02 Ağustos 2015

,

Tek Dertleri İktidar, Mülkiyet, Şirk


Bazı insanlar bazı insanlara taparlar;
kimi altın ve gümüş paralara, kimi yenilecek içilecek nesnelere;
yüceliklere, övünç veren varlıklara tapar da Allah’a inandığını sanır.

[Şeyh Bedreddin]


Tayyip Erdoğan Endonezya’da “Tek derdimiz var: İslam, İslam, İslam…” açıklaması yaptı. Üstünkörü bir bakış ile “İslamcı” bir iktidarın liderinden beklenebilecek bir açıklama, bir iddia gibi duran bu sözler, ideolojik bir içeriğe sahip ve tam da ideolojik oluşundan dolayı aslında hem bir hakikatin dışavurumu, hem de bir hakikatin üstünün örtülmesi.

Bir hakikatin dışavurumu; çünkü Erdoğan’ın derdi olan bir İslam var, çünkü tek bir İslam yok. İslam, bin yılı aşkın tarihsel, politik ve kültürel varlığı ile farklı kollara ayrılmış, bu ayrımların gelişim sürecinde de farklı sınıfsal ve toplumsal katmanların politika yaptıkları, mücadele ettikleri bir ideolojik evren, bir üst semboller dizgesi olmuş. Erdoğan’ın şahsında temsil olunan bir İslam elbette var ve bu İslam, müstekbire kılıç çalan bir kıyamın sesinden çok, o sesi, o kolektif iradeyi boğmaya yazgılı bir yönetim pratiğinin, kendi benliğine tapınan, herkesi ve her şeyi mülk edinmeye çalışan bir varoluş tarzının, her şeyi ve her ilişkiyi metalaştırarak uluslararası finans kapitale can katan bir neoliberalizmin, emperyalizmin bölgesel işbirlikçiliğini Kemalizmin kendisinden daha iyi yapabilme gayretinde olan bir saldırganlığın bileşimi. Bu İslam, ezilene, proletaryaya, fukaraya yanılsamalar sunan, onların acılarına ve dertlerine duyarsızlaşan, ama onların bu dünyalarını kendi öte dünya kurgusu adına satın alan bir İslam. Bu İslam (tıpkı burjuva ideolojisinin ‘eşitlik, kardeşlik, özgürlük’ hayali ile ezilen kitleleri aldatması gibi), gerçek olan eşitsizliği ve zulmü hayalî bir eşitlik yanılsaması içerisinde görünmez kılan-mistifiye eden, kendi öznelik ve öz oluş yanılsamasına tapınarak ezilenlerin kolektif mücadele arayışına körleşen bir İslam.

Bu sözler aynı zamanda bir hakikatin üstünün örtülmesi; çünkü ezilenlerin, fukaranın, proletaryanın sesi olmuş, sesini ortak mücadeleye katabilecek bir İslam var bu toprakların tarihinde. Muhammed’in, Ali’nin, Ebuzerr’in, İmam-ı Azam’ın, Karmatilerin, Zenc isyancılarının hepsinin tarihe bıraktığı bir iz, bu izlerin bir araya gelerek oluşturduğu bir yol var. Selçuklu ve Frenk ordularına karşı durabilen Babai isyancıları, bu isyancıların ardıllarından olan ve “helal yenmeyip haramın kıymetli olduğu” bir devirde “yoksul eti yiyip yoksul kanı içen beylere” seslenen Yunus Emre, “gönlün dünya işleri ile meşgulse bin sene namaz kılsan sevap kazanamazsın” diyerek dünyevi zulme karşı kıyam eden Bedreddin, Osmanlı kurumsal iktidarı ve kurumsal dinsel otorite tarafından katledilen Hamza Bosnevi, egemenlerin “Lale Devri”ni sona erdiren Patrona Halil gibi temsilcilerin bıraktığı teorik ve politik bir miras orta yerde duruyor. Bu miras, ezilenlerin sınıfsal ve millî direnişleriyle, mücadeleleriyle buluşmayı, ortaklaşmayı bekliyor.

Ortadoğu’da emperyalizmin stratejik ortaklığını “İslam ülkesi” kılıfı altında yaparak İsrail’den daha fazla İsrailleşen, son yıllarda Rojava başta olmak üzere Kürdistan’da, Roboski’de Kürd yoksullarının kanını akıtan, Suud ve Katar parası ile Ortadoğu halklarına yönelik katliamlara ortak olan, emperyalizm işbirlikçisi bir mezhepçiliği zirveye çıkaran ama kendi zulmüne direnenleri mezhepçi olmakla suçlayan, Gezi’de ve Suruç’ta “egemen sınıfın terör aygıtı olarak devlet” tanımını kuvveden fiile geçiren, Allah’ın yeryüzündeki ayetlerinden olan ağaçları, suyu, doğayı talan eden ve metalaştıran bir iktidarın ve onun tekil bir bireyde bedenleşen temsilcisinin İslam’ı, ancak postmodern kapitalizmin metalaştırdığı bir kimlik İslam’ı, Şeriati’nin deyimiyle, “tevhid görünümlü şirk İslam’ı” olabilir. Böyle bir İslam, küresel ve bölgesel işbirlikçilik piyasasında avantaj getirdiği müddetçe işlevlidir. Bu piyasada avantajlı olmanın yolu, müstekbirin dilini mazluma, fukaraya kendi dilinde tercüme edebilmek, tercüme ederken de hakiki olanı yalan içinde eritebilmek, görünmez kılabilmektir. Burjuva uygarlığının öldürdüğü Tanrı, kapitalist piyasada bir meta olarak devreye girer ve iktidardaki muhafazakâr İslamcılık bu metayı kullanmayı sahiplerinden, emperyalist efendilerinden öğrenmiştir. İktidarın “derdi” olan İslam, Nureddin Topçu’nun deyişiyle, “zorbaya esir, esire zorba” olanların, konformistlerin İslam’ıdır. Erdoğan’ın dert edindiği İslam, kuşların filleri yenebilme ihtimalini boğmaya çalıştığı halde, Fil Suresi’nin lafzını okumayı Müslümanlık zanneden bir İslam’dır.

Oysa Allah, her şeyi kuşatan gerçekliğin kolektif tasavvuru olarak mazlumun, proletaryanın direnişinde, mücadelesinde, örgütlülüğünde her daim yeniden zuhur eder. Allah, saraylarda, putlarını dert edinen egemenlerin dillerindeki lafızlarda, iktidar ve mülkiyet dertlerinde değil; bütün varolanların hem zahirinde hem batınında, ezilenlerin ortak derdi ve öfkesindedir.

Tevfik Ziya
1 Ağustos 2015

0 Yorum: