“Bazı insanlar bazı insanlara
taparlar;
kimi altın ve gümüş paralara, kimi yenilecek içilecek nesnelere;
yüceliklere, övünç veren varlıklara tapar da Allah’a inandığını sanır.”
[Şeyh Bedreddin]
Tayyip Erdoğan Endonezya’da “Tek derdimiz var: İslam,
İslam, İslam…” açıklaması yaptı. Üstünkörü bir bakış ile “İslamcı” bir
iktidarın liderinden beklenebilecek bir açıklama, bir iddia gibi duran bu
sözler, ideolojik bir içeriğe sahip ve tam da ideolojik oluşundan dolayı
aslında hem bir hakikatin dışavurumu, hem de bir hakikatin üstünün örtülmesi.
Bir hakikatin dışavurumu; çünkü Erdoğan’ın derdi olan
bir İslam var, çünkü tek bir İslam yok. İslam, bin yılı aşkın tarihsel, politik
ve kültürel varlığı ile farklı kollara ayrılmış, bu ayrımların gelişim
sürecinde de farklı sınıfsal ve toplumsal katmanların politika yaptıkları,
mücadele ettikleri bir ideolojik evren, bir üst semboller dizgesi olmuş.
Erdoğan’ın şahsında temsil olunan bir İslam elbette var ve bu İslam, müstekbire
kılıç çalan bir kıyamın sesinden çok, o sesi, o kolektif iradeyi boğmaya yazgılı
bir yönetim pratiğinin, kendi benliğine tapınan, herkesi ve her şeyi mülk
edinmeye çalışan bir varoluş tarzının, her şeyi ve her ilişkiyi metalaştırarak
uluslararası finans kapitale can katan bir neoliberalizmin, emperyalizmin
bölgesel işbirlikçiliğini Kemalizmin kendisinden daha iyi yapabilme gayretinde
olan bir saldırganlığın bileşimi. Bu İslam, ezilene, proletaryaya, fukaraya
yanılsamalar sunan, onların acılarına ve dertlerine duyarsızlaşan, ama onların
bu dünyalarını kendi öte dünya kurgusu adına satın alan bir İslam. Bu İslam
(tıpkı burjuva ideolojisinin ‘eşitlik, kardeşlik, özgürlük’ hayali ile ezilen
kitleleri aldatması gibi), gerçek olan eşitsizliği ve zulmü hayalî bir eşitlik
yanılsaması içerisinde görünmez kılan-mistifiye eden, kendi öznelik ve öz oluş
yanılsamasına tapınarak ezilenlerin kolektif mücadele arayışına körleşen bir
İslam.
Bu sözler aynı zamanda bir hakikatin üstünün
örtülmesi; çünkü ezilenlerin, fukaranın, proletaryanın sesi olmuş, sesini ortak
mücadeleye katabilecek bir İslam var bu toprakların tarihinde. Muhammed’in,
Ali’nin, Ebuzerr’in, İmam-ı Azam’ın, Karmatilerin, Zenc isyancılarının hepsinin
tarihe bıraktığı bir iz, bu izlerin bir araya gelerek oluşturduğu bir yol var.
Selçuklu ve Frenk ordularına karşı durabilen Babai isyancıları, bu isyancıların
ardıllarından olan ve “helal yenmeyip haramın kıymetli olduğu” bir devirde
“yoksul eti yiyip yoksul kanı içen beylere” seslenen Yunus Emre, “gönlün dünya
işleri ile meşgulse bin sene namaz kılsan sevap kazanamazsın” diyerek dünyevi
zulme karşı kıyam eden Bedreddin, Osmanlı kurumsal iktidarı ve kurumsal dinsel
otorite tarafından katledilen Hamza Bosnevi, egemenlerin “Lale Devri”ni sona
erdiren Patrona Halil gibi temsilcilerin bıraktığı teorik ve politik bir miras
orta yerde duruyor. Bu miras, ezilenlerin sınıfsal ve millî direnişleriyle,
mücadeleleriyle buluşmayı, ortaklaşmayı bekliyor.
Ortadoğu’da emperyalizmin stratejik ortaklığını “İslam
ülkesi” kılıfı altında yaparak İsrail’den daha fazla İsrailleşen, son yıllarda
Rojava başta olmak üzere Kürdistan’da, Roboski’de Kürd yoksullarının kanını
akıtan, Suud ve Katar parası ile Ortadoğu halklarına yönelik katliamlara ortak
olan, emperyalizm işbirlikçisi bir mezhepçiliği zirveye çıkaran ama kendi
zulmüne direnenleri mezhepçi olmakla suçlayan, Gezi’de ve Suruç’ta “egemen
sınıfın terör aygıtı olarak devlet” tanımını kuvveden fiile geçiren, Allah’ın
yeryüzündeki ayetlerinden olan ağaçları, suyu, doğayı talan eden ve
metalaştıran bir iktidarın ve onun tekil bir bireyde bedenleşen temsilcisinin
İslam’ı, ancak postmodern kapitalizmin metalaştırdığı bir kimlik İslam’ı,
Şeriati’nin deyimiyle, “tevhid görünümlü şirk İslam’ı” olabilir. Böyle bir
İslam, küresel ve bölgesel işbirlikçilik piyasasında avantaj getirdiği müddetçe
işlevlidir. Bu piyasada avantajlı olmanın yolu, müstekbirin dilini mazluma,
fukaraya kendi dilinde tercüme edebilmek, tercüme ederken de hakiki olanı yalan
içinde eritebilmek, görünmez kılabilmektir. Burjuva uygarlığının öldürdüğü
Tanrı, kapitalist piyasada bir meta olarak devreye girer ve iktidardaki
muhafazakâr İslamcılık bu metayı kullanmayı sahiplerinden, emperyalist
efendilerinden öğrenmiştir. İktidarın “derdi” olan İslam, Nureddin Topçu’nun
deyişiyle, “zorbaya esir, esire zorba” olanların, konformistlerin İslam’ıdır.
Erdoğan’ın dert edindiği İslam, kuşların filleri yenebilme ihtimalini boğmaya
çalıştığı halde, Fil Suresi’nin lafzını okumayı Müslümanlık zanneden bir
İslam’dır.
Oysa Allah, her şeyi kuşatan gerçekliğin kolektif
tasavvuru olarak mazlumun, proletaryanın direnişinde, mücadelesinde,
örgütlülüğünde her daim yeniden zuhur eder. Allah, saraylarda, putlarını dert
edinen egemenlerin dillerindeki lafızlarda, iktidar ve mülkiyet dertlerinde
değil; bütün varolanların hem zahirinde hem batınında, ezilenlerin ortak derdi
ve öfkesindedir.
Tevfik Ziya
1 Ağustos 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder