Başkan
Donald Trump’ın Çarşamba günü açıkladığı, Suriye’de konuşlandırılmış iki bin
kadar Amerikan askerini geri çekmeye ilişkin aldığı ani karar, Trump’ın ABD’nin
dünya liderliğine ait o kutsal gömleği çıkartıp attığına inananlarla,
Suriye’nin çıkarlara dair hayatî bir mesele olmadığına, ABD’nin elindeki gücün
başka yerlere konuşlandırılması veya ileride oluşacak beklenmedik durumlar için
muhafaza edilmesi gerektiğine inananlar arasında, herkesin kolaylıkla
öngörebileceği bir tartışmanın fitilini ateşledi. Cumhuriyetçi senatör Lindsey
Graham gibi sertlik yanlısı şahinler ile Max Boot gibi yeni muhafazakârlar,
Trump’ın aldığı kararı hiç vakit kaybetmeden mahkûm ettiler ve bu isimlere
süreç içerisinde eski CIA Direktörü John Brennan gibi müesses nizamın önemli
simaları (Trump eleştirmeleri) da eşlik ettiler. Buna karşılık sağda
liberterler, solda ise müdahale karşıtları, Trump’ın kendisinden nefret
etmelerine ve onun birçok siyasetine endişeyle yaklaşmalarına rağmen, yapılan
hamleye olur verdiler.
Peki
bugün Suriye’de gerçekte neler oluyor? New York Times yazarı David
Sanger’ın iddia ettiği gibi, Trump’ın Obama’nın adımlarını izlediğinden ve
bölgede Amerika’nın geçmişte dile getirdiği vaatlerden “geri adım” atılmaya
devam edildiğinden söz edilebilir mi? Ya da Trump, esasen çok küçük bir gücün
konuşlandırılmasını, bunun yanı sıra, stratejik amacı belirsiz olan açık uçlu
yükümlülüğe son verilmesini mi emretti?
Meseleye
sonradan vakıf olan insanlar olarak bize bu durum, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal
etmesinin ne kadar aptalca olduğuna dair tespitleri anımsatıyor. Savaş yanlısı
olan, savaş kampanyası lehine amigoluk yapan Weekly Standard’ın gayet
adilane bir gelişme dâhilinde ölüp gittiğini görmelerine rağmen birçok
pişmanlık nedir bilmeyen yeni muhafazakâr, çıkıp hâlâ, birçok dünya sorununun
Amerika’nın askerî ve politik gücünün etkin bir biçimde kullanılmasıyla çözüme
kavuşturulabileceğine inanabiliyor. Oysa neokonların rüyalarını süsleyen,
uğruna lobi faaliyeti yürüttükleri, nihayetinde ahmak başkanımız George W.
Bush’a satmayı bildikleri savaş, Ortadoğu’nun bugün maruz kaldığı altüst oluşun
sebeplerinin önemli bir kısmını teşkil ediyor. Irak Savaşı yaşanmasaydı,
Amerikan işgali olmasaydı, Amerika karşıtı isyana da tanıklık edilmeyecekti, El
Kaide Mezopotamya’ya gelmeyecekti, dolayısıyla IŞİD diye de bir şey
olmayacaktı. Saddam Hüseyin’in devrilmesi, aynı zamanda İran’ın bölgedeki en önemli
hasmının da ortadan kaldırılmasını sağladı, bu da molla rejimini hediyelere
boğmak demekti. Gelgelelim bugün hâlâ şu anki Ulusal Güvenlik Danışmanı John
Bolton gibi başarısızlığa mahkûm programların yaygarasını kopartan strateji
dâhileri, aynı politikaların yeni versiyonlarını ısıtıp ısıtıp piyasaya
sunabiliyorlar.
Öte
yandan Trump’ın kararını tarif etme noktasında kullanılan o ürkütücü retoriğe
de temkinle yaklaşmak gerekiyor. Times’ın attığı “Geri Çekilme
Stratejisi” manşeti tümüyle yanlış, zira küçük bir gücün bölgeden sistemli bir
şekilde çekilmesinin İkinci Dünya Savaşı’nda Dunkirk’te yaşanan tahliye
işlemiyle veya Napolyon’un Moskova’dan çekilmesiyle bir alakası yok. Bu çekilmeyi,
ABD’nin Ortadoğu’daki varlığına son vereceğine dair bir muştu olarak okumak da
mümkün değil. Her şeyden önce şunu görmek lazım: bölgede veya civarında
Amerika’nın kırk binden fazla kara askeri, bahriyelisi ve hava personeli var ve
ABD, hâlen daha, bölgede kendisine bağlı olan bölge devletlerine cömertçe
askerî yardım yapmaya ve yığınla silâh vermeye devam ediyor.
Ayrıca
ABD’nin “Suriye’yi kaybettiğini” söyleyenlerin tespitlerinin de yanlış olduğunu
görmek gerekiyor, zira her şeyden evvel Suriye, hiçbir zaman Amerika’nın
olmadı. Aksine Suriye, önceden Sovyetler’e sonrasında ise Rusya’ya bağımlı olan
bir devletti. Bu bağımlılık ilişkisi, ellilerin ortalarından beri mevcut.
Moskova’nın Esad rejiminin yıkılmasına mani olmak için bu kadar çok çaba sarf
etmesinin sebebini burada aramak gerek. Trump’ın, eskiden de Obama’nın
Suriye’yi “kaybettiğine” dair tespitler, ABD’nin bir vakitler Suriye’nin
kaderini elinde bulundurduğuna veya makul ölçüde başarı ihtimali bulunan,
kontrolü ele geçirmeye dönük bir stratejiyi uyguladığına dair bir imayı
içeriyor. Oysa son 15 yılda yaşananlardan bir şeyler öğrenebilseydik, ABD’nin
Ortadoğu’da hiçbir ülkeyi kontrol edemeyeceğini, imkânsızı başarmak için bu
kadar çok kan döküp bu kadar çok para harcamamak gerektiğini anlardık.
Bu
noktada Suriye ayaklanmasından ve IŞİD’in ortaya çıkışından önce Washington’ın
Suriye’nin başında kimin olduğuyla hiç ilgilenmediğini, Suriye’nin iç
siyasetini Amerika’nın ana meselesi olarak görmediğini hatırlamak gerek.
Richard Nixon’dan George W. Bush’a dek tüm başkanlar, ABD’nin çıkarına uygun
düştüğü ölçüde Esad ailesiyle iş yaptılar, hatta hepsi de aile fertlerinin
zorba birer diktatör olduğunu biliyordu. Ama Arap Baharı ile birlikte Obama
yönetimi, birden Suriye’nin iç siyasetinin çok önemli olduğuna ve “Esad’ın
gitmesi gerektiğine” dair bir çıkarımda bulundu, oysa yönetim, onu nasıl
devireceğine ve Alevi rejiminin yerini alacak yeni bir hükümetin nasıl
kurulacağına dair bir fikre bile sahip değildi.
Bir
de askerlerin intikalini ABD açısından kayıp, Rusya, İran, Hizbullah ve Türkiye
için bir büyük bir kazanım olarak görenler var. Bunlar, bu aktörlerin hepsinin
veya belirli bir kısmının Suriye’de paha biçilmez bir nüfuza sahip olacağını
söylüyorlar. Bu doğru bir tespit olsa bile, belki de Suriye bir ödül değil,
yüktür. Her zaman zayıf bir devlet olarak bildiğimiz Suriye’nin ekonomisi ve
altyapısı, yoğun iç savaş süreci üzerinden, ciddi bir yıkıma uğramış durumda.
Stratejik açıdan önemli bir değer olmak şöyle dursun, Suriye bugün kendisini
muzaffer sayanların battıkları ve büyük bedeller ödeyecekleri bir bataklık
aslında. Bölge, kaynayan bir kazan ve bu kazanda farklı politik güçler
birbirleriyle rekabet içerisindeler. Siyaset bilimci Mark Katz’ın tespitiyle,
bu güçlerin birbiriyle çelişen çıkarları, ABD çekilir çekilmez tüm ağırlığıyla
gündeme oturacak. Eğer bu tespit doğruysa, Suriye bataklığını başkalarına
teslim etmek, ABD açısından net bir kazanım olarak görülebilir.
Kimin
kazandığına veya kimin kaybettiğine hiç kafayı takmadan, ABD kendi yoluna
koyulmalı ve bu noktada temel stratejik çıkarlarını tanımlamalı. Ortadoğu
konusunda Amerika’nın üzerinde durduğu ana stratejik çıkar, Ortadoğu petrolünün
ve doğal gazının dünya piyasalarına akmaya devam etmesinin güvence altına
alınmasını sağlayacak çalışmalara katkı sunmaktan ibaret. (ABD, bugünlerde
bölgeden çok az enerji temin ediyor, ani bir kesintinin dünya ekonomisine,
dolayısıyla Amerika’ya zarar vereceğini görmek gerek.) Lâkin bu hedef, ABD’nin
bölgeyi kontrol altına almasını veya yereldeki güçlere kimi düzenlemeleri dikte
etmesini gerekli kılmıyor. Bu noktada yapılması gereken, sadece başka bir
devletin bölgeye egemen olmasına mani olmaya dönük faaliyetlere katkı sunmak.
Neyse ki bölge, zaten, eskiden olduğu gibi, lime lime. Dolayısıyla İran, Rusya,
Çin veya başka bir devletin bölgeye egemen olma ihtimali, çok düşük. Eğer durum
buysa, o vakit Suriye’de kalmanın ABD’nin güvenliğine veya zenginliğine pek
katkı sunacağını söyleyemeyiz.
Ama
bir dakika: ya IŞİD kalıntıları, yeniden bir araya gelip belirli bir bölgeyi
tekrar ele geçirir, başka ülkelerde düzenlenecek yeni terörist saldırılara
destek olursa? Kimsenin böylesi bir gelişmenin yaşanmasını istemeyeceğine hiç
şüphe yok ama bu türden bir tehlikenin Amerikan askerlerini Suriye’de bir, iki
veya beş yıl daha tutmak için bir gerekçe teşkil ettiğinden de söz edilemez.
IŞİD gibi bir örgütün ideolojisini bombalarla, insansız hava araçlarıyla, top
mermileriyle veya kurşunlarla yok edemezsiniz. Şiddet araçlarına dayalı
direniş, bir fikir olarak, tüm örgüt üyeleri ele geçirilse veya öldürülse bile
yaşamaya devam eder. Kendimizi bu türden örgütlere karşı korumak, Amerika’nın
dile getireceği açık uçlu bir yükümlülüğü değil, yerelde etkili
hükümetlerin ve kurumların oluşturulmasını gerekli kılmaktadır. Gelgelelim
bölge yerelliğinde meşru ve etkili bir otorite tesis etmek, Amerika’nın işi
değildir. Hatta ABD’nin bu türden yerlerde varolması, kendi varlığına zarar
verebilir. Her şeyden önce IŞİD’in verdiği ideolojik mesaj, kısmen dış
müdahalelere yönelik itiraza yaslanır. Örgüt, uzun zamandır ABD’nin bölgedeki
varlığını adam toplamak için gerekli bir araç olarak kullanmıştır. Suriye’den
çıkmak, bu mesajın etkisini hemen kırmayacak ama örgütün insanları ikna etme
kabiliyetini süreç içerisinde zayıflatacaktır.
İnsanı
ürküten imajına ve acımasız taktiklerinin yarattığı etkiye rağmen IŞİD, ABD’nin
varlığını tehdit eden bir unsur hâline hiçbir vakit gelmemiştir. ABD ve
Avrupa’da ölümle sonuçlanan bir dizi saldırıya destek veya ilham kaynağı
olmuşsa da ülkemiz açısından yol açtığı riskin ihmal edilebilir düzeyde
olduğunu söylemek gerek. IŞİD’in yönettiği veya ilham verdiği saldırılarda
(kabaca 325 milyonluk nüfusun içerisinde) 64 Amerikalı ve (500 milyonu aşan
nüfusun içerisinde) yaklaşık 350 Avrupalı ölmüştür. Bu ölümler, elbette
hepimizi üzmüştür ama mevcut tehlikenin de varlığımızı tehdit edecek bir düzeye
ulaşmadığını, bize zarar veren başka sıradan kaynaklar yanında solda sıfır
kaldığını görmek gerekmektedir.
Herkesin
üzerinde durduğu, nispeten daha meşru bir endişe kaynağı ise IŞİD karşıtı
mücadelede ABD’nin en önemli ortakları olarak sahada faaliyet yürütmüş olan
Kürd milislerin kaderidir. Trump’ın çekilme kararını eleştirenlerin dile
getirdiği biçimiyle, alınan kararla birlikte, pratikte Kürdler yüzüstü
bırakılmıştır ki ben de bu görüşteyim. Ama Amerika’nın Kürdlere yönelik ahlâken
sahip olduğu yükümlülüğün de bir sınırı vardır. Doğru ya da yanlış, alınan bu
kararın uzun vadede ABD için önemli sonuçlar doğuracağı açıktır. Kürdler, Sam
Amca’ya iyilik veya lütuf olsun diye IŞİD’le mücadele etmediler. Kendi
çıkarlarına olduğu için bu mücadeleyi yürüttüler. Uluslararası siyasetin
acımasız dünyasına hoş geldiniz: Çıkarları örtüştüğünde uluslar ve devletler
işbirliğine giderler ama söz konusu çıkarlar uyuşmadıklarında, bu işbirliği
çoğunlukla sona erer.
Stephen M. Walt
21 Aralık 2018
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder