Geçen
Nisan ayında Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Katolik piskoposların “bir
kez daha siyaset sahnesine giriş yapmalarını ve kilise ile devlet arasındaki
ilişkileri tamir etmelerini” istedi. Devamında, kilise ve Katoliklerle hiç
ilgilenmeyen bir cumhurbaşkanının görevi esnasında hatalar yapabileceğinden söz
etti.[1] Zaten dinle kilisenin Fransız kamusal hayatında önemli bir rol
oynadığını herkes biliyor. 2012-13’te eşcinsel evliliklerine karşı
protestoların arkasında o var. Alsak-Loren bölgesinde devlet teşvikleri alan
gene o. Oysa Müslümanlar söz konusu olduğunda Fransa’da durum çok farklı.
Müslümanlardan söz edildiğinde panik havası hâkim oluyor, herkes sekülerizmin
en tehlikeli biçimi olan laiklikten dem vuruyor ve onun cumhuriyetin kurucu
ilkesi olduğunu söylüyor. Guardian’da çıkan ve tarih konusunda gayet
cahil olan bir makalede, geçen yıl polislerin Müslüman kadınları sahillerde
üzerlerindeki kıyafetleri çıkartmaya zorlamasından bahsediyor.[2] Bu bağlamda
ele alındığında Jim Wolfreys’in kaleme aldığı İslamofobi Cumhuriyeti, şu
gerçeği güçlü bir biçimde ve belirli bir yöntem temelinde ifşa ediyor:
“Fransa’nın sorunu laiklik değil, ırkçılıktır.”[3]
Siyasetçilerin
ve kamu kurumlarının okullarda çocukların domuz yememeleri, sadece kadınlara
açık olan yüzme havuzlarına gidilmesi ve alkol satmayan bakkallar konusunda bir
şey yapabilmeleri mümkün değil. Bu noktada medya devreye giriyor ve komplo
teorilerine sarılıp, Müslümanların Avrupa’yı istila ettiğinden söz ederek
ırkçıların kürsüsü hâline geliyor. Önemli gazeteciler, siyasetçiler ve
“aydınlar”, Roman Polanski ve Dominique Strauss-Kahn’ın işledikleri suçları
görmezden gelirlerken, Müslüman erkek sürekli her türden cinsel ayrımcılığın
sebebi olarak takdim ediliyor. Müslüman kadınların kıyafetleri üzerine kimi
kararlar alınıyor. Başörtüsü yasaklanıyor, hatta sıra bandanaya ve “gösterişli”
uzun eteklere geliyor.
2015’te
Paris’te yaşanan terör saldırıları ardından bu hava iyice kesifleşti. Okullarda
çocuklar ülkeye hâkim olan “Ben Charlie’yim”ci ruh hâline aykırı şakalar yapan
öğrenciler, polis soruşturmalarına maruz kaldılar. Binlerce insanın evine
baskınlar düzenlendi, birçok kişi “endişeli komşular”ın temelsiz suçlamaları
ardından ev hapsine mahkûm edildi, öte yandan camilere ve Müslümanlara ait
işyerlerine saldırıldı. Siyasetçiler, “radikalleşme şüphesi” üzerinden 11.000
kişinin enterne edilmesi veya çocukların kafasına cumhuriyet “değerlerini”
nakşedemeyen ailelere verilen sosyal yardımların kesilmesi gibi meseleleri
tartıştılar. 2016’da sağcı adaylar içerisinde en az ırkçı isim olan eski
başbakan Alain Juppé, Müslümanlara gösterdiği nispi hoşgörü sebebiyle, “Ali
Juppé” olarak anıldı. Oysa o, Müslümanların dinlerini yobazlıkla ve barbarlıkla
alakalarının olmadıklarını, cumhuriyetin değerlerine tümüyle bağlı olduklarını
açıktan beyan etmeleri koşuluyla yaşabileceklerini söyleyen biriydi.[4]
Partisindeki diğer isimlerse, Kasım 2015’taki Bataclan Katliamı sonrası,
açıktan şunu söylemişlerdi: “Bu katliam, cemaatçilik karşısında elimizi korkak
alıştırmış olmamız sonucu ödediğimiz ağır bir bedeldir.”[5]
Wolfreys’e
göre, “bu İslamofobi denilen salgının arkasında, sekülerizm geleneği etrafında
dönen ulusa ait bir özellikten çok, bu geleneğin dar ama daha ilerici liberal
formları dâhilinde politik tayfın tamamını kesecek şekilde, bütün güçleri
devletin otoritesini korumak amacıyla harekete geçirmesi vardır.”[6]
Esasen
İslamofobi, Avrupa ve Kuzey Amerika’da yürütülen terörle mücadelenin bir
neticesidir. Wolfreys’in tespitiyle, Britanya ve Birleşik Devletler’de terörle
mücadele, Soğuk Savaş dönemine has paranoyanın geride bıraktığı mirası tekrar
devreye sokarken, Fransa’da imparatorluğun, bilhassa Cezayir’in
sömürgeleştirilmesi sürecine damgasını vuran, Kuzey Afrikalılara yönelik
aşağılayıcı tutuma dair mirasına başvuruldu. Cezayir’de kadınların çarşaflarını
ve başörtülerini herkesin gözü önünde çıkarttığı törenler, bugün başka yerlerde
“beyaz adamın sorumluluğu”, Fransa’da “medenileştirme misyonu” olarak anılan
olgunun parçası olarak yürütülen başörtüsü polemiklerinin habercisi
niteliğinde. Fransa şehirlerinden tecrit edilmiş olan ve genelde getto olarak
işgören yoksul banliyölere dair siyaset tartışmaları ise sömürgecilik dönemine
ait dili ve mecazları yeniden devreye sokuyor.
Ama
tüm o sömürgeci kökleriyle ırkçılığın Fransız Müslümanların karşısına
dikilmesiyse yeni bir mesele. 1989 gibi yakın bir tarihte sonrasında başörtülü
kızların okullardan atılması fikrini savunacak olan birçok grup, bu fikre gayet
ırkçılık karşıtlığı ve insan hakları temelinde karşı çıkıyordu. O günden bugüne
Müslümanlar üzerinden yeni bir ırkçılık inşa edildi ve İslam, Müslüman
kültürünün ana unsurları karşısında yaşanan ahlâkî panik hâli üzerinden,
ırksallaştırıldı. Wolfreys, bu sürecin nasıl yaşandığını Arun Kundnani’nin şu
tarifi üzerinden izah ediyor: “Başörtüsü takmak gibi kimi kültürel mecazlar,
zamanla 21. yüzyıla ait ırksal göstergeler olarak iş görmeye başladılar ve
W.E.B. Du Bois’in tanımladığı, bilindik ırksal işaretlere benzer bir görevi ifa
ettiler.”[7]
Bahsi
geçen ahlâkî panik hâlinin tetikleyicisi ise Marine Le Pen’di. Son dönemde
Ulusal Seferberlik ismini alan, seçimlerde oylarını artırmış bulunan faşist
parti Ulusal Cephe’nin lideri, bu tetikleme görevini tek başına ifa edemezdi
elbette.[8] Düzenin siyasetçileri, Le Pen’in güttüğü siyasetlerin pişmesini
sağladılar, seçmen kitlesini kazanmaya çalıştılar ve yeterince ırkçı olmadığını
düşünerek, ona yönelik saldırılarına son verdiler. Ama bu girişimler ters yönde
sonuç verdi: bu sayede Le Pen aklandı, argümanları meşrulaştı ve sözünde durma
becerisi her daim vitrine yerleştirildi. Örneğin 2011’de Müslümanlar, cami
olmadığından on ila yirmi sokakta namaz kıldılar. Le Pen, bu olayı Nazi işgali
altında geçen dönemle kıyasladı. Bir yıl içerisinde devlet, bu uygulamayı
yasakladı. Ama fiiliyatta işleyen korku tellâllığının düzeyini aşağı çekmek
şöyle dursun, meselenin gündeme getirilmesi sebebiyle sokakta namaz kılma
pratiği, kamuoyunun bilincine ısrarla kazındı. Yapılan anketlere göre, insanlar
200’den fazla sokakta namaz kılındığını düşünmekteydi.
Bazı
suçlar, yabancılar veya çifte vatandaşlar eliyle işlendiğinde, Ulusal Cephe
daha ağır cezaların verilmesini savundu. Bu fikri uygulamaya önce sağcı
cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, ardından da Sosyalist Partili cumhurbaşkanı
François Hollande soktu. Bu gelişme karşısında Le Pen, tabii ki zevkten dört
köşe olmuş ve şunları söylemişti: “Bir cumhurbaşkanı çıkıp da Ulusal Cephe’nin
önerdiği tedbirleri uygulamaya başlarsa, anlayın ki bu şaşkınlık verici adım,
Ulusal Cephe’ye yönelik hürmetin bir nişanesidir.”[9] Bu sayede Ulusal Cephe,
daha da ileri gitmek için açık kapı buluyor kendisine. Wolfreys’in de
belirttiği gibi: “Sorun, düzen siyasetçilerinin kârlı buldukları bu türden bir
siyasetin ucu bucağının bulunmamasıdır. Bir kez uygulamaya konulmaya görülsünler,
böylesi siyasetler, ahlâkî panik hâlinin oluşmasını sağlarlar, yaşanan süreci
kontrol etmek güçleşir, böylelikle sadece dışarıda duran otoriter bir gücün
çözüm sağlayabileceğine dair izlenimi bir biçimde besler.”[10]
Siyasetçilerin
İslamofobiye duçar olmaları, onların kısa vadede fırsatçılık yaptıklarının bir
delili olarak görülemez. Fransa’da İslamofobinin yükselişe geçmiş olduğu sürece
işçiler, hatta orta sınıflar açısından iş güvenliğinin ortadan kalktığı, yaşam
standartlarının düştüğü, gelecekle ilgili umutların azaldığı bir dönem eşlik
ediyor. Daha da çarpıcı olanı ise bu dönemde işçi sınıfı ve sol siyaset
merkezli bir dizi isyanın gerçekleşmiş olması, ayrıca radikal solun seçimlerde
önemli başarılar elde etmesi. Tüm bunlar, hep birlikte, Wolfreys’in “neoliberal
blok” adını verdiği şeyin inşa edilmesi için gerekli engelleri teşkil ettiler.
Hükümet, patronlar dünyasının talep ettiği neoliberal reformların
uygulanabilmesi için ciddi ve kararlı bir desteğe ihtiyaç duyuyor.[11]
Wolfreys,
bu politik zorunlulukla hâkim ideolojilerin nasıl kesiştiğini, İslamofobinin
sınıf mücadelesinde merkezî öneme sahip ideolojik bir cephe hâlini aldığını
gayet ustalıkla izah ediyor. Örneğin tam da bu dönemde sekülerizm, dinî
özgürlüklere yönelik bir savunudan çıkıp dinlere zulmetmenin bir aracı hâline
geliyor. Esas Fransız Devrimi’nden miras alınan cumhuriyetçilik fikri böylesi
bir rolü oynuyor. “Bölünmez bir bütün” olarak kabul edilen cumhuriyetin
yarattığı müşterek kimlik, her türden grubun özel çıkarını hükümsüz kılıyor. Bu
fikir, belirli ölçüde, solun yıllarca savunduğu, elitler karşıtı demokrasi
anlayışını da içeriyor ve ilgili anlayış, insan haklarını savunmak ya da kilise
veya aristokrasinin gücüne karşı koymak adına savunuluyor. Ama cumhuriyetçilik,
aynı zamanda azınlıklara karşı yapılan, “kültürünüz, bir bütün olan
Cumhuriyet’i bölmesin” türünden totaliter bir ikazı da ihtiva ediyor.
Cumhuriyetçilik,
tarihsel açıdan sol nezdinde en önemli unsurdu. Hatta 2010’a doğru Sarkozy, ilk
başta ABD ve Britanya’daki neoliberalizmi taklit etmek istedi. Bu yaklaşım,
ortanın soluna ait kum torbalarını esas alan bitap düşmüş cumhuriyetçilikten
ziyade, tüm yapmacıklığı ile çeşitliliğe odaklanmadaki tuzakları da
içermekteydi. Gelgelelim Sarkozy, zaman içerisinde başka bir şeye dönüştü ve
2012 yılında partisinin ismini Cumhuriyetçiler [Les Republicains –LR]
yaptı. Cumhuriyetçilik, süreç içerisinde solu sağın ajandası ardında hizaya
sokmak için eşi menendi bulunmayan bir araç işlevi gördü ve muhalefeti iğdiş
edip, yönetici sınıfa ve devlete ait ajandayı destekleyecek kapsamlı bir
politik blok inşa etti.
Bu
sürecin bir tezahürü de Temmuz ayında Jean-Luc Mélenchon’un partisi Boyun
Eğmeyen Fransa’nın [France Insoumise -FI] en solcu milletvekillerinden
Danièle Obono’nun Fransa’nın sağ muhafazakâr partisi Cumhuriyetçiler’e ve
Sosyalist Parti’ye Macron’a karşı kurulacak “Cumhuriyetçi” ittifaka katılma
çağrısında bulunmasıydı.[12] Hatta Wolfreys, bu konuda daha da gerilere gidiyor
ve Cumhuriyet’in 1871’de Paris Komünü’nü kıyımdan geçirmesi ardından “1914’te
eski Komünarların tehlikede olan Cumhuriyet’i savunmak için oluşturulan ‘kutsal
birliği’e destek yürüyüşü yaptıklarından” söz ediyor.[13] Buradan hareketle
Wolfreys, devrimci sol, eğer iktidardakilere karşı gerçek bir itirazı
örgütlemek derdindeyse, onun cumhuriyeti savunmaya bir son verip, Marksist bir
seçenek sunması gerektiğini söylüyor.
Bölünmez
bir bütün olarak Cumhuriyet, Fransa’nın çokkültürlü gerçeğini sistemli bir
biçimde inkâr ediyor, ayrıca bünyesinde derin bir eşitsizliği ve ırkçı bir
ayrımcılığı barındırıyor. Devletin yayınladığı hiçbir istatistikte etnisitenin
veya ırkın adına rastlanmıyor, istihdam, eğitim, barınma ve polis şiddeti
konusunda yaygın olarak görülen yaygın ayrımcılığın esamisi okunmuyor. Bu yıl
insanların ırkına bakmaksızın herkese eşit haklar bahşeden yasa maddesi
anayasadan çıkartıldı ve yerine ırk diye bir şeyin olmadığını söyleyen, güya
ırkçılık karşıtı bir cumhuriyetçi madde konuldu. Bunun sebebi ise bilhassa
2005’te yaşanan isyanlar ardından eşitsizliğin saklanamayacak bir gerçeklik
hâline gelmesi. Bu düzlemde cumhuriyet, sebebi hâlâ başka bir yerde arıyor.
Siyahlara
ve Kuzey Afrikalı yurttaşlara nasıl ayrımcılık yapıldığını sormak yerine, bu
insanların kültürlerinin onların Fransız toplumuyla bütünleşmelerine nasıl mani
olduğu sorusu üzerinde duruluyor. Hatta bir seferinde, “suça meyilli kimlikler”
arayıp duran bir siyasetçi, işsizliğin sebebinin çokeşlilik olduğunu
söylemişti. Irkçılık karşıtlığı adı altında İslamofobi üzerinden mağdurlar
suçlanıyor ve kültürel farklılıklar, hâkim kültürle bütünleşmeye yönelik bir
tür itiraz olarak değerlendiriliyorlar.
Soldaki
cumhuriyetçilikse çoğunlukla suç ortaklığına yol açıyor, üstelik bu
cumhuriyetçilik solun aleyhine sonuçlar doğuruyor. Sosyalist Parti, sağ
partiler gibi, iktidara geldiğinde Müslümanlara sert davrandı. Ama süreç
içerisinde görülüyor ki hükümet mükümet kalmadığında partinin kitle tabanı da
erimiş. Mélenchon’un partisindeki (FI) reformizmse bayrağı ve marşı
sahiplenecek kadar dibe vurmuş durumda. Her ne kadar ırkçılık karşıtı bir tavrı
olsa da bir tür inanç hâlini almış sekülerizmi ve milliyetçiliği elini kolunu
bağlıyor. Örneğin Mayıs ayında FI, Sorbonne Öğrenci Birliği başkanı Meryem Pougetoux’nun, TV’ye verdiği
röportajda, öğrencilerin Macron’un getirdiği yeni öğrenci seçme sistemini neden
protesto ettiklerini açıklaması ardından düzenlenen gösterilere aktif olarak
katıldı. Pougetoux başörtüsü takıyor diye oluşan ve iki hafta süren bu cinnet
hâli, tüm gündemi işgal etti. FI’nin gösterisi başarılı oldu ve bu başarı
öğrencileri Pougetoux’nun temsil ettiği öğrencileri hükümete karşı seferber
etmesinin bir sonucuydu. Mélenchon’un sağ kolu Alexis Corbière, TV’ye çıkıp
Pougetoux’nun başörtüsü konusunda bakanlarla birlikte ahkâm kesti.
Yeni
Antikapitalist Parti (NPA) gibi sol örgütlerse Pougetoux’yu savundu ki bu,
özünde “Müslümanlara yönelik açık düşmanlık olarak görülmese bile “onlara küçük
düşürücü bir tavır dâhilinde sırtını dönmek”le ilgili onca örnek varken gerçek
bir ilerleme olarak görülmeli.[14] Peki NPA, muhtemel seçim adayı İlhem Mussaid
ve dostlarını başörtüsü ile ilgili bir cadı avı üzerinden, 2010’da partiden,
utanç verici bir biçimde kovmasaydı, bugün ne tür bir konumda olurdu? Wolfreys
çalışmasında, ayrıca NPA’nın cumhurbaşkanlığı adayı Philippe Poutou’nun TV’deki
tartışmalarda dinamik ve etkili bir isimmiş gibi görünmesine karşın,
İslamofobideki yükselişe gerekli cevabı verememesi üzerine hızla güç
kaybettiğinden de bahsediyor.
Bazı
solcuların İslamofobiye teslim olmalarının sebebi, Marx’ın “din halkın
afyonudur” sözü. Wolfreys ise bu teslimiyetin karşısına Marx’ın, sonrasında
Bolşeviklerin dinlere yönelik zulme karşı duruşlarına dair gerçek sicili
çıkartıyor.[15] Öte yandan bazı solcular ve feministler, İslam’ı cinsel
ayrımcılıkla birlikte tanımlıyorlar ki bu da “medenileştirme misyonu”nun solcu
versiyonunun oluşmasını sağlıyor. Wolfreys, sorunun 1894-1906 arası dönemde
yaşanan Dreyfus vakasına dayandığını düşünüyor. Bilindiği üzere, o dönemde
Yahudi subay Alfred Dreyfus antisemitik bir komploculuk üzerinden ihanetle
suçlanıyor.[16] Hakkaniyetli bir tutumla ve cesaretle Dreyfus’u savunanlar,
sonrasında belirli bir pişmanlıkla, cumhuriyeti ırkçılık karşıtlığı siyaseti
için bir araç olarak tercih ediyorlar.
Siyah
ve Kuzey Afrikalı eylemcilerle yaptığı etkileyici bir dizi mülâkatta Wolfreys,
2005 isyanlarından bu yana yeni bir hareketin oluştuğunu ve bu hareketin
“kurumsallaşmış ırkçılık karşıtlığı siyaseti”nin karşısına “politik bir
ırkçılık karşıtlığı” ile çıktığını ortaya koyuyor. Söz konusu hareket, devleti
savunmak yerine onu hedef alıyor ve ezilenlere nasihat vermek şöyle dursun,
onları eyleme örgütlüyor. Bu hareketin oluşmasının yanında bir de yeni sol
kuşak, önemli bir kültürel değişime tanıklık ediyor, öyle ki genç eylemciler,
sekülerizmle ilgili gerçek dışı tartışmaların batağına saplanmak yerine, devlete
karşı Müslümanlardan yana saf tutuyorlar. Pougetoux’nun militan bir öğrenci
birliğine başkan seçilmesi, yaşanan değişime dair bir kanıt niteliğinde. Buna
karşın mülâkat yapılan eylemciler, solun Müslümanların ırkçılık karşıtı
çalışmalarına yeterince tepki geliştiremediğini, hatta bu konuda isteksiz
olduğunu söyleyerek ikazda bulunuyorlar. NPA’nın Parisli bir üyesi olarak
Meryem, meseleyi şu şekilde tespit ediyor:
“Sol, İslamofobi konusunda
net bir konum almadığı sürece bir şeyler parmaklarının arasından kayıp gidecek,
bunun farkında bile değil. Solun umudu devrim ama sınıfın en fazla ezilen
kesimi itici güç olmadığı, başka bir toplumu kurma çabasının merkezine o kesim
oturmadığı sürece bir devrimin gerçekleşmesi de mümkün değil.[17]
Esasında
İslamofobinin hâkimiyetine bağlı olarak, işçi sınıfı ve verdiği mücadelelerdeki
direnç de görünmez hâle geliyor. İslamofobi kadar güçlü olan bir anlatı
dâhilinde gerçeklikle bağlar yitiriliyor, düşünce kuruluşları ve anket
firmaları bu anlatıyı pekiştiriyor, böylelikle “göçmen işçiler” zımnen işçi
sınıfı dışına atılıyorlar, zira işçi sınıfı esas olarak beyazlar üzerinden
tanımlanıyor, Fransız milliyetçiliğiyle tarif ediliyor, ayrıca parçalı
olduğundan ve göç sürecinin tehdidine maruz kaldığından söz ediliyor. Militan
solcu işçinin yerini süreç içerisinde kaygılı sağcı “küçük beyaz insan” alıyor.
Wolfreys, işçi sınıfına dair resimden birliği çıkarttığımızda, ona ait
kudretten ve faillikten de mahrum kaldığımızı gayet güzel ortaya koyuyor.
Wolfreys’in
kitabına kimi eklemeler yapmak tabii ki mümkün. İslamofobi ile önceden
Fransa’da hâkim olan ırkçılık biçimi olarak antisemitizm arasındaki rabıta söz
konusu çalışmada pek ele alınmıyor. Antisemitizme yönelik ikiyüzlü, çoğunlukla
laf olsun torba dolsun diye yapılan itirazlar, sıklıkla Müslümanları ve solu
ezmek için kullanılıyorlar. Öte yandan kimi küçük örgütlerse, bazı
Müslümanlardaki korkuları Yahudilere yönelik şüpheyi artırmak için istismar
ediyorlar. Oysa antisemitizm ve İslamofobi, birbirini karşılıklı olarak
besliyor. Helâl gıda ve başörtüsüne yönelik kısıtlamaların ucu koşere ve
kippaya da dokunuyor. Ulusal Cephe, elindeki kadroyu antisemitizm ve İslamofobi
ile meydana getirdiği kitle üzerinden inşa ediyor, buradan da yeni bir holokost
inkârcısı kuşağı üretiyor. Müslümanları ırksal açıdan aşağılamak için
kullanılan mecazların kaynağı, antisemitizm. Bu noktada Wolfreys’in Fransa’da
görülen İslamofobiye dair analizini içeren bölümler, İkinci Dünya Savaşı
sonrası felsefeci Jean-Paul Sartre’ın yaptığı Fransız antisemitizmi analizini
anımsatıyor.[18]
Cumhuriyetçilik
meselesine odaklanmak, gayet meşru bir işlem ve bu işlemin bizi sağcıların
bugün o cumhuriyetçiliği radikalleştirmek için kıvranıp durdukları gerçeğinden
uzaklaştırmamalı. Bu, 2016’da sağın hem aday belirlemeye yönelik önseçimlerinde
hem de belirledikleri adaylarda net bir şekilde ortaya çıkmış bir gerçek.
Örneğin önseçimi kazanan Cumhuriyetçiler partisinin adayı François Fillon,
cumhuriyetçilik yanlısı olan bir Fransa’nın köklerini Katoliklikten alan,
etnisiteye dayanan bir kimlik üzerinden inşa edilmesi fikrini savunduğunu
söyledi ve devamında “Avrupa’nın Hristiyan köklere sahip olmadığını söylemek de
Fransa tarihinin 1789’da başladığını söylemek de saçmalık” dedi.[19]
Cumhuriyetçilik fikrinin yeniden can bulması, Fransız siyasetinin ekseninin
sağa kaymasını iyice hızlandırdı ama bu gelişmenin cumhuriyetçiliğin yadsınması
için gerekli zemini hazırlaması da mümkün.
Wolfreys’in
çıkarımına göre, birçok yönden gelişkin bir vaka çalışması olarak Fransa, başka
yerlere de tatbik edilmesi gereken dersler sunuyor aslında. Almanya ve
Britanya’da gerçekleşen İslam ve Müslüman düşmanı gösteriler, Ulusal Cephe’yi
gölgede bırakacak cinsten, üstelik bu partinin uyduları başka ülkelerde
zaferden zafere koşuyorlar. Fransız siyasetçiler, Britanya’da yürürlükte olan
Önleme stratejisini hasetle izliyorlar. Öte yandan Ulusal Cephe’nin
Avusturya’daki kuzeni Özgürlük Partisi (FPÖ) hükümet kuruyor. Fransız
Cumhuriyetçiliği, tüm o özellikleriyle burjuva demokrasisi ideolojisi için
gerekli şablonu temin ediyor ve dünya genelinde solun karşısına benzer türde
tuzaklar döşüyor. Konuya hâkim bir isim olarak Wolfreys, politik aklı,
ikiyüzlülüğe karşı gösterdiği iğneleyici üslubu ve hoşgörüsüzlüğü ile ırkçılık
karşıtlığını ciddiye alan her insanın faydalı bulacağı net ve anlaşılır bir
analiz sunuyor.
Dave Sewell
18 Ekim 2018
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Henry Samuel’in 2018 tarihli, Macron’un sekülerizmin altını oyduğuna dair
haberi türünden haberlere bakılabilir.
[2]
Aktaran: Wolfreys, 2018.
[3]
Wolfreys, 2018.
[4]
Akt.: Wolfreys, 2018.
[5]
Akt.: Wolfreys, 2018.
[6]
Wolfreys, 2018.
[7]
Kundnani, 2014. Akt.: Wolfreys, 2018.
[8]
Wolfreys 2017’de Jacobin’e yazdığı makalede, Ulusal Cephe’nin “zehrinden
arındırıldığını”, bu sebeple artık faşist olarak görülemeyeceğini söylüyor.
[9]
Akt.: Wolfreys, 2018.
[10]
Wolfreys, 2018.
[11]
Dolayısıyla ya ortanın solu ya da ortanın sağı kitlesini neoliberalizme destek
verdirtebiliyor. Sonuçta neoliberalizmle Gaulle’cülükle alakalı nostalji
arasında belirli bir ayrışmaya tanık olunuyor. Toplamda neoliberalizme destek
verenler azınlık olmaktan kurtulamadıkları gibi, en azından 2017’e dek Fransız
siyaseti iki karşıt bloğa ayrışıyor. Geçen yıl partilerin nasıl
hizalandıklarına dair bir analiz için Giudicelli’nin 2017 tarihli çalışmasına
bakılabilir.
[12]
Le Pen, Obono’nun yaşadığı dehşete cevap verme fırsatını kaçırmayan
siyasetçilerden biriydi.
[13]
Wolfreys, 2018.
[14]
Wolfreys, 2018.
[15]
Fransız yazar ve eylemci Pierre Tévanian, Fransız soluna dair tartışmayı
yapısöküme uğratıyor ve Mussaid’e karşı başlatılan cadı avı esnasında NPA’nın
“Marx’ı yeniden okuma çağrısı”nı analiz ederek işe başlıyor [Tevanian, 2013].
International Socialism’in eski sayılarında çıkan kimi makaleler de konuyla
ilgili faydalı bilgiler sunuyor: Molyneux [2008] Marx’ın argümanının gerçek
anlamını izah ediyor; Boer [2009] “din halkın afyonudur” argümanının Marx
döneminde süren felsefî tartışmalardan nasıl neşet ettiğini ortaya koyuyor;
Davison [2016] ise günümüzde Alman solunda süren benzer tartışmaları inceliyor.
[16]
Yakın döneme ait, okunması gereken bir değerlendirme için bkz. Michael Rosen, The
Disappearance of Émile Zola, 2017.
[17]
Akt.: Wolfreys, 2018.
[18]
Sartre, ırksallaştırılmış “Yahudi figürü”nün antisemitistlerin inşa ettiği bir
şey olduğunu, sınıflara bölünmüş bir toplumun ürünü olarak görülmesi
gerektiğini, antisemitizmin işlevsizleşen siyasetinin birlik duygusu yaratmak
adına yabancı ve dışsal bir figüre ihtiyaç duyduğunu, bu sürecin işçi sınıfı
aleyhine işlediğini, burjuva cumhuriyetçi demokrasinin en iyi hâliyle ırkçılığa
kolaylıkla kayabilecek, evcilleştirilmiş bir ırkçılık karşıtlığını devreye
soktuğunu söylüyor: “Yahudi olduğunun bilincinde olan ve Yahudiliğiyle gurur
duyan bir Yahudi için antisemitistle demokrat arasında pek bir fark yoktur.
Antisemitist, Yahudiyi bir insan olarak yok etmek ve onun bir parya, bir Yahudi
olarak kalmasını sağlamak isterken, demokrat, Yahudiyi Yahudi olarak yok etmek,
onun yalnızca insan, evrensel ve soyut bir tebaa olarak kalmasını sağlamak
ister.” [Sartre, 1954].
[19]
Meeus, 2016.
Kaynakça:
Boer, Roland, 2009, “The Full Story: On Marxism and Religion”, Sayı. 123 (Yaz).
IS.
Davison,
Kate, 2016, “Atheism, Secularism and Religious Freedom: Debates Within the
German Left”, Sayı. 150 (Bahar), IS.
Giudicelli,
Vanina, 2017, “Interview: The Meaning of Macron”, Sayı. 155 (Yaz), IS.
Kundnani,
Arun, 2014, The Muslims Are Coming! Islamophobia, Extremism, and the
Domestic War on Terror (Verso).
Meeus,
Carl, 2016, “François Fillon: ‘Mon projet est le seul qui permette le
redressement du pays’”, 20 Mayıs, Figaro.
Molyneux,
John, 2008, “More than Opium: Marxism and Religion”, Sayı. 119 (Yaz), IS.
Rosen,
Michael, 2017, The Disappearance of Émile Zola: Love, Literature and the
Dreyfus Case (Faber and Faber).
Samuel,
Henry, 2018, “Macron Accused of Undermining French Secularism over Call to
‘Repair’ Relations between Church and State”, 10 Nisan, Telegraph.
Sartre,
Jean-Paul, 1954, Réflexions sur la question juive (Editions Gallimard).
Tévanian,
Pierre, 2013, La haine de la religion: Comment l’athéisme est devenu l’opium
du peuple de gauche [“Din Nefreti: Ateizm Solcuların Afyonu Hâline Nasıl
Geldi”] (La Découverte).
Wolfreys,
Jim, 2017, “The Dangers of Detoxification”, (20 Nisan), Jacobin.
Wolfreys,
Jim, 2018, Republic of Islamophobia: The Rise of Respectable Racism in
France (Hurst).
0 Yorum:
Yorum Gönder