23 Aralık 2018

,

Amerika’nın Suriye Siyaseti


Neyse ki Kurtulduk Amerika’nın Suriye Siyasetinden
Başkan Donald Trump’ın Çarşamba günü açıkladığı, Suriye’de konuşlandırılmış iki bin kadar Amerikan askerini geri çekmeye ilişkin aldığı ani karar, Trump’ın ABD’nin dünya liderliğine ait o kutsal gömleği çıkartıp attığına inananlarla, Suriye’nin çıkarlara dair hayatî bir mesele olmadığına, ABD’nin elindeki gücün başka yerlere konuşlandırılması veya ileride oluşacak beklenmedik durumlar için muhafaza edilmesi gerektiğine inananlar arasında, herkesin kolaylıkla öngörebileceği bir tartışmanın fitilini ateşledi. Cumhuriyetçi senatör Lindsey Graham gibi sertlik yanlısı şahinler ile Max Boot gibi yeni muhafazakârlar, Trump’ın aldığı kararı hiç vakit kaybetmeden mahkûm ettiler ve bu isimlere süreç içerisinde eski CIA Direktörü John Brennan gibi müesses nizamın önemli simaları (Trump eleştirmeleri) da eşlik ettiler. Buna karşılık sağda liberterler, solda ise müdahale karşıtları, Trump’ın kendisinden nefret etmelerine ve onun birçok siyasetine endişeyle yaklaşmalarına rağmen, yapılan hamleye olur verdiler.
Peki bugün Suriye’de gerçekte neler oluyor? New York Times yazarı David Sanger’ın iddia ettiği gibi, Trump’ın Obama’nın adımlarını izlediğinden ve bölgede Amerika’nın geçmişte dile getirdiği vaatlerden “geri adım” atılmaya devam edildiğinden söz edilebilir mi? Ya da Trump, esasen çok küçük bir gücün konuşlandırılmasını, bunun yanı sıra, stratejik amacı belirsiz olan açık uçlu yükümlülüğe son verilmesini mi emretti?
Meseleye sonradan vakıf olan insanlar olarak bize bu durum, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesinin ne kadar aptalca olduğuna dair tespitleri anımsatıyor. Savaş yanlısı olan, savaş kampanyası lehine amigoluk yapan Weekly Standard’ın gayet adilane bir gelişme dâhilinde ölüp gittiğini görmelerine rağmen birçok pişmanlık nedir bilmeyen yeni muhafazakâr, çıkıp hâlâ, birçok dünya sorununun Amerika’nın askerî ve politik gücünün etkin bir biçimde kullanılmasıyla çözüme kavuşturulabileceğine inanabiliyor. Oysa neokonların rüyalarını süsleyen, uğruna lobi faaliyeti yürüttükleri, nihayetinde ahmak başkanımız George W. Bush’a satmayı bildikleri savaş, Ortadoğu’nun bugün maruz kaldığı altüst oluşun sebeplerinin önemli bir kısmını teşkil ediyor. Irak Savaşı yaşanmasaydı, Amerikan işgali olmasaydı, Amerika karşıtı isyana da tanıklık edilmeyecekti, El Kaide Mezopotamya’ya gelmeyecekti, dolayısıyla IŞİD diye de bir şey olmayacaktı. Saddam Hüseyin’in devrilmesi, aynı zamanda İran’ın bölgedeki en önemli hasmının da ortadan kaldırılmasını sağladı, bu da molla rejimini hediyelere boğmak demekti. Gelgelelim bugün hâlâ şu anki Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton gibi başarısızlığa mahkûm programların yaygarasını kopartan strateji dâhileri, aynı politikaların yeni versiyonlarını ısıtıp ısıtıp piyasaya sunabiliyorlar.
Öte yandan Trump’ın kararını tarif etme noktasında kullanılan o ürkütücü retoriğe de temkinle yaklaşmak gerekiyor. Times’ın attığı “Geri Çekilme Stratejisi” manşeti tümüyle yanlış, zira küçük bir gücün bölgeden sistemli bir şekilde çekilmesinin İkinci Dünya Savaşı’nda Dunkirk’te yaşanan tahliye işlemiyle veya Napolyon’un Moskova’dan çekilmesiyle bir alakası yok. Bu çekilmeyi, ABD’nin Ortadoğu’daki varlığına son vereceğine dair bir muştu olarak okumak da mümkün değil. Her şeyden önce şunu görmek lazım: bölgede veya civarında Amerika’nın kırk binden fazla kara askeri, bahriyelisi ve hava personeli var ve ABD, hâlen daha, bölgede kendisine bağlı olan bölge devletlerine cömertçe askerî yardım yapmaya ve yığınla silâh vermeye devam ediyor.
Ayrıca ABD’nin “Suriye’yi kaybettiğini” söyleyenlerin tespitlerinin de yanlış olduğunu görmek gerekiyor, zira her şeyden evvel Suriye, hiçbir zaman Amerika’nın olmadı. Aksine Suriye, önceden Sovyetler’e sonrasında ise Rusya’ya bağımlı olan bir devletti. Bu bağımlılık ilişkisi, ellilerin ortalarından beri mevcut. Moskova’nın Esad rejiminin yıkılmasına mani olmak için bu kadar çok çaba sarf etmesinin sebebini burada aramak gerek. Trump’ın, eskiden de Obama’nın Suriye’yi “kaybettiğine” dair tespitler, ABD’nin bir vakitler Suriye’nin kaderini elinde bulundurduğuna veya makul ölçüde başarı ihtimali bulunan, kontrolü ele geçirmeye dönük bir stratejiyi uyguladığına dair bir imayı içeriyor. Oysa son 15 yılda yaşananlardan bir şeyler öğrenebilseydik, ABD’nin Ortadoğu’da hiçbir ülkeyi kontrol edemeyeceğini, imkânsızı başarmak için bu kadar çok kan döküp bu kadar çok para harcamamak gerektiğini anlardık.
Bu noktada Suriye ayaklanmasından ve IŞİD’in ortaya çıkışından önce Washington’ın Suriye’nin başında kimin olduğuyla hiç ilgilenmediğini, Suriye’nin iç siyasetini Amerika’nın ana meselesi olarak görmediğini hatırlamak gerek. Richard Nixon’dan George W. Bush’a dek tüm başkanlar, ABD’nin çıkarına uygun düştüğü ölçüde Esad ailesiyle iş yaptılar, hatta hepsi de aile fertlerinin zorba birer diktatör olduğunu biliyordu. Ama Arap Baharı ile birlikte Obama yönetimi, birden Suriye’nin iç siyasetinin çok önemli olduğuna ve “Esad’ın gitmesi gerektiğine” dair bir çıkarımda bulundu, oysa yönetim, onu nasıl devireceğine ve Alevi rejiminin yerini alacak yeni bir hükümetin nasıl kurulacağına dair bir fikre bile sahip değildi.
Bir de askerlerin intikalini ABD açısından kayıp, Rusya, İran, Hizbullah ve Türkiye için bir büyük bir kazanım olarak görenler var. Bunlar, bu aktörlerin hepsinin veya belirli bir kısmının Suriye’de paha biçilmez bir nüfuza sahip olacağını söylüyorlar. Bu doğru bir tespit olsa bile, belki de Suriye bir ödül değil, yüktür. Her zaman zayıf bir devlet olarak bildiğimiz Suriye’nin ekonomisi ve altyapısı, yoğun iç savaş süreci üzerinden, ciddi bir yıkıma uğramış durumda. Stratejik açıdan önemli bir değer olmak şöyle dursun, Suriye bugün kendisini muzaffer sayanların battıkları ve büyük bedeller ödeyecekleri bir bataklık aslında. Bölge, kaynayan bir kazan ve bu kazanda farklı politik güçler birbirleriyle rekabet içerisindeler. Siyaset bilimci Mark Katz’ın tespitiyle, bu güçlerin birbiriyle çelişen çıkarları, ABD çekilir çekilmez tüm ağırlığıyla gündeme oturacak. Eğer bu tespit doğruysa, Suriye bataklığını başkalarına teslim etmek, ABD açısından net bir kazanım olarak görülebilir.
Kimin kazandığına veya kimin kaybettiğine hiç kafayı takmadan, ABD kendi yoluna koyulmalı ve bu noktada temel stratejik çıkarlarını tanımlamalı. Ortadoğu konusunda Amerika’nın üzerinde durduğu ana stratejik çıkar, Ortadoğu petrolünün ve doğal gazının dünya piyasalarına akmaya devam etmesinin güvence altına alınmasını sağlayacak çalışmalara katkı sunmaktan ibaret. (ABD, bugünlerde bölgeden çok az enerji temin ediyor, ani bir kesintinin dünya ekonomisine, dolayısıyla Amerika’ya zarar vereceğini görmek gerek.) Lâkin bu hedef, ABD’nin bölgeyi kontrol altına almasını veya yereldeki güçlere kimi düzenlemeleri dikte etmesini gerekli kılmıyor. Bu noktada yapılması gereken, sadece başka bir devletin bölgeye egemen olmasına mani olmaya dönük faaliyetlere katkı sunmak. Neyse ki bölge, zaten, eskiden olduğu gibi, lime lime. Dolayısıyla İran, Rusya, Çin veya başka bir devletin bölgeye egemen olma ihtimali, çok düşük. Eğer durum buysa, o vakit Suriye’de kalmanın ABD’nin güvenliğine veya zenginliğine pek katkı sunacağını söyleyemeyiz.
Ama bir dakika: ya IŞİD kalıntıları, yeniden bir araya gelip belirli bir bölgeyi tekrar ele geçirir, başka ülkelerde düzenlenecek yeni terörist saldırılara destek olursa? Kimsenin böylesi bir gelişmenin yaşanmasını istemeyeceğine hiç şüphe yok ama bu türden bir tehlikenin Amerikan askerlerini Suriye’de bir, iki veya beş yıl daha tutmak için bir gerekçe teşkil ettiğinden de söz edilemez. IŞİD gibi bir örgütün ideolojisini bombalarla, insansız hava araçlarıyla, top mermileriyle veya kurşunlarla yok edemezsiniz. Şiddet araçlarına dayalı direniş, bir fikir olarak, tüm örgüt üyeleri ele geçirilse veya öldürülse bile yaşamaya devam eder. Kendimizi bu türden örgütlere karşı korumak, Amerika’nın dile getireceği açık uçlu bir yükümlülüğü değil, yerelde etkili hükümetlerin ve kurumların oluşturulmasını gerekli kılmaktadır. Gelgelelim bölge yerelliğinde meşru ve etkili bir otorite tesis etmek, Amerika’nın işi değildir. Hatta ABD’nin bu türden yerlerde varolması, kendi varlığına zarar verebilir. Her şeyden önce IŞİD’in verdiği ideolojik mesaj, kısmen dış müdahalelere yönelik itiraza yaslanır. Örgüt, uzun zamandır ABD’nin bölgedeki varlığını adam toplamak için gerekli bir araç olarak kullanmıştır. Suriye’den çıkmak, bu mesajın etkisini hemen kırmayacak ama örgütün insanları ikna etme kabiliyetini süreç içerisinde zayıflatacaktır.
İnsanı ürküten imajına ve acımasız taktiklerinin yarattığı etkiye rağmen IŞİD, ABD’nin varlığını tehdit eden bir unsur hâline hiçbir vakit gelmemiştir. ABD ve Avrupa’da ölümle sonuçlanan bir dizi saldırıya destek veya ilham kaynağı olmuşsa da ülkemiz açısından yol açtığı riskin ihmal edilebilir düzeyde olduğunu söylemek gerek. IŞİD’in yönettiği veya ilham verdiği saldırılarda (kabaca 325 milyonluk nüfusun içerisinde) 64 Amerikalı ve (500 milyonu aşan nüfusun içerisinde) yaklaşık 350 Avrupalı ölmüştür. Bu ölümler, elbette hepimizi üzmüştür ama mevcut tehlikenin de varlığımızı tehdit edecek bir düzeye ulaşmadığını, bize zarar veren başka sıradan kaynaklar yanında solda sıfır kaldığını görmek gerekmektedir.
Herkesin üzerinde durduğu, nispeten daha meşru bir endişe kaynağı ise IŞİD karşıtı mücadelede ABD’nin en önemli ortakları olarak sahada faaliyet yürütmüş olan Kürd milislerin kaderidir. Trump’ın çekilme kararını eleştirenlerin dile getirdiği biçimiyle, alınan kararla birlikte, pratikte Kürdler yüzüstü bırakılmıştır ki ben de bu görüşteyim. Ama Amerika’nın Kürdlere yönelik ahlâken sahip olduğu yükümlülüğün de bir sınırı vardır. Doğru ya da yanlış, alınan bu kararın uzun vadede ABD için önemli sonuçlar doğuracağı açıktır. Kürdler, Sam Amca’ya iyilik veya lütuf olsun diye IŞİD’le mücadele etmediler. Kendi çıkarlarına olduğu için bu mücadeleyi yürüttüler. Uluslararası siyasetin acımasız dünyasına hoş geldiniz: Çıkarları örtüştüğünde uluslar ve devletler işbirliğine giderler ama söz konusu çıkarlar uyuşmadıklarında, bu işbirliği çoğunlukla sona erer.
Stephen M. Walt
21 Aralık 2018

0 Yorum: