Her
ne kadar İran’da gerilla hareketindeki yeni dalga, kendisine sadık olan ve
hayatta kalan isimlerin o çarpıcı “Siyahkel Dirilişi”ni gerçekleştirdikleri
Cezeni-Zarifi’nin Birinci Grup’undan çıkış alsa da Fedai gerillaları, esasen
Ahmedzade’nin silâhlı mücadele teorisinin varisleri olarak ortaya çıktılar.
1967’de
İran güvenlik güçleri, “tecrit edilmiş, hayal âleminde yaşayan veya
uluslararası komploya ajan olarak hizmet eden kişiler” olarak damgaladığı
yıkıcı örgütler karşısında önemli bir zafer elde ettiler. Güvenlik güçlerinin
elinden kurtulan Ahmedzade, Puyan ve Meftahi, aynı yıl içerisinde Tahran’da bir
araya geldi ve İran “polis devleti”nin aydınları kötürüm bırakan etkilerine
karşı koyacak yolları bulmak için kolları sıvadı.[1]
Ahmedzade,
altmışlarda ve yetmişlerde ülkede teşkil edilmiş en büyük yeraltı ağına öncülük
eden isimdi. Sadece 1969-1970 döneminde örgüte elli civarında insan
örgütlenmişti. Dahası, Ahmedzade, Fedailere merkezi bir politik rol bahşeden
ilk teorisyendi. İkinci Grup’un üyelerinin diğer bir ilginç yönü ise bu isimlerin,
hepsinin farklı kuşaklara mensup olmasıydı. Cezeni ve yoldaşlarından genç olan
bu grup üyeleri, 1953’te çocuktu, reformların yapıldığı 1960-1963 döneminde ise
lisedeydi. Hiçbirisi, ne kriz döneminin (1941–53) ne de yeniden yapılanma
döneminin (1960–63) az çok demokrasi rüzgârlarının estiği havasını solumuştu.
Cezeni
ve yoldaşlarından farklı olarak, Ahmedzade ve akranları, Marksizmi Tude’nin
okulunda öğrenmemişlerdi. İkinci Grup’un kurucuları, Marksizmi kendi başlarına,
esas olarak Che ve Debray dolayımı ile Küba Devrimi’nden veya Brezilya’daki
Carlos Marighella ile Uruguay’daki Tupamaroların ortaya koydukları
çalışmalardan öğrenmeden evvel dini inanca sahip kişilerdi. Ayrıca bu solcu
kuşağının içerisinde yazar, eleştirmen, eğitmen ve sanatçı gibi kültürle meşgul
insan sayısı çok azdı.
Kültür
çalışmalarına sık sık iştirak eden Emir Perviz Puyan, eleştirilerini “Ali Kabiri” ismiyle
kaleme alıyordu. Eleştirel pedagoji alanında bir kitap kaleme almış olan ünlü
eleştirmen ve eğitmen Samed Behrengi, bir dizi çocuk kitabı yazmış, Azerbaycan
halk hikâyelerini derlemişti. Behrengi, Fedailerin gayriresmi manifestosu
hâline gelecek olan Küçük Kara Balık isimli çocuk kitabının yol açtığı
etkiyi görecek kadar yaşayamadı. Genel kanaate göre bu kitap, fedai
gerillalarından da Marksist metinlerden de daha fazla insan örgütlemeyi
başardı.
Behruz
Dehkani ve Ali Rıza Nebdil de kitap yayımlamış isimlerdi. Yaratıcı direniş
geleneğine ait olan bu Fedai örgütü mensuplarının eylemsizlik için bir tür
bahane olarak gördükleri teori için pek fazla sabrı yoktu. İkinci Grup’un üyesi
Mehdi Fetapur, bu kuşağın ruh hâlini şu cümlesiyle gayet iyi özetliyor:
“Bu kuşak, Şah’ın rejimini
toplumdaki geri kalmışlığın sebebi olarak gördü, Amerika’dan nefret etti,
mollaların dogmatik olduğunu ortaya koydu, Milli Cephe’nin sabır ve bekleme
politikasını alaya aldı, Tude’yi eylemsiz bir güç olarak kabul etti,
yurtdışındaki öğrencilerin mücadele alanına uzak olduğuna dair
değerlendirmelerde bulundu, onları tasvip etmediğini söyledi.”[2]
İkinci
Grup, Birinci Grup’a kıyasla daha az çalışma kaleme almış olsa da bu grubun
üyeleri, içinde bulundukları kuşağın terbiye edilmesi mümkün olmayan ruhunu
örgütlemeyi bildi. Dolayısıyla, İkinci Grup, eylemsizlikle geçen yıllar
içerisinde yaşanan çürüme dâhilinde yaşamsal atılımı gerçekleştirip yol açan özne
olarak görülmeli.
Bu
grubun çalışmalarını anlamak için Puyan’ın “hayatta kalma” teorisini redde tabi
tutan broşürü okunmalı. Ardından da ilk üç yıl içerisinde Halkın Fedaileri
gerillalarının resmi teorisi hâline gelmiş olan, Ahmedzade’nin silâhlı mücadeleyle
ilgili risalesi incelenmeli.
Ama
bu noktada Ahmedzade’nin örgüt içerisindeki teorik açıdan elde ettiği
popülerliğin Cezeni ve yoldaşlarının itirazlarıyla karşılandığını bilmek
gerekiyor. Bu iki ayrı silâhlı mücadele anlayışı, sonrasında 1980’de bir ayrışmayı
tetikledi. Bu iki görüş arasındaki çelişkiyi analiz etmek için Cezeni’nin Ahmedzade
ile ilgili eleştirisi incelenmeli.
Emir
Perviz Puyan, 1970 baharında Silâhlı Mücadelenin Gerekliliği ve Hayatta
Kalma Teorisine Reddiye isimli broşürünü yazdı. İkinci Grup’un merkez
komitesinin üyesi olan Puyan, bu yirmi sayfalık broşürde ülkedeki toplumsal
değişim için silâhlı mücadelenin şart olduğunu söylüyordu. Üyelerin ileride
girişilecek mücadeleye dair görüşlerini uyumlu hâle getiren bir çalışma ortaya
koyan metin, ilkin merkez komitedeki tartışmaların bir özeti olarak, örgüt
içinde dağıtıldı. Kısa bir süre sonra broşür, grup dışına çıktı ve Halkın
Ülküsü adını taşıyan Birinci Grup’un ve başka örgütlerin eline geçti.
Puyan’a
göre, mevcut politik açmazın ana sebeplerini darbe sonrası teşkil edilen polis
devletinde aramak gerekiyordu. Baskılar, politik faaliyetleri imkânsız hâle
getirmişti. En ufak demokratik imkânı ortadan kaldıran polis devleti, aydınları
tercit etmeyi bildi[3], onları militanlıktan başka bir seçeneğin bulunmadığı
bir gerçekle baş başa bıraktı. Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ını
anımsatan bir ifade dâhilinde Puyan, broşürde şunu söylemekteydi:
“Biz, halk desteği denilen
denizin içinde yüzen birer balık değiliz, daha çok timsahların ve martıların
kuşattığı, sağa sola dağılmış küçük balıklara benziyoruz.”[4]
Aydınların
yalnızlığını ve tecrit edilmişliğini dert ediniyor oluşu, esasında Puyan’ın
mensup olduğu kuşağın ana meselesiydi. Bu koşullarda bazı muhalifler, varlıklarını
tehlikeye atan eylemlerden vazgeçmek zorunda olduğuna inandılar. Bu konumu alan
örgütlerden biri de İran Devrimci Komünistler Örgütü idi. Puyan, bu örgütlerin
benimsediği teoriyi “hayatta kalma teorisi” olarak nitelendirdi ve bu teorinin
Tude kaynaklı olduğunu söyledi. Teorinin ana önermesine göre öncü, diktatörlük
koşullarında gelişemezdi ve o, ancak toplumda sessizce varolarak varlığını
gizlice muhafaza edebilirdi.
İlk
bakışta Puyan, aslında bir tür Tude karikatüründen bahsediyordu, ama broşürün
yazıldığı dönemde Tude, Şehriyari olayının açığa çıkması sonrası yaşanan hasarın
kontrol altına alınmaya çalışıldığı, oldukça zor bir dönemden geçmekteydi. Partinin
ülkede hiçbir teşkilâtı olmadığını söylemekten ve takipçilerini polis sızmalarına
karşı her şekilde korumaya teşvik etmekten başka seçeneği yoktu.
Puyan’a
göre bu durum, esasen “partinin iflah olmaz oportünizminin bir sonucu”ydu.[5] 1964’te
Maoist kanadı kesip attıktan sonra Tude, 1953 sonrası rejimi devirmekle ilgili
stratejisini terk etti ve bir kez daha Sovyet dış politikasına uygun hareket
etmeye başladı. Artık tek derdi, hiçbir amacı olmadan, ülkede yasal parti
statüsü kazanmaktı.[6] Puyan ve Ahmedzade’nin çalışmalarına şehirlerde gerilla
savaşı yürütme fikri, işte bu tarihsel bağlam dâhilinde girdi.
Puyan’a
göre hayatta kalma teorisi, “hayatta kalmak için saldırmayalım”dan başka bir
anlama sahip değildi. Onun çıkarımına göre bu taktik, sadece polise muhalifleri
yok etme imkânı sunuyordu.[7] Puyan, bu teoriyi takip edenlerin (Tude
destekçilerinin) nihayetinde ya devrimci hareketlere katılacağını ya da polisle
işbirliği yapacaklarını söylüyordu. Bu son tespitini dile getirirken aklında Şehriyari
olayı vardı.[8]
Puyan,
muhaliflerin çok net bir tercihle karşı karşıya olduklarını düşünüyordu:
“[…] ‘Hayatta kalmak için
saldırmayalım’ anlayışının yerini mevcut gereklilikler neticesinde ‘yaşamak
için hücum etmek zorundayız’ anlayışı almalıdır.”[9]
Bu
müdahalesiyle Puyan, yoldaşlarını silâhlı mücadeleye psikolojik olarak
hazırlamak suretiyle ait olduğu kuşağın içine düştüğü açmaza bir son verdi. Bu açmazı
ancak devrimci pratik çözüme kavuşturabilir, güvensizlik ve pasiflik iklimini
ancak o aşabilirdi.[10]
Bu
anlayışa göre Tude, gerçek bir işçi sınıfı partisi olabilseydi, sınıfın
kurtuluşu için mücadele ediyor olurdu. Devrimci eylem, komünist partinin
kurulması ve devrimci teorinin oluşturulması için gerekli yolu açmak”
demekti.[11] Dolayısıyla, devrimci teori, devrimci pratiğin sebebi değil, bir
sonucuydu.[12]
Devrimci
pratik, aynı zamanda işçi sınıfı öncüleri arasında ittifakın kurulmasını
sağlayan güçtü.[13] Rejime vurmak, öncüleri hep birlikte güvenlik güçlerinin gerçekleştirdikleri
baskınlardan kurtarabilirdi, dolayısıyla militan öncülerin birliği bu sayede
tesis edilebilirdi. Bu sebeple artık militan örgütler, salt beka için mücadele
eden güçlerin arasına katılmalıydı. Ama bu, gene de aralarındaki bağ gevşek olan
bir ittifaktı:
“Birbirine yaklaşmak,
hatta birleşmek, birlik olmak demek değildir. Proletaryanın politik örgütünün
birliğini ortaya çıkaracak Marksist-Leninist kadroların örgütlü birliği, ancak
ve ancak devrimci şiddetin uygulanışının zaman içinde en yüksek noktasına
vardığı şartlar altında ortaya çıkabilir.”[14]
Gerillalar
operasyon yürütmeye başladığında, düşman daha sert bir şekilde saldırmak
zorunda kalır, bu da rejimin baskıcı niteliğini işçilerin görmesini sağlar.[15].
Cezeni
gibi Puyan da silâhlı mücadelenin politik örgütün varolma imkânı bulamadığı
koşullarda kitleleri harekete geçireceğini umuyordu. Bu yaklaşım üzerinden
Puyan, birleşik işçi sınıfı partisinin devrimci mücadeleden önce
kurulamayacağını, çünkü partinin mücadelenin bir sonucu olduğunu düşünüyordu. Bu
tespit, Puyan’ı hayatta kalma teorisinde gördüğümüz, sınıf partisinin uygun momentte
ortaya çıktığını söyleyen yaklaşımını çöpe atması için gerekli zemini teşkil
etti. Bahsi geçen “uygun moment” esasında hiçbir zaman gelmeyecek, metafizik
bir kurguydu. Bu moment gelse bile devrimciler olarak bizlerin onun ne zaman
geleceğini bilmemizin imkânı yoktu.[16]
Peki
devrimci teori ile öncü partiyi devrimin önkoşulları listesinden
çıkarttığımızda elimize ne kalır? Leninist önkoşulların yerini aydınlar alır. Puyan
çalışmasında, sezgisel düzeyde aydına öncü konumu bahşeder, böylelikle kitleleri
aydınların temsil etmesi meselesinin üzerinden atlar. Ona göre, işçileri
pasifize etmek için hâkim güçlerce kullanılan yavan popüler kültürü ancak
aydınlar altüst edebilir.[17] İran’ın genç ve geri kalmış işçi sınıfını kültürel
beyin yıkama faaliyetlerinin etkilerinden ancak aydınlar kurtarabilir. İran
işçi sınıfı, neticede zihinsel düzlemde “on sekizinci yüzyılda yaşamaktadır,
ama yirminci yüzyılda bir tek imtiyazdan, polis idaresinden istifade
etmektedir.”[18]
Silâhlı
mücadele aracılığıyla aydınlar, işçi sınıfını hâkim kültürden kopartmak için rejimin
mutlak kontrolüne dair imajı ortadan kaldırmalıdırlar.[19] Dahası, “proleter
aydınlar”, devrimci pratiğe girerek tecritten kurtulmalı, böylelikle işçi
sınıfıyla düşünsel ve manevi bir ilişki içine girebilmelidirler. Zamanla bu
ilişki, aydınlarla işçi sınıfı arasında örgütlü bir ilişkinin kurulmasını
sağlayacaktır. Artık proletarya,
“ilk önce düşmanın
yenilebilir olduğunu tespit eder. Ve yeni uygulanan her esinti, düşmanın
egemenlik hakkını silip süpürür. Bu 'mutlakiyet', pratikte bir kere tehlikeye
düştü mü ve halkın kafasında şüphe uyandırdı mı, artık proletaryanın bilincinde
de varlığını sürdüremez. Bu andan itibaren proletarya, kendisinin kurtuluşunu
müjdeleyen gücü görür. Evvelce öncüye karşı olan yabancılık, gittikçe
dayanışmaya dönüşür. Gerçi öncü hâlâ ondan ayrıdır, fakat ona yabancı değildir.”[20]
İlginç
olan şu ki Puyan, aslında Lenin’in belirlediği, devrim için gerekli iki önkoşulu
dışarıda bırakır, ama bir yandan da Leninizm adına konuşur. Kaleme aldığı broşür,
eylemsizlik döneminde gerekçeler arayışı içerisinde olan bir kuşağın ruhunu
özetler. Metnin hızlı ritmi, esasen ilgili aktörlerin eylem için gerekli
analitik veya örgütsel zemini oluşturma konusunda gerekli sabırdan yoksun
olduklarının delilidir. Ama gene de varoluşsal düzlemde bu kuşak, politik
pratiğin parti genel kurullarında veya kürsülerde kararlaştırılamayacağını
anlamıştır. Her ne kadar bu kuşak, Tude içinden çıkmamış olsa da kendisini
Marksizmle tanımladığı noktadan itibaren İran solunun ilk kurumu olan partinin
halesine kapılmıştır. Partinin politik düzlemde olmadığı koşullarda onun hayaletinden
bir türlü kurtulamayan Puyan, onu “hayatta kalma” teorisi üzerinden somutlaştırmak
zorunda kalmıştır. Altmışların sonlarında ortaya çıkmış olan militan kuşağa
Puyan, ayağa kalmak için bir sebep sunmuş, Ahmedzade ise bu kuşağın taktik ve
stratejisini teorize etmiştir.
Peyman Vahapzade
[Kaynak:
A Guerilla Odyssey: Modernization, Secularism, Democracy, and the Fadai
Period of National Liberation in Iran, 1971-1979, Syracuse University
Press, 2010, s. 133-138.]
Dipnotlar:
1 Amir Parviz Puyan, Zarurat-e mobarezeh-ye mosallahaneh va radd-e teori-ye
baqa [“Silâhlı Mücadelenin Gerekliliği ve Hayatta Kalma Teorisine Reddiye”].
Tahran: Gam Publishers, 1979, s. 4.
2.
Mehdi Fatapour, “Jonbesh-e daneshju-i dar salha-ye 47–52 [“1968-1973 Arası
Öğrenci Hareketi”]. Kar (OIPF-M), Sayı. 248 (10 Ocak 2001), s. 6.
3.
Puyan, a.g.e., s. 3.
4.
Puyan, a.g.e., s. 4.
5.
Puyan, a.g.e., s. 15.
6.
A. K. Dastan, “Seh chehreh-ye Marksism dar Iran” [“İranlı Üç Marksist Sima”]. Kankash
1 (2–3): 1988, s. 57.
7.
Puyan, a.g.e., s. 14.
8.
A.g.e., s. 18
9.
Puyan, a.g.e., s. 21.
10.
Puyan, a.g.e., s. 19.
11.
Puyan, a.g.e., s. 15.
12.
Ahmedzade’nin tezini destekleyen çalışmasında Hamid Mümini, İkinci Grup’un kurucularının
teorinin pratiğe göre öncelikli olduğu fikrine karşı çıktıklarını, ama bir yandan
da devrimin teori talebiyle yüzleştiklerini söylüyor. Bu noktada grubun
kurucuları teoriyi militanların eylemlerine havale ediyorlar ve İran komünist
hareketinin teorik zafiyeti sorununu ancak gerillaların pratiğinin ortadan
kaldırabileceğini, öncü ile kitleler arasındaki ilişki sorununu ancak
gerillaların çözüme kavuşturabileceğini söylüyorlar (Hamid Momeni, Pasokh
beh forsattalaban dar mored-e “Mobarezeh-ye mosalahaneh, ham stratezhi, ham
taktik” [“Hem Taktik Hem de Strateji Olarak Silâhlı Mücadele Broşürü
Konusunda Oportünistlerin Yaptıkları Eleştirilere Cevap”]. Tahran: Entesharat-e
M. Bidsorkhi. 1979, s. 16). Bu argümandaki totoloji, hemen fark ediliyor.
13.
Puyan, a.g.e., s. 12.
14.
Puyan, a.g.e., s. 12.
15.
Puyan, a.g.e., s. 13.
16.
Puyan, a.g.e., s. 15–16.
17.
Puyan, a.g.e., s. 8–9.
18.
Puyan, a.g.e., s. 6.
19.
Puyan, a.g.e., s. 9.
20.
Puyan, a.g.e., s. 9.
* * *
Silâhlı Mücadelenin Gerekliliği ve Hayatta Kalma Teorisine Reddiye
Bu
yazı, 1970 ilkbaharında yazıldı, o günden beri onu düzeltme ve geliştirme
konusunda uygun fırsatı bir türlü yakalayamadım. Bugün bu yazı, herhangi bir
değişiklik veya düzeltme yapılmadan, ileride yoldaşların görüşleri üzerinden düzeltilip
geliştirilmesi için yayımlıyoruz. Kusursuz olduğu hiçbir şekilde söylenemez.
Bence, geliştirilmesi zorunludur.
Bu
yazının yazılışından beri geçen üç ayda silâhlı mücadelenin çeşitli
yöntemlerini defalarca tartıştık ve tabii tartışma ve deneylerimiz, bize her
defasında yeni görüşler kazandırdı. Bu nedenlerden dolayı, yeni kazanılan
görüşlerin bu yazıya eklenmesi ve yazının belli bölümlerinin bazı
değişikliklere uğratılmasını gerektiriyorsa, bu değişikliklerin yapılması şarttır.
Militan
unsurlar, bilhassa Marksistler, asla güvenli koşullarda yaşamazlar. Polis,
olanca gücünü örgütleyerek, gece gündüz illegal örgütleri ve üyelerini arar.
Düşman, militan güçleri yok etmek için uygun taktikler ve yöntemler
kullanmaktan bir saniye bile geri kalmaz.
1953'te
İran'da antiemperyalist mücadelenin başarısızlığa uğramasından ve emperyalizmin
ajanlarının faşist yönetiminin yeniden kurulmasından beri ülkemiz, öyle bir
korku ve baskı idaresinin gölgesinde yaşıyor ki, polis, çok sayıda korkak,
çıkarcı ve hain unsurdan yardım görüyor.
Devrimci
aydınların halka, hiçbir direkt ve sağlam ilişkilerinin olmadığı bu durumda biz,
halk desteği denilen denizin içinde yüzen birer balık değiliz, daha çok
timsahların ve martıların kuşattığı, sağa sola dağılmış küçük balıklara
benziyoruz. Demokratik hakların hiç olmaması, terör ve baskı, halkla olan
ilişkileri son derece zorlaştırmaktadır. En dolaylı yolların kullanılması ve en
etkisiz ilişki yöntemleri bile kolay değildir. Düşmanın tüm uğraşıları, şimdiki
mevcut durumu sağlam kılmaya ve korumaya yöneliktir.
Halkla
ilişkimiz olmadığı sürece bizi bulmak ve yok etmek kolay olacaktır. Öyleyse sağ
kalabilmek, kendimizi geliştirmek ve proletaryanın örgütünü kurabilmek için
zayıflıklarımızı yenmeli, halk kitleleriyle dolaysız ve sağlam ilişkiler
kurmalıyız.
Düşmanın
bizi halktan uzak tutmak için kullandığı yöntemleri iyi inceleyelim. Düşman,
bütün sanayi ve tarım merkezlerini denetimi altına almıştır ve askeri veya
askeri olmayan mekanizmaları aracılığıyla şehirle kır arasındaki her tür
ilişkileri kontrol etmektedir. Ülkenin belli bölgelerinde köylüler, köylere
girip çıkan ve hükümetin göndermediği kişileri ilgili makamlara bildirmek
zorundadırlar.
Gizli
polisin, yani SAVAK'ın alt şubeleri, küçük ve de büyük fabrikalarda her an
pusudadırlar. Her işçinin veya memurun işe alınması, onun geçmişinin ve kişisel
ilişkilerinin kontrolünden sonra olmaktadır. İşe alındıktan sonra mevcut imkânlar
çerçevesinde SAVAK ajanlarının tam kontrolü söz konusudur. Bu sebeple
savaşçıların fabrikalara girmesi zordur. Fakat daha da zor olanı, bu
fabrikalarda bilinçlendirme ve örgütsel çalışma yapmaktır.
Mevcut
terör ve baskı, daha az önemli olan ve işçiler ile küçük burjuva unsurların
toplanma merkezleri olan kahvelerin bile propaganda aracı olarak kullanılmasını
imkânsızlaştırmaktadır. Şehirlerde işçilere nüfuz etme meselesi, örgütsel
değeri hiç olmayan tesadüfi tanışmalarla sınırlıdır.
Bir
işçiyi eğiten, onu devrimci ve disiplinli bir eleman hâline getiren süreç, çok
karmaşık, zor ve uzun solukludur. Tecrübelerimiz gösteriyor ki işçiler, hatta
genç olanları, yaşadıkları koşullara karşı bütün memnuniyetsizliklerine rağmen,
politik eğitime yeteri kadar ilgi göstermiyorlar. Bu durumun nedenlerini ortaya
koyabiliriz. Hissedilebilir herhangi bir politik akımın ve politik bilincin olmaması,
işçilerin belli bir dereceye kadar hâkim sınıf ideolojisi altına girmelerini
sağlamıştır. Bilhassa genç işçiler, boş zamanlarını ve biriktirdikleri az
parayı ucuz ve adi küçük burjuva eğlencelere harcamaktadırlar. Büyük bir kesimi
de “lümpen niteliği” benimsemiştir. İş sırasında eğer sohbet için azıcık
zamanları olursa, onu da sıradan dedikodularla iş zamanını kısaltmak için
geçirmektedirler. Okuma bilen işçilerse normal olarak mevcut gerici edebiyatın
en dar içerikli ve kirli yazılarının en iyi müşterileridir. Düşmanımız, kitle
içindeki her hareketi politik baskı yaparak yok etmeye ve kalitesiz eğlenceyi
yaygınlaştırıp, işçilerimizi küçük burjuva alışkanlıklara uydurarak politik
bilincin panzehrini yaymaya uğraşmaktadır.
Polis,
baskı ve terör yöntemini fabrikada her yerdekinden daha fazla uygulamaktadır.
İşçileri sürekli korku ve çekingenlik içinde tutmak için her türlü yöntem
kullanılmaktadır. Özellikle büyük fabrikalar, üreten askerlerin işe zorlandığı
birer kışla hâline getirilmiştir. İşçilerin mümkün olduğu kadar az boş vakit
geçirmelerini sağlamak ve birbirleriyle ilişki kurma imkânlarını asgari düzeye
çekmek için onlara zorla askeri bir disiplin kabul ettirilmektedir. Grev veya
barışçıl bir gösteri için en küçük bir eğilim, en sert tepkiyle
karşılanmaktadır. Hapis, sürekli sorgu, işten atma ve ara sıra işkence gibi
baskı tedbirlerinden her biri, işçinin ilerideki yaşam koşulları üzerinde
sürekli olumsuz etki bırakır. İşçinin, ileride başka bir fabrikada
çalışabilmesi böylece tehlikeye girer. Çoğu kez görüldüğü üzere işçi,
işsizlerin dev yedek ordusu içinden başka biriyle yer değiştirir.
İstenmeyen
bir geçmişi olmayan, çok sayıda zorlukla mücadele etmiş ve çok sayıda hamisi ve
arabulucusu olan, bazen işgücünü satabilmek için kayda değer bir para ödemek
zorunda kalan bir işçi bile işe alındıktan sonra en ufak bir “destekleme”
faaliyetinde kendisinin işten atılması sonucunu görecektir. Böylece işçi, kendi
isteklerine karşı olsa bile, iyi davranışlı bir safdil olmayı ve politik
sorunlara karşı kayıtsız kalmayı tercih eder.
Bu
sebeple, ister devlete isterse özele ait olsun, tüm fabrikalarda, işgücünün
satıldığı her yerde sömürü en utanmaz bir şekilde devam etmektedir. İşçiler,
her türlü sosyal güvenlikten yoksundurlar ve işgüçleri, üretim belli bir
miktara gelene kadar, satın alınacaktır. İşçiler, on sekizinci yüzyılda
yaşamaktadır, ama yirminci yüzyılda bir tek imtiyazdan, polis idaresinden
istifade etmektedir.
Biz,
onların bu ezilmişliğini sözle anlatırken, onlar bunu et ve kemiklerinde hissetmektedirler.
Biz, onların bu ızdıraplarını anlatırken, onlar bunu her gün yaşıyorlar ve büyük
bir sabırla katlanıyorlar. Adi ve küçük burjuva eğlencelere kaçıp dertlerini
çekilebilir hâle getirmeye çalışıyorlar. Peki ama neden?
Bunun
çeşitli nedenleri var ve bu nedenler burada tek bir cümlede özetlenebilir: Düşmanın
gücü ve onun egemenliğinden kurtulma beceriksizliği kesin veriler olarak kabul
edilmektedir. Kendi zayıflıklarını ve düşmanın gücünü sınırsız olarak kabul
eden bir düşünceye sahip olanlar, kurtuluşu akıllarına nasıl getirebilirler ki?
Böyle
bir değerlendirme, vurdum duymazcılığa ve hatta bazı politik sorunlar karşısında
alaycı davranışlara götürür ki bu, kendi zayıflıklarının ve
iktidarsızlıklarının olumsuz bir tepkisinden başka bir şey değildir.
Proletaryayı
politik mücadele içine çekmeyi amaçlayan ilişkiler, ancak işçilerin bilincine
yerleşmiş bu iki “kesin” ve mutlak kabul edilen görüşün yok edilmesiyle
kurulabilir. Bundan zorunlu olarak, proletarya ile bağ kurmanın, onun politik
bilincinin gelişiminin ve örgütlenmesinin demokratik yoldan imkânsız olduğu
şimdiki koşullar altında, proleter aydınların halk kitleleriyle bağ
kurmalarının, yalnız devrimci şiddetle olacağı ortaya çıkar. Devrimci güç,
proletarya ile proleter aydınlar arasında bağ kurar, bu güç uygulanmaya devam
edildiği sürece örgütsel bağlar oluşur.
Bu
noktada, bu manevi bağların nasıl oluştuklarını ve zamanla nasıl örgütlü hâline
geldiklerini anlatmamız gerekmektedir.
Önceki bölümlerde, düşmanın bizi proletaryadan ve proletaryayı bizden uzak tutmak için kullandığı belli başlı yöntemler kısaca anlatıldı. Bunları daha kısa bir biçimde özetleyelim.
Biz, bu kopukluğun ve uzaklığın nedenlerinin bir taraftan,
işçilerin ve halk tabakalarının, polisin ve faşist idarenin yarattığı korku ve
baskı altında yaşamalarında aramamız gerektiği görüşündeyiz. Öte yandan da halk
tabakaları, kendilerine karşı-devrimi bütün yollardan telkin etmeye çalışan bir
ideolojinin hâkimiyetini kabullenmektedirler. Sözü geçen bu iki faktör arasında
direkt bir bağlantının olduğuna hiç şüphe yok.
Proletarya,
bu ideolojinin hâkimiyetini kabul etmektedir, çünkü ona karşı direniş için
gerekli maddi koşullar onun elinden alınmıştır. Bu ideolojinin reddi, ancak
proletaryanın burjuva üretim ilişkilerini devirmeye başlamasıyla mümkündür.
Gerçekten proletaryanın sınıf bilinci, gelişme ve açıklık kazanma imkânını,
ancak politik mücadele esnasında elde edebilir. Proletarya, düşmanın devrilmesi
için gerekli somut şiddeti elinde görmediği müddetçe, bu hâkim ideolojiyi
reddetmek için hiçbir zahmete sebatla girmeyecektir.
Proletarya,
ekonomik ilişkilerin değiştirilmesi amacıyla üstyapının belirli bölümlerini
hizmetine alır; kendi manevi ve kültürel dünya görüş tarzını, yükselen, yeni ve
eskisinden tamamen ayrı bir düzen olarak tanır ve geliştirir. İşçilerin
bilincinde kendi mutlak güçsüzlükleri olarak yansıyan düşmanın kurduğu
kesintisiz hâkimiyet, işçileri dolaylı olarak düşmanın ideolojisini kabul
etmeye iter. Bundan dolayı, düşmanın üstünlüğünü gösteren terör ve baskı,
düşmanın ideolojisini proletaryaya kabul ettiren etkenlerdir. Burada etken
olarak ortaya çıkan şey, hiç durmadan tekrar nedene dönüşür ve proletaryanın
devrimci bir mücadeleden sakınmasına neden olan yeni engeller yaratır.
Proletaryayı
hâkim ideolojiden kurtarmak, düşüncesini ve hareketini küçük burjuva zehirden
temizlemek, kendi öz sınıfının dünya görüşüne karşı yabancılığını ortadan
kaldırmak ve bunların yerine, onu kurtuluş mücadelesinin ideolojik silahıyla
donatmak için, onun düşman karşısında güçsüz olduğu vehminden kurtarılması
şarttır.
Devrimci
şiddet, tam da bu davaya hizmet eder. Politik propagandayla geniş ölçekte el
ele giden silâhlı mücadelenin propagandacı tabiatı, onun kendisine ait güç
kaynağının bilincine varmasını sağlar. İşçiler, ilk önce düşmanın yenilebilir
olduğunu tespit ederler. Estirilen her yeni rüzgâr, düşmanın egemenlik hakkını
silip süpürür. Bu “mutlakiyet”, pratikte bir kere tehlikeye düştü mü ve halkın
kafasında şüphe uyandırdı mı, artık proletaryanın bilincinde de varlığını
sürdüremez. Bu andan itibaren proletarya, kendisinin kurtuluşunu müjdeleyen
gücü görür. Evvelce öncüye karşı olan yabancılık, gittikçe dayanışmaya dönüşür.
Gerçi
öncü hâlâ ondan ayrıdır, fakat ona yabancı değildir. Proletarya, ilgisini
öncüye çevirir, fakat bunu, o küçük grupların tepeden tırnağa silâhlı olan düşmanla
kendisi için dövüştüğünü gördüğünden değil, bilâkis, kendi geleceği ile o küçük
gruplar tarafından yürütülen bu mücadelenin geleceği arasındaki dolaysız
ilişkinin farkına vardığı için yapar.
Proleter
öncü tarafından uygulanan devrimci şiddet, işçi sınıfı iktidarının bir
bölümünün ifadesidir. Fakat bu sert rüzgâr, mevcut düzeni yıkabilmek için yok
edici bir fırtınaya dönüşmeye mecburdur.
O
hâlde geçerli olan, proletaryanın bir bölümünün iktidarını, bütün sınıfın
iktidarıyla tamamlamaktadır. Devrimci şiddetin bu amaç doğrultusunda uygulanması için şu iki görevin yerine getirilmesi gerekir: Bir taraftan proletaryaya sınıf bilincini verilmeli, diğer taraftan,
işçilerin geleceklerini garanti altına almak için patlayan mücadeleye aktif
olarak katılmaları ve böylece bu mücadelenin zaferini garantilemeleri sağlanmalıdır. Bu yol, işçilerin devrimci mücadele ile pasif dayanışmalarıyla başlar
ve mücadeleyi gittikçe artan aktif destekleme sürecine dönüşür.[1]
Bundan
sonra herkesin öncüden ilgiyle söz etmesi ve her işçinin ona başarı dilemesi
yetmez. Aksine, bu ilginin mücadele bilincine ve bu dileğin mücadelede aktif
bir rol almaya dönüşmesi zorunludur. Devrimci şiddetin uygulanması, gelişme
sürecinde böyle bir dönüm noktasına ulaştığında, düşmanın silâhları etkilerini yitirecek
ve paslanacaktır. Ne korku, baskı ve terör, işçilerin devrimci şiddetin kaynağı
olan öncüye adım adım katılmalarını önleyebilir, ne de yukarıda açıklanan
ideolojinin işçilerin devrimci mücadeleyi reddetmelerine neden olan eski
etkileri kalacaktır. Sihir bozulacak ve düşman, yenilmiş bir cadı gibi ortaya
çıkacaktır. Düşmanın mağlubiyeti, bizim proletarya ile direkt ve sürekli bağ
kurabilme başarımızı simgeler. Bu bağın örgütlü bağ hâline dönüşümü, artık
bizzat proletaryanın yukarıda izah edilen çekingenliği ile de engellenmez.
Marksist-Leninist
örgütlerin proleter öncülerinin birliği, bundan başka bir yol izleyemez.
Devrimci şiddetin uygulanması, polis yönetiminin daha da saldırganlaşmasına yol
açacak, fakat bu, asla daha güçlü olmayacaktır. Düşman, bugün bütün güçlerini
örgütlediği için, baskı ve egemenliği bugünkü ölçüsünden daha fazla olamaz.
Devrimci şiddet, onu teşhir ettirmek için devam ettirilir. Düşman maskesini
indirir ve güçlü bir devrimci hareketin olmadığı anlarda örtülü tutabildiği vahşi
özünü halka gösterir. Böylesi şartlar altında, başlarında Marksist-Leninistlerin
bulunan devrimci güçlerin düşmanın darbelerine karşı koymak ve hayatta
kalabilmek için işbirliği yapmaları doğaldır. Bu durumda devrimciler, ya
düşmana katılmaya, yani kısaca düşmana yardım anlamına gelen oportünistçe
davranmaya ya da aralarında birliğe gitmeye mecburdurlar. Çünkü tecrit olmak,
kendi kendini yok etmekten başka bir anlam taşımaz. Fakat işbirliği yapmak ve
birbirine yaklaşmak, birlik kurmak anlamına gelmez.
Proletaryanın
politik örgütünün birliğini ortaya çıkaracak Marksist-Leninist kadroların
örgütlü birliği, ancak ve ancak devrimci şiddetin uygulanışının zaman içinde en
yüksek noktasına vardığı şartlar altında ortaya çıkabilir. Düşmana vurulan her
darbeyle onun devrimci kitlelerin bilincindeki mutlak hâkimiyeti parçalanır ve
kitleler, aktif mücadele doğrultusunda bir adım daha atmış olurlar.
Bu andan itibaren düşman, yaşayabilmek için devrimci düşmanlarını daha gaddarca bir baskı altına alacak ve bununla her adımda kendi karakterini daha açık göstermiş olacaktır. Devrimciler üzerine uygulanan karşı-devrimci şiddetin artan baskısı ile tüm diğer ezilen tabaka ve sınıflar, çaresiz daha ağır bir baskıya uğrayacaklardır. Böylece hâkim iktidar, kendisiyle ezilen sınıflar arasındaki çelişkiyi keskinleştirmiş olacak ve içine zorunlu olarak gireceği böyle bir atmosferin oluşmasına, kitlelerin politik bilincin birdenbire ileriye doğru sıçrama yapmasına neden olacaktır.
O, yaralanmış bir yabani hayvan gibi
etrafına hedefsizce saldıracaktır. Kendi müttefikleri, yani kendi iktidarının
temelini oluşturanlar haricinde herkese karşı şüpheci olacaktır.
Memnuniyetsizliğin her ifadesi ve her dostane olmayan söz, onda vahşi bir tepki
yaratır. Kişileri hapse tıkar, işkence eder, öldürür ve bütün bunları eski
asayiş ve düzeni bir daha geri getirmek umuduyla yapar. Fakat kullandığı tüm
yöntemler, zorunlu olarak ona karşı dönerler. Kitlenin mücadeleye katılmasını
önlemek ister, fakat onları gittikçe daha fazla mücadeleye doğru iter. Bununla,
mücadeleyi halka zorla kabul ettirir.
Egemenliğini uygulamakta gittikçe daha fazla zorluk çeken düşman, zamanla daha da sert davranır ve hâkimiyetini halk için daha katlanılmaz hâle getirir. Kitleler, mücadeleye katılarak mücadele güçlerini öncünün hizmetine sokarlar ve kendi aktif katılımlarıyla devrimci mücadelenin stratejisinin hayata geçirilmesini kolaylaştırırlar. Ezilen sınıfların somut mücadelesinden kazanılan bu strateji, şüphesiz bütün sınıf ve tabakalar arasında en dirençli ve devrimci sınıf olan proletaryanın liderliğinde, yani bütün Marksist-Leninist unsurların örgütlü birliğinin liderliği altında uygulanabilir.
Proletaryanın politik örgütü,
proleter unsurların mücadelesi için ön koşuldur. Proletaryanın öncüsü, kendi
sınıfının besleyici toprağı üstünde yetişir ve proleter kitleler, kendi politik
örgütlerinin desteğiyle bütün sınıfın güçlerinin gerçek örgütlenme temelini
oluştururlar. Proletaryanın partisi böyle ortaya çıkar.
Proletarya
partisinin kuruluşunda her stratejinin doğruluğu, Marksist-Leninist grup ve
örgütlerin korunması ve gelişmesi için seçilen yöntem ve yolların niteliğiyle
ölçülür. Hayatta kalma stratejisi, kendini geliştirme becerisiyle birleşmezse,
kendini geliştiren bir bütünün sıralanışına giremez. Bundan dolayı, böyle
grupların varlığını emniyet altına almaya yönelik, kendi gelişme karakterini
koruyamayan her strateji, oportünist ve savaştan kaçan bir stratejidir. Biz, böyle bir teorinin, eninde sonunda kendini yok etme teorisi olduğunu da
göstermeliyiz. Bundan başka, “hayatta kalabilmek için saldırmama” tezinin
gerçekte “polise, bizi, hiç engele rastlamadan ortadan kaldırma iznini verin”
demek anlamına geldiğini ispat etmeliyiz.
Madem savaştan kaçmak yok olmak demek, o vakit biz hayatta kalmak zorunda mıyız sorusu da hükmünü yitirir. Bütün bunlara rağmen bu sorunun ortaya atılması, bizim hayatta
kalma teorisinin gerçek oportünist karakterini tanımamıza yardım eder. Bu
tezdeki “saldırmama” ifadesi, devrimci güçlerin genişletilmesi için her türlü
yapıcı uğraşı reddetmekle aynı anlamdadır. Bu görüş, mücadeleyi düşmanın
kontrol edemediği en dar imkânlar çerçevesine sığdırmaya, yani miktarı göze
batmayan ve sayıları iki elin parmaklarını aşmayan birkaç elemanın basit bir
araya gelişi hâline indirgemeye götürür. Sonra bu kişiler, örgütlerini gizli
tutarak, tarihle ve Marksist metinlerle uğraşacaklardır.
Bu
kişilerin faaliyet alanı, en iyi ve genişletilmiş şekliyle, ezilen sınıflardan
kişilerle birbirinden kopuk ilişkilerle sınırlıdır. Böylesi faaliyetlerde her
örgütlü kişi, her zamanki günlük yaşantısını sürdürür ve bu hayat şeklini
değiştirmek için her uğraş ona anlamsız görünür. Böyle bir araya gelişlerin, aktif
devrimci bir grubun da amacı olan hedefe, yani komünist partinin kuruluşu ve
devrimci bir teorinin yaratılması için yolu düzleme hedefine ulaşma temeli
üzerine kurulduklarına hiç şüphe yoktur. Fakat böylesi pasif ve ürkek
tavırlarına rağmen, düşmana karşı kendi varlığını garantilemeye uğraşan bu
türden bir örgütlü grup, partinin kuruluş süreci ve devrimci teorinin
yaratılması konularında zorunlu olarak mekanik bir kavrayışa sahip olacaktır.
İşçi sınıfı partisinin “uygun momentte”, düşmanın darbesinden zarar görmeyen
bütün Marksist grupların birleşmesiyle ortaya çıkacağını söyleyen bu kişilere
göre, devrimci teori, bu grupların Marksizm-Leninizm üzerine, başka halkların
devrimci deneyleri ve kendi ülkelerinin tarihi üzerine yapılan incelemelerinden
oluşacaktır. Tek tük kesintili ilişkiler de muhtemelen bu teorinin pratik
bölümünü tamamlayacaktır.
Bu
teoriye göre, tarihin zorunlu sürekliliği, bizim tespit edemediğimiz bir dizi
faktörün ortaklaşa etkisiyle partinin kuruluşunu gerçekleştirir. Ayrıca, bir
araya gelen proletaryanın öncüsü, “uygun şartlar” altında kitlelere mücadeleyi
kabul ettirir. “Uygun moment” ve “uygun şartlar” gibi kavramlar, herhangi bir şey izah
etmek için kullanılmayan bu teorinin zayıflığını örtmeye ve teorinin soyut
analizleri ile eksik halka arasındaki boşluğu kapatmaya yarayan metafizik
kavramlardır.
Fakat
eğer bağlantı halkası metafizik ise, bu bağ hiçbir zaman gerçek ve organik bir
bağ olmayacaktır. Nesnel gerçeklerden türemeyen bir teorinin nesnel gerçekle
bağ kuramayacağı açıktır. Objektifliğini ve doğruluğunu ispat için kendini
büsbütün eldeki imkânlarla sınırlamaya çalışan bir teori, eninde sonunda öznelciliğin
kucağına düşecektir. Elinde geleceğe ulaşmanın aracı olmadan geleceği düşünen
kimse, metafizik bir biçimde “uygun momentler”i umutla beklemeye ve bu
bekleyişten yalnız diyalektik olmayan bir düşüncede yerini alabilecek bir
bağlantı kurmaya mecburdur. Kendisini, matematiksel incelik hissini yaratmak
için bir formül olarak göstermeye çalışan teori, devrim diyalektiğinden gittikçe
daha fazla uzaklaşır: Öğrenme + kendini geliştirmek için hiçbir devrimci eyleme
girmeksizin asgari düzeyde örgütlenme + uygun moment = Proleter Parti. İşçi
sınıfı partisi + uygun koşullar = Devrim.
Hiç şüphe yok ki bu türden bir formül, proletaryanın ve devrimci kitlelerin örgütlenmesinde karşılaştığımız sorunların doğru çözümü olamaz; çünkü “uygun moment” ve “uygun şartlar”, devrimci unsurlar mücadelenin her anında her tarihi zorunluluğa doğru cevabı vermedikleri müddetçe, kendi kendilerine ortaya çıkmayacaklardır.
O hâlde bu formül kime hizmet ediyor? Bu formül, düşman karşısında
duyduğu korkuyu düşmanın egemenliğinin yıkılmasının imkânsız olduğuna dair
görüşüyle haklı çıkarmaya çalışan oportünizme hizmet eder. Bu teori, devrimci
görevlerini, polisle hiçbir çatışmanın olmayacağı alanlarla sınırlar ve bununla
mücadelenin gelişimini, tarihin metafizik ve mistik bir zaruri sürekliliğine
terk eder.
Demek
ki bugün bizim karşımızda, proletarya partisinin örgütlenmesini hedef alan,
fakat oportünist politikaya sahip bir teori duruyor. Bu teori, varoluşunun her
anında temel hedefini terk ederek kendisini eskisinden daha fazla hayatta
kalmaya adayacaktır. Proleter hedeflerin hizmetinde olmak isteyen bu teori,
kendini ayakta tutabilmek için bu hedefi feda eder. Böylesi bir “hayatta
kalabilmek için saldırmama” görüşü, pratikte ''hayatta kalabilmek amacıyla,
proleter partinin kuruluşu için devrimci uğraşları terk edelim'' şeklinde son
bulur.
İlk
büyük bildirgesini proleter partinin kuruluş sürecinde bulan devrimci
mücadelenin diyalektiği, bu hayatta kalabilme arzusunu olumlu
cevaplandırmayacaktır. Bunun aksine, ona ani bir ölüm kararıyla en acıklı
cevabı verecektir. Bu noktada savaştan kaçmanın yok oluş olduğunu da
kavrıyoruz. Hayatta kalmayı hedef alan oportünist bir tavırla bu hedefin her
türlü gelişme imkanını yok eden bir stratejiyi tartışmak anlamsızdır.
Ancak bu stratejinin o çok arzuladığı şeyi pratikle reddettiğini tespit etmek
gerekmektedir. O, eninde sonunda bir çıkmaz sokağa girecektir. Bu çıkmaz
sokağınsa sadece iki çıkışı vardır: ya düşmana karşı aktif bir devrimci
pozisyon alıp kendini kurtarmak ya da ihanet edip bu şekilde hayatta kalabilmek
için polisin sempatisini aramak.
Düşman, devrimcilere karşı davranışında kendine özgü ölçütlere sahiptir. O, “benimle barış yap, benim öldürücü darbelerimden kurtulmak için benim hâkimiyetimi kabul et” diyor. Düşmanın böylesi bir isteğini reddeden her devrimci grup, eylemlerin derecesi ne olursa olsun, eğer düşmana kendi gelişmesini kabul ettiremiyorsa, onun öldürücü darbesini beklemelidir.
Düşman, en çok da bizi birer mağdura
dönüştürdüğü vakit sevinir. Düşman, barikatlar arkasındaki herkese ateş
etmektedir; o hâlde ya düşmana karşı ateş açmalı, ya da barikatları terk edip
beyaz bayrağı çekmeli. Barikatlar arkasında durup da düşmana ateş etmemekten
daha kesin bir intihar şekli yoktur.
Fakat
“hayatta kalma” teorisinin dayandığı tüm sütunların yıkılmamış olduğu görülüyor.
Çünkü bu teori, doğru olduğunu, “saldırmama” ilkesine “gizli” kalma ilkesini
ekleyen düşünsel pratik üzerinden iddia etmektedir. Onlar, kendilerini, “kendimizi
sadece herhangi bir saldırıdan kaçınmakla değil, aksine hareketlerimizi
düşmandan gizli tutmakla düşmanın darbelerinden kurtuluruz” önermesi üzerinden
savunmaktadırlar.
Bu noktada “Gizli kalma pratiğinin başarısını ne güvence altına alıyor?” sorusunu sorabiliriz. Bize bu soruya cevaben en doğru olanın, çalışmalara katılmaya davet edilecek kişilerin tüm bilgilerine vakıf olunması ve onlara sürekli örgütsel eğitim verilmesi olduğu söylenecektir. İllegal bir hücrenin sürekliliği için bu şartların yerine getirilmesinin zaruri olduğunu kimse inkâr edemez. Ama bu aşamada söz konusu şartların yerine getirilmesinin kâfi olduğunu söyleyen anlayış, redde tabi tutulmalıdır. Bu koşulun kâfi olmadığını anlamak için, tarihi deneylere bakmaya bile gerek yoktur. Bizim şimdiki koşullarımıza bir bakış dahi kâfi gelecektir. Kısa tecrübemiz bize, her bir yoldaşımızın örgütsel yeterliliğine fazla bel bağlamanın yanlış olduğunu göstermektedir. Esasında, ne kadar dikkatli ve samimi olursak olalım, örgütsel düzlemde hiçbirimiz, hata yapmadan yol alamayız. Hatasız olmayı ancak pratik içine girmezsek yüzde yüz güvence altına alırız.
Biz, eylem içinde olduğumuz zaman, Marksizm-Leninizmi
öğrenir ve kavrarız: böylece, ne kadar sınırlı olursa olsun, başkalarıyla bir
tür ilişkiye girebiliriz. İşte hata yapma imkânı burada açığa çıkar. Yalnız
bizim hatalarımız tehlike yaratmaz, aksine başkalarının hataları da yeni
tehlikeler meydana getirirler.
Eylem
anında, pratikte kendilerinin ve başkalarının emniyetine çok az saygıları olan
kişi ve çevrelere rastlıyoruz. Başlangıçta ne onları tanıyacak ne de eğitecek
imkânımız var. Bu iddianın denenmiş örneklerle ispatına lüzum görmüyorum, çünkü
her yoldaşın durumla ilgili çok olaya tanık olduğunu biliyorum. Genelde
tehlikenin tek tek her kişiden gelebileceğini söylemek zorundayız. Tek tek
kişilere ve deneylerine, bunların eğitimi ne kadar başarılı olursa olsun, tam
güven, tehlikenin önüne geçemez. Fakat sorun, tehlikenin bir kişiyle sınırlı
olmamasıdır. Tehlike, orada başlar ve sonunda bütün örgütü tehdit eder. Örgütü
bu tehlikelerden nasıl koruyacağımız, bir bütün olarak önlenemez olan tek tek
hatalardan nasıl sakınacağımız konusunda kafa patlatmak zorundayız.
Gerekli,
fakat kesinlikle yetersiz olan gizlilik ilkesinin dinamik hayatta kalma
şartlarını bir bütün olarak yaratmak için neyle tamamlanması gerektiğini ortaya
koymamız gerekir. Gizlilik, bir savunma yöntemidir. Fakat o, savunmanın pasif
bir yöntemidir ve ateş gücüyle desteklenmediği müddetçe de hep böyle pasif
kalacaktır. Eğer biz, devrimci şiddet uygulaması olmadan gizliliğin pasif ve
emniyetsiz bir savunma taktiği olduğunu belirtip, gizliliğin devrimci şiddetle
el ele gitmesi sonucuna varırsak, hayatta kalma teorisini en yüksek hedef
olarak kabul etmemiz imkânsızlaşır; yani saldırmama ilkesini reddetmemiz gerekmektedir.
Buradan da şu sonuca ulaşılmalıdır: “‘Hayatta kalmak için saldırmayalım’
anlayışının yerini mevcut gereklilikler neticesinde ‘yaşamak için hücum etmek
zorundayız’ anlayışı almalıdır.”
Dipnot:
[1] Devrimci şiddetin uygulanışı sayesinde, o canlı ve hissedilebilir bir
gerçek hâline dönüştüğü ölçüde, kitleler, özellikle genç işçiler, aydınlar ve
öğrenciler, ilginç girişimlerde bulunurlar. Biz, bu girişimlerin somut
örneklerini önceden tespit edemeyiz. Fakat kitlelerde devrimci şiddet şartlarında
ortaya çıkacak zihniyetlerin tahlillerini yapmakla, onun temel ilkelerini
önceden görebiliriz. Halk, en basit eylemlerle memnuniyetsizliğini ortaya
koymaya ve devrimci şiddete destek olmaya başlar. Duvarları mevcut durumu ağır
bir dille eleştiren karşı sert sloganlar kaplar. Alanlarda, işletmelerde ve
düşmana, yani bürokrat ve komprador burjuvaziye, genel olarak zenginlere zarar
veren eylemler, bu girişimlerin kapsamını genişletir. Bu zarar veren eylemlerin
sürmesi, düşmanın kaybetmekten çok korktuğu şeyleri tehlikeye düşürür. Genç
işçiler, arkalarında hiçbir iz bırakmadan, üretimde ustaca düzensizlik
yaratırlar. Makineler durdurulur, işe bilinçli olarak önem verilmez veya
aletler çalınır. Bunlar, kitlenin mücadeleye katılma ve devrimci şiddeti
destekleme eğilimini gösterir. Bundan başka, her eylem, onları daha büyük bir
eylem koymaya hazırlayan bir tür deney olarak gerçekleştirilir. Gerçekte, kitle
bu şekilde kendi devrimci kapasitesini ve tecrübelerini arttırır, kendi gerçek
rolünü üstlenmeye doğru bir adım daha atar.
0 Yorum:
Yorum Gönder