26 Kasım 2010

, ,

Emel Meslusi

“Bulimik hastaları misali, Joan Baez, Bob Dylan, Şeyh İmam ve Marsel Halife gibi onlarca müzisyeni bir arada dinleyerek büyüdüm.” Tunuslu şarkıcı Emel Meslusi, müzikal oburluğunu bu şekilde izah ediyor. “Demek ki hayatımın en güç dönemi bu dönemmiş” diye devam ediyor, Egypt Daily News’e verdiği mülâkatta.

Geçen Perşembe gecesi Geneina, Azhar Park Salonu’nda verdiği konsere Tunus kokusu yüklü bir şarkı olan El Bab Darik [“Kapındayım”] ile çıktı. Şarkıcının ayakları çıplaktı ve üzerinde kırmızı bir elbise vardı. Sesi ciğerden, güçlü ve açıktı. Müzik yolunu aldıkça o da keman, bas ve vurmalılar eşliğinde tüm salona hükmetmeyi bildi.

Kimi şarkılarını gitarla çaldı. Meslusi, üniversitede üyesi olduğu Idiom isimli grupta farklı bir yol tutturmuş.

“O günlerde gitar çalıyor, keşfettiğim müzisyenlerin şarkılarını gitar eşliğinde söylüyordum. Bu Tunus için gayet yeni bir durumdu. Büyüyüp gelişmemde çok sayıda insanın katkısı olduğunu düşünmemin sebebi budur.”

2004’te Meslusi, kendi Tunus ağzı ile şarkılar yapmaya başlıyor. 2006’da da Paris’e taşınıyor.

Şarkıları yüreği sarsan notalarla örülü. Müziği heavy metal ile hard rock arasında salınıyor ama bu müzik türlerinin daha hazin örneklerini andırıyor. Anavatanlarından mahrum Filistinliler için dillendirdiği ağıt Naci en Palestine [“Filistin’de Doğdum”] bunlardan biri.

“(Bu şarkı) Çingeneleri anlatıyor, onların hikâyesinden bahsediyor.” Esasında şarkı Naci en Alamo isimli başka bir şarkıdan uyarlama. Meslusi, Çingenelerin de vatansız olmaları üzerinden, Alamo [“Aşk”] kelimesi yerine Filistin’i koyuyor ve şarkıyı mahrumiyetin ağıtına dönüştürüyor.

Ancak öte yandan ona göre, burada müstehzi bir durum söz konusu, zira “belki de vatansızlık Çingeneler için bir tercih meselesi iken, Filistinliler için değil.”

“Özgün şarkı gayet güzel ama gene de ona özel bir şeyler eklemem gerektiğini düşündüm. Birkaç Arapça kelime ile daha hoş olacaktı. Çünkü Arapça güzel bir dil.”

Naci en Alamo, ilk kez, Çingene yönetmen Tony Gatlif’in çektiği Vengo isimli filmde kullanıldı. Meslusi, bu türden film müzikleri seslendirmeyi sürdürdü.

“Sinemayı seviyorum. Çok film izliyorum, bu sayede de ilginç müzikler keşfediyorum.”

Bu türden film müzikleri arasında Fatih Akın’ın Cennetin Kıyısında filminden aldığı Ben Seni Sevdiğumi isimli Karadeniz türküsü de var. Emir Kusturica’nın Çingeneler Zamanı’nda kullanılan Ederlezi şarkısı da repertuarında yer alıyor.

Bu şarkıların önemli bir bölümü vatansız insanlara ait ya da onlarla ilgili. “Belki de benim hassasiyetim de bu yönde” diyor Meslusi ve ekliyor: “Çünkü bu şarkılar çok derin. Şarkıları söyleyen ya da yazan insanların ıstırabı beni söylemeye mecbur ediyor.”

Filistin davası, şarkıcının kalbinde çok özel bir yere sahip. İsrail’in Gazze’yi bombalaması sonrası Meslusi, Malkit [“Bulamadım”] isimli şarkısını bestelemiş: “Tek kelime bulamadım” diye başlıyor şarkının sözleri ve şöyle devam ediyor:

Gözlerimi kapayacak bir yer bulamadım
Bana cevap verecek bir dost bulamadım
Beni alıp götürecek bir dalga bulamadım
Endişemi dile dökecek bir tek söz bulamadım
İnsandaki nefreti söküp atacak tek bir ezgi bulamadım
Halkımı bulamadım, ailemi, mutluluğumu, yolumu
Bulamadım
Hislerimi tutuşturacak bir köz
Bulamadım.

Meslusi’yi etkileyen isimler arasında en alışılmadık isim galiba Feyruz. Üzerindeki etkisine rağmen şarkıcı, bu hususta şu tespiti yapıyor: “Feyruz, bana nazaran daha romantik, ben ise ondan daha devrimciyim.”

“Üniversitede, gündelik hayatımda, dolayısıyla müziğimde hep isyankâr bir yan mevcut olmuştur. Güçlü politik konumlar almak niyetinde değilim, herkese bendeki aslî duyguyu anlatmaya çalışıyorum sadece: özgürlük.”

“Arzum, Şeyh İmam’ın da ötesine geçebilmek ama bu noktada Ahmed Fuad Necim gibi, güçlü değilse de görece daha dolaysız kelimeler bulabilen birisine ihtiyacım var.”

Geneina’daki konserinde, gitarıyla, birkaç Şeyh İmam-Ahmed Fuad şarkısı da seslendirdi. Böylelikle, hâlâ (Ahmed Fuad şiirinde önemli bir tema olan) fellahların (köylülerin) ülkesi olduğunu ve mücadelenin henüz bitmediğini anımsattı tüm Mısır’a.

Meslusi’nin şarkıları milliyetçi değil. Ona göre şarkıları “mantıklı”.

"Kâğıda samimi kelimeler dökebilmenin en iyi yolu, meseleye kendinden başlamaktır.”

Seyirciler şarkılarında Tunus’u duyuyorlar bir miktar.

“Tunus neyse diğer ülkeler de o benim için. Bu gayet iyi bir durum bize göre, çünkü oralarda kendimden söz edebiliyorum ve aynı yoldan başka insanlar hakkında konuşabiliyorum.”

”Bu, bir şarkı dinleyip onu kendinizce benimsediğinizde olan şeyle aynıdır. Şarkının hangi ülkeye ait olduğunun bir önemi yok bence.”

Tunuslu şarkıcı, beş dil konuşuyor, bu dillerde şarkı söylemeyi seviyor. “Kendime ait bir bohçam var ama gene de başka sesleri keşfetmeyi seviyorum. Başka müzikleri hep merak etmişimdir.”

Müziğe olan iştahını tarif ederken söyledikleri muhtemelen kendi müziğini de izah ediyor: “Bilirsin, bir yiyecek bulmak, o yiyeceğin farklı ve gayet iyi olması gibi bir şey bu.”

Chitra Kalyani
2009
Kaynak

* * *

Mülâkat

Etkileyici sesiyle Kürtçe Ahmedo parçasını seslendiren Tunuslu sanatçı Emel Meslusi, anadil ve kimliklere verdiği önemi şarkılarında dile getiriyor. Meslusi, anadil yasağının verdiği acıyı hayal bile edemediğini belirterek, “bu nedenle Kürt halkının mücadelesi benim varlığımı en derinden altüst ediyor” diyor.

Tunuslu sanatçı Emel Meslusi, 27 yaşında ve Tunus müziğine yeni bir ses katıyor. Daha 7 yaşındayken koreografi, skeçler ve şarkılarla sokak gösterileri organize etmeye başlayan sanatçı, 16-17 yaşlarına geldiğinde şarkı söylemek tüm hayatına hükmediyor. 25 yaşına kadar Tunus’ta yaşayan ve bugün Fransa’da ikamet eden Meslusi, müziğe ilk başladığı yılları anlatırken, “müziği meslek hâline getirmemden korktukları için ailem üzerimde biraz sansür uyguladı ama şimdi beni anlıyorlar ve inanıyorum ki benimle gurur duyuyorlar” diyor.

Tunuslu sanatçı Meslusi ile müzik yaşamı, şarkıları, farklı diller ve kimliklere olan ilgisi, müzikte anadilin önemi ve Kürtçe ile nasıl tanıştığına ilişkin söyleştik. Meslusi, müzik hayatındaki dönüm noktasının beste yapmaya başladığı ân olduğunu söylüyor: “Müzik yaşamımın en önemli dönüm noktası, 2004’ten itibaren kendi şarkılarımı yazıp bestelemeye başladığım zamandı. Bir renk, özgün bir dil oluşturmaya başlıyordum artık.”

Lübnanlı sanatçı Marsel Halife’nin şarkıları ile tanışması da müziğinde önemli bir ilham kaynağı oluyor. Meslusi, Halife ile hiç karşılaşmamış ama ondan etkilendiğini şu sözlerle anlatıyor: “Marsel Halife ile hiç karşılaşmadım ama onun şarkılarını, melodilerini ve şarkılarının sözlerini keşfetmek benim için bir ilham kaynağı idi, müziğe bakış açımda önemli bir gelişmeye neden oldu. Güçlü mesajlar içeren alternatif bir Arap müziğinin var olabileceğine inanıyordum, hiç düşünmeden bu yolu takip etmek istiyordum.”

Herkesin anadilinde kendisini ifade etmesi ve kimliğine sahip çıkmasının önemini müziğiyle de ifade eden Tunuslu sanatçı, etkileyici sesiyle Kürtçe, Türkçe, Ermenice ve Romanca da şarkılar seslendiriyor. Bugüne kadar iki albüm çıkardı; biri Aralık 2006’da Khaief, diğeri de Eylül 2008’de Helma. Bir sonraki albümünü 2009’un sonunda tamamlamayı umuyor.

Çok dilli bir müzik yapan Meslusi’ye bugüne kadar kaç dilde şarkı söylediğini sorduğumuzda, “Esas olarak Tunus Arapçası ile yazıyorum ve biraz Arap literatüründen, bazen de Fransızcadan faydalanıyorum. Kimi zaman da beni etkileyen, Kürtçe, Türkçe, Ermenice, Romanca (Çingene), İspanyolca, İngilizce ve Korsika dilinde şarkılar da söylüyorum.” diyor.

Meslusi, şarkılarında özgürlükten, aldatılmadan, hayal kırıklığından, umuttan, boyun eğme, başkaldırı, güzellik ve farklı renklerden bahsediyor.

Peki, neden herkesin kendisini anadilinde ifade etmesini ve kimliğine sahip çıkmasını bu kadar önemsiyor, hiç kendi ülkesinde bu tür sorunlarla karşılaştı mı? Meslusi bu soruya şöyle cevap veriyor:

“Aslında büyürken ve çok sayıda soru sormaya başladığım yaşa ulaştığımda, kimlik sorunu beni yakaladı. Evet, biz karma bir kuşağız… Dilimizde çok sayıda Fransızca kelime var, yabancı televizyon kanallarını seyrediyoruz, Amerikan müziği dinliyoruz… Tüm bunlarla birlikte dünyada yerimizi doğal olarak bulmamız kolay olmuyor.”

Meslusi, “Bunun içindir ki sesimin bu dilde etkileyici ve rahat olduğunu ortaya çıkaran ilk tecrübemden bu yana şarkı söylemeye ve bununla ilgili olarak Tunus dilinde yazmaya devam ettim” diyerek, insanın kendisini en rahat hissettiği dilin anadili olduğunu şöyle ifade ediyor:

“Hangi dilde kendimizi rahat hissediyorsak o dilde en etkileyici olduğumuzu düşünüyorum ve hiçbir şey insanı kendi anadilinden daha rahat kılamaz.”

Kendi yaşamında dillere bu kadar önem atfetmesinin nedenini ise şu sözlerle anlatıyor: “Diller, yolculuktur, çeşitlilik, alışveriş, zenginlik, gizem, hayaldir…”

Kürtçe Ahmedo parçasını seslendiren Emel Meslusi, 7 Kasım günü 17. Hüseyin Çelebi Edebiyat Ödülleri etkinliğine de katılmıştı. Kazım Koyuncu’nun da seslendirdiği “Ben Seni Sevdiğimi” şarkısını seslendiren sanatçının ayrıca Arapça “Che Guevara” şarkısı da büyük ilgiyle dinleniyor.

Meslusi, Ahmedo parçası ve Kürtçe ile nasıl tanıştığını şöyle dile getiriyor: “Bir internet sayfasında tesadüfen Aynur Doğan’ın seslendirdiği şarkılarla karşılaştım, bu ses ve ezgiler beni alıp götürmüştü… Ahmedo, en özel ve etkileyici olanıydı. Uzun süre bir gün bu şarkıyı seslendirmeyi hayal ettim… Bu kolay değildi.”

Meslusi, bir şarkıyı seçerken nelere dikkat ettiğini de, “şarkının sizi kendi bilinmezliğinize götürebilmesi, en derin trans hâline sokabilmesi gerekiyor" sözleri ile ifade ediyor.

Meslusi, Kürtler gibi müziği ve dilinden dolayı yasaklarla, zorluklarla karşılaşmadı. İnsanın anadilinde konuşmasının yasaklanmasının verdiği acıyı hayal bile edemediğini söyleyen sanatçı, Kürtlerin verdiği mücadelenin kendisinin derinden etkilediğini belirtiyor. Meslusi, bir dilin yasaklı olması karşısındaki duygularını ve Kürtlerle olan bağını şöyle dile getiriyor:

“İnsanın kendi dilinde konuşmasına ve kendisini ifade etmesine getirilen yasağın yol açtığı acıyı hayal bile edemiyorum, artık insanın kendisi olmaması gibi bir şey bu… Çok zordur, bu nedenle Kürt halkının mücadelesi benim varlığımı en derinden altüst ediyor.”

Tiji Roj

Sözüm Hür (Kelmti Hurra)

Ben, hür olan ve asla korkmayan.
Ben, hiç ölmeyen.
Ben, teslim olmayanların sesi.
Ben, kıyametin ortasındaki mana.

Ben bu köpeklerce,
Halkın rızkını çalanlar,
Fikirlerin yüzüne kapıyı çarpanlarca satılan
Mazlumun hakkı.

Ben, hür ve asla korkmayan.
Ben asla ölmeyecek olan esrar.
Ben, teslim olmayanların sesi.
Ben hürüm, sözüm hür.

Ben hürüm, sözüm hür.
Unutma, ekmeğin fiyatını.
Unutma, sefaletin sebebini.
Unutma ihtiyaç olduğunda bize ihanet edeni.

Ben, hür ve asla korkmayan.
Ben, asla ölmeyecek olan esrar.
Ben, teslim olmayanların sesi.
Ben, kızıl gülün sırrı
Rengi yıllarca sevilen
Kokusunu nehirlerin örttüğü.
Hür olanlara seslenip duran.

Ben, karanlıkta parıldayan bir yıldız.
Ben, zalimin boğazındaki diken.
Ben, ateşin değdiği rüzgâr.
Ben, unutulmayanların ruhu.
Ben, ölmeyenlerin sesi.

Çıkarıyorum çeliği balçıktan
Yeni bir aşk yaratıyorum onunla.
O çelik kuş oluyor
Vatan oluyor
Rüzgâr oluyor, yağmur oluyor.

Ben, dünyanın birleşen tüm hür insanları
Mermi gibiyim gayrı.
Ben, dünyanın birleşen tüm hür insanları
Mermi gibiyim gayrı.

Söz: Emin Guzzi
Müzik: Emel Meslusi

Zalim (Dhalem)

Katlet beni… Bir şarkı yazıyorum.
İncit beni... Bir hikâye anlatacağım.
Daha fazla işkence et bana ki kışımı ısıtayım.

Gözyaşlarımı kurutacak ezgiler yağacak sonra
Zaman seni alıp götürecek, ezgilerimse ebedi kalacak.

Katlet beni… Bir şarkı yazıyorum.
Hapse at beni… Bir hikâye anlatacağım.
Daha fazla işkence et bana ki kışımı ısıtayım.

Gözyaşlarımı kurutacak ezgiler yağacak sonra
Zaman seni alıp götürecek, ezgilerimse ebedi kalacak.

Ah zalim!.. Sen de göreceksin kurban olacağın günü.

Katlet beni… Bir şarkı yazıyorum.
Katlet beni... Bir şarkı yazıyorum.

Söz-Müzik: Emel Meslusi

, ,

Fikir Kulüplerini Dinamitlemek


Materyalist olmak, meseleleri tarihsel planda belli bir sürecin ve bağlamın içine oturtmayı gerektirir. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin gökten zembille inmediği, onun tarihsel açıdan geçiciliği ve aşılabilirliği, ancak bu sayede görülebilir. Aksi takdirde milat 29 Ekim’dir ve süreç, buradan hareket eden öznenin fiilî iktidarı ile ya sona erer ya da zirvesine ulaşır. Ülkeyi materyalist edinime tabi tutmamak, ülke içi siyasette, sığ bir “diyalektik”e teslim olmayı, bu da arabulucu bir siyasetin zuhur etmesini getirir. Bu, pratikte kemalizmin dünyadan ve tarihten bağımsız, özgül bir varlık olarak ülke gerçekliğini yüceltmesine ve bu yüceliği kendi varlığında somutlamasına dair ideolojik yanılgıya tabi olmakla sonuçlanır.
İster devrimci, ister sosyalist ya da ister komünist olsun, sol öznelerin teori ve pratiklerini tayin eden ölçü ve ölçek, kemalizmin ölçü ve ölçeğidir. Fransız, Alman, İngiliz, Rus, Çin ya da Latin Amerika menşeli bir tür marksizmi ve sosyalizmi güncelleştirmek isteyen bir özne, zorunlu olarak, yerlileşme gerilimi yaşayacak, kendi Kemal’ini bulacak, bu ülkelerle Türkiye’nin benzer noktalarını öne çıkartacaktır. Özgülleşme ve yerlileşme meselesinde öznelci-idealist bir yön mevcuttur, bu yön, siyasetin kemalizme tabi olmasını koşullar. Benzerlikler ve farklılıklar bulmak, ancak eşdüzlemde mümkündür. Eşdüzleme yerleştirilmiş iki ülke arasında kıyaslama yapmak, iki ülkenin öncesini, sağını, solunu, altını, üstünü görmemek demektir. Dört yöne kör bakan, salt verili olgunun kendiliğine kilitlenen, onun tanrısal-ilahi bir seyir içinde, tek hakikat, tek doğru olduğunu düşünmek zorundadır.
Tarihsel materyalizm, toplumsal olgu ve olayları belli bir sürece ve bağlama oturtarak, onların mücadelenin nesnesi olabilmesini sağlar. Maddî olan her şey, bu tür bir çalışmanın konusudur. Ancak marksizmden haberdar olan birçok sol özne, kendisinin geçiciliğini, aşılabilirliğini ve içteki/dıştaki dönüşümü görmezden gelmektedir. Bu, kemalizmin ölçü ve ölçeği dâhilinde düşünüp hareket etmenin bir sonucudur. Kemalizmi bir iki askere, bir iki kuruma ya da birkaç yıla hapsederek ondan kurtulmak mümkün değildir. Esasta genel tartışma, bir “burjuva devrim” ideolojisi olarak kemalizmin sosyalizm için gerekli koşulları oluşturup oluşturmadığı ile ilgilidir.
Genelde sosyalizm “yemeği” için gerekli on malzeme varsa, kemalizmin bunların sekizini ya da ikisini temin etmesi ile ilgilenilir. Bu malzemelerin içeriği ve biçimine bakılmaz. Sonuçta sol öznelerin tabiyet ilişkileri sebebiyle, kemalizmle hesaplaşma derdi yoktur.
Ekolojistler, "dünya elden gidiyor, siz devrim yapacak bir dünya bile bulamayacaksınız.” diyerek korku salıyorlarsa; ulusalcılar da “ülke elden gidiyor, siz devrim yapacak bir ülke bile bulamayacaksınız.” derler.
Bu açıdan yemeğin malzemesini temin eden kemalizm sinsice sızar teori ve pratiğe. Dolayısıyla CHP’nin yerini almak ile onunla ittifak yapmak ya da onun içinde çalışmak aynı şeydir. CHP, kurucu ideolojinin, kemalizmin öz partisidir. Onunla eşdüzlemde olunduğu hissi ve fikri, ona karşı mücadelenin askıya alındığının bir göstergesidir.
Bugün Tel Aviv’deki bir Siyonist’in ülkesi ile ilgili algısı ve bilgisi ile bir Filistinli devrimcinin algı ve bilgisi arasında derin bir uçurum vardır. Ancak bugün, bırakalım bir Müslüman’ı ya da milliyetçiyi bir kenara, bir sosyalistin, devrimcinin ülkenin meşruluğuna, mutlaklığına ve resmî kurgusuna ilişkin en ufak bir sorgusu yoktur. İsrail ve Türkiye, siyam ikizleri olarak, bölgeye yerleştirilmiş politik güçlerse eğer, buralardaki mücadeleler arası temasın kırılması egemenler açısından şarttır. Türkistan, Kafkasya ve genelde doğunun devrimci ateşi ile Anadolu’ya giren Mustafa Suphi’lerle altmışlar sonu Filistin’e giden Dev-Genç arasında böylesi ortak bir kader mevcuttur.
İlk olayda mevcut olan Türkiye’de İngilizlerin, ikincisinde ABD’nin damgası vardır. Verili hâliyle kurulan “Türkiye”nin meşruiyetini tanıyan komünist hareket, soluğu sendika ve meclis koltuklarında almıştır. O sendika ve meclis, en az Türkiye kadar, sorgu dışı ve dokunulmazdır.
“Önce burjuva, ardından sosyalist devrim” kurgusu ilerlemecidir ve her ilerlemecilik gibi, efendilerin geçmişte kazandığı zaferlere öykünen bir kafanın ürünüdür. Fransız Devrimi sürecinde zulmedilen, bastırılan, sindirilen emekçi halk öfkesini görmezden gelip bu devrimin ortaya koyduğu “tarih”, “doğa” ve “insan” algı ve bilgisi ile üretilecek bir sosyalizmin bu düzende yapabileceği hiçbir şey yoktur. Efendilerin de kimi vakit “sosyalizm”e ihtiyaç duyacakları açıktır. Bu açıdan devrimciliğin ve sosyalistliğin her daim bir marksist teori ve pratiğin suyuna yatırılması gerekir. Bu anlamda her türden teorik ve pratik, köklü, farklılığa rağmen, Ekim Devrimi'ni, Çin Devrimi'ni ve Küba Devrimi'ni Fransız Devrimi rolüne soyundurmak benzer bir teslimiyeti üretecektir.
Kemalizme “bonapartizm” demek, faşizmi yirmilerden kırklı yılların ortalarına kadar uzanan tarihsel ve toplumsal olgu olarak değerlendirmek, bugün, kemalizme ve faşizme karşı mücadele etmeyeceğine dair söz vermişlerin fikrî tepkisidir.
Özünde kemalizm, ilkokuldan başlayarak dikte ettiği resmî tarih ve toplum bilgisi ile, sol içine, kendisine karşı mücadele etmeyecek, zararsız öğrencilerini göndermektedir. Solun bunlarla hesaplaşma derdi, ancak kemalizme karşı mücadele bayrağını açtığında açığa çıkacaktır.
Bir tür kapitalizm ve emperyalizm bilgisi, bunlara karşı çıkmak, devlete ve onun tarihsel-toplumsal zeminine karşı mücadele edilmeyeceğine dair edilmiş yemine yaslanır. Oysa kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele, verili devlete karşı mücadeleyi şart koşar.
Devlete karşı mücadele, zorunlu olarak, devrimcilikle vücut bulur; şapka ve harf gibi konularda yapılan değişiklikleri savunmaya indirgenmiş bir devrimcilik, tam da kemalizmin talep ettiği devrimciliktir. Bu türden devrimcilik, "harf devrimi"nin gerçekleştiği günlerde, bu değişikliği eleştiren komünistlerin İstanbul'da bildiri dağıttıklarını hiç mi hiç bilmeyecektir.
Yirmilerde ve seksenlerde Sovyetler’e gidip eğitim alanlar arasında kıyaslama yapmak mümkündür: ilk dönem gidenler, o yılların coşkusuyla, Sovyetler'den ülkeye belli bir fikrin akışına bakmaktadırlar. İkinci dönem gidenler ise tersten, Türkiye’de elde ettikleri meslekî, ideolojik kurguyu Sovyetler’e akıtmışlardır. Bir mühendis, burada öğrendikleri ile Sovyet ziraatını eleştirmiş, bir sanatçı, orada esaret görmüştür. Sovyetler-Türkiye ilişkileri belirleyicidir. Eşdüzlemde seyreden bu algı ve bilgi, emekçilerin, mazlumların öfkesinin bilinçli öncüsü olması gereken komünistleri başka eşdüzlemler aramaya itmiştir. İç ve dış Sovyet ajanlarının ufuklarını aşamayan komünist hareket, köklü, kalıcı bir miras bırakamamıştır. Bu da kemalizmin “burjuva devrimciliği” olarak sahiplenilip aşılmasına ya da tarihsel olarak onun makul, zararsız bir yere hapsedilmesine neden olmuştur.
Adıyamanlı bir Ermeni olarak Fransa’ya göç etmek zorunda kalan, orada işçi iken faşizmin işgali karşısında partizanlara katılan, mücadele içinde şehit düşen Manuşyan ile Ermeni katili Talat Paşa’yı eşdüzleme yerleştirmek de aynı fikriyatın ürünüdür. Yan yana getirilen Manuşyan’ın Talat Paşa’dan örgüt meselesini öğrenmesini talep etmek, esasında işçi sınıfına ve halka devlet disiplini vermek istemektir.[1]
Bu açıdan, kısa zaman önce gerçekleşen referandum bağlamında sol içinde yaşanan ayrışmanın da gösterdiği üzere, solun bir bölümü, işçileri, halkı devletle disipline etmek ve demokrasi ile terbiye etmek arasında ayrışmıştır. Bu ayrışmada, burjuva devletinden ya da burjuva demokrasisinden söz edenler için işçi, halk ya da proleter sözcükleri basit anlamda birer sıfattan ibarettir. Aristokratlara has bir tür düello olarak resmedilen burjuvazi-proletarya kavgası, proletaryayla burjuva aklını buluşturma niyeti taşır. Bu niyet dâhilinde, aynı aklın ürünü olan demokrasi ve devlet, sorgusuz sualsiz kabul edilecektir. Bir sosyalist, “burjuvalar devleti çürütüyorlar, zayıf düşürüyorlar” diyecek, diğeri ise “burjuvalar demokrasinin içini boşaltıyorlar, halkın katılımını geçersizleştiriyorlar.” diye yakınacaktır.
Ülkenin kuruluşunda sosyalistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların kanı-teri vardır. Kemalizmi bu üç dinamiği ezen, bastıran asıl güç olarak görmek, başka birçok şeyi görmemek demektir. Kemalizm sonuçtur, yani o, bu üç dinamiğin teorik, ideolojik ve politik katkılarını, müdahalelerini ezmek zorunda olan efendilerin ezme pratiği içinde ürettikleri ortak teori, ideoloji ve politikadır.
Liberallerin ve ulusalcıların sol içinde kemalizm bağlamında yürüttükleri tartışma, bu hakikati örtbas etmek içindir. Günahlarını bir keçiye yükleyip onu uçurumdan aşağıya atan Yahudiler gibi, liberaller tüm günahı, suçu ve hatayı askere yüklemekte, böylelikle esas efendileri korumakta iken, (son on yıl içinde TKP’nin de hizalandığı) ulusalcılar da günahı, suçu ve hatayı dış güçlere yüklemektedirler. Böylelikle her ikisi de siyaseten, sosyalistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların kanını dökenlerle, terini sömürenlerle ortaklaşmaktadır.
TKP eski genel başkanının “Mustafa Kemal’in mücadelenin öncülüğünü tekleştirme pratiğini” ve “devletin doğudan batıya hükmetme becerisini” sahiplenmesinin nedeni buradadır.
İlk cümleden Mustafa Suphi’lerin kanı, Çerkes Ethem’in teri; ikinci cümleden Kürtlerin kanı damlamaktadır. Söz konusu ikrar da bu TKP’nin Şefik Hüsnü’nün uzantısı olduğuna ilişkin genel yanılgının aksine, onun Mustafa Kemal’in Anadolu’daki komünist faaliyetleri akamete uğratmak için attığı taktiksel bir adım olan resmî TKP’nin uzantısı olduğunun kanıtıdır.
Birer fikir kulübü kisvesindeki bu tür örgütlerin fikrî olarak kemalizmin ölçü ve ölçeğine bağlı olduğu açıktır. Fikir kulübünden Dev-Genç’e dönüşen pratik ya da daha da öncesinde Ekim Devrimi’nden hissî ve fikrî açıdan etkilenenlerin oluşturdukları mahfillerden çıkıp örgütlenmeye başlamaları ve örgütlü devrimci mücadeleye girmeleri, ana mirasımızdır. Sonrasında bu iki momentin fikrî düzeyde kaldığını iddia edenler, fikir kulüplerinin kadim şefleridirler. Yirmilerde Anadolu’daki komünist faaliyetin etkisini, gücünü küçümseyenler, genç komünistlerin faaliyetlerini genç olmaya indirgeyenler de onlardır. Bir fikre örgütlenmekle bir eyleme örgütlenmek başka şeylerdir. Fikir kulüpleri olarak bugünkü örgütler, kendi varlıklarını, kendilerince mistifiye ettikleri eylem için önşart kabul etmektedirler. Oysa o kulüpten, masonik cemaatten çıkmadan, eyleme geçmek imkânsızdır. Bu kulüplerde bir eylem olarak fikre yer yoktur. Eyleme geçmeye mecbur bir fikrin buralarda filizlenmesi mümkün değildir. Bunlar en fazla, “bize gelmezseniz, her şey bitecek, öleceğiz” yaygarası koparırlar.[2]
Ülkenin meşruiyeti, “burjuva devrim”, kemalizm, ilerleme ve devlet-demokrasi üzerinden bir biçimde eylediklerini, eyleme geçtiklerini zannedenler ise salt ajanlık, bir fikrin pazarlamacılığını yapmaktadırlar. Bunların, ülkenin kuruluş momentinde sosyalistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların döktüğü kana ve tere küfretmesi zorunludur. Küfür, Arapça “örtmek” demektir, bu anlamda ilgili hakikati gizlemeleri, ondan haberdar olsalar bile kendi öznel ihtiyaçlarına göre onu eğip bükmeleri, içeriksizleştirmeleri kaçınılmaz bir sonuçtur.
Kurma ve yıkma sürecinde, emekçi halkların ve mazlumların öfkesini örgütlemeye muktedir bir komünist parti, bugünkü fikir kulüplerinin ardında gizlidir. Onunla buluşmak için, kendi varlığını, Kürt ve Müslüman düşmanlığına indirgemiş bir sosyalist özneden; Kürt ve sosyalist düşmanlığına indirgemiş bir Müslüman’dan; Sosyalist ve Müslüman düşmanlığına indirgemiş bir Kürt’ten kurtulmak gerekmektedir.
* * *
Sınıf, devrim ve iktidar, sosyalist ve marksist yazında öne çıkan üç kavramdır. Marx, Engels, Lenin, Troçki, Luxemburg, Stalin gibi belli şahıslar etrafında kopan fırtınalar, bu kavramlarla ilgilidir esasta. Dönemsel kimi ihtiyaçlara bağlı olarak, bu kavramlar öne çıkartılır. Bu, tarihsel açıdan meşru kabul edilen kimi şahısların ve olayların da öne çıkartılmasını gerektirir. Burada, sonuca uygun veriler organize edilir, çünkü aslında öne çıkan şahıslar ve olaylar, belli bir başarının temsilidirler. Başarıcı olan bu akıl, koşulları ve o koşullarda verilen mücadeleleri dikkate almaz. Türkiye’de Bolşevik Parti ile ilgili onlarca kitap mevcuttur, ancak bir bolşeviğin nasıl çalıştığı, ne tür araçlar ürettiği ile ilgilenilmemiştir. Bu da sonuçta ortaya çıkan başarının esası teşkil ettiğini gösterir.
Bu fikriyat, Türkiye solunun kendi mutlaklığını, tek boyutluluğunu ve doğrusallığını hâkim kılması ile ilgilidir. Bu, sınıfın, devrimin ve iktidarın da mutlak, tek boyutlu ve doğrusal kavranmasını getirmiştir. Bu kavrayış sonucunda sol, sınıfın geçici, durumsal/dönemsel, çok boyutlu ve parçalı eylemlerinden/çıkışlarından hiçbir şey öğrenmemiştir. Aynı ölçüde, meseleyi devrime ya da iktidara indirgeyenler, sınıf mevzuunda olduğu gibi benzer yanlışları yinelemişlerdir.
Bu yönüyle Türkiye solu, ne tek başına sınıfsal ne devrimci ne de iktidara dönük hareketler tarafından terbiye edilmiş ve disipline olmuştur. Disiplinin ve terbiyenin kaynağı burası değilse, elbette kendinden menkul bir devlet ve demokrasi, teoride ve pratikte galebe çalacaktır. Sınıfa, devrime ve iktidara ilişkin dinamikler, farklı mecralarda kendi iç terbiyesini ve disiplinini; bu terbiye ve disiplin, kendi tipolojisini ve siyaset tarzını üretmiştir. Ara yollarda kaybolanlar, ana siyaset otobanına girmek adına, burjuvaziden ve devletinden gerekli bileti almak için çırpınmıştır. Ana yol hep egemenlerin yoludur.
Kadrolar, şeyhten el alan mürit misali, farklı dergâhların inşasına tuğla koymuşlardır. Geçmişte, doğrudan toplumsal-ekonomik-siyasal yaşamın doğal aracı olan dergâhlar, işlevlerini yitirmekle kendi içine kapanmış ve müritlerini dergâhın bekası için çalışmaya zorlamışlardır.
Solun ürettiği örgütler, aynı şekilde, ne toplumsal ne ekonomik ne de politik bir doğal araçtırlar. Böyle olmasına rağmen yaşananda bir terslik vardır: kadrolar, örgütlerin bekası adına örgütlenmektedirler. Örgüt şefleri ise ölümle korkutup verili adımlarına kadrolarını ikna etmeyi teori ve pratik zannetmektedirler. Salt belli bir fikir etrafında örgütlenmiş bir kulüp, geçersizleşeceğini düşündüğü bir momentte cemaatine korku salmak zorundadır. Solun gulyabanisi ve öcüsü, her daim, Kürtler ve Müslümanlardır.
Örgütlerin mutlak, tek boyutlu ve doğrusal oluşları kadroları da sınırlamakta, kadroların sınıftan, devrimden ve iktidardan beslenmeleri imkânsızlaşmaktadır. Lineer, doğrusal kurgu, mimarîdeki kubbeyi metafor olarak devreye sokacak olursak, dikey ve kapsayıcı bir örgütlenmeyi ve mücadeleyi önemsizleştirmektedir.
Doğrusallıkta örgütün yaşaması/yaşatılması her şey, devrim-sınıf-iktidar hiçbir şeydir. Bu açıdan kadrolar, en fazla, örgütlerin bekası (yaşamsallığı) adına önem kazanmaktadırlar. Onun dışında bir anlamları yoktur.
Buradaki sakatlık, bir ölçüde, miladı 12 Eylül olarak tespit etmekten kaynaklanmaktadır. Bu tarihte özneler, kolektif devrimci bir savaşın içinde örgütlenemedikleri için hesaplarını tamamlayamamış, geride kalanlar hesaplarını sonraki kuşaklara ödetmişlerdir/ödetmektedirler. Doğrusallık, mutlaklık ve tek boyutluluk için 12 Eylül gibi bir kırılma sarsıcıdır, önemlidir. 12 Eylül'ün bir holokost misali, sürekli anımsanmasının nedeni buradadır. O, doğrusallığın, mutlaklığın ve tek boyutluluğun sigortasıdır. 12 Eylül, mağlubiyet kadar, mağlup edilen öznenin önemli olduğunun da bir delili gibidir. Bir imge olarak bu tarihsel moment, solun toplumsallığının sınırlarını da çizer. 12 Eylül’ün ardında kemalizm, faşizm, askerî vesayet, batı emperyalizmi, gericilik vs. bulmak önemsizdir. Bunlar, sol örgütlerin verili hâllerini meşrulaştıran dışarıya ait hasım unsurlardır.
Bugün sol örgütlerin şeflerinin önemli bölümü 12 Eylül öncesinin kadrolarıdır ve bu insanlar ne 12 Eylül’ün ne de onun doğurduğu Özal liberalizminin hesabını verebilmişlerdir. 12 Eylül’de kaçacak yer arayanlar, Özal döneminde de sığınacak yerler bulmuşlardır. Aynı kadrolar ve kadrosal bilinç aktarımı doksanların AB’sine ve 2000’lerin ABD’sine karşı da gerekli ve yeterli cevap üretememişlerdir.
Sol, bu kadrolar ve bilinçsel süreklilik bağlamında, hem teoride hem de pratikte, 12 Eylül’de halka; Özal liberalizmi döneminde sınıfa; doksanların AB kuşatmasında millete; 2000’li yılların başıyla giderek yoğunlaşan ABD müdahalesiyle içinde yaşadığı Ortadoğu coğrafyasına yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşma içe kapanmayı koşullamış, çıplak hâliyle yaşamsallık, her şeyin önüne yerleştirilmiştir.
1980 sonrasında sol, “bu halk desteği neden birden kesildi?” diye hayıflanarak, kendi günahlarını halka ve sınıfa ödetmeye kalkmıştır. Bu özneler, sonrasında “halk desteği ile bu iş olmuyor, başka noktalara yoğunlaşmak gerek” diyerek, kendi günahlarını örtbas etmişlerdir.
Dev-Yol geleneği, kapitalizm içi meşruiyet alanlarına (demokrasiye), Aydınlık orduya (devlete) oynamıştır. Soyut da olsa, halka ve sınıfa güvenenler de onların “inek”likleri karşısında şişmeye çalışan “kurbağa”lara benzemişlerdir.
Halkın, sınıfın ve genel anlamda kitlelerin demokrasi terbiyesine ya da devlet disiplinine tabi tutulması ihtiyacı maddî koşulların birer emridir. Bir kesim devlete, bir kesim demokrasiye sığınmış, her sığınmacı gibi, sığındığı “ülke”nin, yerin emirlerine uymuştur.
Bu dönemde ve sonrasında sınıf, devrim ve iktidar üzerine binlerce sayfayı bulan yazılar yazılmış, tartışmalar yapılmıştır ama hepsinin de alt metninde 12 Eylül’ün hesabını verememe ve onun çizdiği alanda var olma tercihi vardır. Meşruiyeti başka yerde arayan özneler, bu üç olguyla ilgili tartışmayı onların gerçeğinden çok uzakta bir yerde yapmış, bu anlamda, gerçek siyaset düzleminde başkalarının -özellikle düşmanın- estirdiği rüzgârlara göre dümen kırmıştır.
12 Eylül ve Özal ardından bir darbeyi de Sovyetler’in çöküşü indirmiştir. 1989-92 momentinde sol öznelerin önemli bir bölümü 12 Eylül ve Özal eleştirileri ile ve burada öğrendikleriyle Sovyetler'in çöküşünü karşılamış, bu bilgi ile sosyalizm ve siyaset meseleleri tartışılmıştır.
Kadrolarını 12 Eylül ve liberalizmin basıncı ile sadece örgüt bekası için biçimlendiren örgütler, kadroların gerçek siyasete dönük algı ve bilgisini köreltmişlerdir. 1980’de kadroların güvenliğini öne koyan TKP gibi, diğer sol özneler de, şu veya bu biçimde, kendi öznel ideolojik-politik konumlarını korumaya gayret etmişlerdir. Sovyet’çiler, Çin’ciler, Küba’cılar ve Arnavut’çular, “hiçbir bozulmaya uğramadan”, 12 Eylül eşiğini aşmayı bilmişler ama bu aşma, gelip Özal liberalizmine toslamıştır. Kadrolardaki likidasyon karşısında Kürt hareketi ya da demokrasi kavgası ile diri kalmaya çalışan özneler, Özal’a dönük somut maddî bir güç çıkartamamışlardır.
Kürt Hareketi sola Türklüğü’nü, AKP ise laik-aydınlanmacılığını anımsatmıştır. Devrimcilik, sosyalistlik ya da komünistlik “şapkalar”ı düşmüş, “kel” görünmüştür. Fikir kulüpleri, kendilerini talileştiren, göreceleştiren, sorgulanabilir kılan bu iki dinamiğin karşısında aslına rücu etmiştir. Bugün AKP üzerinden dönen tartışmalarda esas dövülen bağcı, Kürt hareketidir.
Efendiler yirmilerde sosyalistlere, Kürtlere ve Müslümanlara vurdukça, sınıfî, millî ve dinî bir üst örgütlenme olarak kemalizmde formüle ettikleri karargâhına bir kısım sosyalisti, Kürt’ü ve Türk’ü ve Müslüman’ı da kaydetmiştir. Bu anlamda günümüzde ülke siyasetinde dönen tartışmaları, hâlâ yıkılıp yeniden kurulmaya devam eden ülkenin ana karargâhında dönen iç-hizbî tartışmalar olarak okumak mümkündür. Bu tartışmaların ne sağında ne solunda ne altında ne üstünde, emekçilere ve mazlumlara dair hiçbir şey yoktur. Kemalizmin kendisine hizaladığı dinî, millî ve sınıfî örgütlenmeler, alttaki isyanın bastırılması için vardır. Fikir kulüplerinin dinamitlenmesi, bu isyanın açığa çıkması için önkoşuldur.
Kendilerini mutlak, doğrusal ve tek boyutlu olarak muhafaza etmek için didinen sosyalistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların varlığı bu gerçeği teyit etmektedir. Kendine kapalı, kendinden menkul bu türden fikir kulüpleri, örgütsüzlüğü örgütlemektedirler sadece. Zira örgütlülük, düşmanı tespit etmek ve ona karşı güç olmakla ilgili bir meseledir.
Sol, ısrarla, kendi öznel benliği, ideolojik yükleri ve politik konumunda diretmektedir. Bu direniş, doğal olarak, 1989 Bahar Eylemlilikleri, 1993 Sivas Katliamı ve oradan Gazi ve 1996 1 Mayıs’ına kadar uzanan dönemde, ne halktan ne de sınıftan bir şeylerin öğrenilmesine izin vermiştir. Varlıklarını bu dönemlerde bulan sol özneler ise 150 yıllık sınıflar mücadelesi içinde kendi bulundukları konumun özgünlüğüne ve tekilliğine sarılmayı tek yol bilmişlerdir. Özgüllük ve tekillik, her zaman kemalizmle belli bir ilişki kurmak durumundadır.
12 Eylül’de bıçak gibi kesilen halk desteği, 12 Eylül sendromuna yol açmıştır. Sol özneler, bu noktada halka ve sınıfa güvenmemeyi öğrenmiş, bu güvensizliği ve inançsızlığı bilince çıkarmışlardır. Meşruiyet alanında yaşanan kırılma, solu göğe yükseltmiş, kendi felsefesiyle yükselen sol, siyaseti burada biçimlendirmiştir. Bu sürecin ürünü olan aydın kulüpleri ve örgütler arasında tepeden baktıkları bu alanla ilgili olarak yaşanan paylaşım kavgası, hâlâ sürmektedir.
Mesele, 12 Eylül’de halkın desteğini kesmesine kızmak, dağa küsüp tavşan olmak değil, sebep ve gerekçeleri görüp, desteğin militanlaştırılması için uğraşmaktır. Aksi takdirde o tavşanın hangi araba farına esir düşeceği kestirilemez.
Halk desteğinin kesilmesinin nedeni, solun dağınıklığıdır. Dağınıklık yüzünden kesilen desteğe binaen yapılan tartışmalar, dağınıklığı ortadan kaldırmamıştır. Sol, 12 Eylül ve Özal konusunda çuvaldızı hiçbir zaman kendisine batırmamış, kendi dağınıklığı sebebiyle desteğin kesildiğini görememiştir. Halka ve sınıfa politik bir ufuk kazandırmak bir başka bahara kalmıştır.
* * *
Geçmişle geleceğin, toplumsal ve tarihsel düzlemde, bağını sadece komünist bir parti kurabilir. Bu onun en temel ayırt edici özelliğidir. O, geçmişe ait toplumsal dinamikleri geleceğe uzanan tarihsel-politik hatla buluşturur, onları disipline eder. Tersten, geleceğe uzanan tarihsel-politik akımları toplumsal alanla tanıştırır ve orada onların terbiye edilmesini sağlar.
Bu anlamda, sınıfın salt sendikalara bölünmüş toplumsallığını tarihle buluşturmadan, “onu sadece ben örgütlerim” tavrı içinde olan bir örgüt, devrimin tarihsel zorunluluğuna ve onun politik sonuçlarına hiç inanmıyor demektir. Böylesi bir örgüt, bizzat devrimin sınıfı örgütleyebileceğine kani değildir. Sınıfı sadece kendisinin örgütleyeceğini düşünen özne, sürecin devrimle değişmeyeceğini, kırılmayacağını, dağılıp yeniden, farklı bir içerikle, bütünleşmeyeceğini düşünüyordur. Oysa tüm kanaatlerin aksine, devrim, teoride ve pratikte sınıfı da dönüştürür. Sol fikir kulüpleri, devrimi dışarıda tutmak zorundadırlar.
Tarihsel-toplumsal süreci diyalektik, materyalist anlamda okuyan marksistlerin sınıfı, devrimi ve iktidarı sabit, mutlak, değişmez kabul etmesi mümkün değildir.
Kendi mutlaklığına, tek boyutluluğuna ve doğrusallığına binaen, devrimi sadece kendisinin yapacağına ve devrimden sonraya da hiç değişmeden kalacağına inanan bir öznenin marksizm dışına kayması kaçınılmazdır. “Devrimin lokomotifi değişmez” diyen bir özne, devrimden sonra iktidarın biçimlenmesinde tek başat unsur olarak kendisini görmekte, devrimin, dolayısıyla iktidarın kendisi gibi mutlak, tek boyutlu ve doğrusal olacağını düşünmektedir.
Komünizmi getirecek aslî unsur olarak kendi örgütünü gören özne, bu zihniyet ölçüsünde, bir o kadar komünistliğe uzaktır. Komünizm, ancak tarihsel-toplumsal süreç ile ilgili bir meseledir.
Tarih, öznel algıya ve bilgiye indirgendikçe, sosyalizm ve komünizm de öznel tercih, niyet ve beklentilere bağlanır. Bu bağlanma, sözkonusu olguları demokrasi yalanına mahkûm eder. Sosyalizmi ve komünizmi getirecek toplumsal-tarihsel sürecin başlangıç noktası devrim olarak kabul edildikçe, devrim de öznel-örgütsel faaliyete indirgenmiş olur. Bu kadar öznelciliğin içinde sosyalistler devrime kadro devşiren örgütlere tepeden bakma fırsatı bulurlar. Benzer bir büyüksemeyi komünistler de sosyalistlere karşı yaparlar, çünkü komünistler, sosyalizmin daha ileri aşamasını getirecek aslî unsurlardır.
Salt devrime kilitlenmiş bir örgüt faaliyeti, sosyalizme kapı açan toplumsal-tarihsel gerilimleri, çatışmaları ve çelişkileri görmez.
Salt sosyalizme kilitlenmiş bir örgüt faaliyeti, devrimciliği by-pass eder ve komünizme aralanan kapılara sırtını döner.
Sosyalizm ve komünizm kadar devrim de nesnel, maddî bir olgudur.
“Devrim yapılmaz, o sadece olur.” diyen Lenin’in vurgusu bu yöndedir. Öznelciliğin hâkim olduğu bir pratikte nesnel olanın payı olabildiğince küçük tutulur ve onun dönüştürücü/devrimci niteliği es geçilir.
Türkiye’de devrimi sadece kendisinin yapacağına inanan birçok örgüt mevcuttur. Türkiye’de sosyalizmin inşasını sadece kendisinin becerebileceğini iddia eden çok sayıda yapı vardır. Komünizmin kendi öznel pratiği olmaksızın imkânsız olduğunu düşünenler, sayıca az olsa da, varlık alanı bulabilmektedirler.
“Komünist dünya kuracağız” diyenler asgarî teorik ve politik müştereklerde anlaşamazlar. “Yaşasın sosyalist Türkiye” diyenler, çoktan devletçi/kamucu ya da demokrasici olmuş, toplumsal dönüşümü sınıfsal olandan ayırmışlardır. “Tek yol devrim” diyenler, yekpare, granit bir devlet tarif edip onu devirme peşinde tarumar olmuşlardır.
Yaşamsal ihtiyaçların belirlediği hareketlilik, örgütleri her kırılma, dağılma, çözülme ve ricatta farklı aranışlara itmektedir. Sınıfla ilgili gerçeğin ihtiyaçlarını tam anlamıyla yerine getirmeden toplumsal alana kaçanlar; devrimin yürüyüşüne yeterince omuz vermeden devlete ya da demokrasiye iltihak edenler; iktidar blokları içindeki değişiklikleri tam anlamıyla göğüsleyemeden, kimi sağ-muhafazakâr yönelimlere kapılananlar, bu aranışların genel çerçevesini vermektedir.
Kavramlar arasına net çizgiler çekmek, onların tarihsel-toplumsal pratikte de ayrılması gerektiği anlamına gelmez. İlerlemeci bir anlayışla, olgular arasında düz bir çizginin olduğunu düşünmek büyük bir hatadır. “Önce sınıfı örgütleriz, sonra devrime yürürüz, ardından da iktidarı alırız” şeklinde özetlenebilecek anlayış, ham ve kabadır. Bu türden bir anlayış, olgular arası etkileşimi ve bu etkileşimin sonuçlarını örgütleme imkânı bulamaz.
Aynı şekilde, teoride devrim-sosyalizm-komünizm uğraklarından geçen düz bir hattı kafasında çizen bir özne, karşılıklı etkileşimleri görmeyecektir. “Önce devrimi yaparız, ardından sosyalizmi inşa ederiz, oradan da komünizme yürürüz.” diyen bir anlayış, pratikte bin bir açmazla karşılaştığında yaptığı salvolarla paramparça olacaktır.
Türkiye solundaki örgüt enflasyonunun en önemli nedeni, savaşmamak ve daha da önemlisi, savaştan kaçmaktır. Savaş safları netleştirir, akla karayı ayırır, dostu düşmanı belirler; bu anlamda, savaştan kaçan sol, netleşme yaşamadığı, durumlara ve genel olarak sürece ilişkin ayrımları yapamadığı ve dostunu-düşmanını bilemediği için dağınıktır.
12 Eylül’de savaşılmamasının sancıları bugün hâlâ kendisini hissettirmektedir. 12 Eylül’de savaşmayan sol, daha organize, daha köklü ve daha kapsamlı bir saldırının adı olan Özal liberalizmine karşı eli kolu bağlı kalmıştır. Doksanların solu ise her yönüyle Özal’ın izini taşır.
Ayrımsız tüm sol örgütler, kendi öznel varoluşlarında direttiklerinden, siyaseti en fazla meşruiyet bağlamında anlamlandırabilmektedirler. Desteğin kesilmesi meselesi, her fırsatta bilinçaltından su yüzüne çıkmaktadır. Sol örgütler, eni sonu siyaseti bir varlık meselesine indirgemişlerdir; bildirilerde, afişlerde, kitaplarda, dergi ve gazetelerde bu varlığı toplumsal alana kabul ettirmekle meşguldürler.
Kendisini tarihe kabul ettirdiğini düşünenler ise varlıklarını ideolojize etmiş, toplumu, eksik ya da fazla, bu ideolojik varlık karşısında eğilmeye çağırmaktadırlar. Hemen hemen hepsi, muğlâk bir sınıf'a, halk'a, kitle'ye ya da ezilenler'e kendisini kabul ettirme peşindedir. Tartışmalar kısırlaşmış, söz ve bilinç gelip maddî varlığa çarpmış, bu kilitlenme geleceğe miras kalmıştır. Maddî eylem ve örgütlenme, bu söz ve bilincin çeperleri arasında esirdir.
Solda örgüt dışına dönük bakış ne ise örgüt içine dönük bakış da odur. Sınıfı tek boyuta indirgeyen, toplumsal-tarihsel dinamikleri tek bir hat üzerinden ele alan bir özne, parti içini de aynı tek boyutlu anlayışla, tek bir hat üzerinden düzenlemeye çalışır. Çünkü sonuçta mutlak, değişmez olan kendisidir.
Parti olanlar, partinin tarihsel-toplumsal bağları kesildikçe neden parti olduğunu unuturlar. Bu unutma, yüz elli yıllık parti karşıtı eleştirelliği diriltir ve parti lafzı altında fiilîleştirir.
Belli durumlarda, partilerin fiilî olarak tıkandığı noktalarda açığa çıkan eleştirelliğin iyi niyetli, samimi yanı, bu tip parti dışı/karşıtı unsurlarda gözlenmez.
Hareket planını daralttığı noktalarda açığa çıkan parti eleştirileri, sürece yayıldığında ve tüm gerçekliği gören bir tepeye yerleştirildiğinde, eleştiri nesnesine, yani eleştirdiği şeye dönüşür. Kaş yapayım derken göz çıkartılır.
Ekim Devrimi’ni yapan partinin fetişleştirilmesi, idealize edilmesi ve her türlü ideolojik, teorik ve pratik meselede başköşeye yerleştirilmesi karşısında, gerek Avrupa’da gerek Çin’de gerekse Latin Amerika’da yoğun bir eleştirellik açığa çıkmıştır. Bu eleştirilerin önemli bir bölümü mazrufla değil, zarfla uğraşmıştır. Eleştirileri motive eden temel unsur, açıktan ya da gizli olarak, onun gibi olma arzusudur. Doğal olarak bu arzu, eleştirileri yapan politik öznelerin elini kolunu bağlamıştır. Bu iyi niyetli arzu/beklenti kanı zehirlemiştir. SSCB politikasının yaşadığı her savrulma, kırılma ve dönüşüm bu eleştirilere gerekli gıdayı vermiştir. Her fırsatta mesafe almayı önüne koyan özneler, farklı ilişkiler dâhilinde gizli ya da açık bir SSCB eleştirisi yapmışlardır.
Devrime yürüyen bir parti ile devrimini yapmış parti arasında nicel ve nitel farklılık vardır. O nedenle, öncesinde RKP’ye sonrasında SBKP’ye yönelik eleştirilere, devrime yürüyen iyi niyetli kadroların zorunlu üretimleri olarak bakılmalıdır. Döneme dair konspiratif kurgular, aldatıcı olmamalıdır.
Parti-Hareket karşıtlığı olarak özetlenebilecek bu gerilim, örgüt enflasyonunun bir diğer önemli boyutudur. Hareketçiler, partinin artık hareket etmediği, bu ataletle birlikte nesnel hareketin önünde engel teşkil ettiği için partileri eleştirmişlerdir. Nesnelliğe biat ile neticelenen bu eleştiriler, partinin tarihsel-toplumsal varoluş gerekçelerini silikleştirmiştir. Oysa “sadece gerçek devrimcidir” demek hiçbir şeyi çözmez; gerçeğin, yaşanan değişimin/dönüşümün bilfiil içinde olmamak, devrimin karşı-devrime dönüşme riskini artırır. Örneğin faşizm, rahimde ölen işçi devrimlerinin akıttığı kandan beslenir. Küçük burjuvazinin eline geçen devrimler, sınıfa ve halka her zaman ihanet etmişlerdir.
Her sol fikir kulübü, kendince bir kavganın, mücadelenin ve savaşın içinde olduğunu söyleyecektir. Ama önemli olan, onların değil, nesnel gerçekliğin bunu haykırmasıdır. Ne hapishanelerde ne emekçi mahallelerinde ne fabrikalarda ne köylerde ne de dağlarda süren kavga/mücadele/savaşın karşılığı somut gerçekliğe etki etmektedir. Bunun tek koşulu, gene somut gerçekliğin içinde oluşan gerçek bir partidir.
* * *
İşçi sınıfının başka sınıfsal oluşumları devrime ve iktidara örgütleyemeyeceğini önceden tespit eden öznenin sınıfın devrimi ve iktidarı lafzından vazgeçmesi an meselesidir. Sınıfı ekonomizme mahkûm ederek onu basit bir üretim birimi olarak algılayan bir özne, farklı toplumsal ve tarihsel kesitlerde yaşanan devrimci çıkışları ya zararlı addederek onlara karşı mücadele etme yolunu seçer ya da onları teorik/pratik alanından siler.
Benzer bir durum, iktidar modelleri ve somut iktidar kurguları için de geçerlidir. Elleri nasırlı insanların yönetsel işleri beceremeyeceğine baştan kani olan kimi sol örgütler, iktidar hesaplarını kapalı kapılar ardında sürdürmeyi tercih etmektedirler. Bu hesaplarda sınıfın yeri yoktur. Birkaç kişinin dudak arasına sıkışan siyaset, sınıfa ve genelde halka yabancılaşır ve etkisizleşir.
“Her sınıfa bir parti, her millete devlet” anlayışı burjuva-liberal bir anlayıştır. (Doğu Perinçek, siyasetini bu önerme üzerine kurar ancak diğer birçok örgüt de bu önermeyi üstü örtük biçimde sahiplenmektedir.) Aksine, farklı sınıfsal dinamikler belli bir parti disiplini içinde birleşebilir ya da farklı millî oluşumlar hareketin içinde, saflarda buluşabilir.
Politik öznelerin ifa ettikleri varlık mücadelesi sonucu ortaya çıkan alan kavgası, toplumsal anlamda liberalizme, tarihsel anlamda faşizme alan açmaktadır. Varlık alanı mücadelesi, ister istemez, toplumu ve tarihi nesnel-bilimsel çalışmanın konusu olmaktan uzaklaştırır. Bu açıdan Türkiye solu, toplumu ve tarihi, kendi öznel varlığına meşru bir alan açabilmek için okumaktadır. Bu okuma, doğal olarak, liberalizmden ve faşizmden rol çalınmasına neden olmaktadır. Liberalizm ve faşizm aynı kâğıdın iki yüzüdür. Bu kâğıdı yırtmadan komünist olmak mümkün değildir.
Özne, toplumsal alanda varlık bulma çabasında ise siyaseti buna indirgeyecek ve doğal olarak liberal ideolojiden rol çalacaktır. Özne, tarihsel planda varlık bulma çabasında ise siyaseti bu oluşa indirgeyecek ve kaçınılmaz biçimde faşist/muhafazakâr/milliyetçi ve kimi zaman dinî ideolojilerin halesine girecektir.
Sınıflar arasında yaşanan olumlu ya da olumsuz etkileşimlerde kendisini var etmeyen bir parti anlayışı, komünist olamaz. Aynı şekilde, ulus-devlet savunusu bağlamında devleti, oradan da ulusu kucaklayan anlayış marksizme uzaktır.
Yıllar önce Brzezinski’den duydukları laflara göre ulus-devlet savunusu yapanların bugün aynı ideologların “ulus-devletleri korumalıyız” lafını nasıl karşılayacağı merak konusudur. Farklı milletleri ve devletleri kucaklamayan, onlar arasında oluşan olumlu-olumsuz etkileşimlerle kendisini tarif etmeyen bir parti, komünist olsun ya da olmasın, düşmana hizmet etmeme noktasında gerekli her türlü sigortadan mahrumdur.
Parti, ne tek başına sınıfın, ne tek başına devrimin, ne tek başına iktidarın aracıdır. Bu üç unsurdan birine bel bağlayan partinin idealize edilip amaçlaştırılması kaçınılmazdır. İdealize edilen partinin ideolojisi, politik alana sadece varlıksal gerekçelerle müdahale eder. Politik alan içinde küçük ideolojik kovuklar oluşturulur. Burada nefes alınır. Oysa sınıfın ve genelde halkın ortak nefesi buraya sığmaz. Bu uyuşmazlık sıkışmayı dayatır. Sıkışma, özneleri farklı dilimler içinde yaşamaya zorlar. Örgütlerin parçalanmasının nedeni budur. Bölünerek çoğalmayı ve varlığını bu sayede mümkün kılmayı tek hedef olarak koyan Türkiye solu, ayrı ayrı sınıftan, devrimden ve iktidardan feyz alan kesimlerini sürekli olarak politik alana dağıtacaktır. Ortalığa saçılan bu fikir kulüplerini dinamitlemeden, sınıfın, devrimin ve iktidarın hakiki sesi duyulmaz. Dinamitin patlama sesi, onların çığlığı olacaktır.
Eren Balkır
25 Kasım 2010
Dipnotlar
[1] Ali Mert, “Barışır mı Acaba Manuşyan ile Talat Paşa?, 20 Ağustos 2010, Haberveriyorum.
[2] Kemal Okuyan, “AKP Karşıtlığı Artık Yetmez”, 22 Kasım 2010, Sol.