat türünün özünü teşkil ediyor. Bu hikâye geleneği ise tümüyle Küba Devrimi sonrasında oluştu. Tüm o kusurlarına rağmen bu geleneğin amacı, hikâyeyi yaşayanla hikâyeyi anlatan arasında kurulacak işbirliğine vurgu yapmak suretiyle, “sesi çıkmayanların sesi” olmaktı. Ancak son yıllarda bu türü John Beverley gibi isimler kapsamlı bir incelemeye tabi tuttular ve iç çelişkilerini ortaya serdiler: bu tür hikâyelerde, her şeyi kendi etiyle kanıyla yaşamış olan ve okur-yazar olmayan yerlinin hikâyesini her zaman bilgili biri kaleme alıyordu.
Roma’nın duygusal ortamını Cleo’nun ölü doğum yaptığı o uzun sahne teşkil ediyor. Sahne esasen Zócalo bölgesinde, Corpus Christi Katliamı’nın gerçekleştiği saatlerde başlıyor. Arka planda binlerce öğrenci paramiliter güçlerle çatışıyor. “Los Halcones” adı verilen bu güçler, en az 120 öğrenciyi katlediyorlar.
Bir gencin vurularak öldürülmesine tanık olmanın yarattığı şokla Cleo suyunun geldiğini anlıyor, kısa bir süre sonra da doğum başlıyor. Ailenin büyükannesi onu hastaneye götürüyor, patronunun bağlantıları sayesinde bürokrasi aşılıp hızla ameliyathaneye alınıyor. Burada Cuarón’un kamerası Cleo kızını doğurduğu esnada pek hareket etmiyor. Bu sahne ve o yürek dağlayıcı finali, sonuçta kaçınılmaz olarak yaşanan kayıp, cesaretle ve asap bozucu bir dolaysızlıkla ele alınıyor. Oysa hizmetçinin patronlarının yüceltilmesine ve kurtarılmasına hizmet edecek an da bu an aslında. Bize verilen güvence dâhilinde aile elinden geleni yapıyor, Cleo’ya iş veriyor, hamile kalmasına rağmen onu kovmuyor, doğum öncesinde muayene için hastaneye götürüyor, doğum esnasında da ona yardım ediyor. Cleo’nun hamileyken çok çalıştırılmış olmasının, bavulları taşımasının, günlük işleri yapmasının, herkesin pisliğini temizlemesinin bir önemi yok elbette. Hamilelik veya doğum esnasında kadına destek olacak tek bir akrabasının veya aileden birinin bulunmamasının bir önemi yok. Karakterin gözleri bu detaylara hiç takılmıyor, film de genel bağlamı zerre aktarmıyor. Bu bağlam, yetmişlerden beri Meksika’da göçmen yerli kadınlarda kısırlık oranlarının hızla arttığı, çocuk ölüm oranlarında ciddi artışların gözlemlendiği, adaletsizliğin hâkim olduğu toplumsal dinamikle tanımlı bir bağlam. Film, bu kadınların o noktaya nasıl geldiğinden ve yolda neleri kaybettiğinden, eşleri veya akrabalarının yerleştirildikleri şehirlerde yersiz yurtsuzlaştıktan sonra ailevi ve toplumsal bağlarını nasıl kurduklarından, çalışma tarzlarını, yeme alışkanlıklarını nasıl değiştirdiklerinden hiç bahsetmiyor. Nihayetinde film, bu koşullarla o koşullardan istifade eden patronlar arasındaki bağı da kurmuyor. Yönetmen, sadece o yaşanandan birini kaybetmenin yarattığı duyguyu çekip alıyor ve o duyguyu estetik açıdan gayet güzel aktarıyor ki muhtemelen bu güzellik, dolaysız oluşundaki yüksüzlükle alakalı. Böyle yaparak film, beyaz aileye ve kuşaklar boyu yerli halkın ölümünden sorumlu Meksikalı beyaz liderlere selam duruyor. (Meksikalı araştırmacı Germán Vázquez Sandrin, 2013’te kaleme aldığı bir makalesinde bu meselelerin bir kısmını ele almıştı.).
Hikâye düzleminde esasen bu doğum sahnesi, Cleo’nun beyaz aileye, beyaz kurtarıcılarına daha da fazla bağlanmasının (veya daha fazla bağımlı olmasının) bahanesi olarak iş görüyor. Sonrasında tek bir soru bile sorulmuyor.
Filmin merkezinde duran diğer bir sahne ise sahil sahnesi. Cleo’yu işe almış olan, beyaz ailenin reisi Sofía, düşük sonrası biraz dinlenmesi ve rahatlaması için Cleo’yu da davet ediyor. Cleo, çocukların bakımı görevini hâlen daha yerine getirmeye devam ediyor. Kendisi yüzemezken dalgalı denize girip iki çocuğu kurtarmak zorunda kalıyor. Ama yönetmen, bu sahnede yerli bir hizmetçiyi patronunun çocukları için hayatını riske atmaya mecbur edecek güç asimetrisini, sorumluluk yükünü veya yasal yükümlülüğü zerre aktarmıyor. Yönetmen, sadece dadı ile çocukların arasındaki duygusal bağa odaklanıyor. Oysa bu bağ, anlaşılır olmakla birlikte, Cleo’nun o çarpıcı ve aşırıya varan eylemindeki ağırlığı kaldırabilecek cinsten bir bağ değil. Cuarón, bu sahnede Cleo’nun yaptığı tercihi, saf sevgi ve kefaret eylemi olarak takdim ediyor. Yetmişlerde Meksika’da, göçmen yerli kadınların görünmez olmak zorunda kaldıkları koşullarda, iki beyaz çocuğun ölümü Cleo için felakete yol açabilecek bir olaydır. Oysa Cuarón, Cleo’nun hizmetçi oluşunu geri plana atıp doğallaştırıyor, öte yandan ön plana onun beyaz aileye bağlılığını alıyor.
Dadının gözünden bakan yönetmen, Cleo ve Sofía’yı kadınlık noktasında birbirine benzer ve denk iki kişi olarak takdim ediyor. Kocasının ihaneti sonrası Sofía’nın boşanması ile Cleo’nun bebeğini kaybetmesi üzerinden iki kadın daha da yakınlaşıyor, zira her ikisi de Sofía’nın çocuklarının bakımı ve yetiştirilmesi noktasında ortaklaşıyorlar. Film, işte tam da bu aşamada kendi evinden, ailesinden, muhtemel arkadaşlarından, sevgililerinden yüzlerce kilometre uzaklıktaki bir şehirde yersiz yurtsuzlaştırılmış yerli Mikstek kadınına dayatılan mülksüzleşmenin ve ızdırabın üzerini örtüyor. Mexico City’de altmışlarda ve yetmişlerde Bracero programının bir parçası olarak inşa edilen metroda ABD’den sınırı geçip gelen gündelikçilerle birlikte Mikstek yerlileri çalıştırılıyor. Mikstekler, ülkedeki yerli toplulukları içerisinde en fazla göçmek zorunda kalan, yoksulluğu ve ayrımcılığı dibine kadar yaşayanlar. Toplumsal Kalkınma Politikası Değerlendirmesi İçin Ulusal Konsey’in verdiği rakamlara göre, bugün bile Meksika’da sefalet koşullarında yaşayan yerlilerin yüzdesi, genel nüfusun neredeyse yarısını oluşturuyor. Genel nüfusta yoksulların oranı yüzde 43 iken bu oran yerlilerde yüzde 76,8. Film ise bize Cleo’nun annesinin imarcıların kasabaya musallat olmaları sonrası toprağını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylüyor. Ama hamile olan Cleo, konuyu anlamayacağını düşünerek annesinin yanına gitmiyor. Bize bu noktada annenin kızını bir hain olarak gördüğü söyleniyor. Yönetmen, bu ihanetin Mikstek milletiyle mi toplulukla mı yoksa göçmüş olmakla mı alakalı olduğunu söylemiyor.
Esasen hikâye anlatımı düzleminde bir yönetmenin karakterine kendi bakış açısını giydirmesinde bir sorun yok. Sorun, bir yandan samimiyetsiz bir biçimde, belirli bir bakış açısını karaktere giydirirken, bir yandan da o bakışın yorumladığı, çözümlediği sürecin üzerini örtmüş olmakta. Üstelik böylesi bir tanıklığı, azınlığa mensup ezilenin, yerlinin ve kadının temsilcisi olarak takdim edilen biri üzerinden, alabildiğine hegemonik, Batılı ve sömürgeci bir bakış açısı üzerinden gerçekleştirmenin kendisi samimiyetsiz olan. Yetmişlerde Meksika’da yerli kadınlar, kendilerini topraklarından zorla çıkartıp atan aynı beyaz, üst sınıftan veya üst orta sınıftan adamların şehirlerdeki evlerinde yarı köle olarak çalıştırılıyorlardı. Oysa Roma isimli bu filmde yönetmene ait anılar, eski dadısından derlediği anılarla yan yana getiriliyorlar, üstelik bu yan yanalık, özgün bağlam dâhilinde işleyen sınıfsal ve ırksal mücadelelerin geri plana atılmasını sağlamakla kalmıyor, ayrıca o mücadelelerin yerlerine merkezde duran karaktere dair hikâyeden çok beyaz aileye dair daha çok şey söyleyen yeni ve olumlayıcı bir hikâye konuluyor. Esasen bu noktada Cleo, nihayetinde tüm çelişkilerin, çatışmaların, sorunların üzerine beyaz badana sürmek için gerekli fırça olarak iş görüyor.
Özetle Roma çok güzel bir film. Siyah-beyaz, yumuşacık ve zarif. Doğal ışıkla birlikte pırıl pırıl parlıyor, su birikintilerin üzerine havadaki uçaklar yansıyor, orman yanıyor, Noel yemeği masalardan taşıyor. Sofía’nın ailesi de güzel ve cana yakın, tıpkı Cuarón’un hatırladığı gibi. Ama gerçek kaynağından (mülksüzleşmeden, sefaletten, zulümden ve sömürgecilikten) sökülüp alınmış, yeni ama sahte olan başka bir kaynağa (beyaz patronlarına yönelik sevgiye) iliştirilmiş bir duyguyla yüklü film. Bu noktada Cleo, yabancı gibi bakıyor ve o bakış alabildiğine rahatsız edici bir hâl alıyor. Cuarón’un çocukluğunda açık olan gerilimleri hoşgörülebilir kılmak, sömürgecilik sürecini daha az görünür hâle getirmek adına film, yerliyi göstermek ama öte yandan da Meksika tarihinin belirli bir kısmını tarafsız ve apolitik bir açıdan vermek zorunda kalıyor.
Roma, Cuarón’un dadısına dair güzel bir hikâye anlatıyor olabilir ama bunu ancak ailesinin Amerikalı toprak sahibi dostlarına ve aileye denk ailelere, kendi yetişme sürecini ve karakterini o ailelerle ilişkilendirebilenlere anlatabilir. Geri kalan tüm Latin Amerikalılar için Roma bir korku filmidir, Jordan Peele’in Get Out (Kapan) isimli filmini yankılayan bir köpek ağızlığıdır. Sofía, filmdeki hipnozcu Bayan Armitage’in Meksika’da dirilmiş hâlidir. Ne var ki filmin o mutsuz sonunda da teyit edildiği biçimiyle, Cleo’nun dışarı çıkma umudu bulunmamaktadır.
Cuarón açısından şunu söylemek lazım: kendisi kusursuz bir stratejist. Aynı beceri sayesinde o, Netflix’le filminin sinema salonlarına dağıtımı konusunda başarılı bir pazarlık yürüttü ve düşük bütçeli filminin Oscar alacağına dair dedikoduların dillendirilmesini bile sağladı. Ayrıca bu görüşme sayesinde yönetmen L, B, G, T ve Q arasındaki farklılıkları bilecek kadar yetkin ve bilge olan ama hâlen daha işçi sınıfı ile elit Latin Amerikalılar, yerli olanlar ve olmayanlar arasındaki farkı bilmeyen bazı Amerikalı eleştirmenlerin ve seyircilerin başlarını döndürmeyi başardı.
“Roma” kelimesi tersten okunduğunda “amor” kelimesi çıkıyor karşımıza ki bu, İspanyolcada “sevgi” demek. Cuarón’un filmi, sevginin yaslandığı aynı yapı taşlarına dayanıyor olabilir, ama tersten okunduğunda tam zıttı duygular açığa çıkarıyor.
Pablo Calvi

26 Aralık 2018

,

Meymenet

Yalçın Küçük, bir devrimci veya sosyalist olarak görülemez, o, devletin basit bir memurudur. Devlet, devrimi ve sosyalizmi kontrol altında tutmak, yoksulların öfkesini yanlış kanallara sevk etmek için hep bu tür isimleri devreye sokmuştur. Dolayısıyla, eğer Orhan Gökdemir’in dediği doğruysa[1] ve Gündoğdu dergisi, eskinin Hepileri’sinin, Toplumsal Kurtuluş’unun devamı ise ardında başka bir projeyi aramak gerekmektedir.
Burada söylenen, bir itham değil. Bazen ki aslında çoğu zaman, kendisini övmek için Yalçın Küçük itiraflarda bulunur. Mesela bir röportajında, “Dolmabahçe mutabakatında Erdoğan’a ‘senin diploman olmadığını, sara hastası olduğunu kimseye söylemeyeceğiz’ dediler” demektedir. Sonra bu sara ve diploma konusunda kalın kalın kitapları bizatihi kendisi yazmıştır. Onun bu lafı nasıl anlaşılmalı?
Demek ki gerekli sufle alınmış ve kitaplar yazılmıştır. Hatta Yalçın Küçük’ün tüm kitaplarını bu şekilde okumak mümkündür. Ardında hep bir emir ve talimat vardır. Ondaki diğer bir sorun da okurunu ve şakirtlerini doğalında cahilleştirmesidir. O her şeyi bildiği için okur ve şakirt, bir şey öğrenmeyi ve söylemeyi gerekli görmez. “Boş teneke”ye dönüşür. En iyisi, çantacı veya asistan olup, dergi çıkartır. Söyledikleri, yalandan başka bir şey değildir. Yükseklerde tanıdık sahibi olmadaki zevkle yaşayıp dururlar. Aynı yemek masasına Yiğit Bulut ve Mehmet Ağar’la birlikte oturan bir şefleri vardır çünkü. Siyasete kendilerinin gizliden yön verdiklerini sanırlar. Küçük burjuva duygular, böylelikle gıdıklanır. Küçük burjuva, sınıfa, halka ve ezilene asla inanmaz, güvenmez.
Yalçın Küçük’ün sara ve diploma deşifrasyonunu da 2005-07 momentine tarihlemek gerekmektedir. Demek ki birileri, AKP’ye yol vermekte, birileri de ona karşı öfkeyi kontrol altına almak istemektedir. Bu süreçte en ML, en Arnavutçu örgüt bile “seküler yaşam hakkından ve “laik ve bilimsel eğitim hakkından” söz eder hâle getirilmiştir. Hatta Kaypakkayacı gelenekten gelen bir öğretmenin Dersim katliamını savunduğuna bile tanık olunmuştur. Hatta ve hatta Marksizmi krizden kurtaracağını söyleyenlerin “Dersim yol kazası, yaşasın modernizm, yaşasın 60 darbesi” dedikleri bile görülmüştür. Herkes, hizaya çekilmiştir.
Esasen Küçük’ün yaptığı, basit bir işlemdir ve küçük burjuvaya seslenip, “bu Sabetayistler yüzünden ekmek bulamıyorsunuz, zengin olamıyorsunuz” yaygarası kopartarak, söz konusu kesimi örgütlemekten ibarettir. Tersten de Sabetayistleri açığa çıkartır, rasyonalize eder, devrim ve solculuk geleneğini onlara bağlar, onlarsız yol alınamayacağını söyler. Böylelikle küçük burjuvaziyi de belirli bir kıvama getirmiş olur. Bugün devletin AKP ile ilişkisi de budur. Küçük burjuva, örgütlenmeden asla yol alınamaz.
Son Ahsen operasyonu da bir operasyondur bu açıdan. Belirli masalarda alınan karar doğrultusunda, seçimlere doğru giden süreçte, sinir uçlarına dokunulmuştur. Gene aynı şey olmuştur: küçük burjuvaya “sen büyüyeceksin, ama bu AKP yok mu?” denilmiştir. Can Dündar’ın, Ahmet Şık’ın bahsini ettiği “öfke”, esasen nefrettir ve bununla alakalıdır. Sınıfsal değerini ve muhtevasını burada aramak gerekir.
O bilet kuyruğundaki insanlar ise meymenetsiz olmamak için o soğukta beklemektedirler. Birilerine ve hayata bereketsiz görünmemek, hadım edilmemek, dışlanmamaktır dert. Onlara bu inandırılmıştır. O kuyrukta devleti görmeyen göz, kördür. Bu coğrafyada bu sebeple Kur’an tefsirleri değiştirilmiş, meşuma “solcu”, meymenetliye “sağcı” denilmiştir.[2]
Öyle ki bir grup sol örgüt mensubu genç, yazın köylüler içerisinde faaliyet yürütmek adına birkaç ay onlarla birlikte tarlalarda çalışır. Mahsul az olunca köylüler, kahvede şunu konuşurlar: “Bu gençler meymenetsiz, onlar yüzünden mahsul düştü.” Bunun üzerine gençleri köyden kovarlar. Üstelik bu, denildiğine göre, “bir Alevi köyü”dür.
Bu meymenet ve bereket meselesini sol örgütler içerisinde bile görmek mümkündür. Allah’a inanılmasa bile herkes şansa, bereket tanrısına bağlıdır. Tavla oynarken kendisini hemen ele verir bu inanç! Yoksul, işsiz, biçare bir kişinin örgütte sözü dinlenmez mesela, bu tür kişiler dışlanırlar, sesleri boğulur. Onların kaderi budur!..
Küçük burjuvadaki nefreti örgütlemek noktasında AKP de aynı yöntemlere başvurur. O, suyun başını tutan, "işi ehline veren"dir. AKP de “biz büyüyecek, zenginleşecektik, ah bu Kemalist elitler yok mu?”dan başka bir dua bilmez. Küçük burjuvadaki nefretin nasıl harekete geçirileceği konusunda süren bu yarışın emekçi sınıflar nezdinde bir karşılığı olmadığı görülmelidir.

Örtük olarak sol, AKP’nin kitleyi dönüştürme pratiğinden memnundur, çünkü içine devlet kaçmıştır. Oradan düşünmektedir. Yoksulların, emekçilerin derdi-çilesi değil, küçük burjuvanın bereketi, zenginliği ve büyümesine yatırmıştır elindeki tüm parayı. Gün sonunda kazanan, o olmayacaktır. Devlet, tüm zihinleri kuşatacak, kendince yeniden inşa edecektir.
Rojava konusundaki tartışmada da küçük burjuva bir taraf vardır. Biri, “ülke bu teröristler yüzünden büyüyememekte”, diğeri “bu TC yüzünden Kürdistan büyüyememekte” demekte, tabanı bu vaatlerle harekete geçirmek istemektedir. Küçük burjuva eleştirildiğinde ise biri Türk milletini, diğeri de Kürt milletini karşımıza dikmektedir. Yüz yıldır olan budur: birilerine ilerlemeyi, meymenetli olmayı, şansı, bahtı lekelediği için yobazlara küfretmek öğütlenmiştir. Kürt’e yönelik nefreti de buradan okumak mümkündür: O, lanetlenmiş hâliyle, kentteki bereketlilere, bereketin kendisine halel getirecek olandır.
Bu açıdan Atatürk tüccarı Yılmaz’ın kitabını imzalarken titreye titreye ağlayan genç kızla Ahsen’e titreye titreye parmak sallayan nefret, yan yanadır. Ahsen, bu işten alacağını almıştır. Her iki taraf da meymenetsiz olanı belirlemiş, kendi kitlesini konsolide etmeyi bilmiştir.
Oysa Kur’an’da, Hakka suresinde ifade edildiği biçimiyle, meymenetsizlik, saltanatına tapma, yoksulu görmeme, malına iman etmeyle ilgilidir. Demek ki o, başka yerlerde aranmalıdır. Sonuçta AKP’yle ilgili nefret, Suriyeli mültecilere, yoksul işçilere, gariban Anadolu insanına, düşmüşe, “zenci”ye duyulan nefretle birleştirilmiş, AKP de bu yönelimi, tabanını konsolide etmek için kullanmıştır. Yoksulların öfkesi, küçük burjuvadaki nefretin önünde diz çöktürülmüştür. Devletin istediği, budur. Ellerini ovuşturduğuna hiç şüphe yoktur.
“Nefret, öfkedeki vuzuha, duruluğa dönüştürülmediği durumda yoz bir duygudur. Nefret, her şeyi tüm yalınlığı ile gören gözleri kör eder, dolayısıyla kesinlikle sınıf mücadelesine ait bir duygu değildir.”[3]
Bloch’un bu tespiti üzerinden baktığımızda, genel yönelimin küçük burjuvadaki nefrete örgütlenme şeklinde tezahür ettiği görülür. Sosyalist hareket, Soma’da ölen işçiye “AKP’liydi zaten” diyenlerin dünyasına örgütlenemez. Örgütlenirse, o işçilerin öfkesini bileyler. Bilinmesi gereken budur.
Eren Balkır
25 Aralık 2018
Dipnotlar
[1] Orhan Gökdemir, “Sınırda Yaşamak”, 8 Aralık 2018, Sol.
[2] Eren Balkır, “Vicdanın İsyanı”, 5 Ağustos 2011, İştirakî.
[3] Ernst Bloch’la Söyleşi, “Nefret mi Öfke mi?”, 21 Nisan 2018, İştirakî.

25 Aralık 2018

,

Sırat Köprüsü

Geçmişte bir sol örgütün kadın çalışmasına, daha doğrusu, feminist yönelimine ait internet sitesinde söze şu yanlış tespitle başlanıyordu:

“Dil ve düşünce aynıdır.”

Bu tespitin aktarılmasının amacı, küfür konusunda belirli bir duyarlılık yaratmaktı, ama sırt, dilbilimsel ve felsefî açıdan yanlış bir önermeye dayandırılıyordu. Dolayısıyla, gömleğin düğmeleri, daha baştan, yanlış iliklenmekteydi.

Çünkü dil ve düşünce aynı değil, olamaz.

Burada önsel olarak belirli bir hiyerarşi kurulmakta, birileri dil-düşünce bütünlüğü sağladığı için yukarıya, sağlayamayanlarsa aşağıya yerleştirilmektedir. Bu, özü itibarıyla ırkçıdır. Buna göre, ne dediğini bilen, düşündüğünü dile getirebilen, dilini düşünen özne yücedir, geri kalansa köledir. Bu anlamıyla, Kadın ile alakalı olan, Batı kaynaklı her türden kurgu ve tasarım, sömürgecilikle ve yayılmacılıkla maluldür. AKP, her şeyin bahanesinden ibarettir.

Bu tür kurgu ve tasarımlar, küçük burjuvalar eliyle pazarlanmakta, temelde dil-düşünce arasındaki örtüşmezliğe ve gerilimlere dair bir örtü işlevi görmektedir. Düzen, kendisini birilerine öteki, ezilen rolü bahşedip, onların üzerine birer örtü sermek suretiyle idame ettirmektedir.

* * *

İnsan, bir kısrak gibi tam vaktinde doğan bir canlı olsaydı, sorun yoktu, ama aşağı yukarı 12 aya ihtiyaç duyan insan yavrusunun gelişimi tamamlanmadan doğum gerçekleşmektedir, zira bu süre tamamlandığında, bebek anneyi zehirleyip öldürmektedir. Dolayısıyla, kimi bilim insanları, dil ve düşünce arasındaki ayrışma türünden örtüşmezlikleri bu kesikle, üç aylık mesafeyle ilişkilendirmektedirler.

Aynı şekilde, Marx’ın “özle biçim aynı olsaydı, bilim olmazdı” sözü de gelmelidir akla. Dili düşünceyle örtüştürenler, sözü; özü biçimle aynı görenler, bilimi; teoriyle pratiği birleyenler, eylemi sakatlamaktadırlar. Bunlara burjuva reformist siyasetiyle proleter devrimci siyasetini bir tutanlar eklenmektedir.

Dolayısıyla politik mücadele, küçük burjuvaların hâkim olduğu siyaset arenasında, ideal insan tiplerinin, üst-insan tasarımlarının, kusursuz örtüşme hâllerinin peşinden koşmak olarak anlaşılmakta, kitlelerdeki çarpıklık, yanlışlık, eksiklik, düşüklük, biçarelik, dilsizlik vs. geri ve aşağılık kabul edilmektedir. Sonuçta sol, kendisini dağdaki çobana değil, Aysun Kayacı’ya göre inşa etmektedir. Sol, solun şefleri, bu inşa pratiğinden gayet memnundur.

Kusursuz, eksiksiz, tam örtüşme hâlleri, kahraman, mitik insan tipleri üzerinden geçmişe de aksettirilir. Geçmişin kahramanları, eksikleri ve yanlışları ile değil, tam ve doğru olmalarıyla değer bulur. Teorik tartışma, her daim, bu kahramanların hangisinin tam ve doğru olduğu ile ilgilidir. Oysa bu tartışmanın kitleler nezdinde bir karşılığı yoktur. Bu sebeple, solun sorduğu şu soru, mantıken, daha baştan yanlıştır:

“İnsanlar nasıl bir araya gelip eyleme geçiyorlar?”

Burada sorunun birimi, bireyler olmamalıdır. Tüm çelişkileri, eksiklikleriyle sınıfsal kolektif dinamikler üzerinde durulmalıdır. Bireylerin merkeze konulması, solu bir yere götürmez. Bireye kendini beğendirme üzerine kurulu siyaset, kimlikçiliğe mahkûmdur.

Zihinde kurgulanan örtüşme hâlleri, pratikte bir şal/örtü görevi görürler. Böylelikle politik mücadelenin istifade ve istismar edeceği çatlaklar, çelişkiler ve ayrışmalar görülmez hâle gelirler. Her şeyi kendisinde cem etmiş, birlemiş, bütünleştirmiş, daha doğrusu, bu algıyı satan kişi, özne veya örgüt, bu çatlakları, çelişkileri ve ayrışmaları görmeyecek, daha doğrusu görmek istemeyecektir. Zira bunlar, o ceme, bire ve bütüne halel getirecek, tehditkâr unsurlardır. Sonuçta çatlakları, çelişkileri ve ayrışmaları görmek, “nesnelcilik” olarak eleştiriye tabi tutulmaktadır. Bireylere “işte bunlar sizin özne olmanızı istemiyorlar, buna engel oluyorlar” deyip gaz vermek çıkışsızdır, çünkü ilgili yaklaşım, burjuva ideolojisinin hâkimiyeti altındadır.

Bu anlamda, batılı liberal feministlerin Kadın kurgusu, soyuttur. Gerçek kadınsa somuttur ve bir yığın çelişkiyle maluldür. Semra Kuytul’a yönelik hakaretin sebebi de saf, bütünlüklü, çatlaksız, kusursuz bir özne görmek istenmesidir. Böyle olduğunu varsayan özne, her şeyi düzlemeye mecburdur. Dil, düşünce, öz, biçim, teori ve pratik, onda birlenmiştir. Bu imkânsızlık, sözü ve eylemi de imkânsızlaştırır.

Oysa çelişkilere hareket alanı sağlanmalıdır. Çelişkilerin hareketsiz kılınması, egemenlerin ekmeğine yağ sürer. Örneğin Stalin, kendisi de çelişkili biridir ve çelişkilerle yalın ve duru bir ilişkiye sahiptir, hatta bir değerlendirmede dile geldiği biçimiyle, o “çelişkileri yönetmesini bilendir”.

Stalin eleştirileri, esasen çelişkilerle ilişkiyi düzlemeye dönük dolayım olarak iş görmüştür. Yani kimileri, Stalin’i bahane ederek, çelişkileri kendinde düzlemiş, her şeyi kendisine bağlama imkânı bulmuştur. Stalin’e saldırı, bu anlamda, Sovyetler’in dünya bağlamında yarattığı çatlağın üzerine örtü sermekle alakalıdır.

Zihinde düz çizgi çizince gerçeğin de buna gerekli cevabı üreteceğini sanmak, büyük bir yanılgıdır. “Onca şey yapıyoruz, sınıf dönüp bize niye bakmıyor?” diye düşünmek, politikanın bittiği noktadır. Düşündükçe bitecektir.

* * *

Faşizm antipolitizm; liberalizm apolitizmdir. Politikasız dünya faşizmde önsel; liberalizmde sonsaldır.

Faşizmden kaçıp liberallerin politika dışı kucağına kaçmayı özgürlük bahanesiyle yüceltmemek gerekir. Politika, ayrışmalarla, çelişkilerle, çatlaklarla ilgili bir meseledir. Bu açıdan, onu zorla düzlemeye dönük bir çaba olarak faşizme karşı olmak, onu ikna yoluyla düzlemeye çabalayan liberalizme karşı olmayı gerekli kılar.

Temelde sosyalist hareket, sırat köprüsünde yürümekte, ne yaparsa yapsın, sağa devrilip faşizme; sola devrilip liberalizme/sosyal demokrasiye düşmekten korkmaktadır. Oysa böylesi bir korkuya hacet yoktur: Kitle dâhilinde iktidara karşı somut güç oluşturma gayreti içinde olunduğunda, düşme korkusu da ortadan kalkacaktır. Dili, düşünceyi, teoriyi, pratiği, özü, biçimi kendisinde bütünlemiş olanlar, aşağı indiklerinde, çelişkilerle birlikte yol almayı da, mecburen, bileceklerdir.

Eren Balkır
25 Aralık 2018

24 Aralık 2018

,

Hangi Kürt?

Denildiğine göre, Suriye’deki operasyonların bir merkezi Erbil’de, diğeri Adana’da. Dolayısıyla bugün, “ABD, Erdoğan’a Kürd kıyımı yapması konusunda izin verdi” yaygarası kopartmanın âlemi yok. Herkes aynı masada, herkes hesap peşinde ve bu hesapta Suriye halkları zerre kıymete sahip değil.

Herkes, kendisini bir yere göre kuruyor. Örneğin “sosyolog” Veli Saçılık, son açıklamasında “kardeş Kürt halkı” diyor, ama kendisini “sosyalist” olarak tarif ediyor.[1] Kürtler, sosyalistlerin kardeş halkı değil, olamaz. Sosyalistler bir millet değil ki! O vakit sosyalist Kürt’ün kardeş halkı kim peki? “Sosyolog”umuz, nereden, ne olarak konuştuğunun farkında değil. İşine geldiği yerde Kürt, işine geldiği yerde sosyalist, işine geldiği yerde Türk oluveriyor. Sol, şu aşağıdaki tweet’te görüldüğü üzere, ne olarak konuştuğuna bile karar veremiyor. Halk adına konuşmaktan ar ediyor, ama pazarın emri doğrultusunda konuşurmuş gibi yapma gereği illaki duyuyor. İşi bu, mecbur!

Sonuçta Kürt, siyasi ve lafzi salvolar için bir tür bahane, gerekçe olarak kullanılıyor. Asıl tartışma, burayla ilgili. Yani Pirzin Minbej imzalı, yukarıdaki tweet’i geçen sene atanla, “Türkiye NATO bombalarını üzerimize yağdırdığında” diye ağıt yakan Fehim Işık, aynı kavme mensup olamaz, aynı Kürt’ten bahsediyor olamaz. Öyle ya, NATO-Körfez Bloku’na liderlik edenle, bugün “bizi kesecekler!” diye feveran eden aynı kişi nasıl olabilir? Tahran’a yürüyecek orduların azap askeri olacağından haberi var mı Kürd’ün?

Bu tür manevraların, sahadaki dönüşümlerin aniden geliştiğini ummak saflık olur. Çekilme kararını sahadaki herkes aylar öncesinden biliyordur. Bunun için kitle bilincine şekil verecek halkla ilişkiler kadroları sahaya sürülür. Yazılar yazılır, kampanyalar başlatılır. Hele ki savaş gerçekliğinde hesapsızlık, ölümdür!

Daha dün Foreign Policy’den feyz alanların, bugün “Kürdler, Sam Amca’ya iyilik veya lütuf olsun diye IŞİD’le mücadele etmediler. Kendi çıkarlarına olduğu için bu mücadeleyi yürüttüler. Uluslararası siyasetin acımasız dünyasına hoş geldiniz: Çıkarları örtüştüğünde uluslar ve devletler işbirliğine giderler ama söz konusu çıkarlar uyuşmadıklarında, bu işbirliği çoğunlukla sona erer.”[2] diyenlere tek laf edememesinin sebebi de burada. Çıkarlar nasıl örtüştü, bir çıkar ve irade var mı, asıl sorular bunlar. Apê Sam, kimin kurtarıcısı olabilir ki?

Ve burada soru yöneltilen kişiler, neden işlerine geldiği noktada, saf, bakir, masum, yüce, mazlum ve arı-duru bir “Kürt” tasarımına sığınıveriyorlar hemen? Böyle bir Kürt olamadıkları için olabilir mi? Çıkarları belirleyenlerin, her hamleyi yapanların zihinlerindeki Kürt’le, gerçekteki Kürt aynı olabilir mi?

Onca liberalizmi, kapitalizmi, emperyalizmi içeri alan bünyeler, “emperyalizmi defterden sildik”[3] diyenler, neden bugün Kürt’ün arkasına sığınıyorlar? Tayyip Erdoğan herkese küfrediyor, kendisine bir şey söylendiğinde, “Ben, Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanıyım, bana laf söyleyemezsiniz” diyor. Benzer bir dil ve üslup burada da işliyor. Her şeyi yapıyorlar, her şeyi söylüyorlar, kendilerine eleştiri yöneltildiğinde, birden “Kürt” oluveriyorlar. Kürt, zırh veya kılıftan mı ibaret? Başka bir değeri ve anlamı yok mu?

Dolayısıyla Veysi Sarısözen yanılmıyor, yanıltıyor, görevi bu: Rojava’yı işgal izni veren yok! Daha dün küfredilen Esad’a bugün sevgi gösterileri yapmanın da bir anlamı yok. Sarısözen’in işi bu, yapmak zorunda.

Çözüm sürecinin Suriye iç savaşı ile alakasını kuran var mı peki? Bugün Diriliş Ertuğrul’a küfredenler, dün o Ertuğrul’un babasının mezarını taşıyanlara niye bir laf etmezler?

Medyada, sahnede gösterildiği gibi değil hiçbir şey. Adana’da ve Erbil’de kurulu masada Kürt halkı veya Türk halkı yok, kimilerinin çıkarları var ve herkes birbirinden haberdar. Son günlerde “Kürtler ve anti-emperyalizm” başlığı üzerinden süren tartışmanın anlamı da yok. “Teorik” gevezelik. Bir tarafta “Kürt”, diğer tarafta “anti-emperyalizm” yok. Tartışma, askerî taktik gereği, “smoke screen”, sis perdesi işlevi görüyor. Çünkü bir taraf, “Türkiye Ortadoğu’yu yönetecek güçtedir” diyor, diğeri “Ortadoğu devriminin önderi biziz”. Ortadoğu, iki cümleden de sahiplerinden de bihaber.

Geçmişte aylarca Kürt adına konuşup, “bizim Rakka’da ne işimiz var?” diye yazılar döşeyenler, ortamı hazırladılar ve gençler Rakka’ya gönderildi. Ardından “bizim Deyrezor’da ne işimiz var?” diye yazılar yazıldı, gençler bu sefer Deyrezor’a sevkedildi. Bu yazılar, ortamı yoklamaya yönelikti, itiraz var mı, o araştırıldı. Bazı sosyalistler gaza gelip, “ne Rakka’sı, Şam’a gidelim!” bile dediler.

Ama kimse, “petrol boru hatlarının Kürtlükle ne alakası var?” diye sormadı. Gece kurulan petrol pazarında kimin hangi armayı taşıdığının bir önemi yoktu.

Suudi Arabistan’dan gelen paraları sorgulamayınca bugün sanki aniden alınmış karardan dram çıkartmanın da bir anlamı kalmıyor. Ağlayarak bir yere varılmıyor. Geçmişte “NATO Türkiye’ye müdahale etsin” diyenlerin, NATO kapısında mektup vermek için bekleyenlerin bugün feveran etmeleri yersiz kaçıyor.

Kayıkçı dövüşüne de gerek yok. Adı geçen isimlerin solculukla, anti-emperyalistlikle bir alakaları bulunmuyor. Kürt’e vurarak prim yapmaya çalışıyorlar. Kimilerinin Müslüman’a vurup prim yapmaya çalışması gibi.

Aylan Kürdi ölüyor, solcuların sahip çıktıkları Charlie Hebdo dergisi, çocuğu alaya alan karikatür çiziyor, Kürt yayın organları, çocuğa değil, dergiye sahip çıkıyorlar[4] ve bugün Fransa alıyor Rojava’da ABD’nin yerini. Mesele, Hebdo’nun devletin bileşeni olduğunu görmekte. Mesele, devletlerle dans ettiğini zannetmekte.

Bugün NATO-Körfez Bloku’na liderlik yapanlar, yaptıklarının hesabını Kürd’e verdiler mi ki Kürd’ü yardıma çağırıyorlar? Efrin’i iki dakikada terk edip özeleştiri verme gereği duymayanlar, bugün kırımdan, kıyımdan söz ediyorlar. Zarfa değil, mazrufa bakmak gerekiyor. Asıl o mazrufta akıyor Kürd’ün kanı.

Eren Balkır
24 Aralık 2018

Dipnotlar:
[1] “AKP-MHP Korosuna Katıldılar”, 24 Aralık 2018, Yeni Yaşam.

[2] Stephen M. Walt, “Amerika’nın Suriye Siyaseti”, 21 Aralık 2018, İştirakî.

[3] Eren Balkır, “Viyan Nedir?”, 14 Eylül 2016, İştirakî.

[4] Eren Balkır, “Kepenek”, 22 Ekim 2015, İştirakî.

23 Aralık 2018

,

Amerika’nın Suriye Siyaseti


Neyse ki Kurtulduk Amerika’nın Suriye Siyasetinden
Başkan Donald Trump’ın Çarşamba günü açıkladığı, Suriye’de konuşlandırılmış iki bin kadar Amerikan askerini geri çekmeye ilişkin aldığı ani karar, Trump’ın ABD’nin dünya liderliğine ait o kutsal gömleği çıkartıp attığına inananlarla, Suriye’nin çıkarlara dair hayatî bir mesele olmadığına, ABD’nin elindeki gücün başka yerlere konuşlandırılması veya ileride oluşacak beklenmedik durumlar için muhafaza edilmesi gerektiğine inananlar arasında, herkesin kolaylıkla öngörebileceği bir tartışmanın fitilini ateşledi. Cumhuriyetçi senatör Lindsey Graham gibi sertlik yanlısı şahinler ile Max Boot gibi yeni muhafazakârlar, Trump’ın aldığı kararı hiç vakit kaybetmeden mahkûm ettiler ve bu isimlere süreç içerisinde eski CIA Direktörü John Brennan gibi müesses nizamın önemli simaları (Trump eleştirmeleri) da eşlik ettiler. Buna karşılık sağda liberterler, solda ise müdahale karşıtları, Trump’ın kendisinden nefret etmelerine ve onun birçok siyasetine endişeyle yaklaşmalarına rağmen, yapılan hamleye olur verdiler.
Peki bugün Suriye’de gerçekte neler oluyor? New York Times yazarı David Sanger’ın iddia ettiği gibi, Trump’ın Obama’nın adımlarını izlediğinden ve bölgede Amerika’nın geçmişte dile getirdiği vaatlerden “geri adım” atılmaya devam edildiğinden söz edilebilir mi? Ya da Trump, esasen çok küçük bir gücün konuşlandırılmasını, bunun yanı sıra, stratejik amacı belirsiz olan açık uçlu yükümlülüğe son verilmesini mi emretti?
Meseleye sonradan vakıf olan insanlar olarak bize bu durum, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesinin ne kadar aptalca olduğuna dair tespitleri anımsatıyor. Savaş yanlısı olan, savaş kampanyası lehine amigoluk yapan Weekly Standard’ın gayet adilane bir gelişme dâhilinde ölüp gittiğini görmelerine rağmen birçok pişmanlık nedir bilmeyen yeni muhafazakâr, çıkıp hâlâ, birçok dünya sorununun Amerika’nın askerî ve politik gücünün etkin bir biçimde kullanılmasıyla çözüme kavuşturulabileceğine inanabiliyor. Oysa neokonların rüyalarını süsleyen, uğruna lobi faaliyeti yürüttükleri, nihayetinde ahmak başkanımız George W. Bush’a satmayı bildikleri savaş, Ortadoğu’nun bugün maruz kaldığı altüst oluşun sebeplerinin önemli bir kısmını teşkil ediyor. Irak Savaşı yaşanmasaydı, Amerikan işgali olmasaydı, Amerika karşıtı isyana da tanıklık edilmeyecekti, El Kaide Mezopotamya’ya gelmeyecekti, dolayısıyla IŞİD diye de bir şey olmayacaktı. Saddam Hüseyin’in devrilmesi, aynı zamanda İran’ın bölgedeki en önemli hasmının da ortadan kaldırılmasını sağladı, bu da molla rejimini hediyelere boğmak demekti. Gelgelelim bugün hâlâ şu anki Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton gibi başarısızlığa mahkûm programların yaygarasını kopartan strateji dâhileri, aynı politikaların yeni versiyonlarını ısıtıp ısıtıp piyasaya sunabiliyorlar.
Öte yandan Trump’ın kararını tarif etme noktasında kullanılan o ürkütücü retoriğe de temkinle yaklaşmak gerekiyor. Times’ın attığı “Geri Çekilme Stratejisi” manşeti tümüyle yanlış, zira küçük bir gücün bölgeden sistemli bir şekilde çekilmesinin İkinci Dünya Savaşı’nda Dunkirk’te yaşanan tahliye işlemiyle veya Napolyon’un Moskova’dan çekilmesiyle bir alakası yok. Bu çekilmeyi, ABD’nin Ortadoğu’daki varlığına son vereceğine dair bir muştu olarak okumak da mümkün değil. Her şeyden önce şunu görmek lazım: bölgede veya civarında Amerika’nın kırk binden fazla kara askeri, bahriyelisi ve hava personeli var ve ABD, hâlen daha, bölgede kendisine bağlı olan bölge devletlerine cömertçe askerî yardım yapmaya ve yığınla silâh vermeye devam ediyor.
Ayrıca ABD’nin “Suriye’yi kaybettiğini” söyleyenlerin tespitlerinin de yanlış olduğunu görmek gerekiyor, zira her şeyden evvel Suriye, hiçbir zaman Amerika’nın olmadı. Aksine Suriye, önceden Sovyetler’e sonrasında ise Rusya’ya bağımlı olan bir devletti. Bu bağımlılık ilişkisi, ellilerin ortalarından beri mevcut. Moskova’nın Esad rejiminin yıkılmasına mani olmak için bu kadar çok çaba sarf etmesinin sebebini burada aramak gerek. Trump’ın, eskiden de Obama’nın Suriye’yi “kaybettiğine” dair tespitler, ABD’nin bir vakitler Suriye’nin kaderini elinde bulundurduğuna veya makul ölçüde başarı ihtimali bulunan, kontrolü ele geçirmeye dönük bir stratejiyi uyguladığına dair bir imayı içeriyor. Oysa son 15 yılda yaşananlardan bir şeyler öğrenebilseydik, ABD’nin Ortadoğu’da hiçbir ülkeyi kontrol edemeyeceğini, imkânsızı başarmak için bu kadar çok kan döküp bu kadar çok para harcamamak gerektiğini anlardık.
Bu noktada Suriye ayaklanmasından ve IŞİD’in ortaya çıkışından önce Washington’ın Suriye’nin başında kimin olduğuyla hiç ilgilenmediğini, Suriye’nin iç siyasetini Amerika’nın ana meselesi olarak görmediğini hatırlamak gerek. Richard Nixon’dan George W. Bush’a dek tüm başkanlar, ABD’nin çıkarına uygun düştüğü ölçüde Esad ailesiyle iş yaptılar, hatta hepsi de aile fertlerinin zorba birer diktatör olduğunu biliyordu. Ama Arap Baharı ile birlikte Obama yönetimi, birden Suriye’nin iç siyasetinin çok önemli olduğuna ve “Esad’ın gitmesi gerektiğine” dair bir çıkarımda bulundu, oysa yönetim, onu nasıl devireceğine ve Alevi rejiminin yerini alacak yeni bir hükümetin nasıl kurulacağına dair bir fikre bile sahip değildi.
Bir de askerlerin intikalini ABD açısından kayıp, Rusya, İran, Hizbullah ve Türkiye için bir büyük bir kazanım olarak görenler var. Bunlar, bu aktörlerin hepsinin veya belirli bir kısmının Suriye’de paha biçilmez bir nüfuza sahip olacağını söylüyorlar. Bu doğru bir tespit olsa bile, belki de Suriye bir ödül değil, yüktür. Her zaman zayıf bir devlet olarak bildiğimiz Suriye’nin ekonomisi ve altyapısı, yoğun iç savaş süreci üzerinden, ciddi bir yıkıma uğramış durumda. Stratejik açıdan önemli bir değer olmak şöyle dursun, Suriye bugün kendisini muzaffer sayanların battıkları ve büyük bedeller ödeyecekleri bir bataklık aslında. Bölge, kaynayan bir kazan ve bu kazanda farklı politik güçler birbirleriyle rekabet içerisindeler. Siyaset bilimci Mark Katz’ın tespitiyle, bu güçlerin birbiriyle çelişen çıkarları, ABD çekilir çekilmez tüm ağırlığıyla gündeme oturacak. Eğer bu tespit doğruysa, Suriye bataklığını başkalarına teslim etmek, ABD açısından net bir kazanım olarak görülebilir.
Kimin kazandığına veya kimin kaybettiğine hiç kafayı takmadan, ABD kendi yoluna koyulmalı ve bu noktada temel stratejik çıkarlarını tanımlamalı. Ortadoğu konusunda Amerika’nın üzerinde durduğu ana stratejik çıkar, Ortadoğu petrolünün ve doğal gazının dünya piyasalarına akmaya devam etmesinin güvence altına alınmasını sağlayacak çalışmalara katkı sunmaktan ibaret. (ABD, bugünlerde bölgeden çok az enerji temin ediyor, ani bir kesintinin dünya ekonomisine, dolayısıyla Amerika’ya zarar vereceğini görmek gerek.) Lâkin bu hedef, ABD’nin bölgeyi kontrol altına almasını veya yereldeki güçlere kimi düzenlemeleri dikte etmesini gerekli kılmıyor. Bu noktada yapılması gereken, sadece başka bir devletin bölgeye egemen olmasına mani olmaya dönük faaliyetlere katkı sunmak. Neyse ki bölge, zaten, eskiden olduğu gibi, lime lime. Dolayısıyla İran, Rusya, Çin veya başka bir devletin bölgeye egemen olma ihtimali, çok düşük. Eğer durum buysa, o vakit Suriye’de kalmanın ABD’nin güvenliğine veya zenginliğine pek katkı sunacağını söyleyemeyiz.
Ama bir dakika: ya IŞİD kalıntıları, yeniden bir araya gelip belirli bir bölgeyi tekrar ele geçirir, başka ülkelerde düzenlenecek yeni terörist saldırılara destek olursa? Kimsenin böylesi bir gelişmenin yaşanmasını istemeyeceğine hiç şüphe yok ama bu türden bir tehlikenin Amerikan askerlerini Suriye’de bir, iki veya beş yıl daha tutmak için bir gerekçe teşkil ettiğinden de söz edilemez. IŞİD gibi bir örgütün ideolojisini bombalarla, insansız hava araçlarıyla, top mermileriyle veya kurşunlarla yok edemezsiniz. Şiddet araçlarına dayalı direniş, bir fikir olarak, tüm örgüt üyeleri ele geçirilse veya öldürülse bile yaşamaya devam eder. Kendimizi bu türden örgütlere karşı korumak, Amerika’nın dile getireceği açık uçlu bir yükümlülüğü değil, yerelde etkili hükümetlerin ve kurumların oluşturulmasını gerekli kılmaktadır. Gelgelelim bölge yerelliğinde meşru ve etkili bir otorite tesis etmek, Amerika’nın işi değildir. Hatta ABD’nin bu türden yerlerde varolması, kendi varlığına zarar verebilir. Her şeyden önce IŞİD’in verdiği ideolojik mesaj, kısmen dış müdahalelere yönelik itiraza yaslanır. Örgüt, uzun zamandır ABD’nin bölgedeki varlığını adam toplamak için gerekli bir araç olarak kullanmıştır. Suriye’den çıkmak, bu mesajın etkisini hemen kırmayacak ama örgütün insanları ikna etme kabiliyetini süreç içerisinde zayıflatacaktır.
İnsanı ürküten imajına ve acımasız taktiklerinin yarattığı etkiye rağmen IŞİD, ABD’nin varlığını tehdit eden bir unsur hâline hiçbir vakit gelmemiştir. ABD ve Avrupa’da ölümle sonuçlanan bir dizi saldırıya destek veya ilham kaynağı olmuşsa da ülkemiz açısından yol açtığı riskin ihmal edilebilir düzeyde olduğunu söylemek gerek. IŞİD’in yönettiği veya ilham verdiği saldırılarda (kabaca 325 milyonluk nüfusun içerisinde) 64 Amerikalı ve (500 milyonu aşan nüfusun içerisinde) yaklaşık 350 Avrupalı ölmüştür. Bu ölümler, elbette hepimizi üzmüştür ama mevcut tehlikenin de varlığımızı tehdit edecek bir düzeye ulaşmadığını, bize zarar veren başka sıradan kaynaklar yanında solda sıfır kaldığını görmek gerekmektedir.
Herkesin üzerinde durduğu, nispeten daha meşru bir endişe kaynağı ise IŞİD karşıtı mücadelede ABD’nin en önemli ortakları olarak sahada faaliyet yürütmüş olan Kürd milislerin kaderidir. Trump’ın çekilme kararını eleştirenlerin dile getirdiği biçimiyle, alınan kararla birlikte, pratikte Kürdler yüzüstü bırakılmıştır ki ben de bu görüşteyim. Ama Amerika’nın Kürdlere yönelik ahlâken sahip olduğu yükümlülüğün de bir sınırı vardır. Doğru ya da yanlış, alınan bu kararın uzun vadede ABD için önemli sonuçlar doğuracağı açıktır. Kürdler, Sam Amca’ya iyilik veya lütuf olsun diye IŞİD’le mücadele etmediler. Kendi çıkarlarına olduğu için bu mücadeleyi yürüttüler. Uluslararası siyasetin acımasız dünyasına hoş geldiniz: Çıkarları örtüştüğünde uluslar ve devletler işbirliğine giderler ama söz konusu çıkarlar uyuşmadıklarında, bu işbirliği çoğunlukla sona erer.
Stephen M. Walt
21 Aralık 2018