27 Şubat 2023

,

Rusya’yla Savaştayız


Ara sıra da olsa en deneyimli politikacı bile hata yapar ve yanlışlıkla doğruyu söyler. Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde kısa süre önce gerçekleşen bir tartışma sırasında açıktan “Rusya’ya karşı bir savaş veriyoruz” dediğinde olan buydu. Alman hükümeti, dışişleri bakanının “yanlış yorumlandığını” söylemekte gecikmedi, ama aslında Baerbock, gerçeği olduğu gibi söylemekten başka bir şey yapmamıştı.

Çatışma sürecinin başlaması üzerinden neredeyse bir yıl geçti ve Batı’nın Ukrayna’ya müdahalesi konusunda dile getirilen, “NATO Rusya ile savaşmıyor” ve “temin ettiğimiz teçhizat, tümüyle savunma amaçlı” gibi cümleler üzerine kurulu olan hikâyenin kurgu olduğu, gerçekle bir alakasının bulunmadığı tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Geçen ay Almanya’daki Ramstein Hava Üssü’nde, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ve Genelkurmay Başkanı General Mark Milley tarafından düzenlenen bir brifingde oldukça önemli gerçeklerden biri daha örtbas edildi. Austin ve Miller, ABD’nin “Rus işgali altındaki Ukrayna’yı kurtarmak için saldırıya” geçme kararlılığını açık bir şekilde ifade ettiler. ABD’ye göre Ukrayna, hem tüm Donbass'ı hem de Kırım’ı kapsıyor.

ABD ve NATO tarafından sağlanan silâhların savunma amaçlı değil saldırı niteliğinde olduğunun kabulü, Biden yönetimi için önemli bir U dönüşüne işaret ediyor. Geçen yıl Mart ayında Biden, halka ABD’nin Ukrayna’ya “saldırı teçhizatı” ile “uçaklar ve tanklar” göndermeyeceğine dair söz vermişti, çünkü bu, “Üçüncü Dünya Savaşı”nı tetikleyecekti. Gerçekten de sadece birkaç ay önce, Ukrayna’ya tank verilmesi akla dahi getirilebilecek bir şey değildi.

Gene de önümüzdeki aylarda ABD, 31 Abrams tankını teslim etmeyi planlıyor ve haftalar süren isteksizlikten sonra Almanya bile Washington ve diğer müttefiklerinden gelen muazzam baskıya boyun eğdi. Alman hükümeti, Leopard 2 tanklarından 14’ünü Ukrayna'ya göndermeyi kabul etti ve ayrıca kendi Alman yapımı Leopard 2 tanklarını göndermek isteyen diğer bazı Avrupa ülkelerine de onay verdi. Bu arada Birleşik Krallık, kendi tanklarından 14 tanesini görevlendirdi. Toplamda Ukrayna yaklaşık 100 tank alacak, ancak sayı muhtemelen artacak (Zelensky 300-500 istedi.)

Bu, ABD ve NATO’nun çatışma sürecinin başladığı günden beri geçtiği o uzun kırmızıçizgiler listesindeki en son çizgi. Savaşın başında, roketatarların ve tanksavarlarının, bunun yanında karadan havaya fırlatılan füzelerin teslim edildiği ilk dönemde, New York Times, küçük çaplı cephanenin ve hafif silâhların açıktan Ukrayna’ya verilmesinin savaşın kapsamını büyüteceği, Rusya’nın misillemede bulunma ihtimalini artıracağı, böylelikle riskin büyümesine neden olacağı uyarısında bulunuyor, öte yandan, ABD’li yetkililerse gelişkin silâhların çatışma sürecini daha da tırmandıracağını söylüyorlardı. İki ay sonra Biden yönetimi, verdiği sözden döndü, uyarılara kulak tıkadı ve Ukrayna’ya Mi-17 helikopterleri, 155-mm’lik obüsler ve “Sustalı” olarak anılan kamikaze dronları göndereceğini duyurdu.

Bu noktada yeni bir kırmızıçizgi çekildi: Kiev’in isteklerine rağmen ABD, Ukrayna’ya Rus topraklarını vurma kapasitesine sahip uzun menzilli roket sistemleri (M270 MLRS ve M142 HIMARS) vermeyeceğini, bu yardımın Kremlin’in savaşı daha da tırmandırmasına neden olacağını söyledi. Ama ABD yönetimi, fikrini iki hafta sonra değiştirdi ve bu sistemleri Rus toprağına yönelik olarak kullanmaması şartıyla verebileceğini ifade etti. Ama Aralık ayında bu belirlenen kırmızıçizgi de aşıldı, zira Ukrayna, o ay içerisinde ABD’nin onayıyla bu füzeleri kullandı ve Rusya havasını yüzlerce kilometre ihlal etti. Öte yandan görebildiğimiz kadarıyla, muharebe tankları ile ilgili alınmış olan karardansa daha kısa zamanda cayıldı.

Süreç hiç sona ermeyecekmiş gibi görünüyor ve giderek tırmanıyor. Bu noktada “Sırada ne var?” sorusu gündeme geliyor.

Bugün Ukrayna, ABD menşeli F-16’lar gibi Batılı dördüncü nesil savaş uçakları için bastırıyor. Biden ve NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, bu talebi geri çeviriyor, ama F-16’lar konusunda da diğer tüm kırmızıçizgilerde yaptıkları gibi, geri adım atmayacaklarına inanmak için ortada hiçbir sebep yok.

Ukraynalılar ise oldukça kendinden emin görünüyorlar. Ukrayna Savunma Bakanı Oleksi Reznikov’un geçtiğimiz günlerde ifade ettiği biçimiyle: “Kasım 2021’deki işgalden önce Washington’dayken Stinger füzelerini istediğimde, bunun imkânsız olduğunu söylemişlerdi. Ama şimdi verdiler. 155 milimetrelik silâhları istediğimde hayır cevabını vermişlerdi. HİMAR ve HARM füzelerine de ‘hayır’ demişlerdi. Ama şimdi ‘olur’ diyorlar. Dolayısıyla yarın F-16’ları vereceklerine eminim.”

Bu sebeple önümüzdeki hafta içerisinde yapılacak NATO toplantısında savaş uçaklarının gündeme gelmesini bekleyebiliriz. Fransa da dâhil olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, Ukrayna’ya savaş uçağı göndermeye açık olduklarının sinyallerini şimdiden verdi. Politico’ya göre, Ukraynalı pilotlar, yakında ABD’de F-16 eğitimlerine başlayabilirler. Bu arada, çatışma süreci sayesinde insanların kanına giren birçok ABD savunma şirketinden biri olan Lockheed Martin, fazladan talebi karşılamak için üretimi artıracağını duyurdu.

Savaş uçakları değil mesele, mesele, bugün bizim, Alman dışişleri bakanının istemeden de olsa kabul ettiği biçimiyle, Rusya ile savaşta olmamız. Savaşın resmen ilân edilmemiş olmasının bir önemi yok: ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri hiçbir zaman resmi planda bir savaş ilân etmedi, ama bu durum, onun onlarca ülkeye askeri müdahale gerçekleştirmesine mani olmadı. Bugün Amerikan askeri de NATO askeri de sahada. Hatta gelen raporlara göre, ABD’ye ait özel harekât birimleri Ukrayna’da savaşıyor. Bunlar, esasında tali konular. Asıl önemli olan, güçlü askeri teçhizatı giderek daha fazla temin eden, teknik, lojistik ve finansal ve eğitimle alakalı desteğini şuan savaşan güçlerden birine sunan, hatta Rus topraklarında bile saldırılar gerçekleştiren Batı’nın, liderlerinin ağızlarından dökülenlerden bağımsız olarak, Rusya ile fiilen askeri bir çatışma içerisinde olması.

Ukrayna’da olan biteni öğrenmek, bu yaşananların yol açacağı riskleri bilmek, Batılı yurttaşların hakkı.

Bugün belki de en tehlikeli iddiayı eski NATO genel sekreteri General Anders Fogh Rasmussen dillendirdi: “Ukrayna’nın ihtiyaç duyduğu tüm silâhları ona verirsek kazanabilir.”

Rasmussen gibi şahinler, 2014’te Rusya’nın ilhak ettiği Kırım’ın geri alınmasını öneriyor, bu bölgenin stratejik açıdan oldukça önemli olduğunu söylüyorlar. Birçok Batılı müttefikse Kırım’ın aşılması mümkün olmayan bir kırmızıçizgi olduğunu düşünüyor. İyi ama bu çizgi, daha ne kadar süre aşılmayacak?

Daha bir ay önce New York Times, Biden yönetiminin Ukrayna’nın Kırım’a yönelik olarak gerçekleştireceği saldırıya destek verme fikrine ısınmaya başladığını söylüyordu.

Bu strateji, esasen Rusya’nın askeri yenilgiyi ve kontrol ettiği toprakları kaybetmeyi nükleer silâh kullanmadan kabul edeceği varsayımını temel alıyor. Oysa bu, bilhassa Irak’tan Afganistan'a kadar son yirmi yıl içerisinde gerçekleşen savaşlarda yaptığı askeri tahminlerin feci bir şekilde başarısızlığa uğramasına şahit olmuş Batılı stratejistlerden gelen, insanlığın geleceği üzerine kumar oynanmasına neden olacak, oldukça önemli bir varsayım.

Gerçek şu ki, Rusya, kendi açısından, Ukrayna’da varoluşsal bir tehdit olarak algıladığı şeye karşı savaşıyor ve onun sırtını duvara yaslayıp, hayatta kalmasını güvence altına almak adına, aşırı önlemlere başvurmayacağına inanmak için ortada hiçbir neden yok.

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dimitri Medvedev’in dediği gibi: “Konvansiyonel bir savaşta nükleer silâhlara sahip olan bir gücün kaybetmesi, nükleer savaşın patlak vermesine neden olur. Nükleer güçler, girdikleri ve kaderlerinin bağlı olduğu büyük çatışmaları kaybetmezler.”

Batılı liderler, bu gerçeği Soğuk Savaş sırasında genel anlamda idrak etmişlerdi. Ama bugün Ukrayna ordusuna giderek daha fazla yardım sağlayan ABD ve NATO, bu gerçeği unutmuş gibi görünüyor, bu anlamda, felâket senaryosuna doğru adım adım ilerliyor.

Trump yönetiminde Savunma Bakanı’nın eski danışmanı olan Douglas Macgregor’un dile getirdiği biçimiyle: “Ne biz ne de müttefiklerimiz, Rusya ile bölgesel veya küresel topyekûn bir savaşa girmeye hazırız. Mesele şu ki, Rusya ile ABD arasında savaş çıkarsa Amerikalılar hiç şaşırmamalı.”

Biden yönetimi ve Washington’da iki parti içerisinde kendisine destek olan isimler, bu ihtimalin gerçekleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Bazı uzmanlara göre, Ukrayna’nın Kırım’a saldırması durumunda nükleer savaş yaşanır. Gerçekleşme ihtimali yüksek olan senaryo ise Ukrayna’nın Afganistanlaşması. Bu durumda nükleer savaş ihtimali de, çatışma sürecinin barış yoluyla çözülmesi ihtimali de ortadan kalkar.

Bu uzun soluklu çatışma süreci, muhtemelen yıllarca sürecek, neticede NATO, yaşanacak yenilginin nelere yol açacağına bakmadan, Ukrayna’nın askeri açıdan yenilmesine izin verecek.

Demek ki ortada basit bir gerçek var: Bu savaşı kimse “kazanamaz”.

Uzun soluklu savaşsa sadece Rusya ile NATO arasında doğrudan çatışma yaşanması ihtimalini artırır. Bu ihtimali bugün ABD ordusuna bağlı, fazlasıyla şahin olan düşünce kuruluşu RAND Corporation da kabul ediyor.

Yeni kaleme aldığı, “Uzun Soluklu Savaştan Kaçınmak” başlığını taşıyan raporda, “uzun soluklu çatışma süreci”nin yol açacağı riskler konusunda uyarıda bulunan yazarlar, bu çatışmanın Rusya’nın nükleer silâh kullanma ihtimalini artıracağını, NATO-Rusya savaşına yol açacağını, bunun da ABD’nin çıkarlarını ciddi bir biçimde riske atacağını söylüyorlar.

Yazarlara göre, “çatışma sürecinin iki ayrı bir biçim dâhilinde tırmanması ABD’nin en büyük önceliği, ayrıca Rusya’nın zayıflamasına veya Ukrayna’nın daha fazla toprağı kontrol etmesini sağlamaya yönelik atılacak adımlardan da önemli.” Yani demek istiyorlar ki ABD çıkarlarına en iyi, Ukrayna’nın müzakere sürecine girmesi durumunda ona ileride askeri yardım yapma koşulunu getirmek gibi bir adım üzerinden “kalıcı barışı tesis edecek politik anlaşmaya varılmasına odaklanarak” hizmet edilebilir.

Nihayetinde, felâket senaryoları bir yana, savaş en iyi ihtimalle bu şekilde, yani tarafların hiçbirisinin kaybetmeyeceği, ama hiçbir şey kazanmayacağı bir anlaşma dâhilinde sona erecek. Bu kaçınılmaz sonucun ortaya çıkacağı günü erteleyip durduğumuzda, Ukrayna’da gereksiz yere daha çok insan ölecek, ülke, daha fazla yıkıma sürüklenecek. Ayrıca hızla kırılma noktasına doğru sürüklenen Avrupa kıtası, ekonomik açıdan daha fazla çile çekecek.

Thomas Fazi
8 Şubat 2023
Kaynak

26 Şubat 2023

Yarık


Her biri diğerleriyle eşmerkezli (konzentrisch) olmak üzere, giderek büyüyen, iç içe geçmiş daire şeklindeki kafeslerinin içinden çıkmamıza asla müsaade etmeyen ve muhtemeldir ki her hurucu “trick or treat” seklinde kendine bağlayarak sönümleyen egemenler, mütegallibeler, burada da bizi davar gibi gütmek için hiçbir fırsatı tepmiyor. Bu dairelerden en darı Şengör iken, bir büyüğü Görür, onun daha büyüğü Yaltırak şeklinde gidiyor. Fakat her dairede kafeslenmenin uğultusu, tedricen o kadar azalıyor ki görece daha büyük dairede kafeslenmiş olanın dışarıda daha geniş bir dairenin kaplamı (extension) dâhilinde olabileceği aklına gelmiyor. Çünkü her bir merkez aynı noktada ve sabit.

“Deprem öldürmez, bina öldürür” diyedursun, Avrupa fonlu belediye solcularımız, her yutkunduklarında gırtlaklarından çıkan yıllardır bilime aç kalmışlıklarının kokusunu yüzümüze yüzümüze üfleyerek, güya ellerinin altındaki uzman ordusuyla “sizi döveriz bak” deyu tehdit ediyorlar.

Diğer tarafta ise AKP güruhu kadere bakadursun, müteahhit avına çıkıyor.

E o zaman kader bu işin neresinde?

Öyle ki Maraşlı bir güya suçlu müteahhit, Sakarya’da saklandığı yerde yakalanıyor iki hafta sonra.

Müptezel ortacılarımız ve kırmızı yanaklı sosyal medyayı aktif kullanan liberallerimiz ise finans ağına olan karından bağlılıklarıyla yine “yetmez ama evet” diyerek imar müdürlerini, denetim firmalarını, çevre şehircilik bakanlığı muvazzaflarını, il ilçe belediye encümenlerini de suça ortak etmeye çalışıyor. En tehlikelisi de en büyük muhite sahip olan işte bu son dairedekiler.

Ama hepsi, egemenleri-mütegallibeleri aklıyorlar. Kimse demiyor ki “ovalara yapılan her yapı kümes dahi olsa halka ihanettir, vatana ihanettir, emeğe ve millet gelirine düşmandır.” Diyemiyorlar çünkü haklın olur da bir şekilde örgütlenip tüm emlak ve inşaat rantiyesi ağına (komisyoncusu da dâhil olmak üzere) alayının yakasına yapışma ihtimalinden korkuyorlar. “O zaman neden sattınız lan bana adı bir zamanlar -ova suffixi ile biten bu yöredeki evi” şeklinde bir bağırtı duyulsa, biliyorlar ki elite ve petit bourgeois yamaçlardaki ve tepelerdeki evlerinin jaluzili camları şangırdayacak sesten; suyla dolu havuzlarına düşen kuru yaprak filtrelerine takılacak yelden.

Bu açığa çıksa, bu sefer ovalar rençberliğe açılacak, belki de buğdayı, mercimeği, bulguru ithal etmek zorunda kalmayacak bu halk.

O ne, yoksa Turgut Ö‘z’alan’a mı çıkacak, yolları ve istimlaki ovadan geçirme kastinin faturası? Kasabanın sırrını çözmek için yoksa daha geriye mi gitmeli? Daha küresel Reagan-Thatcher şebekesine mi çıkacak yolun bir başka ucu?

Thatcher, “sazdan çatı yapan usta” demek; ama bu şıngıllar, membranlar, ondulinler hepsi de petrol artıkları, demek ki saza kota koymak lâzım. Ama ovadaki evlerin çatısını bile taştan, kiremitten yapmaktan kaçıyorlar, ‘f’ eşittir ‘m’ çarpı ‘a’daki m’nin değerini yükseltmemek için. Çünkü her şey deprem hazırlığı, her şey bilim için. Egemenlerin bilimi için. Ama ola ki hakikatin ışığı bir şekilde huzme olarak içeri süzülmesin diyedir, tüm bu ekranlarda orada burada dönen kara kostümlü palyaçolar.

“İzolatör korurmuş” diyenler var, “beton densitesi önemliymis, hele bir de radye temel varsa ne âlâ!” 780.000 kilometrekarelik ülkede hane sayısı 26 milyonmuş. Halk şehirlere dağıtılmalı, tüm ülkeye yedirilmeliymiş. İşlerini bir kenarı yemek diğer kenarı yedirmek olan “üçgen planı” dâhilinde yapanlardan ne beklenebilir ki? Hele ki “göze göz, dişe diş” demedikçe?

Fay kırıkları değildi aslında depreme neden olan. Gördük ki toplum olarak uçtan uca zaten yarılmıştık; “depremde biz değildik enkaz altında kalan, insanlığımızdı” diye bitirecek olursam bu yazıyı, bağımsız halk mahkemelerinde yargılayıp kurşuna dizin beni, olur mu?

O nedenle, nefretimiz ve öfkemizdir bizi güçlü kılan. Çürüyen ve eskiyen omuzlarımızdır diri tutan. Dikkat edelim, hiçbir şey ıslatmasın namluları.

Zion mefkuresi taraftarlarının kendini bilmez ebleh yardakçılarına yine kendi aralarında “good boy” demeleri gibi. Murat Belge bile 15 Temmuz dedikleri süreci müteakiben bir yazısında, mealen, “ya galiba TSK’nın içinde komplocu mahfiller olduğunu kabul etmemiz gerekecek” demişti. Ki “Belge, eğer böyle dediyse aksini kabul etmek gerekir” seklindeki bir faraziyeyi de masada tutmak lâzım…

Coltius
26 Şubat 2023

23 Şubat 2023

,

Belediye Solculuğu

Bu resim, bir sol örgütün (TKP) kültür merkezine, yerdeki parke taşları da belediyeye ait!


Doksanlarda Kuzey Kıbrıs’ta okumuş kişilerin aktarımıdır:

O dönemde KKTC üniversiteleri, para karşılığı diploma temin etmek veya ilk yılın parasını ödeyip, Ankara’daki torpil aracılığıyla, Türkiye’nin iyi üniversitelerine geçiş yapmak için kullanılıyordu. Sonra 3 Kasım 1996’da Susurluk kazası meydana geldi. Bu kaza ile birlikte devletin safrasından kurtulma süreci içerisine girdiği söylendi. Muhtemelen bu sürecin bir uzantısı olarak, KKTC üniversiteleri konusu da gündeme geldi.

Çünkü o dönemin ülkü ocakları başkanı, Türk-Metal üzerinden güçlü olduğu adada, bizzat hareketin açtığı özel bir üniversiteye girmişti. Hatta o dönemde bir Mustafa Yıldızdoğan konseri sonrası aynı başkanın öncülüğünde kurulan bir konvoy, Güzelyurt’ta portakal bahçelerinde çalışmak için gelen Kürt işçilerin kaldığı mahalleye saldırmıştı. Kuzey Kıbrıs, ülkücü hareketin güçlü olduğu bir yerdi. O başkansa Azmi Karamahmutoğlu idi.

O ülkü ocakları başkanının öğrencisi olduğu okulun yolsuzluğu, Türkiye’deki ana haber bültenlerinin gündemine sokuldu. Haberlere göre, ülkücüler, para karşılığı öğrencilerin ODTÜ, Marmara gibi okullara yatay geçiş yapmalarına yardımcı oluyorlardı.

Ekrem İmamoğlu’nun Wikipedia’daki biyografisinde Doğu Akdeniz Üniversitesi İnşaat Fakültesi’ne kaydolduğundan, birkaç gün sonra nasıl oluyorsa, Girne Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne geçiş yaptığından söz ediliyor. İki yıl sonra da İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne geçiş yapıyor. Bu sürecin hileli olduğunu, Erdoğan’ın diplomasını sorgulayanlar, nedense hiç sorgulamıyorlar.

O dönemde KKTC okullarındaki bu yatay geçiş ve diploma satışı işlerinin arkasında ya ülkücüler ya da Fethullahçılar var. Bu tür bir güce, arkaya, torpile sahip olmayan bir öğrencinin önce inşaat, sonra iletişim, oradan İngilizce işletmeye geçiş yapması, mümkün değil. Zaten üniversite sınavına girmeden yapılan bu tür geçişler, esas olarak öğrencinin okuduğu bölüm ve fakülte dâhilinde gerçekleşebiliyor. Anlaşılan o ki İmamoğlu’nun arkasındaki güç bayağı büyük. Sol, bu gerçekle ilgilenmiyor, sadece o güçle ve o güce yamanmakla ilgileniyor.

* * *

Bu hikâyeyi ve kişiyi sosyalist hareket hiç sorgulamıyor, çünkü bugün Altılı Masa, bir eşeği veya bir çöp bidonunu cumhurbaşkanı adayı olarak gösterse sosyalistler, koşa koşa gidip ona oy atacak kıvama getirilmiş durumdalar.

Bu kıvam, “tekellerin, pazarın ve devletin kardığı çamurla, üflediği ruhla” ilgili. “Bugün can bulan bu ‘insan’ın hangi örgütün bayrağını taşıdığının bir önemi yok. O, efendilerinin dediğini yapmaya mecbur.”[1]

İmamoğlu’nun varlığının, kişiliğinin, siyasetinin ve diplomasının sorgulanmaması, bu mecburiyetle alakalı.

Avrupa’da egemenlere, devlete ve sermayeye hizmet eden solcuların yetiştirdiği isimler, buranın siyasetini tayin ediyorlar. Avrupa’nın solcuları için Ortadoğu, pedagojik bir mesele. Batılı “akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler ve STK’lar, demokratik değerleri benimsemeleri konusunda, başka bölgelerden gelen göçmenler yanında, Batı dışı toplumları ve devletleri eğitmek için” uğraşıyorlar.[2] Buranın, halktan, işçiden, yoksuldan kopuk, onlara düşman olan solcuları, bu eğitim ordusuna asker yazıldılar. Bugün o bilgi kırıntılarıyla sahnede poz kesebiliyorlar.

Neoliberalizm döneminin önemli bir bileşeni olan belediyeleşme, bu eğitim sürecinin önemli bir unsuruydu. Solculara belediyelerin nimeti, güzelliği, sunduğu imkânlar öğretildi. Yirmi sene evvel Kürt hareketine bordalayan Avrupalı bir solcu (İrfan Cüre) “neticede komün, belediye demek. Komünizme ancak belediyeyle varılabilir. Herkes belediye seçimlerinde bize oy versin” anlamına gelen yazılar yazıyordu. O nedenle geçmişte Tayyip’te burjuva devrimine dair imkânları görenler, şimdi İmamoğlu’na sarılıyorlar. Çünkü bu solculuk, Avrupa solculuğudur, Avrupa solculuğu da emperyalizmi allayıp pullayan Bernştayncılıktır, Kautskiciliktir, Fabyusçuluktur. Bugün sosyalist hareket, bu üç eğilimin hâkimiyeti altındadır.

* * *

Engels, Fabyusçular Derneği’nin yolsuzluğa bulaşmış parlamentarist siyasetçilerle aynı araçları kullandığını, entrikalara, paraya ve kariyerizme düşkün kişiler olduklarını söylüyor.[3] Bu ifadesiyle bugünkü solu da tarif eden Engels, başka bir yerde şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Burada, Londra’da Fabyusçular, bir avuç kariyerist olarak, toplumsal başkaldırının kaçınılmaz olduğunu görüyorlar, ama bu büyük görevi eğitimsiz proletaryaya veremiyor, dolayısıyla ona öncülük edemiyorlar.

Fabyusçuların faaliyetlerine asıl yön veren unsursa devrim korkusudur. Sonuçta onlar, gayet ‘eğitimli’ insanlardır. Bu ekibin bağlı olduğu sosyalizm, belediye sosyalizmidir. Ona göre, üretim araçlarının sahibi olması gereken millet değil, komündür (belediyedir). Her hâlükârda çıkış noktası olarak alınması gereken odur. Onlardaki sosyalizm, burjuva liberalizminin en uç ve en doğal sonucudur.

Dolayısıyla taktik gereği Fabyusçular, esasen Liberalleri kendilerine hasım bellemezler, onları sosyalizme dair sonuçlara ulaşmaya ikna etmeye çalışırlar, buradan da liberalleri liberalizme sosyalizm aşısı yaparak kandırma yoluna giderler, liberallerin karşısına sosyalist adaylar çıkartmazlar, bunun yerine, liberal maskesi takma yoluna başvurmasalar da zorla o sosyalist adayları bir biçimde liberallere yutturmaya çalışırlar. Bu taktiğe başvurmak suretiyle Fabyusçular, ya ihanet zincirine sıkı sıkıya yapışmış, kendilerini kandıran birer ahmaktır ya da farkında olmayarak sosyalizm maskesi takıp halkı kandırmaya çalışan birer uyanıktır.”[4]

Belediye sosyalizmi anlayışı, Lenin’in tabiriyle, “sosyal barış ve sınıflararası uzlaşma” düşleri kuran Fabyusçulardan bugünün Türkiyeli sosyalistlerine uzanan bir hattır. Aynı ahmaklık ve uyanıklık, bugün de dil buluyor. Tayyip’ten Ekrem İmamoğlu’na uzanan hatta verilen destek, bu gelenekle alakalıdır. Çünkü Avrupalı sosyalistler, yıllardır Türkiyeli sosyalistleri neoliberalizme uyum sağlamayı, belediyeciliği, STK’cılığı ve liberalizmi öğretiyorlar. Türkiyeli sosyalistler, bu eğitimden geçmeyeni şef ve kadro yapmıyorlar. Eğitim, ulus-devlet eleştirisi ve bu eleştiri üzerine kurulu siyasetle alakalıdır. Neticede desteklenecek ismin önemi yoktur, belediye başkanı olması kafidir.

Sosyalistler, bu koşullarda, işçi, halk ve yoksuldan kopuk oluşlarını, daha doğrusu, onlara düşman oluşlarını, lubunculuk, kadıncılık ve çevrecilik gibi tekellerin köpürttüğü, beslediği ideolojilerle örtbas ediyorlar. Bu üç akım sayesinde sosyalistler, işçiye, halka ve yoksula küfretmeyi, hakaret etmeyi, onları küçük görmeyi öğreniyorlar. KESK, bu tweeti bu tedrisat dâhilinde atmaya mecbur. Görüş alışverişi, eğitimin bir parçasıdır. Akıl, alınmıştır.

Feleknas Uca’nın ait olduğu partinin yayın organı Mezopotamya Ajansı, depremin ilk gününde “Amed’de birkaç bina yıkıldı” haberini yapabildi. Vaat ettiği coğrafya olan Mezopotamya'yı bile göremedi. Diğer şehirlerden bahsetme gereği duymadı. Bu gerçeklikten kopukluk, sadece AKP ve hükümette yok. Ajans, sadece kendi önünü görebilmiştir, çünkü yıllardır siyaseti kendi öznelliğinden kurmayı öğrenmiş, bu bilinç yaldızlanmıştır. Bu bilince sahip olmayanlar, başkalarını önemseyenler, “ergen siyaseti” yapmakla suçlanmışlardır. Belediye solculuğu, tüm liberal solculuğu kapsayan bir ideolojidir.

* * *

Avrupa solculuğunun eğitiminden geçen örgütlerden olan Halkevleri, bugün güya devleti eleştiriyor, böylelikle kendisinin bir devlet kurumu olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor. Devleti terbiye etmek ve eğitmek için kullanılan müfredatın parçası oluyor. Çorba dağıtmak gibi lafı dahi edilmeyecek işlerle varlığını tanımlayabiliyor. Sosyalist örgütler, deprem gibi bir gerçeklikte siyaset yapmamayı seçiyorlar. Tek adama küfretmeyi siyaset zannediyorlar. O ne derse tersini söylemeyi maharet sanıyorlar. Kentsel dönüşümden pay istedikleri için ona karşı çıkıyorlar. Sol küçük burjuvazi, Tayyip'te kendisini görüyor.

Sol örgütlerin depreme müdahalesi de bu Avrupa solculuğu ve belediyeci solculuk dairesinde gerçekleşiyor. Özünde belediyeye bağlı bir yardım kuruluşu olarak sahaya iniyorlar. Devletin ideolojik aygıtlarına (DİA) ait olmayı, matah bir gelişme olarak satmaya çalışıyorlar. Halkla birer yardım kuruluşu ve DİA olarak ilişki kuruyorlar. Seçim çalışmalarını deprem yardımı kapsamında yürütmeyi vicdanlarına yedirebiliyorlar. Sosyal medyalarında hükümeti bu düzlemde eleştiriyorlar. Engels’in ifadesiyle, “millete değil, komüne” bakıyorlar. Burjuvaziyi üzmeyecek çözüm önerileri sunuyorlar.

Çünkü yıllarca solculara milleti ve devleti çöpe atarken, bebeği de öldürmeyi öğrettiler. Avrupa kaynaklı bu eğitim, milletin ve devletin sorumluluğundan kurtulmayı öğretti. Bugün aynı solcular, “devleti güçlendiririz” diye hükümeti bireyci ve liberal bir yerden eleştiriyorlar. Devleti ve milleti görmeyen öneriler sıralama yarışı içine giriyorlar. Ülkenin belediyelerle, belediyelerdeki rant paylaşımı üzerinden yönetilmesini istiyorlar. Belediye, sınıfsız-sınırsız bir siyasetin imkânı olarak görülüp yüceltiliyor.

Eskiden doksanlarda üç beş beldede belediyenin başkanlığını kazanan örgütler, buralardan bu rant sebebiyle çekildiler. Kafalarına vurdular, lokmalarını ellerinden aldılar. CHP belediyesinde bir koltuk kapan her örgüt, sosyalizm davasına ihanet etti. AB’den gelen fonlardan, KOBİ’lere akan paralardan, sendikalara dışarıdan gelen desteklerden pay isteyen örgütler, işçiye, halka ve yoksula ihanet ettiler. Bu ihanetle hesaplaşmadan, AKP’yle mücadele edilemez.

AKP ise devlet ve milletteki enkazın üzerine örtü olarak seriliyor. Kalbe mühür vuruyor, göze perde çekiyor. Bu yüzden destekleniyor. Solcuların zannettiği gibi özel, gizli ve anlamlı bir davaya, niyete, projeye ve hedefe sahip değil. Sadece devlete ve sermayeye ait basit bir aparat. Solcular şişiriyor AKP balonunu, kendi cüsseleri iri görünsün diye.

* * *

Lenin, belediye solculuğunun sınırlarına işaret ediyor, küçük burjuvanın hülyalı dünyasına teslim olmuş sosyalist harekete vereceği zarar üzerinde duruyor:

“İngiliz Fabyusçuları gibi Batı’daki burjuva aydınları da tam da sosyal barış, sınıflararası uzlaşma düşü kurdukları ve kamuoyunun dikkatini iktisat ve tüm devlet yapısının temel sorunlarından, yerel özyönetime ait küçük sorunlara çekmeye çalıştıkları için, belediye sosyalizmini özel bir ‘eğilim’ derekesine yükseltmişlerdir.”[5]

“Sosyalizmin parça parça gerçekleştirilmesine dair cahilane ve gerici ütopyanın, ümitsiz bir vaka” olduğunu söyleyen Lenin, “küçük burjuva siyasetin Aşil topuğunun, ondaki liberal burjuvazinin ideolojik ve politik hegemonyasından kurtulma konusunda gösterdiği beceriksizlik ve kudretsizlik” olduğunu söylüyor. Sosyalist hareket, hep o topuktan aldığı yarayla diz çöküyor. Küçük burjuvazi, AKP’ye ancak şeklen ve şekil için itiraz edebiliyor. İçeriğine karşı çıkmıyor, o içeriği içten içe benimsiyor.

* * *

Küçük burjuvazinin aklı, Tayyip’in karşısına gene bir belediye başkanı çıkartmaya yetiyor. Bu isimlerden biri de Lütfü Savaş’tı. “Sağdan da oy alır” denilen bu başkanı bugün vitrini kirletiyor diye aforoz ediyorlar. Küçük burjuvazi, böylece kendisini arındırıp temize çıkartabileceğini sanıyor.

Barış Pehlivan, bir programda “Muhalefet, istifa kurumuna örnek olsun. Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş istifa etsin. Çünkü ben, Lütfü Savaş’ı iki haftadır dinliyorum, onlarca açıklamasını okuyorum, inanamıyorum. Lütfü Savaş’a bakacak olursak, belediyeler, müteahhitler, yapı denetim şirketleri, inşaat şirketleri suçlu değil. E be arkadaş, ölenler mi suçlu!” diye feveran ediyor. İstifa müessesesini de Avrupalı hocalarından öğreniyorlar. Bir istifa ile tüm pisliğin üzerini örteceğini düşünüyorlar. Belediyeler, STK’lar ve sermayeden oluşan rant ağını kimse sorgulamıyor. Müşteki ve davacı ilişkisi, hukuki ilişki kuruyorlar gerçekle. Bireyden bakıp bireyden konuşuyorlar. Politik devrimci ilişki, kurulmayı bekliyor. Bu ilişki için solcuların küçük burjuva bağlarından kurtulmak gerekiyor.

Bugün solcuları “burjuva devriminde küçük-burjuva reformculuğu” ilgilendiriyor, “burjuva bir zemin üzerinden küçük burjuvanın her türden yatıştırma politikasına karşı yürütülecek proleter mücadelenin koşulları değil. Solcuları, “mücadelenin özgürlüğü değil, küçük burjuva reformculuğunu elinin tersiyle itecek proletarya değil, sadece küçük burjuvanın saadeti” [Lenin] ilgilendiriyor. Deprem meselesi de bu küçük burjuvanın vicdani ve fikri rahatlığı, kolektif olana düşmanlığı düzleminde ele alınıyor. İçten içe hepsi, hep bir ağızdan “Nüfus zaten çok fazlaydı!” diyorlar. Bu söz ve siyasetin epey güçlü olduğunu pandemi döneminden gayet iyi biliyoruz.

Eren Balkır
21 Şubat 2023

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Kıvam”, 28 Kasım 2019, İştiraki.

[2] Yadullah Shahibzadeh, Marxism & Left-Wing Politics in Europe and Iran, Palgrave Macmillan, 2019, s. 243.

[3] Frederick Engels, “Engels to Karl Kautsky”, 4 Eylül 1892, MIA.

[4] Frederick Engels, “Engels to Friedrich Adolph Sorge”, 18 Ocak 1893, Collected Works içinde, Cilt 50, Lawrence & Wishart, 2010, s. 83. Türkçesi: İştiraki.

[5] V. I. Lenin, “Municipalisation of the Land and Municipal Socialism”, Collected Works, Cilt: 13, Progress Publishers Moskova 1978, s. 359. Türkçesi: İştiraki.

22 Şubat 2023

,

Mesut Ahmetzade ve Silâhlı Mücadele


Puyan’ın broşürü, isyanı tetikleyecek, kitleleri ona ikna ve teşvik edecek eserdi. İran’da politikleşen üniversite öğrencilerine devrimci Marksist eylem kılavuzunu temin edecek yöntemsel tarz ve matematiksel akıl ise Mesut Ahmetzade’de mevcuttu.

Ahmetzade’nin çalışması, kolayca, eyleme geçme ihtiyacı duymadan, rahat koltukta okunacak bir eser değildi. Broşür, silâhlı mücadelenin neden rejimin yıkılması için başvurulacak yegâne taktiksel ve stratejik seçenek olduğunu tüm ayrıntılarıyla tartışıyordu.

Puyan’ın ve Ahmetzade’nin 1970 yılının bahar aylarında ve yaz sonunda kaleme aldığı broşürler, İran’daki eylemci öğrencilerin politik kültürünü ve görüşlerini değiştirdiler. İki çalışma, yeraltında kaynayıp duran bir görüşe veya fikre ses oldu, ihtiyaç duyduğu meşru zemini ve yönü temin etti.

1971-1972 öğrenim yılında Tahran Üniversitesi’nde ve tüm İran üniversitelerinde sayıları giderek artan eylemci öğrenciler, silâhlı mücadele ilkesinin rejime karşı başvurulacak yegâne mücadele yöntemi olduğuna inanıyorlardı.[1]

Puyan ve Ahmetzade’nin broşürleri, sadece silâhlı mücadelenin kabulüne yol açmadı, ayrıca muhalefet ve mücadele düzleminde politik dernek faaliyetleriyle oyalanan yaklaşımın reddedilmesini sağladı. Bu ikili, anlamlı bir mücadelenin politik faaliyetler ve sendika faaliyetleri üzerinden yürütülmesi gerektiğine dair anlayışı çöpe attı. Siyahkel saldırısı sonrası bu tür isimlerin yazılarında salt politik, kültürel ve sendikal çalışmayla ilgilenenleri ifade eden “eylemci işçi” tabiri, kötü anlamda kullanılmaktaydı. Bu tabir, “Şah’ın rejimini yıkmak yerine hayatta kalmayı öne alanlar”ı ifade ediyordu. Politik aktivizmle yürütülecek mücadeleye inanan Marksistlerle silâhlı yola inanan Marksistleri birbirinden ayırmak, Puyan ve Mesutzade’ye düştü.[2] Bu iki isme göre, politik aktivizm ve silâhlı mücadele, birbirini dışlayan, insanı “ya o ya o” tercihiyle baş başa bırakan seçeneklerdi.

Silâhın Ele Alınacağı Zamana ve Nasıl Alınacağına
Dair Klasik Görüşlerin Açıklığa Kavuşturulması

Puyan da Ahmetzade de Lenin’in devrimin temel kanunu belirlediğini, buna göre, “sadece alt sınıflar eskisi gibi yönetilmek istemediklerinde, üst sınıflar eskisi gibi yönetemediklerinde, ancak o vakit devrimin muzaffer olabileceğini” biliyorlardı.[3] İkili, aynı zamanda Lenin’in işçilerin büyük çoğunluğunun devrimin gerekliliğini idrak etmesinin ve hayatlarını devrim için feda etmeye hazır olmasının gerektiğine dair vurgusundan da haberdardı.[4] Bu koşulların İran’da bulunmadığını biliyorlardı. Ama bir yandan da, Ahmetzade’nin ifade ettiği biçimiyle, devrimci Marksistler, demokratik olmayan hâlin ömrünü uzatan eylemsizliği kabullenmek istemiyorlardı, çünkü gerçeğe devrimci ecdadının ve haleflerinin belirlediği sosyopolitik genellemeler ve kurallarla bakıyorlardı.

Ahmetzade’nin ifade ettiği biçimiyle, Marx ve Engels’in devrime dair ilk yazılarını yazdığı günden beri dünyadaki koşullarda yaşanan değişiklikler, Lenin’i başarılı bir devrimin önkoşulu olarak “öncü örgüt” kavramını gündeme getirmeye itti. Devrim rüzgârı Doğu’yu kasıp kavurduğunda, öncü örgütün rolü üzerinde daha fazla duruldu.[5] Farklı zamanlarda, yerlerde ve koşullarda farklı yaklaşımlara ihtiyaç vardı. Neticede Çin’deki özel koşullar, Mao’yu sırtını Marx’ın devrimci bir sınıf olarak görmediği köylü kitlelere yaslamak zorunda bırakmamış mıydı?[6]

Farklı bir zaman ve mekândan konuşan Ahmetzade, Küba’daki koşulları temel alan Castro’nun devrime öncü örgütün öncülük etmesinin şart olduğunu, ama bu partinin ille de Marksist-Leninist bir parti olmasının gerekmediğini tespit ettiğini söyledi.[7] Ahmetzade’nin değerlendirmesiyle, İran’da ne işçi sınıfı ne de köylüler devrimci bir durum içerisindeydi. Dolayısıyla, eğer devrim olacaksa, silâhlı öncü, devrimci aydınlardan oluşmalıydı. Oysa öncesinde bu aydınların devrime liderlik etmesi meselesi, teorize edilmiş, kabul görmüş veya onaylanmış bir husus değildi.

Rusya’da Lenin, Marx’ın öngördüğü, kapitalizm içinde üretim güçlerinde yaşanacak gelişmeyi bekleme fikrinden vazgeçti. Lenin, aynı zamanda sayıca çok, politik açıdan bilinçli proleter sınıfın oluşmasını ve kapitalizmin ekonomik açıdan çökmesini bekleme fikrini de reddetti, bunların toplumsal devrimin önkoşulları olduğu fikrine karşı çıktı. Lenin, 1917’de Rusya’nın o geri kalmış, temelde köylülüğe dayanan ekonomisinin Marx’ın sosyalist devrimin gerçekleşmesinden önce yaşanacağını söylediği, teknolojik açıdan gelişmiş kapitalist üretim tarzına hiç benzemediğini fark etti. Sınıf bilinçli modern işçi sınıfının yokluğunda Lenin yeni bir yola girdi. Marx’ın proletaryanın liderlik rolüne dair tespiti yerine proletarya ve köylüleri temsil eden, merkezileştirilmiş partinin öncü rolüne vurgu yaptı. Lenin’in partisi, esas olarak profesyonel entelektüel devrimcilerin kontrolündeydi.

Rusya’daki özel koşullar, Lenin’in Marx’ın devrimin failleri ve tarzı ile ilgili teorisini benimseyip bir miktar değiştirmesini gerekli kıldı. Marx’ın devrim teorisini ülkelerin sosyopolitik gerçeklerine uyarlama işlemine, sonrasında Çinli ve Kübalı devrimciler de başvurdular. Marksizmin genel devrim teorisi, ülkelerin sosyo-ekonomik ve politik formasyonlarına göre tadil edilip özelleştirildi. İranlı devrimci Marksistlerin Marx ve Lenin’in özgün formüllerini ülkedeki Şahlık rejimini yıkmak için benzer şekilde tadil etmemeleri için ortada hiçbir sebep yoktu.

Puyan’ın silâhlanma çağrısının hemen ardından yazılan broşüründe Ahmetzade, acilen eyleme geçilmesinin şart olduğunu söylemekle kalmadı, aynı zamanda bu eylemin gerekçelerini de sıraladı. Castro’nun “Devrimler devrimcilere ihtiyaç duyarlar” ve “Kendilerini öncü olarak teşkil etmek, devrim yapmak isteyenlerin hakkı ve görevidir” sözleri, hem Puyan ve Ahmetzade’de hem de etraflarındaki militan çevrelerde yankı buldu.[8] Henüz 23 yaşında olan Ahmetzade, tüm zamanları kuşatan Marksist-Leninist kanunları, formülleri ve genellemeleri temel alan Tude’ye ait kitabi yapıya elde kılıç saldırdı. Dolayısıyla, Ahmetzade’nin broşürü, sadece Şahlık rejiminden kurtuluş için kaleme alınmış bir el kitabı değil, Marksist devrimcileri devrimci olmayan Marksizmin teorik planda dayattığı deli gömleğinden kurtulsunlar diye atılmış bir çığlık olarak görülmeli.

Bereketli Geçen Ricat Süreci

Mesut Ahmetzade, Hem Taktik Hem de Strateji Olarak Silâhlı Mücadele isimli çalışmasının yazım sürecini Ağustos 1970’te tamamladı. 22.000 civarında kelimeden oluşan ve ilk başta Devrimci Şiddetin Gerçekleştirilmesi adı verilen bu risale, Ahmetzade’nin kendisini eve kapattığı, geri çekilme sürecinin ürünüydü. Bir daktiloyla Tahran’ın güneyindeki Şadman Caddesi’nde bulunan, Celâl Nakkaş’ın güvenli evine bir ay süreyle kendisini kapattı.[9] 1970 yılının baharında Tahran’da Ahmetzade’nin sık sık ziyaret ettiği politik grup, dönemin diğer Marksist entelektüel çevreleri gibi bir yol ayrımındaydı. Beş yıllık düşünme pratiği ve ideolojik eğitimin ardından bu Bican Hirmanpur’un etrafında toplaşmış olan küçük çalışma grubu, ileride ne yapılacağına karar vereceği bir eşiğe gelip dayandı. Gruba göre, uygun taktikleri ve stratejileri içeren bir yol haritasına, aynı zamanda örgütsel yapılara ihtiyaç vardı. Ahmetzade’nin yazısı, tam da bu amaç doğrultusunda kaleme alındı.[10]

Grubun ana hedefi, rejime karşı verilecek mücadele için uygun araçları belirlemekti. İran’ın sosyo-ekonomik gerçeklerinin incelenmesine dönük çalışmalara odaklanan grup, bilhassa toprak reformu meselesini ele aldı. 1969 yılının sonlarından itibaren, uzun bir teorik çalışmanın ardından, grup üyelerinden İran’ın sosyopolitik ve ekonomik koşullarına dair kişisel değerlendirmelerini, bunun yanında, Şah karşıtı mücadelenin sürdürülmesi için önerdikleri uygun araçları paylaşmaları istendi.[11]

Hem Taktik Hem de Strateji Olarak Silâhlı Mücadele isimli çalışma, Mesut Ahmetzade’nin değerlendirmesini içeriyordu. Bu broşürde Ahmetzade, silâhlı mücadeleye dair savunusu için belirlediği gerekçeleri sunmaktaydı. Daha da önemlisi, Ahmetzade çalışmasında, grubun netleştiği hususları izah ediyor, ardından da sahadaki gerçekler konusunda ulaştığı farklı sonuçları aktarıyordu. Zevahire fazla takılan grup, gene de doğru mücadele yönteminde karar kılmış, sabit fikirli olduğuna dair şüpheleri bir biçimde dağıtmıştı.

Ahmetzade çalışmasında, kendisi de dâhil tüm yoldaşlarının, önce Leninist geleneğin şart koştuğu, proleter bir partinin kurulması fikrini savunduklarından, sonra silâhlı mücadele fikrine destek verdiklerinden bahsediyordu. İran’da proleter bir partinin kurulmasında yüzleşilen, aşılması zor sorunları tespit eden grup üyeleri, başka seçeneklere baktılar. Nihayetinde grup, ilk elden başvurulacak çözüm yolu ve proleter partinin kurulması için gerekli önkoşul olarak gördükleri silâhlı mücadele yolunu benimsedi.[12]

Havana’dan Meşhed’e, Oradan Tahran’a Uzanan
Yolculuğu Etkileyen Bir İsim Olarak Debray

Hem Taktik Hem de Strateji Olarak Silâhlı Mücadele isimli çalışmada uluslararası devrimci Marksizmin izlerini tüm çıplaklığıyla görmek mümkün. Ahmetzade’nin yazısı, teorik tartışma süreci dâhilinde grubun ilk önce Régis Debray’nin Devrim İçinde Devrim mi? kitabını okuyup analiz ettiğini, ardından, kitabın yaptığı tespitlerin İran’daki sosyo-ekonomik koşullara uygulanamayacağı sonucuna ulaştığını ortaya koyuyor.

Grup üyeleri, tartışma süreci sonrası Küba’daki gibi bir silâhlı mücadeleyi başlatma fikrinden vazgeçtiler. Ama sonra grup, kitaba geri döndü, içeriğini tekrar gözden geçirdi ve Debray’nin teziyle Küba’nın çizdiği yola onay verdi.[13] Puyan’a atfedilen bir değerlendirmeye göre, Debray’nin kitabı, Meşhed’deki devrimci çevre tarafından eleştirilip, dile getirdiği ana tez reddedildikten sonra kitaba geri dönülmesini ve yeniden incelenmesini sağlayan, Ahmetzade’ydi.[14] Debray’nin metni ikinci kez okunduktan sonra kitaptaki fikirler benimsendi. Bu fikirlerin büyük bir bölümü Ahmetzade’nin yazılarında yankılandı.

Hem Taktik Hem de Strateji Olarak Silâhlı Mücadele isimli broşür, birçok yerde Régis Debray’nin manifestosuna atıfta bulunuyor ve argümanlarından bolca istifade ediyordu. Debray’nin metni Ahmetzade’nin eline Hirmanpur sayesinde geçmişti. Hirmanpur, kitabı Tahran’daki Menuşehri Caddesi’nde bulunan Cihan veya Gutenberg Kitabevi’nden almıştı. Hirmanpur’un satın aldığı ve Ahmetzade’ye verdiği baskı, 1967 yılında Monthly Review Press’in bastığı İngilizce tercümesiydi. Kitabın son çevirisini de Ahmetzade daktiloya geçmişti.[16]

Nimet Mirzazade’nin aktardığına göre, Eylül 1968’in başlarında bir gün saat 14 civarı Meşhed’deki devrimci Marksist grubun kurucu üyeleri Puyan, Mesut Ahmetzade, Behman, Hamit Tevekküli ve Sait Ariyan, Nimet’in evinde toplandı. Yan yana oturan Ahmetzade ve Aceng, Devrimde Devrim mi? isimli eserin İngilizce versiyonunun iki fotokopisi baskısını çantalarından çıkarttı. Sonra Farsça çevirisini masaya koyup ikisini birlikte incelemeye başladılar. Saat akşam 9’a dek süren bu toplantıda Puyan, Mirzazade’ye Debray’nin kitabının Farsça çevirisinin yayına hazırlık sürecini yönetme işini verdi. Mirzazade’nin dediğine göre, kitabın nihai Farsça çevirisinin Ahmetzade ve Aceng elinden çıkmasının daha güvenli ve daha doğru olacağı sonucuna varıldı. O dönemde Behman Aceng, Meşhed Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyordu.[17]

Silâhlı mücadeleyle ilgili kitabında Ahmetzade, Debray’nin teorilerini eleştiren Batılı ve Latin Amerikalı aydınların ve eylemcilerin önemli makalelerine de atıfta bulunuyordu.[18] Monthly Review Press, aynı dönemde, Debray’nin kitabını eleştiriye tabi tutan bir dizi makaleyi Régis Debray ve Latin Amerika Devrimi başlıklı bir kitapta bir araya getirmişti.[19] Bu kitaba yapılan atıfların da ortaya koyduğu biçimiyle, Ahmetzade ve grubundaki diğer genç devrimciler, konuyla ilgili yürütülen teorik tartışmalardan haberdar olma imkânı bulmuştu. Ahmetzade’nin metninde aktarılan uzun pasajlardan ve yapılan atıflardan anlaşıldığı kadarıyla, İran’da silâhlı mücadelenin ilk teorisyenleri yaygın olarak bilinip okunmaktaydı.

Geçmişten Öğrenmek

Ahmetzade, İran’ın o dönemde yaşadığı sorunların kaynağını 1953 darbesi olarak görüyordu. Kanaatine göre, darbe sonrasında rejim, tüm milliyetçi ve antiemperyalist politik örgütleri tasfiye etmişti.[20] Tude’nin darbe öncesinde ve sonrasında sergilediği ihanet ve yaptığı yanlışlar, sorunları daha da derinleştirmişti. Ahmetzade, Tude’nin eylemlerinin devrimci aydınların partiye olan güvenlerini yok ettiği düşüncesindeydi. Partinin mirasını eleştiren Ahmetzade’nin tespitiyle, İran’da darbeden sonra devrimci aydınları Musaddıkçı örgütler örgütlemişlerdi. Sadece “zorun ve süngünün dilini konuşan düşman”la yüzleşen Milli Cephe’nin arkasında olduğu politik hareketlilikler ve grevler, yenilmeye mahkûmdu.

Eski mücadele yöntemleri ve “hukuk düzeninin tesis edilmesi ve seçimlerin özgürce yapılması” ile ilgili o demode slogan, artık hükmünü yitirmişti.[21] Milli Cephe ve ona bağlı politik yapılar etrafında gevşek bağlarla bir araya gelmiş olan güçler, 5 Haziran 1963’teki isyan sonrası hızla dağıldılar ve ezildiler. Bu noktada Ahmetzade, bir kez daha, “eli süngülü cüssesi ağır canavarın her yerde hâkimiyetini tesis ettiğini” söylüyordu.[22] O, protestoyu ifade etmek için kullanılan eski politik yöntemleri, “düşmana karşı verilen mücadeleye mani olan prangalar” olarak nitelendiriyordu.[23]

Ahmetzade, 5 Haziran 1963 sonrası rejim karşıtı mücadelenin geri çekilmesini, rejimin “mücadeleyi şiddet araçlarıyla ezmede gösterdiği başarı”ya bağladı.[24] Bu tarihsel nirengi noktası, politik eylemcilerin psikolojisini harap etti. Artık yasal ve parlamentarist yöntemlerin de (1960–1962) kendiliğinden ilerleyen sokak siyasetinin de politik değişimi tetikleyecek kudrete sahip olamayacağı görülmüştü. Kendi kuşağının zihin dünyasını özet bir biçimde aktaran Ahmetzade, “halkın mücadelesinin mağlup olduğu, devrimci aydınlarımızın teorik ve pratik deneyimlerden mahrum kaldığı baskı ve terör koşullarında her şeye yeniden başlamanın zaruri olduğunu” söylüyordu. “Yeni komünist hareket, ancak böylesine farklı koşullarda ayağa kalkar, güçler, ancak bu gerçeklikte toparlanmaya başlar”dı.[25]

Eskinin Tabularından Kurtulmak

Ahmetzade, kendi kuşağının politik düzlemde çıkmaz sokağa girmiş olması konusunda eski kuşağı sorumlu tutuyordu. Faydalı politik teorinin, deneyimin ve bilginin eski politik eylemcilerden yeni eylemcilere aktarılmasını sağlayacak kanalın mevcut olmaması konusunda şikâyetlerini dile getiren Ahmetzade, bir yandan da bu eksikliği özgürleştirici buluyordu. Eski muhalif politik teorilerin ve örgütlerin yüzleştiği iflas, yeni düşünme pratiğini mümkün kılmıştı.

Genç Ahmetzade, Tude ile Milli Cephe’nin politik mirasına itiraz eden, bu itirazın ardından cesur adımlar atan tek isim değildi. Başka uluslara mensup Marksist devrimcilerle aynı telden konuşan Ahmetzade, “bugün gerçek Marksizm-Leninizm, içi yeniden doldurulması gereken boş bir kabuk gibi görünüyor” diyordu.[26]

Ahmetzade, aynı düzlemde, kendi kuşağının önceki politik fikirlerden ve geleneklerden hem ülke gerçekliğinde hem de uluslararası düzlemde koptuğunu gür bir sesle dile getiriyordu. Ona göre, devrim ruhunu güçlendirmek, halkın heyecanını artırmak için Marksizm-Leninizm yeniden ve devrimci bir tarzda okunmalıydı. Bu yeni okuma, onu Mao’nun düşüncelerine ve Küba Devrimi’nden derinlemesine etkilenmiş olan görüşlere götürdü. Eski versiyonlardan farklı olan bu Marksizm-Leninizm anlayışı “en kararlı devrimcilerin elinde onlara yön verecek bir meşaleye dönüşecek, onların ilham kaynağı olacak”tı.[27]

Ahmetzade’nin ısrarla dile getirdiği bir konu da İran’daki somut sosyopolitik koşullardı. Tespitine göre, ülkede kendiliğinden oluşmuş kitle hareketlerinden eser yoktu. İşyerlerinde polisin varlığına bağlı olarak işçi örgütlerine ve sendikalara rastlanmıyordu. Polisin gözü önünde devrimcilerin işçilerle temas kurması ve bir sendika veya işçi hareketi meydana getirmesi mümkün değildi. Bu tür hareketleri inşa etmeye dönük çalışmalar başarılı olsalar bile polis, onları hızla eziyordu.

Ahmetzade’nin de kabul ettiği biçimiyle, bu koşullarda işçiler ne mücadeleye dâhil olacak durumdaydı ne de politik bilinç edindiğine dair ortada bir emare mevcuttu. Neticede işçi örgütlerinin kendiliğinden ortaya çıkmasını beklemek, gerçeğe aykırı bir tutumdu.[28] Klasik Marksizm-Leninizmi temel alan değerlendirmesi dâhilinde İran’daki koşulları ele alan Ahmetzade’ye göre, ülkede silâhlı ayaklanmayı mümkün kılacak bir gerçeklik mevcut değildi.

Leninizmde görülen, kendiliğinden kitle hareketlerinin eylem alanına akın etmesinin devrimci ayaklanma için önkoşul olduğuna dair tespiti değerlendiren Ahmetzade, bu türden kendiliğinden kitle hareketlerinin İran’da neden bulunmadığını, bu yokluğun sebeplerini anlamaya çalıştı. Daha da önemlisi, Ahmetzade, bu yokluğun politikada yol açtığı sonuca bakıp bir çıkarımda bulunmaya çalıştı. Devrim öncesi Rusya’daki koşulları İran’daki koşullarla kıyaslayan Ahmetzade, iki ülkenin ortak hiçbir yönünün bulunmadığı sonucuna ulaştı.[29] Rejimin başvurduğu terör ve şiddet temelli politika, kitleleri sosyopolitik hareketlerden uzaklaştırmış, politikleşmeye dair korkuyu kökleştirmiş, aydınların kitlelerle temas kurmasına mani olmuştu.[30] Rejim, baskıcı yöntemlerle ülkeyi yönettiği sürece kitlelerin politik bilinç elde etmesi imkânsızdı.

Ahmetzade, kendiliğinden kitle hareketlerinin yokluğu konusunda devrimci faillerin, liderlerin ve örgütlerin zayıflıklarında suç buldu.[31] Muhtemelen 19 Ağustos 1953 darbesini önceleyen o üç güne ve 1963 Haziran’ındaki isyan öncesi günlere atıfta bulunan Ahmetzade, devrimci liderleri, kitleler eyleme geçmeye hazır oldukları anda onları harekete geçirip örgütleyemediler diye ağır bir dille eleştiriyordu. Politik alana dair sağlam tespitlerde bulunamayan, kitlelere liderlik edemeyen bu kişiler, kitleleri uzun sürecek, hayal kırıklığının, ümitsizliğin ve ataletin damga vurduğu bir sürecin içine soktu.[32]

Meseleyi klasik Marksizm-Leninizmden farklı ele alan Ahmetzade, nesnel devrimci koşulların kendiliğinden kitle hareketleri yok diye mevcut olmadığı çıkarımında bulunulmaması gerektiğini söylüyordu. Kanaatine göre, ülkede nesnel devrimci koşullar mevcuttu, ama o, bu koşulları klasik görüşten farklı ele alıyordu.

Ahmetzade, risalesinin sonlarında eylemden uzak duran ve sürekli hariçten gazel okuyan devrimcilere saldırdı. “Kendiliğinden kitle hareketlerinin yokluğunda nesnel devrimci koşulların bulunmadığı, devrimci dönemin başlamak üzere olmadığı sonucuna ulaşmak ne kadar doğru?” sorusunu soran Ahmetzade, bu soruyu “ben böyle düşünmüyorum” diye cevaplıyordu. Eylemsizliği nesnel devrimci koşulların yokluğu bahanesi üzerinden önerenler, ona göre, “oportünist, işbirlikçi ve reformist”ti. Bu tür bahanelerin ardına saklananları “eylemsizliği meşrulaştıran politik korkaklar” olarak nitelendiriyordu.[33] Ona göre, devrimci dönem başlamak üzereydi.

Silâhlı ayaklanma konusunda eskiden beri dillendirilen önkoşulların ülkede bulunmadığı dönemde Ahmetzade, İran’ın devrimci eyleme hazır olduğunu söylüyordu. Politik bilince sahip entelektüel devrimciler, ülkede mevcuttu, devrim istiyordu ve bunlar radikal bir değişimin faili olabilirlerdi. Ahmetzade’ye göre, rejim, devrimin önkoşullarının ortaya çıkmasına mani olsa da statükoyu değiştirme hedefi terk edilemezdi. Sürece müdahale etmek ve rejimin oluşmasına mani olma konusunda artık zorlandığı koşulları yaratmak, entelektüel devrimcilerin sorumluluğundaydı.

Klasik Marksist determinizm anlayışını terk eden Ahmetzade, devrimci Marksist iradeciliği savunuyordu. Eylem için gerekli teorik gerekçeyi temin etmek adına sonrasında teorik hasımlarının eline geçecek olan yeni bir kavram üretti. Ona göre, “devrimin nesnel koşullarının hazır olduğunu ortaya koyan öznel tezahürler” söz konusuydu.[34] Bunun kanıtı da devrimciler arasında hâkim olan coşku ve tutku, devrime uzanan doğru yolu bulmak için kesintisiz bir biçimde arayış içerisinde olmaları, polisin devrimcilere yönelik amansız saldırıları, devrimcilerin hapse atılması, işkence görmesi, katledilmesiydi. Ahmetzade, kendince işlettiği muhakeme süreci dâhilinde yeni önkoşullar belirliyordu. Ona göre, bu tümüyle farklı önkoşullar İran’da mevcuttu ve bu hâliyle silâhlı mücadelesine dönük vurgusunu haklı çıkartıyordu.

Ahmetzade’ye göre, İran’da devrimin önkoşullarının bulunduğuna dair diğer kanıt da “tüm ezilen sınıflara mensup çok sayıda savaşçı birliğin ve örgütün varolması”ydı.[35] Bu bahsini ettiği devrimin nesnel koşulları vardı, çünkü entelektüel devrimciler, eylem hazırlığı yürütüyor, baskıya rağmen başkaldırıyorlardı.[36] Ahmetzade, çizdiği resme son fırça darbesini de indirdi ve başlamak üzere olan silâhlı eylemlerin klasik devrim koşullarının olmadığı durumda da meşru olduğunu söyledi.

Ona göre, demokratik ve yarı-demokratik ülkelerde politik haklar mücadelesi ve sendikal mücadele vermek mümkündü. Bu koşul, işçi sınıfının politik açıdan olgunlaşması için gerekli imkânı sunuyordu. Şiddet araçlarını geniş kapsamda ve derinlemesine kullanan diktatörlüklerde şehir proletaryasının da köylülerin de örgütlenme veya harekete geçme imkânı bulunmuyordu.[37]

Ahmetzade’nin asıl ispatlamak istediği şey şuydu: İradecilik devreye girmezse, İran’da devrimin öznel ve nesnel koşulları gelişip olgunlaşamazdı. Yeni politik bilince kavuşmuş, genç okurlarına bu noktada doğru ve olgun devrim koşulunu ve momentini beklemenin Godot’yu beklemekten farksız olduğunu söyleyen Ahmetzade’ye göre, bu türden bir konum, toplumsal sorumluluğu terk edip pratikte statükoyu kabullenmekten başka bir anlama sahip değildi.[38] Klasik Marksizm-Leninizmden belli ölçüde uzaklaşmış olan Ahmetzade, bu noktada devrimci entelektüel öncünün önemine vurgu yapmak adına, kitaba aykırı bir soru soruyordu: “Ayaklanmanın halkın işi olduğunu kim söyledi?” Bu soruya verdiği cevapta Ahmetzade, devrimi halkın başlatmadığı Küba’daki başarılı deneyime atıfta bulunuyordu.[39]

Devrimci Öncünün Silâhlı Mücadelesi

Ahmetzade, devrimci öncüyü silâhlı mücadele yürüten güç olarak tanımlıyordu.[40] Rejimin hiçbir şeyden etkilenmeyen, sonsuza dek hegemonyasını muhafaza edecekmiş gibi görünen bir güç olarak tesis edilmiş imajına indirilecek darbeler, halka mücadelenin başladığını gösterecekti. Ama mücadelenin ilerlemesi ve başarısı, halkın desteğine ve katılımına bağlıydı.[41] Ahmetzade, öncünün mücadeleyi başlatmasıyla birlikte rejimin baskı araçlarıyla boğduğu, “kitlelere ait, henüz sırda olan tarihsel enerjisinin zamanla açığa çıkacağını” düşünüyordu.

Ahmetzade’ye göre, uzun soluklu silâhlı mücadele süreci, kitleleri hem tarihsel rolleri hem de yenilmesi mümkün olmayan güçleri konusunda bilinçlenmelerini mümkün kılacaktı.[43] Ziya Zarifi ve Puyan gibi Ahmetzade de silâhlı mücadelenin başlayıp ve devam ettirilmesiyle birlikte kitlelerin hareketi de doğalında ivme kazanacaktı. Bu itki ise kitleleri mücadeleye çekecek, neticede de düşman mağlup edilecekti. Dolayısıyla, aslında Ahmetzade, devrimi yapma konusunda sadece devrimci aydınlara sırtını yaslama fikriyle teorik planda gerçekleştirdiği sapma dâhilinde, bunun geçici ve ara dönemde uygulanabilecek bir çözüm olduğunu, bu yolun İran’daki özel koşullara uygun düştüğünü düşünüyordu.

İran’ın özgül yanlarını ve “son elde edilen devrimci deneyimler”i temel alan Ahmetzade, devrimin “genel yol”unu veya “genel strateji”sini sunuyordu. Küçük bir silâhlı öncü, ayaklanmayı başlattığında, bu ilk saldırının gücü kitleleri, o büyük motoru zamanla dürtüp harekete geçirecek ve mücadeleye katılmasını sağlayacaktı. Düşman, kitlelerin, büyük motorun harekete geçmesi ardından mağlup edilecekti. Bu sebeple hareket, uzun soluklu bir silâhlı çatışma sürecine mecburdu.[44] Ziya Zarifi ve Puyan gibi Ahmetzade de şu uyarıyı yapma ihtiyacı duyuyordu: Gerillaların silâhlı eylemleri ve rejimin sonrasında uyguladığı terör sebebiyle dökülen kan ve çekilen acı, kitlelerin rejimden nefret edip ondan kopmasını beraberinde getirecekti. Ahmetzade’nin kanaatine göre, rejimin yanından uzaklaşmasıyla kitleler, rejime yönelik silâhlı fokonun indirdiği darbelerle bunun en uygun savaş yolu olduğunu ortaya koymasıyla birlikte, mücadeleye gireceklerdi.

Ahmetzade’ye göre, savaş sahasına girildiği aşama çok önemliydi. Rejimin yenilmez olduğuna dair zihinlere yerleşmiş inancı ortadan kaldırabilecek tek şey, askeri operasyonlardı. Metinde iki yerde Debray’nin “yıllarca birikmiş korku ve tevazu” ifadesini kullanan Ahmetzade, İran’da bu ruh hâlinin halkın inanç sisteminin parçası hâline geldiğini söylüyordu.[46] Ona göre, bu “yıllarca birikmiş korku ve tevazu”nun hâkim olduğu ruh hâli, ne sözle ne de politik propaganda ile değiştirilebilirdi. O sözün ve politik propagandanın yerini silâhlı eylemler almalıydı. Ahmetzade kaleme aldığı broşüründe, tüm devrimci örgütlere, mümkün olduğuna kanaat getirdikleri her noktada politik-askeri eylemler gerçekleştirme çağrısı yaptı.[47]

Ali Rahnema

[Kaynak: Call to Arms: Iran’s Marxist Revolutionaries, OneWorld Academic, 2021.]

Dipnotlar:
[1]
ʿAli Celâl’den aktaran: M. Fathi ve B. Khaliq, Bazkhani-e jonbesh-e fadaʾiyan khalq-e Iran (n.p.: Sazeman-e ettehad-e fadaʾiyan khalq-e Iran, 1389), s. 21.

[2] Cherikha-ye fadaʾi-e khalq-e Iran, Matn-e kamel-e neveshtari-e navar-e goftegou beyn sazeman cherikha-ye fadaʾi-e khalq-e Iran va sazeman-e mojahedin-e khalq-e Iran (sale 1354), İngiltere: Cherikhay-e fadaʾi khalq-e Iran, 1393, s. 255. Bundan sonra Cherikha-ye fadaʾi-e khalq-e Iran, Matn-e kamel-e neveshtari-e navar-e goftegou olarak anılacak.

[3] V.I. Lenin, “Left-Wing” Communism, an Infantile Disorder, Pekin: Foreign Languages Press, 1970, s. 86.

[4] Lenin, “Left-Wing” Communism, an Infantile Disorder, s. 86.

[5] M. Ahmadzadeh, Mobarezeh-ye mosallahaneh, ham estrategy, ham taktik, n.p.: Sazemanha-ye jebheh-ye melli Iran kharej az keshvar (bakhsh-e khavar-e miyaneh), 1354, s. 76.

[6] Ahmadzadeh, s. 78.

[7] Ahmadzadeh, s. 86.

[8] R. Debray, Revolution in the Revolution?, Londra: Penguin Books, 1972, s. 96–97; Ahmadzadeh, s. 86.

[9] Hirmanpour, kişisel görüşme, 26 Mart 1998.

[10] Hirmanpour, kişisel görüşme, 26 Mart 1998.

[11] Hirmanpour, kişisel görüşme, 26 Mart 1998.

[12] Ahmadzadeh, s. 24, 51–53, 84–85.

[13] Ahmadzadeh, s. 24, 50–51.

[14] Ali Tolou, kişisel görüşme, Mart 2015.

[15] Hirmanpour’la bir Paris kenar mahallesinde yapılmış kişisel görüşme, Ağustos 2015,.

[16] Hirmanpour’la bir Paris kenar mahallesinde yapılmış kişisel görüşme, Mart 1998 ve Ağustos 2015.

[17] Mirzazadeh, kişisel görüşme, Mart 2015, Paris.

[18] Ahmadzadeh, s. 90, 117, 119, 122.

[19] L. Huberman ve P. Sweezy, Regis Debray and the Latin American Revolution, New York: Monthly Review Press, 1968.

[20] Ahmadzadeh, s. 19.

[21] Ahmadzadeh, s. 19.

[22] Ahmadzadeh, s. 19, 20.

[23] Ahmadzadeh, s. 19, 20.

[24] Ahmadzadeh, s. 41–42.

[25] Ahmadzadeh, s. 21.

[26] Ahmadzadeh, s. 22.

[27] Ahmadzadeh, s. 22.

[28] Ahmadzadeh, s. 62–63.

[29] Ahmadzadeh, s. 51–53, 58–60.

[30] Ahmadzadeh, s. 69–70.

[31] Ahmadzadeh, s. 64.

[32] Ahmadzadeh, s. 64–65.

[33] Ahmadzadeh, s. 63–64.

[34] Ahmadzadeh, s. 65.

[35] Ahmadzadeh, s. 65.

[36] Ahmadzadeh, s. 65–66.

[37] Ahmadzadeh, s. 83.

[38] Ahmadzadeh, s. 66.

[39] Ahmadzadeh, s. 54.

[40] Ahmadzadeh, s. 71–72.

[41] Ahmadzadeh, s. 72.

[42] Ahmadzadeh, s. 72.

[43] Ahmadzadeh, s. 72.

[44] Debray, s. 83, 108; Ahmadzadeh, s. 54, 120–121, 133.

[45] Ahmadzadeh, s. 133–134. Régis Debray’nin formüle ettiği “silâhlı foko” anlayışı, küçük öncü devrimci grubu ifade ediyor.

[46] Ahmadzadeh, s. 65, 135.

[47] Ahmadzadeh, s. 147, 151.