Yalçın Küçük, bir devrimci veya sosyalist olarak
görülemez, o, devletin basit bir memurudur. Devlet, devrimi ve sosyalizmi
kontrol altında tutmak, yoksulların öfkesini yanlış kanallara sevk etmek için
hep bu tür isimleri devreye sokmuştur. Dolayısıyla, eğer Orhan Gökdemir’in
dediği doğruysa[1] ve Gündoğdu
dergisi, eskinin Hepileri’sinin, Toplumsal Kurtuluş’unun devamı ise
ardında başka bir projeyi aramak gerekmektedir.
Burada söylenen, bir itham değil. Bazen ki aslında
çoğu zaman, kendisini övmek için Yalçın Küçük itiraflarda bulunur. Mesela bir
röportajında, “Dolmabahçe mutabakatında Erdoğan’a ‘senin diploman olmadığını,
sara hastası olduğunu kimseye söylemeyeceğiz’ dediler” demektedir. Sonra bu
sara ve diploma konusunda kalın kalın kitapları bizatihi kendisi yazmıştır. Onun bu lafı nasıl anlaşılmalı?
Demek ki gerekli sufle alınmış ve kitaplar
yazılmıştır. Hatta Yalçın Küçük’ün tüm kitaplarını bu şekilde okumak mümkündür.
Ardında hep bir emir ve talimat vardır. Ondaki diğer bir sorun da okurunu ve
şakirtlerini doğalında cahilleştirmesidir. O her şeyi bildiği için okur ve
şakirt, bir şey öğrenmeyi ve söylemeyi gerekli görmez. “Boş teneke”ye dönüşür.
En iyisi, çantacı veya asistan olup, dergi çıkartır. Söyledikleri, yalandan başka
bir şey değildir. Yükseklerde tanıdık sahibi olmadaki zevkle yaşayıp dururlar.
Aynı yemek masasına Yiğit Bulut ve Mehmet Ağar’la birlikte oturan bir şefleri
vardır çünkü. Siyasete kendilerinin gizliden yön verdiklerini sanırlar. Küçük
burjuva duygular, böylelikle gıdıklanır. Küçük burjuva, sınıfa, halka ve ezilene
asla inanmaz, güvenmez.
Yalçın Küçük’ün sara ve diploma deşifrasyonunu da
2005-07 momentine tarihlemek gerekmektedir. Demek ki birileri, AKP’ye yol vermekte,
birileri de ona karşı öfkeyi kontrol altına almak istemektedir. Bu süreçte en
ML, en Arnavutçu örgüt bile “seküler yaşam hakkından ve “laik ve bilimsel eğitim
hakkından” söz eder hâle getirilmiştir. Hatta Kaypakkayacı gelenekten gelen bir
öğretmenin Dersim katliamını savunduğuna bile tanık olunmuştur. Hatta ve hatta
Marksizmi krizden kurtaracağını söyleyenlerin “Dersim yol kazası, yaşasın
modernizm, yaşasın 60 darbesi” dedikleri bile görülmüştür. Herkes, hizaya
çekilmiştir.
Esasen Küçük’ün yaptığı, basit bir işlemdir ve
küçük burjuvaya seslenip, “bu Sabetayistler yüzünden ekmek bulamıyorsunuz,
zengin olamıyorsunuz” yaygarası kopartarak, söz konusu kesimi örgütlemekten ibarettir. Tersten de
Sabetayistleri açığa çıkartır, rasyonalize eder, devrim ve solculuk geleneğini
onlara bağlar, onlarsız yol alınamayacağını söyler. Böylelikle küçük
burjuvaziyi de belirli bir kıvama getirmiş olur. Bugün devletin AKP ile
ilişkisi de budur. Küçük burjuva, örgütlenmeden asla yol alınamaz.
Son Ahsen operasyonu da bir operasyondur bu
açıdan. Belirli masalarda alınan karar doğrultusunda, seçimlere doğru giden
süreçte, sinir uçlarına dokunulmuştur. Gene aynı şey olmuştur: küçük burjuvaya
“sen büyüyeceksin, ama bu AKP yok mu?” denilmiştir. Can Dündar’ın, Ahmet Şık’ın
bahsini ettiği “öfke”, esasen nefrettir ve bununla alakalıdır. Sınıfsal değerini
ve muhtevasını burada aramak gerekir.
O bilet kuyruğundaki insanlar ise meymenetsiz
olmamak için o soğukta beklemektedirler. Birilerine ve hayata bereketsiz
görünmemek, hadım edilmemek, dışlanmamaktır dert. Onlara bu inandırılmıştır. O
kuyrukta devleti görmeyen göz, kördür. Bu coğrafyada bu sebeple Kur’an
tefsirleri değiştirilmiş, meşuma “solcu”, meymenetliye “sağcı” denilmiştir.[2]
Öyle ki bir grup sol örgüt mensubu genç, yazın
köylüler içerisinde faaliyet yürütmek adına birkaç ay onlarla birlikte
tarlalarda çalışır. Mahsul az olunca köylüler, kahvede şunu konuşurlar: “Bu
gençler meymenetsiz, onlar yüzünden mahsul düştü.” Bunun üzerine gençleri
köyden kovarlar. Üstelik bu, denildiğine göre, “bir Alevi köyü”dür.
Bu meymenet ve bereket meselesini sol örgütler
içerisinde bile görmek mümkündür. Allah’a inanılmasa bile herkes şansa, bereket
tanrısına bağlıdır. Tavla oynarken kendisini hemen ele verir bu inanç! Yoksul,
işsiz, biçare bir kişinin örgütte sözü dinlenmez mesela, bu tür kişiler
dışlanırlar, sesleri boğulur. Onların kaderi budur!..
Küçük burjuvadaki nefreti örgütlemek noktasında
AKP de aynı yöntemlere başvurur. O, suyun başını tutan, "işi ehline veren"dir.
AKP de “biz büyüyecek, zenginleşecektik, ah bu Kemalist elitler yok mu?”dan
başka bir dua bilmez. Küçük burjuvadaki nefretin nasıl harekete geçirileceği
konusunda süren bu yarışın emekçi sınıflar nezdinde bir karşılığı olmadığı
görülmelidir.
Rojava konusundaki tartışmada da küçük burjuva bir
taraf vardır. Biri, “ülke bu teröristler yüzünden büyüyememekte”, diğeri “bu TC
yüzünden Kürdistan büyüyememekte” demekte, tabanı bu vaatlerle harekete
geçirmek istemektedir. Küçük burjuva eleştirildiğinde ise biri Türk milletini,
diğeri de Kürt milletini karşımıza dikmektedir. Yüz yıldır olan budur:
birilerine ilerlemeyi, meymenetli olmayı, şansı, bahtı lekelediği için
yobazlara küfretmek öğütlenmiştir. Kürt’e yönelik nefreti de buradan okumak
mümkündür: O, lanetlenmiş hâliyle, kentteki bereketlilere, bereketin kendisine
halel getirecek olandır.
Bu açıdan Atatürk tüccarı Yılmaz’ın kitabını
imzalarken titreye titreye ağlayan genç kızla Ahsen’e titreye titreye parmak
sallayan nefret, yan yanadır. Ahsen, bu işten alacağını almıştır. Her iki taraf
da meymenetsiz olanı belirlemiş, kendi kitlesini konsolide etmeyi bilmiştir.
Oysa Kur’an’da, Hakka suresinde ifade edildiği
biçimiyle, meymenetsizlik, saltanatına tapma, yoksulu görmeme, malına iman
etmeyle ilgilidir. Demek ki o, başka yerlerde aranmalıdır. Sonuçta AKP’yle
ilgili nefret, Suriyeli mültecilere, yoksul işçilere, gariban Anadolu insanına,
düşmüşe, “zenci”ye duyulan nefretle birleştirilmiş, AKP de bu yönelimi,
tabanını konsolide etmek için kullanmıştır. Yoksulların öfkesi, küçük
burjuvadaki nefretin önünde diz çöktürülmüştür. Devletin istediği, budur.
Ellerini ovuşturduğuna hiç şüphe yoktur.
“Nefret,
öfkedeki vuzuha, duruluğa dönüştürülmediği durumda yoz bir duygudur. Nefret,
her şeyi tüm yalınlığı ile gören gözleri kör eder, dolayısıyla kesinlikle sınıf
mücadelesine ait bir duygu değildir.”[3]
Bloch’un bu tespiti
üzerinden baktığımızda, genel yönelimin küçük burjuvadaki nefrete örgütlenme
şeklinde tezahür ettiği görülür. Sosyalist hareket, Soma’da ölen işçiye
“AKP’liydi zaten” diyenlerin dünyasına örgütlenemez. Örgütlenirse, o işçilerin
öfkesini bileyler. Bilinmesi gereken budur.
Eren Balkır
25 Aralık 2018
Dipnotlar
[1] Orhan Gökdemir, “Sınırda Yaşamak”, 8 Aralık 2018, Sol.
[2] Eren Balkır, “Vicdanın İsyanı”, 5 Ağustos
2011, İştirakî.
[3] Ernst Bloch’la Söyleşi, “Nefret mi Öfke mi?”, 21 Nisan 2018, İştirakî.
0 Yorum:
Yorum Gönder