18 Aralık 2018

,

Teoride ve Pratikte Liberalizm


“Politik faaliyet alanında insanların bindikleri gemi dipsiz, uçsuz bucaksız bir denizde dolaşır. Ne demir atacak bir zemin ne sığınılacak bir liman ne bir çıkış yeri ne da önceden belirlenmiş bir hedef vardır. Tüm mesele, sabit bir şekilde suyun yüzeyinde kalabilmektir.”
[Michael Oakeshott]
Muhtemelen benim kuşağımdan ve benim gibi bir geçmişe sahip hiçbir insan, 4 Kasım 2008 akşamı nerede olduğunu unutacaktır. O günlerde ikamet ettiğim, Toronto Üniversitesi’ndeki odamdan insanların gözlerinden akan yaşlarla orta bahçeye aktıklarını görmüştüm. O, daha önce tecrübe etmediğim bir andı. Esasen yaşanması imkânsız bir şey yaşanmış, Obama ABD başkanı olmuştu. CNN’nin sonuçları vermesini takip eden birkaç dakika içerisinde herkes büyük bir coşku yaşadı ve olan bitene hiçbir şekilde inanmadı. Bu coşkunun dağılması haftaları, hatta ayları buldu.
Obama’nın başkan seçilmesi politik hafızamda yer etmiş ilk olay değil elbette ama onun politik bilinci oluşturan ilk gelişmelerden biri olduğunu söylemem lazım. On yılı aşkın bir zaman sonra “Değişime İnanabiliriz” denilen o romantik vaade duygusal manada kandığımı ve o vaat karşısında bayağı heyecanlandığımı söylemek gerçekten utanç verici. Bu olay, o dönemde politik imgelemimde, oluşan her şeyi kucaklayan, ikna edici bir hikâye sunmuştu. Ortada idrak edebildiğim, ilerlemeye dair bir imaj mevcuttu ve karizmatik bir lider çıkıp bizi karanlıktan çekip alacağını ve hepimizi vaat edilmiş topraklara götüreceğini söylüyordu. Ayrıca bu lider, o nefret edilen Bush dönemini ve desteklediği her şeyi, Hristiyan sağının hâkimiyetini, ayrıca Felluce ve Ebu Gureyb’deki kötülüklere imza atan ahmakları redde tabi tutuyordu. Ben Amerikalı bile olmamama karşın, Obama’nın zaferini tarihsel açıdan olumlu bir gelişme olarak görmüştüm.
O dönemdeki tavrımdan bahsetmemin sebebi, solcu bir yazar olarak bugün günah çıkartmak veya on dokuz yaşında iken yaptığımız bir yanlıştan utançla söz etmek istemem veya kendi politikleşme sürecimin köklerini tek bir olaya ya da ana dek takip etmeye dönük bir miktar indirgemeci bir çaba içerisine girmiş olmam değil. Ben de sonuçta herkes gibi öğrenme ve tecrübe ile zaman içerisinde netleşen çelişkili bir yığın fikir ve söz üzerinden politikleştim.
Temelde ben sosyalistim, çünkü birçok insanın kontrol edemedikleri koşullar sebebiyle gereksiz yere acı çektiği, insanların şans eseri onurlu bir yaşam sürebildikleri, gündelik hayatın her yönüne bir tür kast sisteminin nüfuz ettiği, atomu parçalayıp insanları Ay’a gönderen bir uygarlıkta tüm bunların olağan karşılandığı bir toplumla asla uzlaşamıyorum.
Gelgelelim bence politikaya dair her şeyi saf ahlâkî duygulara atfetmek doğru bir yaklaşım olamaz. Kendime ve okura karşı dürüst olmam gerekirse, tek gerçek şudur: bende politikaya can veren ve beni sola bağlayan şey, kültürümüzde hegemonik bir konuma sahip olan liberalizme yönelik derin bir nefret ve ukala bir tavırla liberalizme destek olan politik sınıfa yönelik kalıcı ve derin bir horgörüdür.
Geçmişte ben, muhtemelen demokratik sosyalizme meyli olan biriydim. Gençken bile kendimi her daim “solda” kabul etmişimdir. Geriye dönüp baktığımda görüyorum ki benim politikleşme sürecimde en güçlü dürtü, son on yıl içerisinde yaşanan olaylara liberal sınıfın verdiği tepkilere yönelik tanıklığımdır.
Yani ben, sürece belirli ölçüde katkı sunmuş olsa da radikal politikaya Marx okuyarak duhul etmedim. Ayrıca liberalizmdeki kusurlara dair kimi soyut argümanları özümsemek suretiyle onunla ilgili geri dönülmez biçimde hayal kırıklığına uğradığımdan da söz edilemez. Chomsky veya David Harvey kitaplarını karıştırmak suretiyle hidayete erdiğimi de söylemem. Bu isimler de politikleşme sürecimde belirli bir yere sahipler elbette ama Ralph Miliband ve Tony Benn kadar değiller. Bunlara bir de Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn’i de eklemem gerek. Nihayetinde tüm bu isimler, varlıklarıyla kendisine “ılımlı” veya “merkezci” diyen her şeyden nefret etmemi sağladılar.
Politik açıdan Obama’nın halkın teveccühüyle iktidara geldikten sonra eski devlet bürokratlarını ve maliyecileri saraya toplayıp Büyük Buhran’dan beri yaşanan en ağır ekonomik krize rağmen işleri yürütmesine, ilk mimarları iktidar koltuğundan edildikten çok sonra dünya sahnesinde ciddi çatlaklara yol açacak olan “terörle mücadele”nin uygulamaya sokulmasına, aydınlanmacı ve insanî yardımı esas alan siyasetçiler sayesinde değişime yönelik açlığın işletmecilik ve teknokratik saygınlık sunağında kurban edildiğine tanık olmam beni epey besledi. Bu dönemde başbakan yardımcısı Nick Clegg’in başbakan David Cameron’la birlikte Britanya’daki refah devletini budayacak bir dizi kararın altına, kararları inceleme gereği bile duymadan imza atmadan önce pis pis sırıttıklarına ve süreçte öğrencilere bir biçimde ihanet ettiklerine, Kanada’da sola işmar ederken ülkeyi sağ eliyle yöneten liberallerin maharetine, kemer sıkma politikalarına karşı tüm dünya genelinde inşa edilen hareketlerin radikal taleplerinin Davos’ta neoliberal şiirlerin o havalı genç yenilikçi isimlerce ağızlarını şapırdatarak okunmasıyla birlikte hükmünü yitirmesine ve kusulup atılmasına tanıklık ettik.
Mevcut rahatsızlıkların geçici bir düzensizlikten çok yaradılıştan kaynaklanan birer sonuç olduğunu bu ve benzeri nirengi noktaları sayesinde anladım. Başka bir ifadeyle, mesele, günümüzde liberalizmin ideallerini gerçeğe dökememesi değil, aksine dökmesiydi.
İlk zamanlarda bana verilen eğitimde hâkim politik kültür, liberalizmin değişim, ilerleme hatta muhalefetle eşanlamlı olduğu söyleniyordu. En azından teorik açıdan bugün liberalizm, iklimsel felâkette ve giderek yükselen sağ milliyetçilikte ifadesini buluyor. Ne var ki tüm karanlığıyla içinden geçtiğimiz 2008-2018 arası dönemde liberaller, kendilerini ihtiyatlı hareket eden, tereddütlü olan ve güven veren birer fail olarak varoldular ve görünüşte karşı oldukları sağ seçmen kitlesine değil sol seçmen kitlesine düşmanlık ettiler. 2016’da radikal, popülist bir isimle mekanizmayı kitaba uygun olarak işleteceğini vaat eden bir siyasetçi arasında tercih yapmak zorunda kaldığında Liberalizm A.Ş.’nin tüm üst düzey yöneticileri, neyden nefret ettiklerini tüm çıplaklığıyla ortaya koydular. Bugün esasen bizler, bu tercihin felâkete varan sonuçlarını yaşıyoruz.
Eskiden televizyon yıldızı olan bir meczubun nükleer silâhların şifrelerini elinde bulundurduğu bir dönemde birçok liberal elit, ısrarla aslında her şeyin hiç bu kadar iyi olmadığını, fırtınalı gerçekliğimizin kargaşayla yüklü görüntüsü altında insanların tüm gayretleriyle epey heyecan verici bir döneme doğru ilerlediklerini söylüyorlar. (Suratı asık bir isim olan Jordan Peterson’ın değil de yüzü sevinçten ışıl ışıl parıldayan Steven Pinker’ın krizdeki liberal düzeni en iyi yansıtan isim olmasının sebebi burada: Pinker, dünyanın yanışını izliyor ve postmodern profesör Pangloss gibi, alevlerin ayaklarını yalamasının “harika bir şey” olduğunu söylüyor.)
Modern liberalizmin, sosyalistlerin ve muhafazakârların ara sıra kaynak ve ilham açısından istifade ettikleri, zengin ve ayrıksı bir felsefî gelenek olduğunu söylemek lazım elbette. Lakin tam da zirvede olduğu doksanlardan beri sürece anlamlı bir biçimde kendisini adapte edememesi veya kendi başarısının kurbanı olması sebebiyle liberalizm, akıldan çok ruh hâliyle, düşüncelerden çok keyifle alakadar.
Belki de liberal düşüncenin, politik tartışmalarda kullanılan dile bu denli takıntılı olmasının, çoğunlukla o dilin muhtevasından veya sonuçlarından çok tonuna ve kalitesine değer vermesinin sebebi bu. Bence suratlarından o sırıtışın eksik olmadığı Trudeau ve Obama gibi isimlerin olguların aslında nasıl meydana geldiklerinden çok onların nasıl algılandıklarıyla neden bu kadar fazla ilgilendiklerinin, ayrıca sıradan insanların hayatlarına tesir eden sonuçlar yerine usullerin kutsiyetine değer vermelerinin sebebini de burada aramak gerek.
Burada liberalleri harekete geçiren ana misyon şu: huzursuzlukları verimli bir şekilde yönetmek ama adaletsizliklerle mücadele etmemek; halkın gazını almak, radikal duyguları başka yöne yöneltmek, ardından o duyguları liberalizmin uygulayıcılarının o sevimli ambalajı içerisinde, en estetik tarzda bir araya getirmek, piyasalarda yaşanan ilk sıkıntıda, ilk bütçe açığında, ilk dış müdahalede veya soldan gelen ilk gerçek itirazda işareti alıp altın rengi boyanın döküldüğünü kimse fark etmesin diye deli gibi dua etmek.
Zaman içerisinde her şey aşınır, atılan adımlar anlamını yitirir ve söz konusu paketin birer seçmen olan tüketicilerin değişen ağız tatlarına göre yeniden tasarlanması gerekir. Pazarlama alanından gerekli teknikleri ve bilgiyi ödünç alan liberal politika, böylelikle ezeli bir varlık hâline gelir ve saçma sapan bir arayışa doğru evrilir. Bu arayışın amacı, retoriği tekrar biçimlendirmek, eski politikaları ve düşünceleri kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde, yirmi birinci yüzyıla ait hikâyenin yeni heyecan verici bölümleri olarak yeniden ambalajlamaktır.
Massachusetts senatörü Joe Kennedy gibi yüzüne tükürsen “yarabbi şükür” diyecek siyasetçiler, kendilerini cesur açıklamalar yapacak şekilde yetiştirmişler. Bu isimler, “ahlâkî kapitalizm” diye alabildiğine radikal ve yeni bir düşünce sisteminden bahsediyorlar (Bu, krizde olan liberalizmle ilgili olarak başvurulacak, Pinker’ın geliştirdiği donkişotvari Aydınlanma’dan daha iyi bir mecaz aslında: Aristokrat bir ailenin üçüncü kuşağa mensup evladı, asaletin pelerinini zamanla saadet zincirine dönüşmüş olan, havalimanıyla alakalı bir seminer dizisinin reklâmı için kullanılabilecek bir sloganla üzerine geçirebileceğini düşünüyor). Bu tür açıklamaların ardındaki dürtüyle Hollywood’daki mega stüdyoların benzer satış haklarını tekrar tekrar gündeme getirmesine sebep olan dürtü aynı. Bazı liberaller, Oprah, Michael Bloomber ve Beto O’Rourke’ta Trump dönemine yönelik bir reddiye keşfettiklerine inanmalarını sağlayan da bu dürtü.
Teoride modern liberalizm, özgürlük, piyasalar ve temsilî hükümetle alakalı bir dizi fikirden ibaret. Pratikte ise o, politik bir duygulanımdan başka bir şey değil ve tabiatına uygun olarak muhafazakârlaştı. Liberalizm, dünya düzeninin sarsıldığı koşullarda hayatta kalmaya çalışan kapitalist piyasalara ve kurumlara tüm mantıksızlığıyla iman eden kimi reflekslere tabi. Teoride o ilerlemenin ideolojisi. Pratikte ise statükonun seküler teolojisi. Silikon Vadisi’nin o allanıp pullanan korsanlarının, Wall Street’in ve çokuluslu sermayenin hiyerarşik ilişkilere ve sömürüye gerekli kılıfı buldukları mekanizma. Liberalizm, yönetme arzusu içerisinde olanları teslimiyete ve edepli bir itaate zorluyor.
Eşitlik yerine etikete, ahlâk yerine görgü kurallarına, program yerine usullere, çatışma yerine uzlaşmaya, kamu yararı yerine özel şirketlerin kötülüğüne önem veren liberaller, siyasetlerini İngiltere’deki muhafazakâr çizgiye mensup Michael Oakeshott’ın bir vakitler önerdiği şekilde yürütüyorlar: her şeyi sabit bir şekilde suyun yüzeyinde tut ve bir rota belirleme fikrine karşı çık. Oysa bugün mesele şu: güneşten bronzlaşmış memurlarının güvertede her şeyin istikrarlı bir şekilde seyrediyor oluşunu neşeyle karşıladığı koşullarda, gemi suyun dibini boyluyor, üstelik alt kamaralardaki yolcuların çoğu çoktan boğulmuş durumda.
Luke Savage
17 Aralık 2018

0 Yorum: