Tunus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tunus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Aralık 2024

, , ,

Zalimler Vatan İnşa Edemez


Beşar Esad rejiminin yıkılışı ardından:

Suriye halkının, emperyalist güçlere ve Siyonist düşmana karşı özgür, birleşik, demokratik ve adil bir Suriye çerçevesinde kendi kaderini belirlemesini destekliyoruz.

8 Aralık Pazar günü dünya, Türkiye, Amerika ve Siyonizm tarafından desteklenen eli kanlı terörist gruplar olan Heyet Tahrirü’ş Şam ve Milli Ordu güçlerinin, Siyonist varlık ile Lübnan direnişi arasında ateşkesin imzalandığı gün olan 27 Kasım 2024’te Türkiye’nin kuzeybatı sınırından Suriye’nin en önemli şehirlerine (Halep, Hama, Humus ve Şam) doğru kapsamlı bir saldırı başlattıktan sonra Şam’a girmesiyle, şafak vakti Suriye rejiminin yıkıldığına ve Beşar Esad’ın “bilinmeyen bir yere” kaçtığına dair haberlerle uyandı.

Saldırı gerçekleştirildi ve şehirlere fazla direniş gösterilmeden birbiri ardına girildi, ordu, her seferinde “yeniden konuşlanma” veya “kan dökülmesinden duyulan endişe” bahanesiyle geri çekilmeye devam etti. Daha sonra Rusya, İran ve Türkiye arasındaki Doha toplantısında onaylandığı anlaşılan, Beşar Esad’ın terk edildiği, hükümetine, ordusuna, güvenliğine, parlamentosuna ve rejiminin tüm kurumlarına, Türkiye’nin Rusya’ya bazı hayati çıkarlarının tehlikeye atılmayacağına dair verdiği garantiler karşılığında, iktidarı yeni işgalcilere “barışçıl” bir şekilde devretmesi için yeşil ışık yakıldığı önceden yapılan anlaşmaların sözkonusu olduğu teyit edildi.

Tunus İşçi Partisi, yarım yüzyılı aşkın bir süredir Esad ailesi rejimi altında en büyük adaletsizliklere maruz kalan Suriye halkına desteğini yenilerken ve onların haklı ve meşru demokratik özlemlerine olan desteğini ifade ederken, Suriye halkını işgalcileri uyarmaya çağırır.

- Suriye halkı yeni işgalcilere karşı dikkatli olmalıdır, çünkü onlar kurtarıcı değil, sömürgeci güçlerin, Siyonist varlığın ve Erdoğan Türkiye’sinin hizmetkârlarıdır, Suriye’nin birliğini parçalamayı, Suriye’de ve bölgede nüfuz alanlarını paylaşmayı, özellikle de direnişi yenmeyi ve Filistin davasını toprağa gömmeyi amaçlayan projelerinin hizmetkârlarıdır. Kurtuluşa ulaşmak için Esad ailesinin despot rejiminden kurtulmak yeterli değildir, ancak Suriye’nin yeni işgalcilerin elinde bir öncekinden daha iğrenç olabilecek yeni bir despot rejimin pençesine düşmemesi için onun yerine kimin geçeceğini göz önünde bulundurmak gerekir.

- Kardeş Suriye halkı, partiler, örgütler ve sendikalar da dâhil olmak üzere tüm demokratik güçler, özgürlük, demokrasi ve sosyal adaleti sağlayan, tüm işgalcileri Suriye’den kovarak, ABD, Türk ve Rus askeri üslerini Suriye’den söküp atarak, işgal altındaki Suriye topraklarının özgürleştirilmesine bağlı kalarak, terörist grupların Şam’a gelişinden bu yana genişleyen Siyonist saldırganlığı yenerek, Filistin davasını zafere eriştirecek, Filistin ve Lübnan’daki direnişi destekleyerek ve kucaklayarak ulusal egemenliği yücelten bir ulusal kurtuluş programı etrafında toplanmalıdır. Ayrıca parti, Suriye’nin bir kriz durumunda olduğuna dair inancını bir kez daha teyit eder.

- Suriye’nin zorbalığa ve diktatörlüğe son veren, tam ve etkin vatandaşlık çerçevesinde özgürlük ve eşitliğe giden yolu açan, yüzyıllardır sömürgeciliğin ve bölge rejimlerinin elinde bir şantaj kartı olan Kürt sorununa demokratik bir çözümü garanti eden bir rejime ihtiyacı olduğuna dair inancını teyit eder.

- Parti, bölgedeki tüm özgürlük ve ilerleme güçlerini, Suriye’de yaşananların ülkelerimiz ve halklarımız üzerindeki yansımalarının ciddiyetinin farkına varmaya, bu kritik anda Suriye halkının yanında sağlam bir şekilde durmaya ve dar hesaplardan kaçınmaya çağırır. Türkiye’deki devrimci ve ilerici güçlere, Erdoğan’ın yayılmacı emellerine karşı çıkmaları ve Suriye’yi terk etmesi, topraklarının egemenliğine saygı göstermesi, terörist grupları desteklemeyi ve gaspçı ve faşist Siyonist varlıkla işbirliği yapmayı bırakması için baskı yapmaları çağrısında bulunur.

- Arap halklarını ve onların devrimci, ilerici ve yurtsever güçlerini, mevcut durumun Filistin halkı, davası ve direnişi ile Lübnan halkı ve direnişi için taşıdığı tehlikenin farkına varmaya çağırır. Yaşanan tüm komplo, darbeler ve saldırılar, “Yüzyılın Anlaşması” ve Trump'ın “İbrahim Anlaşmaları” çerçevesinde gaspçı varlıkla normalleşmeye dayalı “yeni bir dönem” açmak için gömülmek ve sona erdirilmek istenen Filistin meselesine odaklanmaktadır.

- Arap halklarını Esad ailesinin zalim rejiminin yıkılmasından büyük bir ders çıkarmaya çağırır. Zalimler vatan inşa edemez, halkları ilerletemez, bilâkis, onları parçalara ayırır, yok eder, aşağılar, geri kalmışlığa mahkûm eder, yabancı sömürgeci güçlerin içlerine sızmasına ve onlara hükmetmesine olanak tanıyan zayıflıklar bulaştırır. Arap halkları, şimdi ve burada kaderlerini kendi ellerine almaya ve sağlam demokratik ve halkçı temeller üzerinde kurtuluş ve birliklerini gerçekleştirme yolunda ilerlemeye çağrılmaktadır.

Halklarımız, özgürlüğü, bağımsızlığı, demokrasiyi, ilerlemeyi ve sosyal adaleti hak etmektedir; bu hakları kazanacak olan ancak onların kendileridir ve bunlar, yabancı güçler ya da onların içerideki vekilleri tarafından verilemez.

- Arap bölgemizdeki, özellikle de Körfez’deki sömürü ve ihanet rejimlerinin sahip olduğu görünürdeki istikrarın, dünyanın en geri kalmış, acımasız, zalim ve bireylerin, kadınların ve azınlıkların haklarını ihlal eden bu rejimlerin siyasi, ekonomik, sosyal veya kültürel sağlamlığının değil, geçici koşulların bir sonucu olduğunu, ancak bugün sömürü ve ihanetlerinden, bol fonlarından ve dış korumalarından, aynı zamanda toplumlarındaki gecikmiş siyasi uyanışlarını yaşadıklarını ve bunun uzun sürmeyeceğini teyit etmektedir. Er ya da geç, kurtuluş rüzgârları, onları ve onların sömürgeci ve Siyonist koruyucularını savurup atacaktır.

- Emperyalizme, sömürgeciliğe ve Siyonizme düşman olan dünyadaki tüm devrimci ve ilerici demokratik güçleri Suriye halkının yanında durmaya ve ulusal, demokratik ve halkçı bir rejim inşa etme ve tüm yabancı güçleri, orduları, paralı askerleri ve askeri üsleri topraklarından kovma hayallerini gerçekleştirmeleri için onları desteklemeye çağırır. Ayrıca onları, ABD emperyalizmi tarafından sürekli olarak körüklenen bölgedeki gerilimlerin bir sonucu olarak dünya barışına yönelik yıkıcı bir küresel savaş tehdidinin farkında olmaya çağırır.

- Ayrıca Tunus halkını ve ilerici güçlerini, Suriye’de ve tüm bölgede yaşananların siyasi ve güvenlik yansımalarına karşı daha uyanık ve hazırlıklı olmaya çağırır ki bu da kardeş Suriye halkını desteklemeyi, Filistin davasını destekleme çabalarını iki katına çıkarmayı, böylece düşman kampın Filistin halkını davasını tamamen tasfiye etmek için yalıtamamasını ve Suriye’deki otoriter rejimin, sahte seçimlerdeki yüzde 90’lık orana ve baskı aygıtının büyüklüğüne rağmen gerçek halk desteğinden yoksun olduğu için birkaç gün içinde çöktüğü deneyiminden dersler çıkarmayı gerektirir.

Tunus İşçi Partisi
10 Aralık 2024
Kaynak
Çeviri: Enternasyonal Marksist-Leninist Arşiv

05 Ocak 2018

, ,

Gerçekçilik Yanılsaması: Müslüman Siyasetin Geleceği Var mı?


“İdeolojileri geride bırakmış bir dünyada yaşadığımız söyleniyor. Böylesi bir dünyada en samimi gözlemciler bile liberal düzenin kalıcılaştırdığı şu efsanenin tuzağına düşüyorlar: stratejik politik eylem veya reel politik, ideolojiyi aşar (veya ondan mahrumdur). Tunus’taki Nahda hareketinin politik faaliyetlerini (esas olarak politik partisini) ve davayı esas alan faaliyetlerini birbirinden ayrıştırma kararında da bu yaklaşım hâkim. 2016’da Nahda hareketi, “kimlik mücadelesi yürüten bir ideolojik hareket olmaktan çıkıp otoriter rejime karşı faaliyet yürüten bir protesto hareketine, oradan da ulusal bir demokratik partiye evrildiğini” ilân etti.[1] Bu açıklama, hareketin ilk beyanlarının büyük bir kısmı göz önüne alındığında, hiç kimseyi şaşırtmadı. 2012’den beri ilk kez düzenlenen parti kongresinin açılışında Raşid Gannuşi, “dini politik mücadelelerden uzak tutmak istiyoruz, tam bir tarafsızlık talep ediyoruz” dedi. Nahda’daki ideologlara göre, bu siyaset farklılaşmasının sebebi, siyasetin bir faaliyet olarak normatif ve/veya ideolojik taahhütlerden ayrı olarak yapılabileceğini, yapılması gerektiğini söyleyen tespitin kabul edilmiş olmasıydı. Gannuşi’nin izahına göre, “modern bir devlet, ideolojilerle, büyük sloganlarla ve politik kavgalarla değil, pratik programlarla yönetilir”di.[2] Bu açıklamaların fikrî zemini, esasen ta yetmişlerin ortalarına dayanıyor. O dönemde Gannuşi, “Tunus’un özel karakterine uygun” bir İslam üzerinde duruyordu ve “İslamî demokrasi” ile “çoğulculuğu” öne çıkarttığı El-Hürriyetü’l Amme fi’ Devletü’l İslamiyye (“İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler”) kitabını kaleme almıştı. Gannuşi’nin fikriyatının köklerine baktığımızda, onun uzlaşmadan yana bir eğilim içerisinde olduğu görülüyor. Bu uzlaşma siyasetiyle Gannuşi, esasen İslam’ın emrettiği ideolojik zorunluluklar karşısında yeni politik gerçekliklere uyum sağlamayı daha önemli görüyor. Sonuçta kaçınılmaz olarak Gannuşi, “pragmatizm”e yaslanan taleplerle uzlaşma içerisine girerek, İslam Devleti fikrini kapı dışarı ediyor.

Burada ben, esas olarak İslamcıların “gerçekçi” bir siyaset yürütmelerinin gerekli olup olmadığı sorusundan ziyade, daha incelikli yönlere sahip olan, açıklayıcı bir nitelik arz eden başka bir soru üzerinde duruyorum: Her şeyden önce “gerçek” veya “gerçekçi” siyasi eylem nelerden oluşur? Bunun dışında Gannuşi gibi isimlerin desteklediği “pragmatik” siyaset anlayışı, ideolojik açıdan nötr olan bir politik alana mı dayanıyor?

Gerçekçilik ve İdeoloji

Müslüman dünyasının içinde olan olmayan birçok insana göre, “politik İslam”ın başarısı, onun “ideoloji”yi geride bırakma, ondan feragat etme[3] ve nesnel siyaseti benimseme becerisine bağlı. “Pragmatik” ve/veya “gerçekçi” siyaseti teşvik eden, işte bu efsane. Müslüman dünyada başarının koşullarıyla ilgili bir soruya verdiği cevapta Miras Vakfı’ndan yeni muhafazakâr Ariel Cohen, bu efsaneye bağlı kalarak kendince bir uyarıda bulunuyor:

Bu tür hareketlerin sınanacağı ana sınav, onların iktidara mı yoksa ideolojiye mi değer verdiği ile alakalıdır. Eğer iktidara değer verirlerse, bu hareketler taviz verecek ve demokratik bir bağlam içerisinde liberalleşecek ya da darbe türünden şiddete dayalı bir yola başvuracak, bu noktada da muhtemelen başarısız olacaktır. Eğer ideoloji, onlar için daha önemliyse, bu hareketler esnemeyecek ve Batı Avrupa’daki komünistler gibi çöküşe tanıklık edeceklerdir.[4]

Anlaşılan Cohen, mevcut dünya nizamının şiddete dayalı köklerini ve dogmatik ideolojisini unutmuş. Şurası açık: dünya nizamı, ideolojik düzlemde asla “nötr” değil, tam aksine, bizler akıl, tarafsızlık, insan hakları ve egemenlik bayrağı altında kendisine çeşitli maskeler takan neoliberal ideolojinin himayesi altında yaşıyoruz. Ama bu gerçeğin önemli bir kısmı çıplak gözle görülmüyor. Diğer görülmeyen bir husus da ister ülke içerisine yönelik olarak atılan adımlar isterse uluslararası planda yürütülen politik faaliyetler biçiminde olsun, siyasetin bu ideolojiyle arasındaki bağların kopması asla mümkün değil. Nesnellikleri ve tarafsızlıkları ile övünüp duran gerçekçi yazarlar Judith Goldstein ve Robert Keohane bile tüm dış siyasetin kaçınılmaz olarak şu üç şeyin bir ürünü olduğunu kabul etme noktasına geldiler: (1) bir dünya görüşü, (2) ilkeler ve (3) davaya dair inançlar. Yazarların tespitiyle, “en temelde imkânlar dünyasını fikirler tanımlıyor.”[5]

Bu hususu daha iyi anlamak için bugünle, yani düşünüp hareket ettiğimiz uzamla ve bu düşünme ve eyleme geçme hâlinin mümkün kıldığı “alternatif gelecekler” hakkında bir şeyler söyleyelim. Burada asıl önemli olan, Müslümanlar olarak bizim alternatif geleceğimizi kavramlaştırmamıza aracılık eden bilişsel-politik arka planı biçimlendirme yöntemlerimizi idrak etmemizdir. Oakeshott’ın ifadesiyle, “geçmiş ve gelecek, sadece bugüne yönelik bir okuma dâhilinde ortaya çıkar. Belirli bir bugün, belirli bir geleceği veya geçmişi çağırır. O, hatırlanabilecek özel bir bugünle ilişkilidir.”[6] Başka bir ifadeyle, arzuladığımız geleceğin nesneleri ve o arzularımızı gerçekleştirmek için yürüttüğümüz faaliyetler bugünümüzü biçimlendiren ideoloji eliyle biçimlendirilirler.

Neyin “gerçek” neyin “mümkün” olduğunu biçimlendiren sınırlı ufuklar, bugün Müslüman politik bilincinin ayrılmaz parçasıdır. Müslümanlar, kendilerini duvarlar arasına sıkışmış bulurlar; onlar, kendilerinin yaratmadığı bir dünyada yaşamaktadır ve bu dünya onlara çok az sayıda “gerçek” imkân sunmaktadır. David Scott, sömürgecilik sonrası aydınları eleştirirken buna benzer sözler sarfetmektedir:

Baskının alt edilmesi veya direnişe yönelik normatif bir beklenti inşa ederek, alternatif veya ikincil moderniteler fikrinin nasıl işleyeceğini görmek istiyorum. Bu işleyiş kısmen, önceden oluşturulmuş öncelerce hakkından gelinmesi, hâkim olunması, dönüştürülmesi veya yersiz yurtsuzlaştırılması beklenen olumlu veya olumsuz bir ortam olarak moderne ait koşulları tahayyül ederek gerçekleşiyor: modern dönüşümler ve ikincil cevaplar, az çok yaratıcı yollardan gerçekleşiyorlar. Bu yolla tahayyül edildiğinde asıl görülmeyen, bu yaratıcı cevapların yürürlüğe girdiği dönüşüme uğramış olan sahanın bu özneleri, yeni arzu nesnelerini ve o arzunun ufkunu biçimlendiren yeni kavramları (yeniden teşkil etme yerine) olumlu yönde teşkil edebilme ölçüsüdür.[7]

Bu hâliyle, günümüzde mevcut olan nizam, sadece kendi karşı-söylem biçimlerini harekete geçirmekle kalmaz, aynı zamanda bize (esas modern kategorileri ifade eden) bir dil ve bu türden bir direniş için belirli bir eylem alanı bahşeder. Dahası bu nizam neyin gerçek olduğunu belirlemeyi kendine hak görerek, kendi hegemonyasını sürdürür veya Hegel’in sözüne atıfla, “gerçeğin rasyonel” olduğunu söyler. Böylelikle uluslararası siyasette “gerçekçilik”, modern projenin bütünleştirici sahasına neyin girdiğini ifade etmektedir. Ortaya çıkan sonuç iki uçludur: hâkim düzen, bugünün perdesini indirme, tarihi sonlandırma, sömürgenin ulaşacağı menzili belirleme hakkına sahiptir. Sömürgenin ulaşacağı menzil, onun kendisini tanımasını istediği efendinin bakışının ulaştığı yer kadardır. Bu hikâyede geleceğe yer yoktur zira bugün, ötesine geçildiğinde her şeyin düşünüldüğü vakit imkânsızlaştığı bir ufuk hâlini alır.

Her türden ilahta olduğu gibi uluslararası nizam da neyin gerçek olduğunu tanımlar. “Oyunun kuralları”nı, uluslararası toplumun hukukî ve yapısal şartlarını ulusların tarihaşırı kanunları ile bir araya getirir. Her türden sahte ilah gibi bu nizam da tercih yapmak denilen o yanılsamayı mümkün kılma becerisini kendi adına geliştirir. Egemen nizamın ana niteliğini, Schmitt’in sözleriyle, bu türden yalanları bir yandan takdis etme bir yandan da onları askıya alma becerisi belirler.

Buradan da “ideolojik siyaset”in ötesine uzanan saf hiçbir “pragmatik eylem güzergâhı olmadığı söylenir. Eğer bugün Müslüman dünyada ortaya çıkan politik eğilimlerden bir şeyler çıkartmak mümkünse, o da şu olabilir: “pragmatik” siyaset”i destekleyenler ideolojik vaatlerini terk etmek şöyle dursun, aksine hâkim dünya nizamının ideolojik ilkelerini bilinçli veya bilinçsizce içselleştirmektedirler.

Bugün asıl görevimiz, siyaseti redde tabi tutmak değil, aksine onu hâkim nizamın deli gömleğinden kurtarmaktır. Bu anlamda Oliver Marchart’ın siyasetle politika arasında yaptığı ayrımı anımsamak faydalı olacaktır. “Siyaset, tortulaşmış, kurumsallaşmış politikadır”. Politika ise “toplumsalın kurulup yıkıldığı saf momenttir, güçler ilişkisi toplum formuna doğru kapandıkça, bu ilişkinin kurulduğu veya yeniden yapılandığı yerdir.”[8] Başka bir ifadeyle, politika yeni bir ideolojik alan oluşturur, siyasetse o ideolojik alanın işlevselleştirilmesidir. Modern siyasi nizam yürürlüğe girmek suretiyle (ayrıca İslamî siyaseti ve toplumsal ilişkilerini bozup yeniden yapılandırarak) içinde bulunduğumuz politik momenti meydana getirmektedir ve kurumsallaşmış siyasetin yeni biçimlerine yol açmıştır.

Günümüzde yeni bir politik momente devrimci bir vaatte bulunma vasfını terk etmiş olan Müslüman siyaset, hâkim dünya nizamının alternatif imkânlara kapanmasına katkı sunacaktır. Oysa yeni politik moment, yeni bir siyaset tarzı meydana getirmek suretiyle bu kapanmaya mani olabilir. Dolayısıyla Gannuşi’nin siyaseti, sadece nötr veya stratejik olmakla kalmaz, aynı zamanda pratikte sömürgecinin kurduğu politik momenti temel alır ve o momentin ideolojik vaatlerine sarılır.

Yeni bir İslamî siyasetin doğuşu, Müslüman hareketlerin tortulaşmış ve kurumsallaşmış siyasi nizamın ötesini düşünme becerisine bağlıdır. Bu da yeni bir politik ufku hayal etme ve imkânsızı isteme cüretine ihtiyaç duyar.

Ali S. Harfouch
24 Temmuz 2017
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Amara, Tarek, “Tunisian Islamists Ennahda move to separate politics, religion”, 20 Mayıs 2016, Jazeera.

[2] Rifai, Ryan, “Tunisia's Ennahda distances itself from political Islam”, 21 Mayıs 2016, Jazeera.

[3] Yazar, “ideoloji” terimini Marksist ideoloji anlayışından çok farklı bir şekilde kullanıyor.

[4] Khan, MA Muqtedar, Debating Moderate Islam: The Geopolitics of Islam and the West.

[5] Goldstein, Judith ve Robert O. Keohane, Ideas and Foreign Policy: Beliefs, Institutions, and Political Change.

[6] Scott, David. Conscripts of Modernity: The Tragedy of Colonial Enlightenment, s. 40.

[7] A.g.e.

[8] Yenigun, Halil Ibrahim. “The Political Ontology of Islamic Democracy: An Ontological Narrative of Contemporary Muslim Political Thought.”

16 Nisan 2017

,

Emel Meslusi İnsanlık İçin Söylüyor

Kaç kez zorladılar beni kaçmaya
Kaç kez zulmettiler
Kaç kelime incitti yüreğimi bilemezsin.

 

Emel Meslusi’nin Suriyeli çocuklar anısına kaleme aldığı güçlü sözleri, Londra’nın kuzeyinde bulunan Lexington konser salonunda çınlıyor. Günümüze ait elektronik ritimlerle bezediği geleneksel Tunus müziğini icra ettiği sahnede kısa süren bir koreografi dâhilinde bir balerin gibi bir o yana bir bu yana hareket ediyor. O müziğe insanın yerinde durmasına imkân vermeyen davul ritimleri eşlik ediyor.

2010’de Tunuslu bir genç, zabıtaların işportasına el koyması sonrası kendisini yaktı. Bu protesto, ülkeyi saran gösterileri ve eylemleri tetikledi, neticede Yasemin Devrimi gerçekleşti.

Bu gencin yaktığı ateş sonrasında civar ülkeleri sardı. Bu öfke, Emel Meslusi’nin sesine de yansıdı. Eylemlere katılan bir isim olarak Meslusi, baskı, adaletsizlik ve ekonomik güçlüklerle geçmiş onca yılın yarattığı umudu ve korkuyu sesiyle kavradı ve şahlandırdı.

Onun şarkıları kendi ülkesinde yıllarca yasaklıydı. Ama devrim sonrası her şey hızla değişti ve Meslusi “devrimin sesi” hâline geldi.

“Biz özgür ve korkusuzuz.
Biz hiç ölmeyen sır, direnmeyi bilenlerin sesiyiz.”

Kelimelerim Hür isimli bu şarkı, Tunus’un gayriresmi ulusal marşı hâline geldi zamanla. Elinde yüreğinden başka silâhı olmayan bu kadın, kalabalıkların karşısına çıkıp şarkılarını gitarıyla ve kelimelerindeki güçle söyledi.

Baskıcı bir rejime başkaldırmak yoktu onun aklında. “Bir şey yapayım ki hâlâ aklımın başımda olduğunu göreyim diye düşündüm aslında. Yararlı bir şeyler yapmalıydım. Öyle eli kolu bağlı oturmak yerine, sanatı bir şeyleri düzeltecek, bir amaca hizmet edecek bir güce dönüştürmek gerekiyordu.”

Farklı cinsiyetlere ait sesleri çıkartsa da ondaki “küçük kızlara has” ses, ilk başta ondaki gücün yoğunluğunu bir biçimde gizliyor. Ritmin dinamik yapısı ile birlikte ondaki yumuşak kadınsı enerji, bu büyük gücü açığa çıkartıyor ve Mesluesi’deki ses, tüm geleneksel Arap müziğinin karşısına dikiliyor.

“Hepimizde bir enerji, yumuşaklık ve güç mevcut. Benim savunduğumu savunmanız için çok fazla güce ihtiyacınız var.”

Son albümü İnsan için şunları söylüyor Meslusi:

“İnsanın her şeyden önce ne anlama geldiğini göstermek istedim. Bence insan, kırılganlık, paylaşım, duygudaşlık ve dayanışmak demek.”

Konserde Meslusi bir sürpriz yapıyor ve “artık görmeyi unuttuğumuz o evsiz insanlar için” bir şarkı söylüyor. Bu şarkıyı Paris’te kaldığı dönemde yaşadıklarından ilham alarak yazmış. “Londra, New York ve Paris gibi insanların çok para kazandığı büyük şehirlerde, kışın ortasında kaldırımda yatan insanların yanından yürüyüp geçmek gayet normal bir şey.”

“Paris’te böylesi bir durumla ilk kez karşılaştığımda, şaşkına dönmüştüm. Aile değerlerimiz, Tunus’ta böyle şeylere tanık olmamıza izin vermez. Sanırım, Paris’teki kadar olmasa da burada da evsizler var.

İnsanlar, onların yanından yürüyüp geçiyorlar ve bu konuda zerre rahatsızlık duymuyorlar. Bazı insanların hissetmeye ve görmeye karşı direnç geliştirmesi ne kadar da kötü. ‘Bunda ne var ki, hayatın parçası’ diye düşünemeyiz.”

Konserde Paris’te kaldığı sıralarda apartmanın önünde yatıp kalkan bir evsizle arkadaşlık kurduğundan, sık sık onun yanına uğradığından, yanında çorba veya çay götürdüğünden bahsediyor.

“İnsanlar selam vermekten bile korkuyorlar, selamını almadığında hissettiğin utanma hissinin bir önemi yok. Alt tarafı hayattan giden bir beş dakika, sonra evinize gidiyor, yatıp uyuyorsunuz. Aynı dili konuşamasak da iki kişiyle arkadaşlık kurmuştum bir zamanlar.”

Meslusi, insanlık ve duygudaşlık meselesine vurgu yapıyor. Müziği ve hayatı bu iki kavramın önemine vurgu yapıyor.

Onun umudu, “zihinsel bir kaynaşma” sağlamak. Müziğinde derin düşünceler oya gibi işleniyor ve kendi ezgilerine kavuşuyor. “Kendimizi, idrakimizi aşmak için bize asıl lazım gelen, merak.”

Edebiyat da tiyatro gibi dolaylı. İkisi de çok önemli ama gençlerin büyük bir kısmı için her şey müzik, ondan bir şeyler öğrenmek, onu başkalarına aktarmak mümkün.

Duygular da dile dökülemeyecek şeyleri öğretir. Müzik, çok dinamik ve hareketlidir. Size duygu, güç ve inanç kazandırır. Müzik, en güzel dindir.”

Dindar müzisyenlerin yüzlerce yıl önce keşfettiği üzere, müzik gerçekliği aşar. “O kutsal olana dokunur ve sizi arşa çıkartır. Müzik, sahip olduğumuz tek hakikattir.”

Meslusi, daha çok klasik Avrupa müziği ile büyümüş.

“Geleneksel Arap müziğini pek bilmiyordum. Doğu müziğini statik buluyor, kişiliğime pek uymadığını düşünüyordum.

Sonradan, Avrupa’ya taşındıktan sonra, Arapça söylemeye başladım. Şeyh İmam ve Marcel Khalife gibi şarkıcılarla tanıştım. Lübnanlı besteci Khalife, klasik müzikten epey beslenmiş bir isim.”

Meslusi konuştukça, Arap dilinin derinliğine ve gücüne dair bolca güzel söz dökülüyor ağzından.

“Önce Kuzey Afrika ve Tunus müziğini araştırdım. Burada müzik, Mısır’dan kaynak almıyordu. Doğu ve batıdan ilham almaya ve popüler müzikten de beslenmeye çalıştım.”

Modern ritimlere rağmen, Meslusi’deki geleneksel Tunuslu kimliği, tüm yalınlığı ile görülüyor. Onda her iki dünya Tunus bünyesinde kaynaşıyor.

“Arap dünyası, onun çokkültürlü bir topluma sahip olmasına ve gelişmesine izin vermeyen, güçlü diktatörlüklerin idaresi altında.

Zorluklarla yüklü bir tarihimiz var. Kültür ve sanat, artık bir araya getirilmeli. Sanat tüm engelleri kaldırıyor, tüm farklılıkların hoşgörülmesini sağlıyor.”

Nur Terk
23 Mart 2017
Kaynak

03 Haziran 2016

,

Nahda Siyasal İslam’ı Neden Terk Ediyor?


Tunus’taki Nahda Partisi, partinin öğreti açısından olmazsa olmazı ve kurucu kimliğinin temeli olan “İslamcılık”tan feragat mi ediyor?

Parti’nin 2012’den beri ilk kez gerçekleşen ve 3 gün süren kongrede üyeler, bu soruyu ateşli bir şekilde fakat aynı zamanda çoğulcu bir biçimde tartıştılar. Yetmişlerin sonunda İslamî çerçeveyi referans alan bir ulusal parti biçiminde ortaya çıkan hareket, şimdilerde dinî yönünü (dâvi) siyasi yönünden ayırmayı vaat ediyor.

Otuz yılı aşkın bir süredir muhafaza edilen vizyon, yeni bir sivil İslamcılığa bırakıyor yerini. Eskisine kıyasla yeni Nahda sadece sivil devlet kavramına değil, aynı zamanda Mısır’daki “İhvanî” modelden, yani Müslüman Kardeşler’in modelinden uzaklaşıp Türkiye’nin iktidar partisi olan Ak Parti’nin modeline de yakınlaştı: İlki İslamlaştırma politikasına dair geçmişten gelen tutkusunu muhafaza ederken, diğer model politikayı minimum ideoloji ile yürütüyor.

Parti’nin lideri Şeyh Raşid Gannuşi’nin kongrede gerçekleştirdiği müdahaleler dâhilinde, pazar ekonomisinin önceliğini, ekonomik kalkınmayı, otuz yılı aşkın süredir fikirlerinin büyük kısmının kökenini oluşturan kimlik politikasını terk etmeyi vurgulayan bir söylemi sahiplenmesinin sebebi bu.

Peki Nahda siyasal İslam’ı neden terk ediyor?

İlk sebep, Nahda’nın “derin devlet” ile ilişkisini normalleştirmesi. “Derin devlet” tabiri, merhum Habib Burgiba’nın doğuştan seküler olan Fransız tarzı politik modelinin izlerini koruyan, siyasi-güvenlik bürokrasisinden müteşekkil müesses nizamı anlatmak için kullanılıyor.

Tunus toplumu da benzer bir biçime sahip, İslam’a saygı duyan fakat politik alan da dâhil olmak üzere hayatın yatay boyutuna ait tüm yönleriyle sivil bir üslupla uğraşma eğilimi taşıyan, son derece melez bir kimlik taşıyor.

Nahda, yüzde 35-40’lık sabit desteğiyle ile ana politik güçlerden biri olarak bir tür “Tunuslulaşma” ile kimliğini oluşturmaya çabalıyor ve nihayetinde sürece adapte oluyor.

Nahda’nın ikinci motivasyon kaynağı ise profesyonelleşme. Nahda, din ile politikayı birbirinden ayıran yeni bir kimliği savunarak, tam bir sivil siyasi parti olma yolunda önemli bir dönemeci alıyor.

Mutlak bir çoğunluk ile geçen tüm kanun değişiklikleri, parti içerisinde iç tartışmalarla geçen birkaç ayın reformcuların muradına ermesiyle neticelendiğini kanıtlıyor.

Bu süreç dâhilinde 100 temsilcisi doğrudan kongrelerde, diğer 50 temsilcisi de seçilmiş bu 100 temsilci tarafından seçilen Parti’nin Şura Konseyi çok daha güçlendirildi. Nahda, 2014 başında ülkeyi demokratik bir anayasa yapma sürecine götüren üçlü yönetimin bir ortağıydı. Parti bu süreçte kendini ifade etme, gözden geçirme ve uyarlama noktasında istifade ettiği “gerçekliği kontrol etme”ye dönük kıymetli bir imkân buldu.

Üçüncü faktör ise ayrışma yoluyla demokratikleşmedir ki bu yöntem başka yerlerde de olgunlaşma sürecindeki partilerin göze çarpan bir özelliği.

En çarpıcı ve Parti tarihinde ilk kez olan tartışmalar 22 Mayıs sabahı gerçekleşti. Hareket’in birinci ve ikinci kuşağına mensup üç lider, Parti’nin içte nasıl teşkilatlanması ve nasıl yönetilmesi gerektiği ile ilgili görüşlerini açıkça savunup tartışmaya açtı.

Bu, 2011 devrimi öncesi Tunus’ta düşünülemeyecek bir şeydi. Nahda’nın iç demokrasi pratiği bir tür hizipleşmeye neden oldu fakat bu, tek başına kötü bir şey de değil. Söz konusu hizipleşme muhtemelen kimi ideolojik faktörlere sahip.

Sabit olanı (sabit) ve değişebilir olanı (mutağiyr) ayırmak, değişimi açıklayabilecek faktörlerden biri olabilir. Politikalar, bu değişim alanına aittir. Toplum maslahatının mı yoksa şeriat maksadını içeren bir çerçevenin mi olması gerektiğine dair bir soru da orta yerde durmaktadır.

Tunus bağlamındaki zaruretler ve ihtiyaçlar bu hamleye tesir ediyor. Müslüman âlemindeki, dinden ilham alan failler, kendilerini IŞİD ve benzerlerine karşıt bir konumda tanımlamaya çabalıyorlar. “Ilımlılara” karşı “radikaller” hikâyesinde Nahda bir istisna değil.

Tunus bağlamında Nahda, muhtemelen kendi aleyhinde olan çevrelerin şu vehmine cevap veriyor: “İktidara geldiklerinde diktatörlüğü dayatacaklar.”

Değişim ayrıca liberaller ve sekülerlerden gelebilecek, Tunus’un politik kimliğine saygı duyma yönündeki eleştirilerin önünü alma niyetini de taşıyor. Artık Nahda’nın kimlik siyasetinin ötesine geçtiğini iddia etmesi mümkün.

Larbi Sadıkî
24 Mayıs 2016
Kaynak

08 Nisan 2015

, ,

Dünya Sosyal Forumu’nda İktidar ve Direniş


Dünya Sosyal Forumu’nun Çalınmasına Dönük En Son Gayretler

Dünya Sosyal Forumu (DSF), bir önceki hafta Tunus’taki Bardo Müzesi’nde yabancıları hedef alan trajik saldırılara ve fırtınalı havaya karşın, 24-28 Mart tarihleri arasında toplandı. Foruma tüm kıtaları temsilen 125 ülkeden 50.000 insan katıldı.

Küreselleşme karşıtı forum, daha iyi bir dünyaya dönük hâlâ yanmakta olan umut ateşinin canlı, diri ve dinamik bir delili idi. Forum Tunus’ta ikinci kez düzenleniyor. Bu da Tunus’un, bölge genelinde ve sonrasında bölge dışında yaşanan ayaklanmalara ilham veren, ülke çapında dört yıldan fazla bir süre boyunca gerçekleşen kitlesel hareketliliği ile önem arz ettiğini gösteriyor.

Dünya Sosyal Forumu, tüm dünyadan on binlerce insanın “Başka Bir Dünya Mümkün” bayrağı altında, yılda bir toplaşıp örgütlediği, burada planlar hazırladığı, tartışmalar yürüttüğü, örgütlendiği birkaç yerden birisi. Her ne kadar katılımcılar, elde etmek istedikleri araçlar bakımından farklılık arz etse de, amaçlar konusunda genel bir uzlaşma gerçekleşti. Bu amaç, adaletsizlikten, zulümden, otoriterlikten, emperyalizmden ve çoğunluk üzerine kendi yönetimini dikte eden azınlık hâkimiyetinden arındırılmış bir dünyaya ulaşmak. Bir dizi önemli konuyla ilgili olarak binden fazla atölye ve faaliyet örgütlendi. Bu konular arasında, demokrasinin şirketlerin ele geçmesi, çevresel ve iklimsel krizler, ırkçılık ve İslamofobi, kadın hakları, göç ve yeni sömürgecilik gibi başlıklar bulunuyor.

İçeriye Gizlice Sızan İktidar Siyaseti ve STK’laşma

Her ne kadar DSF, radikal düşünme, ağlar kurma ve örgütlenme yönünde çalışmaların yapıldığı ve gerçekleşme imkânı bulduğu bir alan sunmaya devam etse de, o, iktidar siyasetinden ve forumu bir statüko ajandasına dönüştürerek, onu nötralize edip çalma çabalarından asla bağışık değil.

Bu anlamda direnişin sinsice “STK’laştırılması” meselesine yönelik geçerli ve meşru bir eleştirinin yapılması gerekiyor. STK’laşma, neoliberal devletin geleneksel rolünü STK’lara bıraktığı sürecin bir semptomu. STK’ların önemli bir bölümü, neoliberalizme ait “kalkınma” ve “yardım” çerçevesi dâhilinde faaliyet yürütüyor ve parayı DSF’nin karşı çıktığı iktidar yapılarının merkezinde duran aynı Batılı hükümetlerden, uluslararası finans kurumlarından ve çokuluslu şirketlerden alıyor.

Birçok örnekte bu STK’lar, adaletin ve zulmün yapısal nedenlerine bakmak yerine, sadece bunlara ait kimi semptomlara işaret etmekle yetiniyorlar. Bunu yaparak STK’lar, ilk planda sefalet ve ıstırap üreten sistemin süreklileşmesine katkı sunuyorlar.

Söz konusu STK’laşma olgusu bir dizi platformda analiz edilip ele alındı. Bu makale ise şu iki hususa odaklanıyor: a) insanları “başka bir dünya” tahayyül edip kurmaktan alıkoyan kimi hâkim anlatılar, onları olduğu gibi kabul etmemesi ve yapısöküme uğratıp onlara karşı çıkması gereken bu türden alternatif forumlara nasıl sızıp yol alabiliyorlar? b) Bölgedeki otoriter hükümetler, kendi propagandalarını yürütmek ve kendi muhalefetini susturmak için sivil toplumlarını temsilen büyük delegasyonları göndermek suretiyle, bu tip forumlarda nasıl varlık imkânı bulabiliyorlar?

DSF Açılış Yürüyüşü ve “Teröre Karşı Savaş”

Tunus’taki Bardo Müzesi’nde yaşanan trajik olaylarla ilgili bildirisinde örgütleme komitesi, DSF açılış yürüyüşünün “terörizme karşı birleşen dünya halkları” bayrağı altında yapılması gerektiğini duyurdu. Bu acemi ve muğlâk slogan, bilerek ya da bilmeyerek, dünyada daha fazla şiddete ve istikrarsızlığa yol açmış, sayısız ıstıraba neden olmuş o bitmek bilmeyen “Teröre Karşı Savaş” söyleminin yanında saf tutuyor.

Teröre karşı küresel savaş, doğal kaynakların yağmalanması, baskıcı rejimlerin desteklenmesi ve zorba neoliberal küresel düzenin uygulanmasını dayatan batı hegemonyasının sürdürülmesi ve müdahaleciliğin meşrulaştırılması için kullanılmıştır.

DSF hazırlık komitesinin bu dili benimsemesi, gerçekten talihsizlik. Ama bu noktada Tunus’taki mevcut yerel bağlamın bu kararı mümkün kıldığını hatırda tutmamız gerekiyor. Bu bağlam, aralarında kısmen eski rejimin yeniden bir araya gelen kesimlerini içeren politik elitlere mensup kilit unsurların sekülerler ile İslamcılar arasındaki sözde kutuplaşmadan istifade ettikleri bir bağlam. Bilindiği üzere, terörizm genelde İslamcılarla ilişkilendiriliyor. Bu türden savaşların Tunus toplumunun geniş kesimlerinin ruh hâlini önemli oranda etkilediği açık.

Eski diktatör Bin Ali’nin politik amaçlar doğrultusunda “korku politikası” ve “ulusal güvenliği araçsallaştırması yöntemi”ni kullanışının Tunus’un mevcut politik bağlamı için hâlâ varlığını muhafaza eden kimi sonuçları var. Bu yöntemler, sıklıkla, dikkatlerin ayaklanma dâhilinde ifade edilen sosyo-ekonomik endişelerden uzaklaştırılmasına katkı sunmakla kalmıyor, aynı zamanda alternatif devlet kavramsallaştırmaları ve devlet-toplum ilişkilerine dair verili tartışmaları bir biçimde sınırlandırıyor.

Muhtelif yerel ve küresel iktidar yapılarınca “güvenlik”le ilgili söylemlere dönük eski ve yeni başvuru biçimlerinin kabulü konusunda bir dizi örgüt ve bireysel eylemci DSF bildirisine itiraz etti ve bu konuda kimi eleştiriler geliştirdi.

Bu kesim, DSF’nin görev ve hedefleriyle görece daha tutarlı, yeni bir slogan önerdi: “Özgürlük, eşitlik, sosyal adalet ve barış için birleşmiş dünya halkı”. Ayrıca ilgili örgüt ve kişiler, tüm zulüm biçimlerine karşı, Tunus halkı ve terörizm mağdurları ile dayanışma içerisinde olduklarını bildirdiler.

DSF örgütleme komitesine gönderilen bir bildiride imzacı örgütler şunu ifade ettiler: “Küresel adalet hareketi, kendisinin, nihayetinde güvenlikçi/askerî-endüstriyel kompleksten istifade eden bir yoldan, toplumların ileride maruz kalacakları askerîleşmeyi meşrulaştırmak ve halktaki duyguları maniple etmek için tasarlanmış yerel ve jeopolitik ajandalar doğrultusunda kullanılmasına asla izin veremez.”

Bildirinin yol açtığı tartışmaların bir kısmını takip etmek amacıyla muhtelif atölyeler özel olarak bu meseleyi ele aldılar: “Din ve Özgürleşme Süreci Arasındaki Yakınlaşma Toplantısı”, “Yeni Sömürgeci Militarizm ve Devlet Şiddeti” ve “Ferguson’dan Filistin’e: Nefes Alamıyoruz.”

Burada amaç, bildirideki “suçu işleyen ister devlet olsun ister devlet dışı aktörler” ifadesinden bağımsız olarak, ister politik şiddet Tunus’ta isterse dünyanın başka bir yerinde gerçekleşsin, onun gerçek etkilerini küçümsemek asla değil. Aksine burada mesele, “Teröre Karşı Savaş”ın kullanılma yöntemlerinin eskiden beri dikkatleri kapitalist ve emperyalist iktidarın işlediği yoldan ve ilk planda ayaklanmalara yol açmış olan korkunç sosyo-ekonomik ve baskıcı politik koşullardan başka yöne çekmeye yaradığına işaret etmektedir.

Tunus’un seksenlik cumhurbaşkanı Béji Caid Essebsi’nin Tunus’un NATO’nun örgüt dışı önemli bir müttefiki olacağına dair ifadesi, gelişmekte olan “güvenlikçi-askerî-endüstriyel kompleks”in istifade edeceği bir yoldan, bölgenin ileriki süreçte askerîleştirilmesine nihayetinde katkı sunan “Teröre Karşı Savaş”a katkı yaptığına dair bildiri destekçilerinin endişelerini doğrular nitelikte. Dahası, Charlie Hebdo katliamı ardından Paris’te örgütlenen “cumhuriyetçi” yürüyüşe benzer biçimde, 29 Mart’taki “Hepimiz Bardo’yuz” yürüyüşünü örgütleyenler, yerel ve jeopolitik amaçlar için “ulusal güvenliğin” nasıl araçsallaştırılmaya devam ettiği gerçeğini cümlemize hatırlatmaktadır.

Otoriter Rejimlere Karşı DSF

Bölgedeki otoriter rejimlerin birçoğunun kendilerine sadık sivil toplum örgütlerinden temsilcileri DSF’ye gönderip gerçekten bağımsız ve halka dayanan sivil toplum örgütlerinin kafasını karıştırmak, onlara el koymak ve yoldan çıkartmak istemesi asla yeni veya şaşırtıcı bir durum değil. En dikkat çeken örnek, 2013’teki DSF’nin Beşşar Esad yanlıları ile karşıtları arasında çatışmalara tanık olunması idi. Ne yazık ki bu yıl da DSF’de Suriyeli katılımcılar arasında benzer bir dizi çatışma yaşandı.

Bir çatışmada, Esad yanlısı baltacılar grubu, Suriye Devrimi ile Küresel Dayanışma Kampanyası’nın örgütlendiği bir toplantıyı basmak istedi. Benzer olaylara, Batı Sahra meselesi ile ilgili olarak kimi Cezayirli ve Faslı katılımcılar arasında da tanık olundu. Söz konusu olay sonrası DSF örgütleme komitesi forum esnasında bir basın konferansı ile tepki geliştirmek zorunda kaldı.

Bu yılın daha da çarpıcı olayı, Cezayir delegasyonunun yüksek sayılarla katılması idi. Delegasyondaki üyeler 650 dernekten gelmekteydi ve bu üyelerin sayısı 1.500 civarındaydı. Ancak bu delegasyonun önemli bir bölümü hiçbir faaliyetin veya atölyenin örgütlenme çalışmasına katılmadı. Bu da, 2013’te, herhangi bir gerekçe öne sürmeksizin, 96 Cezayirli sivil toplum eylemcisinin Tunus’a gitmesini yasaklayan Cezayir rejiminin DSF’ye yönelik yaklaşımından radikal manada uzaklaştığını gösteriyor. Kimi Cezayirli DSF katılımcılarına göre, hükümet yetkilileri bu yıl farklı bir strateji benimsemişler.

Belki de Suriyeli muadillerinin elindeki kanunnameden bir sayfa ödünç almış olan Cezayir hükümeti, görünüşe göre, bu yıl forumu çok sayıda müşterisi ve baltacıları ile basmaya karar vermiş. Örneğin kaya gazı çıkarma sürecinin desteklenmesi amacıyla bir etkinlik organize edildi ve burada açıktan, söz konusu prosedürlerin zararlı çevresel ve sosyo-ekonomik etkilerine karşı çıkan ve giderek büyüyen halk hareketinin altının oyulması amaçlandı.

Ünlü ve saygın Cezayirli sivil toplum örgütlerince imza edilen bir dilekçeye göre, Cezayir devleti delegasyonunun görevi, samimi toplantıları bozmak, muhaliflerin ve eylemcilerin gözünü korkutmak, aynı zamanda kargaşa yaratmaktı. Otoriter rejimlerin ve onların yardımcılarının, amacı, “başka bir dünya”yı hayal etmek, bu konuda tartışmalar yürütmek ve onu yaratmak olan DSF gibi forumlarda oynayacak herhangi bir rolleri yok. Dolayısıyla, bu gidişata nasıl izin verildiğini ve DSF’nin çalınmasına dönük bu türden çabaların ileride nasıl durdurulacağını sorgulamak, Forum’un radikal potansiyeline hâlâ inanan eylemcilerin görevidir.

Tüm dünyadaki ilericiler DSF’yi, var olma sebebi iktidara hakikati söylemek olan alternatif bir alan olarak görüyorlar. Bu sebeple devlete, kapitalist ve emperyalist iktidara ait hâkim anlatıların ayrıca otoriter rejimlerin geliştirdikleri manevraların bizleri bu asil gayeden uzaklaştırmasına izin verilmemelidir.

Hamza Hamuşinî
Tunus

23 Ağustos 2014

, ,

Suad Masi Söyleşisi


Ahram Hebdo

21 Ağustos 2014

 

Tel Aviv’deki müzik festivalinde çalmanız için davet edilmiştiniz. Birçok kez İsrail’de şarkı söylemeyi reddettiniz. Bu tercihi nasıl izah ediyorsunuz?

Bu şehirden ne zaman bir davetiye alsam, geri çeviriyorum. Bunun çok basit bir nedeni var: Ben şarkılarımı dünyada barış için söylüyorum, oysa İsrail devleti bu amaca ulaşmak adına hiçbir şey yapmıyor. Ülkelerinin siyasetine güçlü bir biçimde karşı koyan İsrailli yurttaşlar da var ve bunlar yaşama hakkını savunuyorlar ama ben bu zeminde onlara asla şarkı söylemeyeceğim.

Bu meseledeki tavrınızdan ötürü Avrupa medyası sizi birçok kez “antisemitik” olarak damgaladı. Buna yorumunuz nedir?

Bence hayat içerisinde kimi ilkeleri olan bir şarkıcı olarak benim küçük çocukları, ev kadınlarını, hamile kadınları, yaşlıları katleden, askerlerinin hareket eden her şeyi, özellikle en savunmasızları vurduğu bir ülkede şarkı söylememe hakkım var sanırım. Bugünlerde Gazze’de olan bitene bakalım. Tel Aviv’de şarkı söylemek basit manada İsrail’in siyasetini onaylamak anlamına gelecektir.

Barış için tam olarak ne tür çalışmalar yürütüyorsunuz?

Dünyada barış için şarkı söylemeyi tercih eden her şarkıcının kendisini bu konuya dair gazetelerde bulabileceğimiz retorikle sınırlandırmaması gerektiğini düşünüyorum. Böylesi bir şarkıcı, sadece ilgili sahanın temin ettiği memnun edici taraflar içinde dolaşmamalı ve mali açıdan büyük fedakârlıklar yapmaya hazır olmalı. Bizim (örneğin Gazze gibi) çatışma alanlarında, Guantanamo hapishanesinde ya da Mağrib Sahra’sındaki düzlüklerde de vb. şarkı söyleyebilmemiz lazım. Bu kural benim için de geçerli.

Felsefenizi ifade etmek için ne tür sanatsal araçlar kullanıyorsunuz?

Ana akım şarkılar, özellikle dünyada barış için çalışmayı amaçlayan festivaller nezdinde, sahip oldukları itibarlarını yitirmeye başlıyorlar. Herkes salt kendi albümünü ticarîleştirme amacıyla şarkı söylemekte özgürdür ama ben şahsen özellikle Dünya Müziği’nden etkilenen, devrimci şarkılara ait olmayı tercih ediyorum. Bu müzik kenara itilmişlerin safında olmayı, şarkılarımın bazılarını onlara ithaf etmemi ve anadilim dâhil farklı dillerin içinde yaşamamı sağlıyor.

Fas’taki son konserinizde size İspanyol şarkıcı Eric Fernandez eşlik etti. Konserde Kordoba şehrini ve Endülüs’teki mirası hürmetle andınız. Bu deneyiminizden biraz daha bahseder misiniz?

Kısa süre önce Kordoba’nın bıraktığı mirasla ilgilenmeye başladım. Dürüst olmam gerekirse, geçmişte bu şehre pek ilgi göstermemiştim ama bu seküler şehrin zenginlikleri hakkında kitaplar okumaya başladığımda, ona ithafen bir konser yapmaya karar verdim. Sonra büyük şarkıcı Eric Fernandez ile birlikte bu konseri gerçekleştirme imkânı buldum. Şarkılarım bu şehir için geliştirdiğim aşkı ifade ediyordu.

Fas’la aranızdaki aşk hikâyesi hakkında ne diyeceksiniz? Sadece 2014 yılında Fas’ta on konser verdiniz.

Fas, ülkem Cezayir’e kültürel açıdan oldukça yakın bir ülke. Biz komşuyuz. Ama tüm samimiyetimle ifade edebilirim ki bu ülkeye âşığım. Kısa süre önce Mevazin’de [Rabat’ta gerçekleştirilen müzik festivali] şarkı söyledim ve o esnada ülkeme dönüp Fransız Kazablanka Enstitüsü ile temas kurdum. Ayrıca Tétouan, Kenitra’da ve Cedide’de sahne aldım. Bir fırsatını bulursam, Fas’ta tekrar sahne alacağım.

Yeni şarkılar üzerinde çalışıyor musunuz, yeni bir albüm hazırlığı var mı?

Her zaman müzik yapıyorum. Bakalım görelim, 2015 yılı ne getirecek…

Kaynak

05 Mart 2012

,

Tunus Ayaklanması


Uzun süre Tunus’u yöneten Zeynel Abidin Bin Ali 14 Ocak 2011’de ülkesinden kaçıp Suudi Arabistan’a sığındı. 14 ay önce Tunus’ta başlamış olan ayaklanma, Afrika ve Ortadoğu’daki tartışmaları ve mücadeleyi yeniden biçimlendiren olaylar zincirinin ilk halkası oldu.

Bin Ali’nin zorla istifa ettirilmiş olması kitlelerin ilk büyük zaferi olmasına rağmen, işçilerin ve gençlerin artan mahrumiyet sorununu çözmedi. Ayrıca ayaklanma, ülkenin Batı’yla ilgili dış politikasına kendi şartlarını dayatmaya hâlâ devam eden, Tunus ile emperyalist devletler arasındaki sömürüye dayalı ilişki de hallolmuş değil.

Ama gene de Tunus halkı, ülkesinin bütünsel dönüşümüne devam ediyor. Son haftalarda başkent Tunus dâhil, ülkenin birçok bölgesinde yeni bir grev ve gösteri dalgası kendisini gösterdi.

17 Ocak’ta kuzeydeki tarım şehri Silyana’daki grev, okulların ve birçok yolun kapatılmasına neden oldu. Silyana halkı, yüksek işsizlik ve düşük yaşam koşullarını protesto etti.

Ülkenin kuzeybatısında bulunan Cenduba şehrindeki gösteriler, ana yolların trafiğe kapatılmasına neden oldu. Göstericiler, hükümetin emekçi halkın toplumsal ve politik sorunlarını tümüyle göz ardı ettiğini söylediler.

Ayrıca kuzeydeki Menuba şehrinde de üniversite öğrencileri açlık grevine başladılar ve yüzü tümden örten, niqab denilen örtüyü giydikleri için okula girmeleri yasaklanan kız öğrencilere dönük saldırıları eleştirdiler. Öğrenciler, yasağın bir an önce kaldırılmasını talep ediyorlar ama üniversite yetkilileri kararı geri çekmeyi kabul etmiyorlar.

Ülkenin ortasında dağlık bir arazi üzerine kurulu olan Maktar şehrinde ise geçen sene eski cumhurbaşkanının devrilmesinden beri ilerleme sürecinin sekteye uğraması ile ilgili olarak 13 Ocak’ta bir genel grev gerçekleştirildi. Halk, şehre giden yolları kapatmak amacıyla ağaçları kesip barikat kurdu.

Şehirde dükkân işleten Münir Luhiçi, “Burada ölüyoruz, hiçbir şey yok. Soğuktan ve işsizlikten kırıldık. Su yok, Cezayir’den İtalya’ya uzanan bir boru hattının yakınında olmamıza rağmen, şehirde gaz da yok” dedi. (AFP, 20 Ocak)

Genç bir İngilizce öğretmeni olan Odid Selama şunları ifade etti: “Ayaklanıyoruz, çünkü artık hayat hiç tahammül edilemez bir hâl aldı.” Şehir sakinleri, yeni hükümetin tüm vaatlerini inkâr ettiği düşüncesinde.

Bir genç, son seçimlerde yüzde kırklık oyuyla ülkeye hâkim olan İslamî Nahda Partisi’nin şehirdeki bürosunun kapısına kocaman bir soru işareti çizmiş. Bugün yeni meclise Nahda ve solcu partilerin oluşturduğu koalisyon hâkim. Munya Larusi isimli bir öğretmen şu dilekte bulunuyor: “Yetkililerden tek istediğimiz, gelip bizim hâlimizi görmeleri.”

Tunus’ta Merkez Bankası’nda çalışan işçiler çalışma koşullarını protesto ediyorlar. Göstericiler, Merkez Bankası başkanı ve yardımcısının istifa etmesini istiyorlar.

Tunus Bankalar Federasyonu Genel Sekreter Yardımcısı Muaman Garbi, birliklerinin işçileri desteklediğini ama söz konusu yöneticilerin istifalarına dönük taleplerini kabul edemeyeceklerini söylüyor. Garbi’nin dediğine göre, gösteriler yılların biriktirdiği bir düş kırıklığına dayanıyor. (Tunisia-Live.net, 20 Ocak)

İşçiler ayrıca Merkez Bankası’nın ülkenin millî kalkınmasındaki rolünü de sorguluyorlar. Garbi’ye göre, “Finans kurumları ekonominin belkemiği”ymiş.

Birlik lideri, bankaların “sürdürülebilir kalkınmadaki, özellikle ülkenin iç bölgelerinin kalkınmasındaki rollerinin özel olarak belirlenip vurgulanması gerektiğini söylüyor: “Gene de Merkez Bankası işçileri, ülke ekonomisine zarar vermek istemiyorlar ve bu nedenle kurumlarının faaliyetini engellemeyecekler.”

Tunus işçi sınıfı mücadelesini yükseltince, Genel Emek Sendikası da 25 Ocak’ta kapsamlı bir grev ilân etti. Ancak bu çağrı, sonrasında yapılacak yeni bir duyuruya kadar, iptal edildi.

Sendikanın sözcüsü Mungi Abdülrahim’e göre, grevin askıya alınmasının nedeni, Sosyal İşler Bakanı ile Başbakan Hamadi Cibali’nin temsilcileri arasındaki konuşmalar. Abdülrahim, 30 Mart sonrası sendikalar çıkan sonuçtan memnun kalmazsa, “genel greve gidecekler”ini söylüyor. (Tunisia-Live.net, 21 Ocak)

Bu noktada belirtmekte fayda var: Genel Emek Sendikası’nın Aralık 2011’de yapılan 22. Kongre’sinde üst yönetime daha solcu liderler seçildi.

Bu son gelişmeler de gösteriyor ki 2010-2011’deki ayaklanmanın halkçı hedeflerinin yitip gitmemesini, aksine, yeni sömürgecilik ve emperyalizme karşı mücadelenin daha alt katmanlarına dönük bir ilham kaynağı olarak yükseltilmesini güvence altına almak için ilerici güçler arasında kurulacak geniş tabanlı bir ittifak hâlâ önemli bir ihtiyaç.

Abayomi Azikiwe

16 Ocak 2011

,

Tunus’u Sarsan İsyan


17 Aralık’ta Sidi Buzid’de, polis, Muhammed Buazizi’nin meyve-sebze satış kartına, izinsiz olması sebebiyle el koydu. İşsiz bir üniversite mezunu olan Buazizi olay ardından, üzerine benzin döküp kendisini ateşe verdi. İki hafta sonra ise hastanede vefat etti.

Muhammed’in katli, Tunus genelinde haftalarca yoğunlaşarak süren kapsamlı bir ayaklanmanın fitilini ateşledi. Protestolar, grevler ve çatışmalar, uzun süredir ABD desteğinde iktidarda bulunan Başkan Zeynel Abidin Bin Ali’nin koltuğunu salladı.

Kitlesel hareket bugün itibariyle işsizler için iş, enflasyona karşı yiyecek fiyatlarında indirim ve en önemlisi başkanın büyük bir nefretin kaynağı olan yirmi üç yıllık iktidarının sona ermesini talep ediyor.

1980’lerin başlarında bir önceki diktatör, Cumhurbaşkanı Habib Burgiba, ülke ekonomisini IMF’nin ekonomik politikalarına açtı. Bunun sonucunda yiyecek kıtlığı Ocak 1984’te kitlesel gösterilere yol açtı. Hükümet hareketi sokağa çıkma yasağı, tutuklamalar ve polis şiddeti ile dağıttı. Tüm politik muhalifler ezildi.

Tunus dinarı 1994’ten beri yirmi kat değer kaybetti. Bu, ülkeyi yabancı yatırımcılar için ucuz emek cenneti hâline getirdi. Ancak ilgili gelişme, işçilerin hayatını dayanılmaz bir duruma soktu. Bugün itibariyle ülkedeki yatırımların yüzde sekseni yabancıların elinde.

Ucuz emeğin daha fazla iş demek olduğunu söyleyen fikre karşın, Tunus’taki işsiz üniversiteli oranı erkeklerde yüzde yirmi beş, kadınlarda ise kırk dört. Ülkenin toplam işsizlik oranı ise yüzde yirmi beş.

Tunus, batı tarafından her daim en “efendi” üçüncü dünya ülkesi olarak görülmüş. Bir Ortadoğu gazetesinin (Gulf News, 1 Ocak) manşetine göre; “Bugün Tunus’un tanık olduğu toplumsal ve politik huzursuzluğa yatkın bir ülke olduğunu hiç kimse düşünmemişti.”

Demek ki direniş bize önemli bir ders veriyor: halkın kendi hayatına yönelik saldırıları artık daha fazla içine sindiremediği belli bir kırılma noktası her daim mevcuttur.

Buazizi’nin katli sonrası, Sidi Buzid, Kassarin, Thalah, Sfax ve Requab gibi taşra şehirlerinde kendiliğinden baş gösteren protestolar başkent Tunus’a sıçradı.

İşsizlerin, öğrencilerin, işçilerin ve meslek sahiplerinin iştirak ettiği direniş günbegün Tunus’u ele geçirdi. Protestocular, her çatışmada gaz bombalarına, kurşunlara maruz kaldılar ve polis tarafından tartaklandılar. Halkın toplumsal değişime yönelik korku nedir bilmeyen kararlılığı baskıya boyun eğmeden giderek arttı.

Sadece yoksullar değil rejimle çatışan. Ülke genelinde avukatların düzenlediği bir dizi protesto sonrası polis “şiddetli bir saldırı” gerçekleştirdi ve ünlü bir Tunuslu avukat olan Abdurrahman Ayedi’yi tutuklayıp ona işkence etti. Buna cevap olarak, 6 Ocak’ta sekiz bin avukatın yüzde doksan beşi ülke genelinde greve gitti.

Direnişi internet üzerinden örgütleyen kesimler de hedef alındı. Twitter ve Facebook gibi ortamlarda birçok sayfa çökertildi, Selim Amamu ve Aziz Amemi isimli iki genç tutuklandı.

Geçen hafta sonu baskılar giderek yoğunlaştı, saldırılarda polis gerçek mermi kullandı. Tunus İşçi Sendikası’nın bildirdiğine göre, çatışmalarda yaralananların sayısı, 10 Ocak Pazartesi tarihi itibariyle, elliyi aştı.

11 Ocak’ta, Tunus şehrindeki bir kenar mahalle olan Tadamon’da kalabalıklar polise taş attı ve lastik yaktı. Kitle, “Allah’tan başka kimseden korkmuyoruz!” diye bağırarak yolları işgal etti. Bu esnada polis göz yaşartıcı bomba ve mermi yağdırdı halkın üzerine.

Öğrencilerin eylemlere katılımı konusunda ümitsizliğe kapılan devlet, eğitim bakanı eliyle, tüm okulları Pazartesi günü süresiz kapattı. Tunuslu muhalefet lideri Çebbi’nin tespitine göre, “bu hamlenin sebebi, gençliğin bütünüyle protestocuları destekliyor olması” idi.

Hükümetteki göstermelik bir değişiklikle, öfkenin dindirilmesi amacıyla, dört bakan görevden alındı. Ardından baskılar Bin Ali’yi gelecek yıl üç yüz bin iş imkânının yaratılacağı vaadinde bulunmaya mecbur etti. Halk ise gerçeklerin farkındaydı: bunlar rejime yönelik öfkenin dindirilmesi için verilen birer boş vaatti.

11 Ocak Salı günü, hareket zirveye ulaştı. Birçok şehirde meydana gelen şiddetli çatışmalar hükümeti sokağa çıkma yasağı koymaya mecbur etti. Bu yasağa rağmen Kassarin’de muazzam bir gösteri düzenlendi. Polisin gerçek mermilerle kitleye ateş açması sonrası birkaç ordu birimi göstericilere saklanacak yerler gösterdi, polisin karşısına dikildi ve ordunun harekete sempati ile yaklaştığını gösterdi.

Çarşamba günü Genel Sendika Kongresi’nin talimatı ile birkaç bölgede genel greve çıkıldı. Sonrasında bir dizi grev çağrısı daha yapıldı.

Ayaklanma, civardaki bir dizi Arap ülkesine ilham verdi. Bu ülkelerdeki halklar da neoliberal reformlara ve ABD destekli diktatörlerine karşı öfkeliydiler. Ürdün, Mısır ve Cezayir’de protestolara tanık olundu. Şüphesiz ki Cezayirliler ilhamı, komşuları olan Tunus halkının devrimci eylemliliğinden alıyorlardı.

Kısa zaman önce Cezayir hükümeti, şeker ve yemeklik yağ fiyatlarını yüzde kırk bir artırmıştı. Geçen hafta sonu Tunus-Cezayir sınırında cereyan eden şiddetli çatışmaların sebebi bu fiyat artışlarıydı. Ülke geneline yayılan yiyecek protestoları devletin şiddetli saldırılarına maruz kaldı ve bu saldırılarda 19 kişi öldü, 800 kişi yaralandı.

8 Ocak Cumartesi günü protestocular ilk zaferlerini elde ettiler: hükümet fiyatları eski durumuna çekme kararı aldı. Ancak protestolar, yüzde yirmi beşi işsiz olan ülkenin tümünde devam etti.

Cezayirli diplomat Muhammed Zitut’un El Cezire’ye verdiği demeç, değişim talebinin ne yoğunlukta olduğunu gösteriyordu: “Bu, elli yıl boyunca zengin bir ülkede makul ve saygın bir hayat yaşamak isteyen, barınma ve iş talep eden mazlum bir halkın gerçekleştirdiği bir isyan, hatta belki de bir devrimdir.”

Sidi Buzid’de patlak veren intifada, Bin Ali’nin acımasız diktatörlüğünün meşruiyetine son verdi. Artık devlet zulmünden korkmayan halk, ABD destekli yönetimin ve onun sömürücü tedbirlerinin ortadan kaldırılması arzusunda.

Ortaya koydukları örnek mücadele bir ilham olarak her yere yayılıyor. Tunus halkı, kitlelerin ayaklandığında hiçbir hükümetin güvende olamayacağı gerçeğini bir kez daha tüm dünyaya hatırlatmış bulunuyor.

Cemil Sabah
Rim Yunis
14 Ocak 2011