Muhsin öğretmen sınıfa doğru uzanan koridorda
yavaş ve mütereddid adımlarla yürüdü. Bu, eğitim dünyasındaki ilk tecrübesiydi.
Sınıfa girdiğinde ne yapacağını kestiremeyince, mümkün olduğu kadar bu anı
çabuk atlatmaya çalıştı.
Önceki gece, sabaha kadar yatağının üzerine
devrilmiş, bu durum hakkında tefekküre dalmıştı: Kişinin insanların karşısında
durması, onlara hitap etmesi zordu. Ancak neydi bunun sebebi? Belki de,
insanlara bir şeyler öğretildiği içindir. Peki sen kimsin ki insanları eğitmeye
kalkışıyorsun? Sen ki şu sefil hayatını, insanlardan eğitim adına hiçbir yarar
sağlamadan geçirdin. Hal böyleyken, insanlara bir şey öğreteceğini mi
sanıyorsun? Hem insanların hayatı öğreneceği en son yerin okul olduğuna inanan
sen değil miydin? Pekâlâ şimdi neden öğretmen olup çıkıverdin?
Sabah kendini müdürün odasına attın, orada oturup
kafanı meşgul eden o konuyu, bir başka açıdan tartışan diğer öğretmenleri
dinledin.
– Çocukların, kitaplarını yanlarında taşımadıkları
zamanlarda yapmamız gereken nedir? diye tartışırlarken;
Müdür burnundan konuşarak, lafı uzatmadan şöyle
dedi:
– Her öğretmen kitap olmadan da nasıl ders işleneceğini
bilmeli!
Sonra dönerek aşağılayıcı bir tavırla:
– Yapamadığın zaman öğrencilerin birinden konuyu
anlatmasını iste…
Muhsin öğretmen kendi kendine:
“İşte öğretmenlerin ilk andan itibaren itaatkâr ve
düzenli olarak ders vermesini isteyen okulun müdürü. Dün bir bu iki, şimdiden
canımıza okuyacak gibi.”
Müdür, çayının son yudumunu içip odadan ayrıldı.
Upuzun koridor çocukların bağırış ve çığlıklarıyla
doluyordu. Muhsin öğretmen yavaş adımlarla yürüyor ve kendisini, geleceğe
uzanan gürültülü ve ahmakça bir girdapta olduğunu hissediyordu. Gürültü ve
ahmaklık, başka bir şey değil!
Muhsin öğretmen sınıfa girer girmez, arka
sıralarda kendi üzerine yığılmış bir çocuk şöyle seslendi:
Öğretmenim, güzel bir hikâyem var!..
Muhsin öğretmen henüz tek kelime etmeden çocuk,
sırasını terk etti ve kendisinden büyük geniş pantolonu, eski kadınsı gömleği,
kaşlarına kadar sarkmış sık siyah saçlarıyla arkadaşlarının karşısına geçti ve
anlatmaya başladı.
“Babam iyi bir adamdı… Saçları ağarmıştı ve tek
gözü vardı. Öteki gözünü ise saygın bir adama ayakkabı dikerken kaybetmiş.
İğneyi ayakkabının topuğuna batırmaya çalışmış fakat topuk epey sertmiş, bu
defa iğneyi daha sert batırmaya çalışmış, birkaç defa bunu tekrarlamış fakat ne
fayda. Daha sonra ayakkabıyı göğsünün hizasına yükseltmiş ve var gücüyle iğneyi
batırmış. Ayakkabıyı delerek geçen iğne, gözüne batmış…
Babam iyi bir adamdı, sakalı ne uzun ne de
kısaydı. Çok çalışır, işini mükemmel yapardı. Yanında daima, tamir edilip
yeniden kullanılır hale getirilmeyi bekleyen ayakkabılar olurdu.
Fakat babamın hiçbir zaman elverişli bir dükkânı
olmadı. Hiç kimse de işinde yardımcı olmazdı. Dükkânı tahta bir kasa, tenekeler
ve mukavva kâğıtlardan yapılmış bir kulübeydi. Birkaç çivi, ayakkabı, bir örs
ve kendisinin sığabileceği kadar genişlikteydi dükkân. Bunun dışında bir
sineğin dahi konabileceği bir boşluk yoktu. Öyle ki müşteriler, ayakkabılarının
tamir edilmesini istediklerinde, dükkânın berisinde durmaları icap ederdi.
Bu dükkân, zengin bir adamın sarayının yükseldiği
sarp bir yokuşta yer alıyordu. Sarayın terasından bakıldığında hiç kimse bu
dükkânın varlığını hissetmezdi. Hatta dükkânın üzerindeki toprakta bitkiler
dahi yeşermişti. Bu yüzden babam, sarayın sahibi dükkânını fark etmediği için,
kovulmaktan korkmazdı. Zengin adam kesinlikle sarayı terk etmiyor, hizmetçiler
istedikleri her şeyi ayağına kadar götürüyordu. Babam, ayakkabılarını bedava
tamir etme karşılığında, hizmetçilerden kendi sırrını saklamaları üzerine
anlaşmıştı.
Babam korkmadan, tereddüt etmeden işini düzenli
olarak sürdürüyordu. İnsanlar onun ustalıkla ayakkabıları, yeniymiş gibi
görünmesini sağlayacak şekilde tamir edebildiğini elbette biliyorlardı. Öyle ki
her geçen gün kendisine daha çok ayakkabı gelirdi. Gecesini gündüzüne katarak
sürekli çalışır ve anneme şöyle derdi:
Yarın öbür gün çocuklar okula gidecek…
Annem de şöyle derdi:
O zaman işler azalır sen de biraz rahat edersin…”
Çocuk, konuşmasını bitirip yerine döndü.
Arkadaşları ise hikâyenin devamını bekler gibi hareketsiz, öylece duruyorlardı.
Muhsin öğretmen birden bağırarak şöyle dedi:
Arkadaşınızı neden alkışlamadınız, hikâyeyi
beğenmediniz mi yoksa?
Hikâyenin devamını anlatmasını istiyoruz.
Muhsin öğretmen hikâyenin devamı var mı diye
sorunca, çocuk devam etti:
“Babamın birkaç ay öncesinden epeyce işi
birikmişti. Öyle ki eve dönemez hale gelmişti. Annem, onun gece gündüz
çalıştığını ve dükkânından ayrılacak vaktinin olmadığını söylüyordu. Zengin
adam ise gece gündüz terasında oturuyor; muz, portakal, badem ve ceviz yiyor,
çöpünü de sarayın terasından sarp yokuşa doğru fırlatıyordu. Bir sabah babamın
kulübesinin olduğu yokuş, çöple dolmuştu. Öyle ki hizmetçiler babamın
kulübesini göremez olmuşlardı. Annemin dediğine göre babam, dükkânın üzerine
yığılan çöpleri fark edemeyecek kadar kendini işe kaptırmıştı. Büyük
olasılıkla, her zaman yaptığı gibi kasasında oturmuş, elindeki ayakkabıları
zamanında tamir edip sahiplerine teslim etmek ve işi bitince de eve dönmek için
ciddi gayretle çalışıyordu. Fakat zannediyorum ki babam, orada ölmüştü.”
Öğrenciler alkış tuttu. Çocuk yerine döndü ve
sessizce oturdu. Muhsin öğretmenle beraber öğrencilerin gözlerinin içi parladı.
Bir süre sonra Muhsin Öğretmen, çocuğu müdürün
odasına götürürken, koridorda öğrencisine sordu:
Gerçekten babanın öldüğüne inanıyor musun?
Elbette babam ölmedi. O yaşıyor. Bunu, hikâyeyi
bitirmek için uydurdum. Şayet bunu yapmasaydım hikâye bitmeyecekti.
“Aylar sonra yaz geldi. Güneş çöp yığınlarını
kuruttu. Daha sonra babam dükkânı ve kasasını bu çöp yığınlarından temizledi ve
eve dönmek üzere orayı terk etti.”
Muhsin öğretmen, yanında öğrencisiyle müdürün
odasına girince şöyle dedi:
Sınıfımda deha bir öğrenci var. İzin verin, size
babasının hikâyesini anlatsın.
Anlat bakalım oğlum, nedir babanın hikâyesi?
“Dükkânının küçük olmasına rağmen o, gerçekten
usta biriydi. Şöhreti bir gün, sarayın sahibine ulaştı. Sarayın sahibi,
elindeki bütün eski ayakkabıları tamir edip tekrar kendisine iade etmesi üzere
ona gönderdi. Hizmetçiler tam iki gün bu ayakkabıları dükkâna taşımakla
uğraştılar. Taşıma işi bittikten sonra babam ayakkabı yığınları arasında
boğulmuştu. Zira küçücük dükkâna bunca ayakkabı nasıl sığsındı!”
Müdür elini ön cebine koyup, biraz düşündükten
sonra şöyle dedi:
Bu çocuk delirmiş! Başka bir okula göndermeliyiz!
Bunun üzerine çocuk şöyle dedi:
Fakat ben deli değilim. Zengin adamın sarayına
gidin ve ayakkabılarına bakın. Böylece her ayakkabının topuğunda babamın et
parçalarını, hatta belki de gözlerini ve burnunu göreceksiniz. Gidin saraya!
Müdür şöyle dedi:
Bu çocuğun deli olduğuna inanıyorum.
Muhsin öğretmen araya girdi:
Fakat o deli değil. Kendim dahi zamanında
ayakkabılarımı babasına tamir ettirmiştim. Sonra ki gidişimde babasının
öldüğünü söylediler.
Nasıl öldü!?
“O gün yine eski bir ayakkabıya topuk çakan babam,
sağlam olması için epeyce çivi kullanmıştı. İşi bitirince parmaklarını örsle
ayakkabı arasında ezilmiş olarak gördü, düşünebiliyor musunuz! Çivilerle demir
örsü dahi delebilecek güçte olan babam, yerinden kalkmayı bile beceremedi.
Oradan gelip geçenler yardım etme teşebbüsünde bulunmayınca, adamcağız oracıkta
ölünceye kadar öylece yığılıp kaldı.”
Müdür tek kelime
etmeksizin, birbirine sokulmuş vaziyette ayakta bekleyen öğretmenle çocuğa
başını sallayarak baktı. Sonrasında yumuşak deri koltuğuna doğru yöneldi ve
oturdu. Dosyaları incelemeye koyulan müdür, Muhsin öğretmenle çocuğu göz ucuyla
süzmeye devam etti.
Beyrut, 1961
Gassân Kenefâni, 9 Nisan 1936’da İsrail’in Akka
şehrinde doğdu. 1948’e değin Yafa’da yaşadı. Yazar aynı yıl, Siyonistlerin
Filistin işgalinin ardından binlerce Filistinliyle beraber göçe zorlandı. Kısa
bir süre Lübnan’da kaldıktan sonra ailesiyle birlikte Şam’a taşındı. Kenefâni,
genç yaşlardan itibaren milli mücadele içerisinde aktif rol aldı. Kuveyt’te
gazetecilik yaptığı sıralarda ilk edebî ürünlerini verdi. 1960’ta Beyrut’a
taşındı ve oradaki haftalık Hurriyye (Özgürlük)
gazetesinde edebiyat yazarlığı yaptı. 1963’te Muharrir (Özgürlükçü) gazetesinin genel yayın yönetmeni oldu. Enver ve Havadis gazetelerinde de çalışan yazar, 1969 yılında haftalık Hedef gazetesini çıkardı ve 8 Temmuz
1972’de şehit edilene kadar gazetenin genel yayın yönetmenliğini sürdürdü.
Bazı önemli eserleri: On İki Numaralı Yatağın Ölümü (Öykü,
1961), Bizim Olmayan Dünya (Öykü,
1965), Güneşteki Adamlar (Roman,
1963), Hayfa’ya Dönen Biri (Roman
1969).
Üslûp dergisi, 40, Temmuz – Ağustos 2015