21 Aralık 2018

,

Filistin’i Yeniden Düşünmek

Bir şeyi “yeniden düşünme” niyetine dair bir beyan, bilhassa sol açısından, netameli bir alamettir. Sosyal demokrat partiler, böylesi bir “niyet”i açıktan beyan edip Marx’ı programlarından çıkarttıklarında, ciddi bir çöküş süreci içerisine girmiş, bu süreç sonunda muhtevalarını yitirmiş, bu da onları Amerika’da görüldüğü biçimiyle, daha fazla ortanın solunda duran veya “liberal” bir parti hâline getirmişti. Artık sosyal demokrat partiler, insan haklarını, yolsuzluklarla mücadeleyi ve kimlik politikasını diğer partilere nazaran biraz daha fazla önemseyen birer yapıdan ibaretlerdi.

Gelgelelim Filistin-İsrail mücadelesini yeniden düşünmek, birkaç sebebe bağlı olarak, elbette ki hayırlı bir girişim: yenilginin bir tür yaşam tarzına dönüştüğü İsrail’de güç, uzun zamandır ABD’nin elindeki güçle birlikte tanımlı ve anlamlı. Bu sebeple “yenilgi”, akla bile getirilemeyecek bir şey olarak görülüyor. Dolayısıyla o meşhur “iki devletli çözüm” denilen, modası geçmiş ham hayal, düne ait bir fanteziden ibaret artık. Bu sebeple biz de bu noktada söz konusu mücadeleyi “yeniden düşünme” meselesini bir tür arzumuzu giderme girişimi olarak güncellenme eğilimi içerisine giriyoruz: iki tarafın serbest seçimler dâhilinde kapışacağı ve parlamentoda çoğunluğu oluşturacağı, hâkim yaklaşıma bağlı olmayan tek bir demokratik devlet kurulsa, acaba nasıl olurdu? Washington Konsensüsü, her şeyden önce, içteki serbest piyasanın dışa dönük ve görünür alameti, tezahürü olarak serbest seçimlerden bahsetmiyor muydu? Belki de ulus devlet kategorisi ile birlikte dillendirilen bu Konsensüs’ün ta kendisi öncelikli sorundu.

Rethinking Marxism dergisinin bu sayısında bir araya getirilen makaleler, çarpıcı bir öneri sunuyor bizlere. İki hatalı düşünce akımı tanımlanıyor ve biz, bu iki akımın bir şekilde ilişkili olduğuna dair şoke edici bir sonuçla baş başa kalıyoruz. Bir yandan küreselleşme sürecinde (yani geç dönem kapitalizm koşullarında oluşan dünya koordinasyonu bağlamında) eski ulus devlet kategorileri, belirli bir aykırılığa sahip, bir yandan da sol siyasetin insan ve yurttaşlık hakları, hukuk önünde eşitlik, oy kullanma hakları, çokkültürcülük, etnisite, ırk ve cinsiyetle ilgili eşitsizliklerin sona ermesi gibi klasik burjuva anlayışlara kavramlara indirgenmesi gerektiğinden söz ediliyor. “Yeniden düşünmek”, (liberallerin “değerler” olarak adlandırmaktan pek hoşlandıkları) bu programlara sırt dönmeyi değil, bunların önkoşul olarak varlığını tanımak demek. Sosyalist gelenek de zaten her daim burjuva özgürlüklerin gerçekleşmesini önkoşul olarak kabul etmiş, onları radikal manada farklı, yeni ve ayrıksı bir ekonomik özgürlük formunun üzerine inşa edileceği bir temel olarak görmüştür. Lâkin belirtmek gerekir ki tüm siyaset yerelse, o vakit bu türden “yeniden düşünme” pratiklerine yönelik her türden geleneksel itiraz, ilk planda daha kapsamlı bir perspektifin kaçınılmaz olarak devreye sokulmasının güç olduğu koşullarda, adaletsizliklere karşı yerel ve gündelik mücadelelerin enerjisini azaltmakta, soğurmaktadır. Öte yandan Filistin mücadelesi, gündelik mücadeleyle nihai hedefin iç içe geçtiği, ya birlikte çözüme kavuşturulacak ya da çözümsüzlüğe mahkûm olacak, özgül bir mücadeledir.

Maalesef orta yere bir muzaffer, bir kazanan da çıkmamakta, sonuçta Filistin’deki yorgunluk, İsrail’deki yorgunluğa eklemlenmekte, sol kuşakları dehşete düşüren ve onlara can veren bireysel acılar ve çileler, bugün mültecilerin, sürgünlerin, göçmenlerin, teknelerle denizleri aşanların gerçekleştirdiği kavimler göçü karşısında tüm önemini yitirmektedir. Bir zamanlar Ortadoğu siyasetini kangrene çeviren, vücudu giderek zehirleyen ve “açık yara” olarak kabul edilen bu özgül mücadele, bugün dünya savaşları ölçeğinde yaşanan bölgesel kalkışmaların orta yerinde, ufak, neredeyse unutulmuş bir istisna hâlini almıştır. O hâlde meseleyi bugün yeniden düşünmek neden rahatsız edici bulunsun?

Yirmi birinci yüzyıl siyaseti bağlamında bu alana dair konumumu şu şekilde özetlemek mümkün: bence Amerikalılar, Ortadoğulu komünist partileri ve sol hareketleri yok etme konusunda devreye soktukları gizli veya açık tüm çabalarında fazlasıyla başarılı oldular. Bu dönemi eski Irak’ta komünistlerin kıyımlardan geçirilmesi ile başlatmak mümkün ki bu kıyım süreci, esasen Endonezya’da yaşanan soykırımın ilk örneği olarak görülebilir. Sol örgütlerin ve komünist partilerin yok edilmesi ardından muhalefet ve isyan denilen saha tümüyle dine kaldı. Amerikalılar, elbette hedefte kendilerinin olduğunu, uğruna isyan edilecek bir şeylerin bulunduğunu gayet iyi biliyorlardı ama onlar, tüm halkların farklı düşündüğünü, muhalif bir ideoloji olarak din çizgisine çekildiklerini anlamadılar. Bugün dinin (örneğin İran’ın) itirazından, muhalefetinden kurtulmak, önceki seküler durumun koordinatlarının doğalında yeniden oluşmasını sağlamayacak.

Filistin mücadelesi, eskiden olduğu gibi bugün de, Ortadoğu’daki en seküler muhalefet biçimi (ki burada ben, ilgili terimi Filistinlilerin sadece Müslüman, Müslümanların da sadece Arap olmadığı iddiası üzerinden kullanıyorum). Buna karşın Filistin’deki milliyetçilikse, insanı yanlışa sevk edecek türden, ideolojik bir maske aslında. Bu maske ardında, ancak Marksizmin duru bir şekilde ve tüm kapsamıyla idrak edebileceği, “yeniden düşünebileceği” derin çelişkileri saklıyor.

Derginin bu sayısı, birçok farklı yönden dile getirilen bir öneriyi tartışıyor. Burada Fetih, tüm zayıflıkları ve kötülükleriyle, liberal veya sosyal demokrat bir ittifak siyaseti olarak değerlendiriliyor. Batılı versiyonlarında görülen bu zayıflıkları ve kötülükleriyle birlikte Fetih’teki tüm kusurlar, Filistin Yönetimi içerisinde iktidara geldiği noktada açığa çıkıyor. Bu noktada dergi, İsrail-Filistin çatışmasına dair yanlış anlamaları tashih etmeye çalışıyor. Meseleyi yanlış anlayan yaklaşımlar, onu sömürgecilerle “yerli halk” arasındaki bir mücadele olarak tespit ediyorlar. Dolayısıyla dergi, ısrarla Filistin’de sermayenin gelişmesi üzerinde duruyor ve pratikte Filistinli işçilerle İsrailli işçilerin müşterek çıkarlarına vurgu yapıyor. Politik bir kurgu olarak görülemeyecek olan bu yaklaşım dâhilinde İsrailli ve Filistinli işçiler, iki ayrı ulusal proletaryayı teşkil etmiyorlar aslında. Esasen bu bağlamda, sermayenin içinde bulunduğumuz bu üçüncü aşamasında, küreselleşmiş, yeni bir işgücünden söz etmek gerekiyor. Bu noktada Amerikan tarihini ve Werner Sombart’ın ABD’de yaşama imkânı bulabilmiş bir sosyalizm neden ortaya çıkamadı sorusuna verdiği o ünlü cevabı hatıra getirmek mümkün. Sombart, söz konusu soruya “ırk” cevabını veriyor. Bilinmeli ki Amerikan tarihinde görülmüş en önemli radikal hareket, on dokuzuncu yüzyılda tanık olunan popülizm hareketi, düşmanlarının beyaz çiftçileri siyah çiftçilerin karşısına çıkarabilmesi sebebiyle mağlup oldu (Konuyla ilgili olarak Larry Goodwin’in çığır açıcı çalışmasına bakılabilir). Esasında ırk meselesi, kurgusal bir kavramdır ve iki sonuca yol açar. İsrail siyasetinde oynadığı rolde de görüldüğü üzere, farklı sınıfsal gerçeklere sahip göçmenlerin ardı ardına bölgeye akması, İsrail-Filistin mücadelesinin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Bu rol, sadece sosyalist olmayan İsrail’deki iktidar yapısına dair retorikle değil, ayrıca merkezci Fetih’in “milliyetçiliğe” yönelik başvurularıyla da ilgilidir. Bilindiği üzere Marksistler ve sosyalistler, Fetih içerisinde gelişen bu milliyetçilikte çok önemli bir yere sahip değildirler. Her iki tarafta kuşaklar, belirli bir propagandayla yüzleşmiş, bu dönemin hikâyesi”, taraflara göre “revizyon”dan geçirilmiştir. Dekolonizasyondan beri her türden akıma mensup beynelmilel sol, “ulusal kurtuluş”u acilen ulaşılması gereken bir hedef olarak görmüş, sınıf mücadelesi geri plana atılmış, ulusal kurtuluş meselesine, farklı politik ajandalar bağlamında, öncelik verilmiştir. Derginin bu sayısında bir araya getirilmiş olan makaleler, bu kanaatin dayandığı zemini biraz olsun sarsmak gibi bir iş görecektir.

İlgili kanaatin değiştirilmesi meselesine bir de İsrail ve Filistin’de kapitalizmin gelişimi meselesine dair tartışma eşlik etmektedir. Bazılarımız, bu “büyük dönüşüm”e “postmodernite” veya “geç dönem sermaye ilişkileri ya da finansa kapital” demekte, bazılarımızsa onu neoliberal veya yeni muhafazakâr sapma ya da tarihin sonu, ideolojinin sonu gibi etiketlerle anmaktadır. Esasen burada karşımıza çıkan, seksenlerin başında Reagan-Thatcher momenti ve Keynesçiliğin tasfiyesi ile başlayan dönüşümün yerel biçimidir. Buna “postsiyonizm” demek mümkün. Söz konusu terim gene de muğlâktır ve bu anlamda her türden benzeri formülün kaderini paylaşır. Burada mesele, ilgili terimi ideolojik bir ifade ya da köklü yapısal bir kopuş ve geçiş sürecine ait bir im olarak alıp almadığımızla ilgilidir.

Ele aldığımız bağlam dâhilinde postsiyonist durum, İsrail devletinin oluştuğu, ideolojik planda kahramanlıklarla yüklü olduğu iddia edilen dönemin dört başı mamur bir kapitalist ekonomiyi ortaya çıkarmasıyla ve beraberinde İsrail’deki politik gerçekliğin eski politik retorikten arta kalanlarla birlikte yaşadığı dönüşümle ilgili bir meseledir. Aşağı yukarı herkes, bu evrim sürecinin tarihsel bir gerçek olduğunu idrak etse de dergide çıkan yazılar üzerinden, benzer bir gelişmenin Filistin’de de yaşandığını görünce epey şaşıracaktır. Filistin, bugün benzer bir kapitalizmin iyi tutulan bir sır veya kimsenin bahsini etmediği yaşamsal bir gerçek hâline geldiği bir yerdir.

İsrail-Filistin tarihini Marksist açıdan gözden geçiren bu çalışmalar karşısında bizler, insanı hayrete düşüren şu sonuca ulaşıyoruz: günümüz dünya siyasetinde dikkat çeken özel bir istisna olmak şöyle dursun, dünyaya ait, ebediymiş gibi görünen bu “açık yara”, esasında ibretliktir ve dünya kapitalizminin son aşamasına ait dinamikleri teorik düzlemde gözlemleyebileceğimiz bir laboratuvar deneyi gibi bir işlev görmektedir. Ancak bugün söz konusu deneyin yeniden düşünülmesi, antikapitalist güçlere dair düşünceyi pratikte fazlasıyla çetrefilli hâle sokacak, dünya Marksizminin biçimlenmesini sağlayacak direnişin bugün alabileceği biçimler konusunda stratejik kimi dersler sunacaktır.

Fredric Jameson
28 Kasım 2018
Kaynak

[Kaynak: Rethinking Marxism, “Preface”, 2018, Yıl 30, Sayı 3, s. 333-335.]

0 Yorum: