30 Nisan 2013

,

Allah İşçidir


İran’da, devrim öncesinde, komünistlerin örgütlediği işçi evlerinin çok kısa sürede Humeyni’nin partisi İslamî Cumhuriyet Partisi’nin kontrolüne girmesini sağlayan bir slogan bu. “Allah İşçidir” yazılı pankartla ilk kez 1 Mayıs’a gelen parti, devrime uzanan kısa süre zarfında, işçiler arasında da örgütlenmeyi biliyor. Sloganın bütünüyle hakkının verildiği ya da gereğinin yapıldığı elbette ki şüpheli ama söz tarihe çentiğini atıyor bir kere.

Bizim solumuz ise döne dolaşa “Allah aydındır” diyor ve her kitap okuyan, Allah’lığını ilân ediveriyor. Aydın olmak ise önü sonu ya bir esnaf ya da zanaatkâr pratiği olarak somutlanıyor. Her iki eğilim, sonuçta akademi denilen localarda örgütleniyor ve üniversiter bir nitelik arz ediyor. Sol, bile isteye kendisini bu alana hapsediyor.

“Allah işçidir” sloganı, yaratım pratiğine, ibdaya, vurgu yapıyor. Onun kolektif niteliğini öne çıkartıyor. Aydını Allah bilense, pazarda emtia üzerinden sürekli rekabet etmek zorunda hissediyor kendisini. Asla kolektivize olamıyor. Sadece kendi başlattığını biliyor, sadece kendisinin sonlandırabileceği bir sürece imza atabiliyor.

Geçen TV’de sol ile ilgili tartışmada da aynı rüzgâr esiyor. Komünist olduğu iddiasındaki partinin şefi, Kürd’ün savaşı için “biz sosyalistler başlatmadık ki bu savaşı” diyor. Ona, “peki siz sosyalistlerin başlattığı ya da en azından başlatmayı düşündüğü bir savaş var mı?” diye sormak gerekiyor. Bu şef, kendisi gibi olanları arayıp bulmayı sosyalistlik ya da politiklik zannediyor. Ancak kendisinin başlattığını ve bitirdiğini tanıyor. Sadece kendisine işaret ediyor. Başkasıyla iş yapmak gibi derdi asla yüklenemiyor.

Solun bu rekabet piyasasında sürekli kendisini öne çıkartması ve kendi örgütünün diğerlerinden daha iyi, devrimci, örgütlü ya da bilgili olduğunu haykırması da aydın olmayı Allahlık bir şey olarak görmesi ile ilişkili. Yani aslında bir kişi, diyelim, kendisini örgütleyen kişiden daha sosyalist olduğunu her durumda ispatlamaya çalışıyorsa, o kişinin dışa dönük, kolektif bir iş yapma derdinde olmadığını görmek gerekiyor. Kişi başka bir kişiyle uğraşmayı iş zannediyorsa, bu, o kişinin aslında kendi huzurlu dünyasına çekilmeye çalıştığını gösteriyor. Kendisini örgütleyen şey ya da kişi neyse, kişi kendisini “reset”leyip, bir anlamda fabrika ayarlarına dönerek arınmak istiyor. Fabrika ayarlarına dönmek fabrikada işçi olmayı da siliyor. Birlikte iş yapması gereken kişinin tırnak uzunluğuna gözü takılan kişinin işin kendisine yabancı, hatta düşman olduğunu artık görmek gerekiyor. Eğer mesele gerçekten tırnak uzunluğu ise işin yapılması esnasında bir tırnak makası bulup getirmek mümkünken, tırnak işin kendisini kökünden söküp atabiliyor.

Bu silme, arınma pratiği doğalında her şeyi düzlüyor. Kişi bir ânda liberal, bir ânda faşist olabiliyor. Liberallik burjuvazinin değnekçisi, faşist ise değneği olmak demek oluyor. Teorisini, ideolojisini ve politikasını ilerlemeciliğe bağlamış kişi, ister istemez, değnek ya da değnekçi olmak zorunda kalıyor. Mülkiyet ve rekabet bunu emrediyor.

Oysa dışarı dönük, öne doğru, düşmanı hedef alan, ortak iş üretmek ve yapmak isteyen bir öznenin böylesi kişisel takıntıları olamaz. Böylesi bir öznenin yanındaki öznenin fizikî varlığından rahatsız olması mümkün değil. Ortak iş gereği bu fizikî varlığın nasıl kolektivize edilebileceği tartışması yapılabilir sadece ki bu tartışma bile talidir.

Yukarıda bahsi geçen partinin şefi, doğal olarak, sosyalizmi esnaf-zanaatkâr bilinciyle parlatıp vitrinine koyuyor. Kadrolarını ve birilerini saf, ari ve duru bir ürüne ikna etmeye çalışıyor. Onca milliyetçileşme girişiminden sonra, onca partideki Kemalistlerle tartışan komünist yoldaşlarını partiden uzaklaştırdıktan sonra, bugün birilerini sosyalizm masalıyla uyutabileceğini zannediyor.

Sol, birkaç sene evvel İran rejimini eleştirmek için çekilen Persepolis filmini savunan bir yerde durmayı matah bir şey zannediyor örneğin. Filmde orta sınıftan bir kadın, filmin ana karakteri olan genç kızın annesi, devrimden sonra hastaneye gidiyor, hastane müdürüne bir işi düşüyor, müdür İslamcı olduğundan kadınla başını eğerek konuşuyor. Anne o esnada müdürün devrimden önce evlerine temizliğe gelen adam olduğunu fark ediyor. Sonra bu kadın, üstelik solcu, söz konusu olayı arkadaşlarına anlatırken, “bu nasıl olabilir, bize temizliğe gelen adam şimdi hastanenin müdürü olmuş!” diye hayretle ve öfkeyle tepkisini ifade ediyor. Sol, tam da bu kadının küçük burjuvalığına örgütlenmek demek oluyor. Devrimin camları silen emekçiyi müdür yapabileceğini unutuyor. Lenin’in Fransa’da banka memurluğu yapan bir kişiyi maliye bakanı yaptığını duymazdan geliyor. Lenin’i ve Ekim Devrimi’ni kendisinin sonradan okuduğu kitapları okumamış olmak üzerinden eleştiriyor. Buna “teorik üretim” adını veriyor.

Sol, kendinden menkul üst bir kimlik olarak örgütlenmek suretiyle aydın oluşunu Allah’ın yerine koyanların eline geçiyor. Tencere ve kapak buluşuyor. Ancak başkasıyla, o da biraz, tam olabilmeyi öngörmüş kişileri değil, tam olduğuna ikna edilmiş, kimlik sahibi, sistemin bütünlüğüne lâyık ve laik özneleri görebiliyor.

Sol, kendisine biçilen rol gereği, nereye elini atsa, sırtını yasladığı sınıfın çıkarlarına uygun hareket ediyor. Kadını küçülterek onun gücünü eziyor, doğayı öne çıkartarak ondaki kudreti makulleştiriyor, işçi sınıfına vurgu yaparak ondaki azameti ufaltıyor.

Yukarıda atıfta bulunulan TV tartışmasında “demokrasi sosyalizme içseldir” ve “hayır sosyalizm demokrasiye içseldir” diyen iki ayrı yaklaşım öne çıkıyor. Biri demokrasiyi, diğeri sosyalizmi öne, önceye alıyor. Ama her ikisi de tarihsel planda burjuva pratiğini başlangıç noktası olarak belirliyor. Burjuva devrimi bilgileri üzerinden birileri, “ben daha burjuva bir devrimciyim” diyor, diğer kesimse “ben daha devrimci bir burjuvayım” demiş oluyor.

Sonuçta bu kayıkçı dövüşünden kurtulmanın yolu, önceye Allah’ı koymaktan geçiyor. Yurttaş bile sayılmayan, neslin biyolojik devamlılığı açısından döl aktarıcısı olarak iş gören, bu nedenle Latince döl anlamına gelen “proles” sözcüğünden türemiş proletaryayı, sosyalizm edebiyatıyla devlete, demokrasi edebiyatıyla öteki devlet olarak demokrasiye bağlamak yerine, ezele yazmak gerekiyor. Sömürülenlerin ve mazlumların kendini Allah zanneden aydınlara değil, kolektif mücadelenin bayraklaşmış ruhu olan bir Allah’a ihtiyacı bulunuyor.

Eren Balkır
30 Nisan 2013

21 Nisan 2013

,

Neva


Bugün sağda solda devrimci, sosyalist ve komünist faaliyet yürüten her örgütün ve militanın emeği, kolektif manada değerlidir. Fukara ahvalimizle bizimki de dâhil, her türlü eleştiri, bu kolektif değer karşısında talidir. Kemalist, liberal, burjuva, küçük burjuva, reformist ya da apolitik olarak da eleştirilse, ortaya konulan emeğin önünde eğilmek zorunludur.

Birileri, şehirli orta sınıfın hassasiyetlerine oynuyor olabilir, kimileri, Kürd’ün harına sığınabilir, bazıları, parlamenter güzergâhta yürüyebilir, nadiren de olsa birkaç unsur da bedenini silâh edebilir… Bunların bir kısmına ya da hepsine “trafik polisliği” yapmanın anlamı yoktur.

Bugün örgütlerin ve militanların teori eksiklik çektiği ve sırf bu eksiklik yüzünden tıkandığı iddia edilemez. Temel mesele, sınıfsal, işbölümüne ait ve hiyerarşiye dair bir kolektif çıkışın gerçekleştirilememesidir. Böylesi bir çıkış, teorik, ideolojik ve politik marazları bir bir devrimcileştirecektir. Dolayısıyla, tahkimat bu alanda yapılmalıdır.

Bugün örgütler sınıfsızlaşıyor, işbölümüne inanmadığı bir yere savruluyor, sadece kendisinin üstte olduğu bir hiyerarşiye tahammül edebiliyor. Böyle olunca militanlar, o değerli kolektif emeklerinin berhava olması karşısında umutsuzluğa ve inançsızlığa saplanıyorlar. Devrimci örgütler kolektifi anlamında komünist bir çıkışın bu umutsuzluğu ve inançsızlığı gidereceği açıktır.

Komünist çıkış yerine burjuva bir geri çekilişin hüküm sürdüğü koşullarda örgütler, örgütlenme meselesinde, kendilerini bu örgütlenme pratiğinin dışına yerleştiriyorlar. 12 Eylül, Sovyetler’in dağılışı ve 2000 ölüm oruçları momentlerinde örgütlerin ana teorik, ideolojik ve politik hedefi, kendi örgütlerini korumak olmuştur. Dolayısıyla, buna göre militan üretilmiş, buna uygun örgüt formları inşa edilmiştir.

Oysa örgüt, örgütlenme gibi maddî ve diyalektik bir faaliyetin dışında kalamaz. Diyelim bir fabrikada ya da mahallede ya da okulda bir tek kişiyi örgütledi, örgüt, teorik ve pratik olarak o kişinin hayatına örgütlenmelidir. Kişi, basit anketör, pazarlamacı ya da reklâmcı olmanın dışına çıkartılabilmelidir. Bu, basit anlamda örgüt içi demokrasi meselesi değildir. Demokrasi meselesi faydacıdır ama devrimci tarz, kişinin hayatına örgütlenen ve onu örgütleyen bir tarzdır. Burjuva geri çekiliş, örgütleri ve militanları pratik, faydacı ve nicelci bir eğilime mecbur etmektedir.

Böylesi bir düzlemde, örneğin Zübeyir Aydar’ın sosyalistlere yönelik eleştirisi, iki açıdan karşılanmıştır. Birincisinde örgütler, kendini muhafaza etme derdiyle, bu eleştiriye korumacı bir yerden tepki geliştirmiş; ikincisinde ise “biz bildiğiniz sosyalistlerden değiliz, biz varız” şeklinde uyumlu bir cevap üretmişlerdir.

Sınıf, millet ve din başlıklarında ayrı ayrı ve bütün olarak örgütlerin doğal refleksi mevcut dönemde, etraflarına surlar inşa etmek olmuştur. Sur inşası, politika yapmak zannedilmektedir. Dolayısıyla, burjuvazi ve devletin kalelerini yıkacak, fethedecek her türlü imkân, örgütlerin politika anlayışının dışında kalmaktadır.

Aydar’a yönelik eleştirilerin biçimlendiği iki düzlemde de Aydar’ın “biz sosyalistlere iktidar yolunu, parlamento yolunu açıyoruz” tespitine belirli bir cevap üretilmemiştir. Kimse, “biz o yolun yolcusu değiliz” dememiştir. Bazıları, yüzeyde yumuşak laf edip, örneğin KESK içinde “akil adam” olan Lami Özgen’in kuyusunu kazma operasyonlarına girişmiş, bazıları da fırsattan istifade, kendi haklılığının propagandasını yapmıştır.

* * *

“Neva”, kelime olarak nağme, düzen gibi anlamlara sahiptir. Bir Urfa türküsünde kelime şu şekilde geçer: “Bülbülüm neva bilmem/Dertliyim deva bilmem.” Türkünün sözleri Hikmet Kıvılcımlı’nın “çığlıkta ahenk aranmaz” sözünü hatırlatır, onu şerh eder: Derdi olmayan, nevaya düşkündür, nevası olanın derdi yoktur.

Sol örgütler, biraz da korumacı, muhafazakâr eğilime bağlı olarak, dertten azade yuvalara yerleşiyorlar. Kapitalizm karşıtı devrimciliği, emperyalist karşıtı, sınıf mücadelesini görmeyecek bir yere kapanıyor. Kitlelerin kendiliğindenliğine dönük tapınma, örgüt ve örgütlenme meselesini geçersizleştiriyor, durum, dönem ve süreç dâhilinde her türlü imkân, politik devrimci bir ayraca tabi tutulamıyor.

Demokrasiyle birlikte sol öznelerin zihin dünyası matematiğe tabi hâle gelmiştir. Bu nedenle, kimsenin fizik, kimya ve biyoloji gibi temel bilimsel disiplinlere dair bir derdi de kalmamıştır. Verili matematiksel “neva”, onlar için yeterlidir.

Matematik sonuçtur; örgütler, kendi fiziklerini, kimyalarını ve biyolojilerini putlaştırdığı için mevcut matematiksel, geometrik kurguya dâhil olmayı anlamlı ve yeterli sayıyorlar. Tersten, kurguya tabi olmak, fiziği, kimyayı ve biyolojiyi bir biçimde hükümsüz kılıyor.

Başta belirttiğimiz üzere, örgütlerin ve militanların maddî pratikleri, fiziksel, kimyasal ve biyolojik nitelikleri ile değerlidir. Bu nitelikleri matematiksel niceliklere hapsedenler, her zaman devrimci eleştirinin konusudurlar.

Örgütler, kendi militanlarının ve çeperlerinin hayatlarına biraz da bu nedenle örgütlenemiyorlar. Belirli bir fiziksel, kimyasal ve biyolojik faaliyetin ürünü olan örgütler, kısmen kendilerini koşullayan belirli bir duruma, momente ve yere kazık çakıyor, dünyayı o kazığın etrafında döndürüyor, başka fiziksel, kimyasal ve biyolojik unsurlara ve dinamiklere mesafeli yaklaşıyorlar.

Aslında örgütler, bir kişiyi ya da mahalleyi örgütlediğinde ona fazla güvenmiyor, onun dalgasına karşı dalga kıranlar örüyorlar. Sırf bu nedenle, ülke genelinde ya da tekil bir mücadele alanında somut bir politik durum oluştuğunda, ona karşı doğal bir kolektif karşı koyuş gerçekleştiremiyor, başka dinamikleri ve özneleri görmeyecek bir yerde duruyorlar.

Çoğu zaman örgütler, kendisine zarar vereceğini düşündüğü unsurları sınıfsal olarak karşı tarafa atıyor, iyice küçük burjuvalaştırıyor, işbölümü bahsinde onları işsizleştiriyor veya onlara yüklenemeyeceği işler veriyor ya da hiyerarşi bahsinde, onları alt kademede süründürüyor veya üst bir kademeye alıp orada boğuyorlar. Onca matematiğe rağmen, muhtemelen bu tip yaklaşımlar yüzünden örgütlerden ayrılanlar, örgütlerin mevcut nüfuslarından sayıca daha fazladır. Mevcut nüfusun nüfuz üretmesi ise imkânsızdır.

Benzer bir matematikçi yaklaşım, teorik alanda da hüküm sürüyor. Teorik alanların diyelim feminizm ve ekoloji gibi alt alanlara bölünmesi suretiyle niceliğin artırılacağı düşünülüyor. Bu kadar nicelci yaklaşım, nitel bir sıçramayı asla koşullamıyor.

Mücadele başlıklarının düşünsel-teorik düzlemde sayıca artırılmasının örgüt nüfusunu artıracağını düşünmek yanılsamadan ibarettir. Zira döne dolaşa feminizm bahsinde erkekçi ve kadına lütufla yaklaşan bir dil; ekoloji bahsinde, insancı ve doğaya acıyan bir zihniyet hâkim oluyor. Dolayısıyla, ilgili alt alanlardaki devrimci olasılıklar da fiziksel, kimyasal ve biyolojik niteliklere körleşilmesi üzerinden, doğduğu gibi ölüyor.

Soldaki orta sınıf burjuvalara özgü laiklik ve ateizm, aslında mevcut matematikçiliğin bir tezahürüdür. Onun şahsında matematik, fiziğin, kimyanın ve biyolojinin ecdadı olduğunu haykırıp duruyor. “Burjuva laik ve ateist olamadı, biz onun olmuş hâliyiz” demek, tam da bu üç bilimin parçalı olarak işaret ettiği hakikate inanmamak ve onun hareketine güvenmemekle ilgili.

Döne dolaşa, başarılı olmuş bir devrim pratiğini ileri götürmekten bahsetmek ve yere düşmüş devrim bayrağını kaldırıp ileri doğru koşmak, devrim imkânlarını ve devrimi ıskalamakla sonuçlanacaktır. Çünkü oradaki devrim, olmuş bitmiş bir devrimdir ve o devrim, maddî olarak kendisinden ayrı ve başka bir devrime asla tahammül edememektedir. Ayrı ve başka devrimse, tüm tarihin derdini yüklenmeyi, tüm toplumsal dinamiklerin ahenksiz çığlığını örgütlemeyi şart koşar. Bu noktada mesele, deva veya neva üretmek değil, dertlileri ve egemenlerin ahengine, nevasına karşı çığlık atanları devrim yoluyla muktedir kılmaktır.

Eren Balkır
20 Nisan 2013

16 Nisan 2013

, ,

Emperyalist Liberalizm ve Mısır Devrimi


Aşağıdaki satırlarda benim “emperyalist liberal düşünce eğilimi” adını verdiğim konu başlığına ve onun 25 Ocak Devrimi’ni nasıl ele aldığına yönelik dört ayrı eleştiri yöneltilmektedir.

“Emperyalist liberalizm” derken, liberalizme, özellikle temsilî demokrasi ve bireysel özgürlüğe yönelik savunusu bazen doğrudan ve utanmaz bir biçimde ABD’nin küresel çıkarlarını savunma noktasına ulaşan sömürgeci ve batı merkezci kavramsal alet çantası ile sıkı sıkıya ilişkili olan ABD-Avrupa akademik geleneğinin gevşek bir biçimini kastediyorum.

İlk eleştiri şu: Mısır Devrimi’ni kısmen batıdaki klasik devrimlerden kısmen de yakın döneme ait kimi demokratik devrimlerden türetilmiş hazır bir tipoloji içine yerleştirmek, emperyalist liberalizmin en meşhur numaralarından biridir.

Bu tespit, ilk işaretlerini daha devrimin ilk günlerinde vermeye başladı. O dönemde olup bitenler henüz pek net değildi. Ama gene de 25 Ocak isyanının esasında devrim değil, bazı reformlar talep eden ve nihayetinde askerî bir darbe ile sonuçlanan bir halk ayaklanması olduğunu söyleyen bu türden analizler her yeri pıtrak gibi sardı.

Devrimi tanımlamak, sosyal bilimlerin ve siyaset biliminin belki de en karmaşık hususlarından biridir. Üstelik Mısır Devrimi, esasında kendi içinde tuhaf kimi kıvrımlara sahipti. Ancak buna rağmen emperyalist liberal analizlerin önemli bir bölümü hatalı ve tarih dışı varsayımlara dayanıyor.

Bu batı merkezci atıflardaki ana sorun, gözlemciyi 25 Ocak Devrimi’nde tek bir olayı, yani sonrasında Hüsnü Mübarek’in devrildiği, istisnaî bir nitelik arz eden Tahrir Meydanı’ndaki on sekiz günlük o oturma eylemini görmeye zorlaması. Bu açıdan bakıldığında devrim, uzamsal ve tarihsel açıdan sınırlı bir olaydır. O, sanki Tahrir’de konumlanmış ve on sekiz gün sürmüş gibidir.

Mısır’daki “ayaklanma”yı “devrimciler”in iktidarı almayı başaramamasıyla sonuçlanan on sekiz günlük bir sapma olarak anlamak, esasta Latin Amerika ve Doğu Avrupa modellerinden türetilmiş eldeki hazır demokratik devrimler tipolojisine denk düşebilir. Ama bu konu, Mısır örneğine tatbik edildiğinde yanlış anlamalara yol açacaktır.

11 Şubat 2011’de “devrimciler” iktidarı alamamış olabilirler. Bu doğrudur. Ancak 11 Şubat’tan itibaren Mısır’ı sarsan ve devrimin Tahrir’in sınırları ötesinde, on sekiz günden daha uzun sürdüğüne tanıklık eden politik ve sosyal depremleri görmezden gelmek, belirli bir teorik körlüğün yansıması olarak anlaşılmalıdır.

Görece daha geniş bir tarihsel bakış açısı esasında bize Mısır Devrimi’nin (henüz) muzaffer, başarısız, ihanete uğramış ya da çalınmış olarak kategorize edilemeyeceği hususunu anlamamıza yardım edebilir. Aksine Mısır isyanı, yankıları hâlâ devam eden bir olaydır.

Bunun en basit nedeni, ne iktidar mücadelesinin ne de aşağıdan gelen halk hareketlerinin henüz daha sonlanmamış, hatta 11 Şubat sonrasında dinmek yönünde bir işaret bile vermemiş olmasıdır.

İkinci eleştiri, emperyalist liberal yazındaki hâkim özellik olan indirgemeciliğe yöneliktir. İlkin Mısır Devrimi saf anlamda bir politik-demokratik devrime indirgenmekte, ardından da demokrasi basit bir biçimde oy sandığına doğru kapatılmaktadır.

Ama devrimi basit bir demokratik devrim olarak etiketlemek tartışmalı bir meseledir. Devrimimizin görece daha derin yönleri olduğuna ilişkin elde ciddi işaretler mevcuttur.

Bitmeyen sosyal ve ekonomik mücadeleler, tüm cephe ve alanlarda süren küçük ayaklanmalar, bize Mısır’ın politik iktidarın uygulama yöntemini değiştirmekten çok daha farklı ve daha derin bir şeylere tanıklık ettiğini anlatmaktadır.

Ancak buradaki hile tam da şudur: liberal emperyalistlerin iddiasına göre Mısır, çoğulcu bir politik sisteme doğru geçişe tanıklık edip görece serbest seçimler gerçekleştirdiğinden devrime devam etmekten bahsetmenin de âlemi yoktur. Bu argümanın temel dayanağı, yeni sistemi alt etmek yerine, onun usullerine ilişkin kimi yönlerine kendimizi lâyıkıyla ayarlamaya odaklamamızın gerekli olduğu tespitidir.

Bu tarz bir argüman, demokrasinin dönemsel seçimlerden başka bir şey olmadığına ilişkin tanımı kabul etmedikçe pek bir anlam taşımaz. Bu argümana göre, toplanma hakkı, ifade özgürlüğü ve azınlıklarla kadınların hakları ile elbette ilgilenilebilir ama seçimler demokrasinin ana merkezini teşkil eder.

Bu düşüncenin emperyalist niteliği belirli bir “iyi model” oluşturup pazarlama, ardından da ona bağlı olmayanları suçlama üzerine kuruludur. Buradaki ana sorun, bu modelin savunucularının demokrasiyi temsilî demokratik kurumlar inşa etmeye indirgeyecek kadar resmî politikaya kafayı takmış olmalarıdır.

Ama bu “model tapınıcılığı” yaklaşımı, karmaşık ve her vakit değişen bir gerçeklik karşısında başarısız olur. Peki ya Mısırlılar temsilî demokrasi modelinden ayrı ve yeni bir doğrudan demokrasi biçimi icat ediyorlarsa? Çelişkili biçimde Mısırlılar, resmî politik sürece dönük ilgilerini kaybediyorlar ve Müslüman Kardeşler ile birçok analistin hâlâ iman ettikleri bu sisteme giderek artan ölçüde şüpheyle yaklaşıyorlar.

Mısırlıların başlarda oy sandığı demokrasisini epey bir coşkuyla karşıladıklarını da unutmayalım elbette. Devrim sonrası yapılan anketlere yansıyan katılım oranları dikkatle incelendiğinde, oranların başta yüksek ama sonrasında Mısırlıların politik sürecin devrimin ve toplumun talepleri ile ilişkisiz olduğunu keşfetmeleriyle azaldığı görülür.

Bu, “model”in sınandığı ve kusurlu bulunduğu anlamına gelir. Ama emperyalist liberallerin anlamak istemedikleri gerçek işte tam da budur.

Üçüncü eleştiri, emperyalist liberalizmin zihin dünyasının bir özelliği olarak halkın protesto eylemlerini küçük düşürme girişimleri ile ilgilidir. Bazı emperyalist liberaller alay edercesine Mısırlıların hiç durmaksızın protesto etme eğilimi içinde olduklarını söyleyebilmektedirler.

Bu kesim, resmî siyaset ile halkın çıkarları arasındaki ilişkinin karşılıklı katılım üzerine kurulu bir ilişki olmadığı gerçeğini görmezden gelmektedirler. Ayrıca, yaptıkları yorumlarda ve yazdıkları yazılarda emperyalist liberaller, resmî siyasete ait araçlarla kıyaslandığında, protestonun pek de önemli olmadığını söylemektedirler.

Oysa bu iddia, sağlam ya da doğru bir iddia değildir, zira protesto ve resmî siyaset her bir vakada farklılaşan, süreç içinde bir noktadan diğerine değişen ve zamanla değişik bağlamlara kavuşan karmaşık bir yol dâhilinde iç içe geçer.

Emperyalist liberal eğilimin protestoyu küçümsemesinin bir dizi farklı açıklaması olabilir.

Bu tarz açıklamalardan biri, örneğin çartizm gibi, ulus genelinde hüküm süren büyük sosyal hareketlerin geçmişe ait bir şey olduğunu söyleyen ve bugünlerde moda olan bir teoriye dayanır. Bu iddianın sahiplerine göre, bugün küçük hedefleri olan lokal hareketlerin zamanıdır.

Diğer bir açıklama ise en azından kısmen kitleler arasında demokrasi kültürünün eksikliğini ama daha kapsamlı olarak şiddetin giderek yayılmasını suçlayıp duran, şiddeti sürekli lânetleyen batılı analistlerin sömürgeci/ırkçı düşünme tarzının ürünüdür.

Elbette bu düşünce, on sekiz günlük ayaklanmanın barışçıllığını romantize etme eğilimi ile ele gider.

Ancak bu muhakeme tarzı, şu en temel ve en basit soruyu asla sormaz: madem Mısırlılar 25 Ocak’tan 11 Şubat 2011’e uzanan süreçte gayet medenî idiler, o vakit takip eden aylar içinde onların başına ne geldi de bu kadar şiddete meylettiler? Biçimsel, usullere bağlı demokrasinin onların hayallerine ihanet etmiş olması ve taleplerinin gerçekleşmemesi olabilir mi bu sorunun cevabı? O zaman mevcut durumun değişmemesi karşısında, halkın kitlesel eylemliliğe geçmesi, hatta savunma amaçlı bir şiddete yönelmesi mantıklı değil midir?

Emperyalist liberaller, politik İslam ile ilgili tek taraflı ve yüzeysel bir görüşe sahipler. Onlar, genelde ikili karşıtlıklar üzerinden düşünmeye meyillidirler, bu konuda en meşhur karşıtlıksa ılımlı-aşırıcı ikiliğidir.

Çelişkili biçimde geleneksel İslamcılar ve emperyalist liberaller, dünyayı tek boyutlu kavramaktadırlar.

İslamcılar, dünyayı Müslüman/Müslüman Olmayan, Doğu/Batı ve iyi/kötü gibi ikili karşıtlıklara ayırmakta ve merkezinde, İslamî medeniyeti yeniden diriltme hedefine uygun olarak, İslam’ı kurtarma, Batı ile sürekli yüzleşme ve kimlik üzerinden sürekli körüklenen bir çelişkinin durduğu bir projeye göre hareket etmektedirler.

Diğer yandan, emperyalist liberaller ise merkezinde özgürlüğün, özelde bireysel özgürlüğün durduğu bir düşünceye odaklanmaktadırlar. Bu düşünce karşılığını, onların iddialarına göre, ekonomi alanındaki bireysel özgürlüğün cisimleşmesi olan serbest pazara dönük tapınmada bulmaktadır.

Adil olmak gerekirse, bu liberaller, tek bütünsel bir birim olarak İslamcıları asla tehdit etmemektedir. Gene de onlar, ılımlı olan ve olmayan İslamcılar arasında ayrım yapan geniş bir kategorizasyona sıkı sıkıya bağlıdırlar.

Buradaki “ılımlı” sözcüğü özel bir anlayışa muhtaçtır, zira bu sözcük, esasında hiçbir anlamı olmayan hayli politize edilmiş bir sözcüktür.

Ilımlı/ılımlı olmayan sınıflandırması ile ilgili en önemli husus, onun neyi anlattığından ziyade neyi gizlediğidir. Ilımlılık, bu epey politize edilmiş bağlam dâhilinde, gerçekte ana akım görüşün belirlediği kuralları kabul etmek ya da bu kurallara tabi olmak anlamına gelir. Burada esasında dile getirilmeyen hakikat ise şudur: ılımlılar, uluslararası hâkim güçlerin, yani ABD’nin çıkarlarını tehdit etmeyen insanlar demektir.

Elbette emperyalist liberaller, Müslüman Kardeşler’in sıkı bir ılımlı olarak kendi liberalizmi içinde emsal teşkil edecek bir örgüt olduğunu düşünmemektedirler. Onların Müslüman Kardeşler gibi anti-liberal demokratlar ile Selefîlerin önemli bir bölümü gibi anti-liberal demokrat olmayanlar arasında kategorik bir ayrım yapmalarının nedeni de budur. (Tabiî bu noktada söz konusu ayrımı bir ânlığına ihmal etmek gerekecek, zira Selefîler ilgili kategorizasyonu geçersiz kıldılar ve demokrasi oyununa katılmayı kabul ettiler.)

Ama bu noktada Müslüman Kardeşler’in demokrat bile olmadığı, çünkü onun devrime ve taleplerine düşman olduğu gerçeği bugün itibarıyla artık kavranmış bir gerçekliktir. Dolayısıyla, karşılıklı mutabakata dayalı olmayan sekter bir anayasa kaleme almanın yanında Müslüman Kardeşler, eski rejimin cinayet ve işkence araçlarını muhafaza etmiş ve medya ile eylemcileri hedef almıştır.

Ama bu gerçek emperyalist liberaller için önemsiz bir husustur, zira daha önce de belirttiğimiz gibi, ılımlılık, merkezinde hegemonyayı elinde bulunduranın çıkarlarına hizmet etmenin durduğu demokrasinin somut anlamına bağlı kalmamayı öngören bir kavramdır.

Atıf Said

11 Nisan 2013

,

Mücadelen Kadarsın


“Ben, sadece kendi irademi tanırım, başkasınınkini tanımam, sadece kendi bulduğum insanı arkadaş bilirim, başkasıyla ilişki kurmam. Ben, sadece kendi kalemimden çıkan yazıyı okurum, başkasını okumam. Ben, sadece kendi öznelliğimden türeyen söz ve eylemi bilirim, başkasının söz ve eylemiyle ilişkiye girmem…”

Çeşitli biçimlerde çoğaltılabilecek olan bu cümleler, İslamî kesimde de sol-sosyalist kesimde de karşımıza çıkıyor. Kanaatimizce her ikisi de burjuva öznelliğinin ve iradesinin ürünü. İki yaklaşımın da mazlumların ve sömürülenlerin kurtuluşuna dair bir derdi yok. Tek derdi, mevcut pazarda öznelliğinin kale alınması, söz edilmeye değer bulunması. Bunun için söz, eylemin yerini alıyor, eylem, egemenlerin zihin dünyalarına uyduruluyor.

Burjuva öznelliğinin kendine kapalı, kendinden menkul, havada asılı yapısı başkasına asla yer açmıyor. “Sosyalizm” ya da “İslam”, öznenin bu yapısını yansıtacak şekilde, bitmiş-tamamlanmış bir gerçeklik olarak kurgulanıyor. Özne, mutlaklığını ve dolayısıyla, sahte gücünü buradan kuruyor. Söz konusu ideolojik kurgu, bir sıfır noktası olarak alınıyor. Burjuva öznelliği, en fazla, geçmişte burjuvaların bir miktar hareketli olduğu belirli bir momenti öne çıkartıyor. Burjuva “devrimciliği”nden başka bir devrimcilik tanımıyor. Burjuvanın pazara, mülkiyete ve rekabete dair iradesinden başka bir iradeye geçit vermiyor. Hâsılı, sosyalizm de İslam da burjuva öznelliği ve iradesiyle tanımlanarak geleceğe dönük bir şeyler yapmayı gene burjuvaziye teslim etmiş oluyor. Bu teslimiyet, öncelikle küçük burjuva eliyle gerçekleşiyor.

“Anti-kapitalist gibi takılara ihtiyacı yok İslam’ın. İslam, zaten anti-kapitalistliği doğalında içeriyor” diyen bir Müslüman, tam da böylesi bir burjuva öznelliğe tapıyor, Allah’a değil. Ayrıca, onun anti-kapitalistliği içerdiğini söylediği “İslam”ının kapitalizme karşı tek bir taş attığına tanık olunmuyor. Taşıyıcısı, hamili olduğu İslam, o saf, pak ve arı niteliği ile tam da burjuva bireyciliğinin giydiği başka bir gömlek oluyor. Sosyalizm failleri ile bu türden İslam failleri hep kavga ediyorlar.

Burjuva öznelliğinin bu kadar hâkim olmasının temel nedeni, burjuvazinin başka bir devrim istememesi. Burjuvazi devrimciliğe, kolektif iradeye, mücadeleye ve düşünceye ipotek koyuyor. En fazla, kendi devriminin müdafaasına veya onun biraz “geliştirilmesine” izin verebiliyor. Kemalizm ve Fransız Devrimciliği ile kurulan ilişki, bu gerçeğin ifadesi oluyor.

İslamcılar Kemalistleştikçe solcular daha fazla Fransız Devrimcisi oluyorlar. Dine dışarıdan baktığı iddiasında olanlarsa, esasında Kemalizmin özü olan Fransız Devrimi konusundaki mülk sahipliğine o dindarları tabi kılmak istiyorlar. “İşin sihri, özü, mayası bizde” diyerek, Müslümanları kandırabileceklerini zannediyorlar. Kemalizm bir ağ, Fransız Devrimi örümcek yani!

Solcu laik, bu öznellik yarışında İslamcıya kızıyor. Oysa canı ve malını dava uğruna feda etmenin öteki adı olan İslam olma, başka bir iradeyi ve öznelliği çağrıştırıyor. Bireyin canı ve malı üzerinden kurulmuş öznellikle, can ve maldan geçmiş kütlelerin kolektif öznelliğinin farklı bir düzlemde değerlendirilmesi gerekiyor.

Solcu ve İslamcı kesimler arasındaki negatif ve pozitif yakınlaşmalar, doğal olarak liberalizmin düzleminde gerçekleşiyor. Misal, Hüda-Par, Dicle Üniversitesi’ndeki çatışmalar sonrası yaptığı açıklamada “özgür düşünce” müdafiliğine soyunuveriyor. Demek ki lafzen liberal, aslen burjuva olan iradesine göre kendi İslamcılığını kurmuş bir örgüt, zahirde en fazla yalan söyleyebiliyor.

Devletin faşizan doğasına ait İslamî örgütlerin bugünkü liberalizmi gizliden bir Ak Parti müdafaasını içeriyor. Liberalizm, başka bir faşizmi örten bir kılıf olarak iş görüyor. Tersi de doğru: faşizm, başka bir liberalizmi sırda saklıyor.

Aslında her özne, mücadelesi kadardır. Kürd hareketine karşı tağutun yanında yetiştirilmiş bir öznenin bugün liberal laflar sıralaması bir anlam ifade etmiyor. Liberalizm, dipteki faşizmi gizliyor.

Ülke genelinde üniversitelerde devrimcilere ve solculara karşı gerek İşçi Partili gerekse MHP’li faşistlerin gerçekleştirdiği saldırılar, Kürdistan coğrafyasında ancak Hizbullah eliyle gerçekleştirilebiliyor. Bölgedeki üniversitelerde söz konusu iki partinin taraftarlarının yetersiz olması sebebiyle Hizbullah, bu boşluğu doldurmaya aday olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Laf ebeliğinde usta Ümit Özdağ, “takva açısından en üstün ırk Türk milletidir” diyerek Kur’an’a küfrediyor, Hizbullahçılar da bu Özdağ’a omuz vermiş oluyorlar.

Hüda-Par basın açıklamasında, Kürd’ün mücadele içinde tarihsel-toplumsal planda kolektif bir içerikle oluşmuş iradesini tanımadığını, sadece rektörün iradesini tanıdığını ikrar ediyor. Rektör başbakan, başbakansa Kemalist tağut rejimi demek oysa. Allah’ın partisi, canından malından geçmiş insanların değil, ağaların paşaların canına malına kul olmuş bir kesimin toplandığı yer oluyor doğalında.

Hüda-Par, pratik içinde verdiği mücadelesiyle kendisini var ediyor ama bu varlık, tağuta rağmen ya da tağuta karşıt bir mücadeleyle tanımlanmış değil. Bu nedenle onun “hüda”sı, egemenlerin canları ve malları. Genel olarak esnaf ve zanaatkâr tabana yaslanarak, egemenlerden bu sınıfsal kesime akmış burjuva ideolojisi ile İslamcılıklarını harmanlıyorlar ve fukara köylü/mazlum millet hareketine karşı sürekli diş biliyorlar.

Hüda-Par, yazdığı basın bildirisinde Kürd gençleri Peygamber’e düşman olarak takdim etme imkânı buluyor. Oysa onların iradesi, Peygamber düşmanı bir devletin ve bir iktidarın kışlalarında yeşeriyor. İsmen öykündüğü Hizbullah, Lübnan’da mazlumlar hareketi olarak tohumlandığı günlerden bugüne İsrail’e karşı mücadelesi içinde yeşerirken, buradaki Hizbullah, ellilerden bu yana her fırsatta geliştirilen kontrgerilla talimnamelerinin gölgesinde büyüyor. Onların elindeki Kur’an, Peygamber öncesinde hâkim olan kabile ağalarının düzenini devam ettirmek için mızrakların ucuna takılan birkaç yapraktan ibaret. Dün o mızraklar paşaların elinde iken bugün emniyet müdürlerinin elinde.

Bu paşalar ve emniyet müdürlerinin görevi, burjuva iradesini ve öznelliğini muhafaza ve müdafaa etmek. Bu irade ve öznellik, “İslam’ı koruma” adı altında onun küffara yönelik saldırısını ezen bir tavır. Koruma görevini yapanlar, Müslüman ahaliyi “biz olmazsak İslam ölür” diye korkutuyor ve pazarlarını muhafaza ediyorlar. Bunu yaparak, kendi burjuva öznelliklerini ve iradelerini Allah’a şirk koşuyorlar. Dolayısıyla, Peygamber’e kılıç çeken müşriklerin dinî, ideolojik ve politik yönelimlerine bağlanıyorlar. Bu yönelimlere karşı çıkanlarsa Müslüman ahalinin önüne “din düşmanı” olarak atılıyorlar.

Burjuva öznelliği ve iradesi, kendisine karşı olan her şeyin kellesini kesecek bir kılıç dövüp duruyor. Bu kılıcın adı “sosyalizm” de olabiliyor “İslam” da. Burjuvazinin kılıcına karşı sömürülenlerin ve mazlumların kılıcını dövmek gerekiyor.

Eren Balkır
10 Nisan 2013

06 Nisan 2013

, ,

"Beden Benim" Hareketi

Emperyalizmin kanlı botlarıyla girdiği Ortadoğu’nun üzerinde bugün bir hayalet dolaşıyor: liberalizmin hayaleti. 

Bu liberalizm, İslam’a saldırarak yol almaya çalışıyor. Kendisini bu karşıtlıkla tanımlıyor.

Liberalizmin Tunus kapısından girişine “Bahar” denildi, Arap artık nihayet hürdü. İslam fazla esaretti, fazla zincirdi, fazla tutsaklıktı. Parababaları, Arapları kurtarmaya gelmişlerdi. Bugün de bir kadının bedeninde cisimleşmesine “özgürlük” diyorlar.

Tunus’ta etini liberalizmin afişine çeviren kadının ismi de özenle seçilmiş: Âmine, Peygamber’in annesinin adı.

Bugün Arap kız camdan bakıyor, batılı kadınlara öykünmeyi özgürlük zannediyor. Esaretten kurtulmayı kendini inkâr etmekte tanımlıyor.

Âmine “beden benim” diyor, buradan başka şeylere de “benim” diyebileceği günlerin hasretini çekiyor. Aslında faşizm, zarar ziyan olanın üzerine çarpı atıyor, liberalizm de o çarpıyı daire içine alıyor. Tercüme faaliyeti neticesinde “Beden benim, tercih benim” diyen irade, liberalizme hizmet ediyor. Bu liberal formül uyarınca, bedenini tercih edilir kılmak için uğraşıyor. Liberalizm, kadına bugün fahişelikten ve kölelikten başka bir şey öneremiyor.

Patron işçiye, “senin bedenin var, benim teknolojim, makinelerim, şu güçlerimizi bir birleştirsek, ne müreffeh oluruz” diyor. Kadın da benzer bir biyopolitika düsturu ile ikna ediliyor.

“Benim bedenim” demek, kadını salt beden olarak pazara çıkartan kapitalizme katkı sunuyor. Peygamber’in, yanlış bilgi olduğu açık, dokuz yaşındaki bir kız çocuğu ile evlendiğini sorgulayanlar, safariye çıkar gibi, Uzakdoğu adalarına gidip oralarda dokuz on yaşındaki kız çocuklarıyla fuhuş yapan patronlara hizmet ediyorlar, onların adımlarını kolaylaştırıyorlar.

Tunuslu kadının eylemi, salt üretkenlik ve aile sınırları içinde tutulan kadınla pazara çıkartılan kadının geriliminde gerçekleşiyor. Femen denilen grup da ikinci tarafa hizmet eden bir ajan örgütü olarak sağa sola saldırıyor.

Femen, esas itibarıyla geçmişin renkli devrimlerinin uzantısı olarak iş görüyor. Ama tesadüf ki Avrupa’da çeşitli camilerin önünde Âmine için eylem koyuyorlar. Bu camilerden biri, Almanya’daki Ahmediye Camii. Söz konusu cami, iki yıl önce Avrupa’yı Müslümanlardan temizlemeyi aklına koymuş Geert Wilders gibi faşistlerin saldırısına uğramış. Camiye atılan bomba, yumrukları sıkılı çıplak kadınlarla yineleniyor. Grup, ellilerde Amerikanlaşan Türkiye’ye pazarlanan kadın dergilerini bugün canlı olarak güncelliyor. Emperyalizm için yolu temizliyor.

Solun kadına, “beden benim, kimsenin ahlâkını tanımıyorum” dedirtmesi, bu açıdan anlaşılır gibi değil. Dışarının hukuku için içerinin ahlâkı paramparça ediliyor. İşçiyi işçicilikle, kadını kadıncılıkla ezmek, solun alamet-i farikası oluyor. Parçacılık yaparak parçalama eylemini gerçekleştirdiğini zannediyor, yanılıyor.

Muhabbet ve aşk insansızlaştırılıyor, pornografi güncelleniyor. Örneğin İsrail parasıyla Avrupa’da İran’a yönelik bir TV kanalı kurmuş İranlı bir “komünist” grup, bu kanalda saatlerce porno film yayınlıyor, bununla övünüyor, pornografiyi ilericilik zannediyor. Bu durum, Irak işgali sonrası uydu antenlerinde bizzat adı “Arap pornosu” olan kanalların çoğalması ile tutarlı. Aynı İsrail’in Gazze kuşatması esnasında TV yayınını kesip Filistinlilere 24 saat porno seyrettirmesi de hatırlanmalı.

Tunuslu kadının teşhirciliğinde desteklenecek bir şey yok. Bu, kapsamlı bir nitelik ve sadece biçim arz eden İslam’a saldırının basit bir yansıması. Kadının ya da işçinin kendinden menkul bir hâle zorlanması, onun başka insanları, kesimleri örgütlemesinin önünü almak için yapılıyor. Demek ki parçalarken bütünlemeyi, bütünlerken de parçalamayı her zaman gözetmek gerekiyor.

Kadın erkeğe göre anadır, bacıdır, yardır. Kadın, sadece beden ve sadece kadın olursa, elbette ki bu ilişki biçimlerini tarihin çöplüğüne atacak, erkeğin zulmüne ses çıkartamayacak ya da onun da maruz kaldığı zulme tepki koyamayacak bir yere mahkûm olacaktır. Bu ilişkilerden kurtulduğunda özgür olacağını zannetmek, ne büyük bir yanılgıdır. “Çalışmazsam, sömürüden kurtulurum” demek kadar saçma! Asıl, bu özgürlüğü kimler istiyor, ona bakmak gerekiyor.

Solun ilerlemeciliği liberalizm içindir, içindedir. Liberalizm, sömürü ve zulme karşı kolektif ve bütünlüklü mücadeleyi parçalamak için görevlendirilmiştir. AKP döneminde istatistiksel bir veri olarak kadına yönelik şiddetin artmış olması, ondaki liberalizmin eskiden sızmadığı yerlere sızmış olmasıdır. Artık mutaassıp mahallelerde evli kadınlar, internetten tanıştıkları erkeklerle birlikte olabilmek için garsoniyerler açmaktadırlar. Bu imkân, paranın, emtianın akışı, yoğunlaşması ile ilgilidir. Gazetelerin, televizyonların görevi, bu akışın kolaylaşması için yolu temizlemekten ibarettir. Dolayısıyla, tüm üçüncü sayfa haberlerinde kadın kadar erkek de kurbandır. Onlar, düzenin tetikçisi, bar fedaisi olarak iş görmektedirler.

“Beden benim” demek, en ilkel, en sıfır noktası, en temel ve en basit olandan bakıp hayatı kirden pastan temizlediğini düşünmektir. Oysa bu yanılsamadır, patriyarka, kapitalizm ya da emperyalizm, ne uzaydan gelmiş, bu bedene fazla bir mikrop ne de işleyişteki doğadışı bir sapmadır.

Teorik bir işlemin, soyutlamanın pratik hayatın yerini almasını bir sorun olarak görmek gerekir. Pratikte fazlayı törpüleme girişimi, sömürü ve zulme karşı mücadelenin fazla olarak görünmesiyle sonuçlanacaktır.

Teorik işleme göre, anaerkillikten ataerkilliğe geçiş momentinden bugünde içinde olduğumuz momente düz bir çizgi çekilmektedir. Aslında ne yirmi bin yıl önceki ana bugünkü anadır, ne de o dönemki kadın bugünkü kadındır. Arada hiçbir şey yaşanmamış gibi yapmak, pratikte kişileri biraz olsun rahatlatabilir, onların sorumluluklarını azaltabilir ama bu rahatlama ve sorumsuzluk, mücadeleyi silikleştirecektir.

“Beden benim” demek yerine, kavgalı sürecin sonucunda oluşacak “ortak bedene bugünden aitim” demek, mücadele için ön açıcı olacaktır.

Aksi takdirde, memelerimizi teşhir etmek, sol mememizin altındaki cevahiri söndürecektir.

Gamze Türkmen
5 Nisan 2013

04 Nisan 2013

,

Merdan-ı Zülfikar


Gün Zileli, kişisel Perinçek hesaplaşmasını ve günah çıkartma ayinini gerçekleştirdiği anılarında, hapisten çıktıktan sonra, önceden çalışma yürüttükleri Maraş’a gittiklerini anlatıyor. Buradaki Alevîlerin dedeye ve genel olarak yola bağlılıklarını anlatan Zileli, devrimcilerin teması ardından, özellikle gençlerin dinden, imandan ve yoldan uzaklaştıklarından bahsediyor.

Babamın Sesi isimli film de Maraşlı bir Kürd Alevî ailenin hikâyesini aktarıyor. Maraş Katliamı esnasında baba, korkudan Alevî olduğunu gizliyor, kapısına dayananlara birkaç dua okuyor ve onlarla birlikte ev basmaya gidiyor. Kepçe operatörü olan baba, dağa çıkan oğluna küs gidiyor bu dünyadan.

12 Eylül oluyor sonra. Bazı solcular, özellikle Avrupa’da, Alevî olduklarını hatırlıyorlar. AB ölçütlerinde belirli bir kimlik edinmek ve bu kanaldan akan parayı avuçlamak için Alevî olunuyor. Özellikle Almanya’da Alevîliğin başlı başına bir din olduğu üzerinde duruluyor. Almanya, kendi Protestan geçmişini İslam’a Alevîlik üzerinden gölgelendiriyor. Hristiyanlıkta mezhepler başlı başına bir din olarak görülüyor zira.

Solcular, örgütlemek için gittikleri Alevîliğin bu batılı formatına örgütleniyorlar. Cem evlerine akan paralar yağmalanıyor. Sahte bir yığın dede türüyor. Eskinin Kur’an’ı ve İslam’ı bilen, onca “kâfirsiniz” lafına inat din içinde kalan dedeleri gidiyor, yerine laik Kemalist sahte cemaat liderleri geliyor.

Bunlardan biri İzzettin Doğan. Aileden MHP’li olan bu zat, dedeliğini ilân ediyor. Süleyman Demirel’in yıllar sonra açıkladığı üzere, Cem Vakfı’nı onun talimatıyla kuruyor. O yıllarda vakfa yapılacak iş başvurularında bile “asker kökenli olmak” birinci şart kabul ediliyor. Özünde Cem Vakfı ve Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu Kültür Vakfı, doğuda yükselen savaşta Kürd Alevîler üzerinden batıdaki Alevîleri kaptırmamak için kuruluyor. Zaman içinde tarihsel planda esasen kavgalı olan Bektaşîler ve Kızılbaşlar yan yana düşüyorlar. İkincisi birincisinin tarihsel maddî imkânlarından faydalanmaya çalışıyor.

Bektaşîlik, Osmanlı ordusunun kurucu ideolojisi olarak devlet kurumu biçiminde örgütlendiğinden, dağlı Kızılbaşlar onlara her daim diş biliyorlar. Örneğin Dersim Katliamı’nda Bektaşî ocağına bağlı Çepniler, Topal Osman’ın efradı, kullanılıyor. Bu Çepniler, uzun dönem Mustafa Kemal’in yakın korumalığını üstleniyorlar. Kemal Paşa, Niğde’de bir sohbet esnasında şekerli kahve istediği vakit kendisine gülümseyen çaycıyı dövenler de bu korumalar.

Kemal Paşa, Osmanlı’nın devlet hafızası ile yetişmiş bir isim. Dolayısıyla, işgal esnasında kendisine yardım etmek isteyen Alevîleri hatta Bektaşîleri kapı dışarı ediyor. Alevîler de Malatya-Nevşehir hattında kendi ordularını kuruyorlar. Kemal Paşa, daha çok Osmanlı ile ilişkili olan ocakla ve kanalla temas kuruyor. Örneğin, Sivas Kongresi’ne gidildiğinde, bugüne kıyasla çok daha fazla Alevî’nin yaşadığı kentten tek bir Alevî temsilci kongreye çağrılmıyor. Alevî’yi kapı dışarı etmiş, Dersim’de, Koçgiri’de katletmiş bir paşayı Allah-Muhammed-Ali silsilesine bağlamaksa gene Alevîlere düşüyor.

Bugünse Alevîler, sığ bir Kemalizm eleştirisi üreten AB’cilik ile Kemalizm arasında çekiştiriliyor. Tüm mücadele geçmişlerini silmeyi maharet sayıyorlar. Kerbela’dan bugüne tüm zulümleri unutmalarının nedeni, Alevîlerin bugünkü zulme karşı sessiz kalacaklarına dair bir ahit içine girmiş olmaları. Bu siniklik ve korkaklıkla devletin Türkleştirme ve Arap düşmanı yapma gayretlerine de çok kolay cevap veriyorlar. Öyle ki “Alevî” sözcüğünün “Alev”den türediğini iddia ediyorlar. Hz. Ali’nin kılıcı, Hz. Hüseyin’in mücadelesi silinmişse geriye tabii ki tuhaf bir kültürel gevezelik kalıyor.

Sivas Katliamı, bu korkunun ve sinikliğin iyice hücrelere yerleştirilmesi için yapılıyor. Allah’tan devrimciler, Gazi’de dik durarak bu havayı biraz olsun dağıtıyorlar. Ama Alevîler, ülkenin ortasından, yani Sivas’tan, orman yangınını bölmek için açılan yollar misali, bölünmesi karşısında hemen teslim oluyorlar ve tam da devletin istediği şey, yani “PKK düşmanı” oluveriyorlar. Şimdi de “nazlı gelin” misali, “bizim ismimiz o mektupta niye geçmiyor” diye feveran ediyorlar. CHP ile kurdukları çıkar ilişkilerinin devam etmesi için türlü tezvirat üretiyorlar. Apo ise son mesajında, “demokratik ittifakın Alevîler olmadan yapılamayacağını, kimsenin ucuz propagandalara kanmaması” gerektiğini söylüyor. Oysa Osmanlı’dan miras hafızadaki Alevîlere bugün pek rastlanmıyor. Şimdi savaşmadan, mücadele etmeden tanınma isteği ve yer bulma arzusu moda. Ama Alevîlerin hafızasında özellikle Şafîlerin düşmanlıklarına ilişkin düşmanlık sürekli ateşleniyor, PKK de Kürd örgütü olmakla, bu düşmanlığa bağlanıyor. Bugünse Alevîlerin haklarını savunmak Şafî olan Ahmet Tan’a düşüyor, tarihin cilvesiyle.

Tarihsel olarak Alevîlik şehirleşen, şehrin kurgusuna yedirilen resmî dine karşı bir başkaldırı iken, bugün şehri kuran Kemalizmin bir alt sancağı olarak istismar ediliyor. Özündeki başkaldırı silinince, Zülfikar terk edilince, boşluğu egemenlerin teolojisi ve teorisi dolduruyor. İzzettin Doğan Fethullah ile iş tutabiliyor, Alevî subaylar kurban niyetine harcanıyorlar, şamanizmle eşitlenip mevcut putların hizmetine sunuluyor, cem evleri folklorik sergi salonlarına dönüşüyor, kendinden menkul bir “din” olduğu iddia edilip Avrupaî rant kapılarına bağlanıyor. Kerbela zulmünü nefesine geçirmiş kavimlerin ve milletlerin ortak başkaldırısı olmayı terk edip, bugünün zulümlerine kör ve sessiz kalacağı bir yere hapsediliyor. Kurtuluş için çöl kumuna gömülen Zülfikar, merdanını bekliyor.

Eren Balkır
4 Nisan 2013

03 Nisan 2013

,

Yerlilik


1979-1982 momentinde, bu önemli dönemeçte sol, sosyalist ve devrimci örgütlerin cem-i cümlesinin bölünmesi, örgütlerin esasta devrim gibi bir niyetlerinin olmadığının delilidir. Devrimin zorunluluğundan kaçılmış, emre itaatsizlik edilmiş, herkes, bir biçimde varoluşunu kutsallaştırmıştır. 12 Eylül’ün mirası budur.

Bu örgütler, din, millet ve sınıf başlıklarında sürekli kendi varoluşunun kutsiyetini koruyacaklardır. Kendi varoluşunun Marksizmin, sosyalizmin ve komünizmin devamlılığının önşartı olduğu konusunda herkesi ikna etmek zorunda kalacaktır. Din, millet ve sınıfla kurulan pozitif veya negatif ilişkilerin arkasında bu teolojik zemin durur.

1979-1982 momentinde mangalda kül bırakmayan örgütlerin bile devrim gibi bir derdi yoktur. Sonradan bu örgütler, ilgili momentte bir “devrimci durum” var mıydı yok muydu tartışması içine girmişlerdir. Lenin’den alınan devrimci durum formülüne göre, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi, yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi ve yaygın bir ekonomik kriz başlıkları esasında devrimci öznenin mevcudiyeti ile tanımlıdır. Yani bu başlıkların kendinden menkul, nesnel, kendiliğinden, Tanrı katından bir müdahale ile gerçekleşmiş bir niteliği yoktur. Yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi için devrimci mücadele zorunludur. Yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi için de aynı durum geçerlidir. Ama bu noktada sürekli, ekonomizm batağına saplandıklarını gizlemek amacıyla, ekonomik krizin ne ölçüde yaygın ve ne kadar derin olduğu tartışılmaya çalışılır.

“1979-1982 momentinde devrimci durum yoktu” diyenlerin “teorisyen” lisansı almalarında bu anlamda şaşılacak bir durum yoktur. Bu tespitle tüm örgütlere birer mavi boncuk dağıtılmış olur. Böylelikle örgütler, zaafın ve hatanın kendilerinde olmadığını düşünerek rahatlarlar ve kaldıkları yerden yollarına devam ederler. O lisans bu yüzden verilmiştir.

Teorisyenlerin tek önerebileceği şey, onca nesnellik güzellemesi ile arabanın atı çekebileceği konusunda insanları ikna etmek olabilir. Bu husus, özellikle “yerlilik” noktasında gündeme gelir. Bazı örgütlerde Latin Amerika’daki yerli tabanına yaslanan dinamiklere öykünmenin nedeni buradadır. Yerli unsurlarla hemhal olabilmeyi siyaset zannetmek, tuhaf bir yönelimdir.

Bugün Kürd hareketini teorik ve pratik manada tüketmiş unsurlar, bu sefer din meselesine el atmaktadırlar ve bunu da temelsiz bir yerlilik vurgusu ile gerçekleştirmektedirler. Kürd hareketi hâlâ “ben Şeyh Said olmayacağım” diyerek geçmişle kurduğu teorik ve pratik gerilimi bir biçimde sürdürmektedir. Mücadelenin kendisi bir tür yerliliği doğal olarak koşullamakta, coğrafya, sosyoloji ve tarihin konusu olan maddî gerçeklik, mücadelenin kolektif öznesini bir biçimde örgütlemektedir. Oysa Türk tarafında bu düzeyde ele alınabilecek bir mücadele ve kolektif özne yoktur. Bu olmamışlığın bahanesi, her zaman işçi sınıfının geriliği, Kürd hareketinin geriliği ve Müslüman ahalinin geriliğidir. Demek ki Türk solu, kendisini ileri olarak görmekte ama bu ilerilik hiçbir vakit, hiçbir momentte kitleleri ileri çeken bir nitelik arz etmemektedir. Onca ilerilik, her daim, gerici addettiği kitlelerin gerisine düşmektedir.

Kürd hareketi, geldiği noktada Türk tarafıyla kurduğu ilişkiyi devletle pazarlığın bir unsuru hâline getirmiştir. Onun için Türk sol örgütlerin kendisi üzerinden kılıflar örmesi bir anlam ifade etmemektedir. Kürd, ormanı savaş gerçekliğinde yakıldığı için ekolojist olmakta, Türk solcusu ise kendi liberal eğilimlerini kılıflandırmak amacıyla Kürd’ün ekolojizmine öykünmektedir. Sırf gerilla geçiş güzergâhlarına HES ya da baraj yapılması ile ülkenin başka yerlerinde yapılan HES’lerin ve barajların yan yana getirilmesi, savaş gerçeğini unutmak, ona karşı körleşmek demektir. İkisi arasındaki ayrımı silmek, Kürd’ün her daim geri kabul edilmesi ile ilgilidir.

Kürd’ün içinde de Türk solcusunun küçük burjuva liberalizmine öykünerek rahata ermek isteyenler çıkabilir ama orada esaslı bir sigorta mevcuttur. Yani onların küçük burjuvası bile başkadır! Başkalaşmıştır.

Aynı duruma Kürd’ün İslam ve Müslüman ahaliyle kurduğu ilişkiyi batıda tekrarlama gayretinde de rastlamak mümkündür. Yerlilik vurgusu ve doğal olarak Müslüman-Türk ahaliyle temas kurma ihtiyacı, “hayatın sahibi benim” deyip duran liberalizme zorunlu olarak varır. Yerlilik meselesi, temelde, bu ülkenin sahipleriyle uzlaşıldığının, onların iktidarına teslim olunduğunun bir göstergesidir. Kürd siyasetinin girdiği “yeni” yönelim dâhilinde bazı örgütler, yerlilikten dem vurmakta ama bu yerliliği Kürd hareketinin yerliliği ile tanımlamaktadırlar. Oysa silâh düştüğünde geriye kalan sadece liberalizmdir. Tersten, liberalizm silâhların düşürülmesi içindir.

1979-1982 momenti 1969-1972 momentinde TİP ve TKP’ye başkaldırmış, özellikle ülke içi dinamiklerle değil, tam da dünyasal, dışsal ve uzak diyarlardan gelen teorik dayanaklar üzerinden belirli bir huruç gerçekleştirmiş dinamiklerin tasfiye edildiği momenttir. Bu momentten sağ salim çıkan örgütler, zorunlu olarak hurucun öncesindeki döneme Asr-ı Saadet muamelesi yaparlar.

SDP lideri Rıdvan Turan’ın “Türkiye’ye özgü sosyalizm anlayışı” da bu tasfiyeye dayanır.[1] İbrahim, Deniz ve Mahir, birer istismar aracından ibarettir, bu isimlerin gerçekleştirdikleri huruç, geriye doğru tarih dışına atılmıştır. Onlar, tarih içinde devinen devrimci bir olgu olmaktan çıkartılmıştır. Sonuçta gerisin geri Aybar-Boran-Aren çizgisinin “Türkiye’ye özgü sosyalizm”ine ricat edilmiştir. Böylelikle gençler, ustalarına haset eden, basit anlamda onların yerinde olmak isteyen “serseriler” derekesine düşürülmüştür. Türkiye şablonuna göre ayarlanan sosyalizm, ister istemez ancak başkaldırdığında görülebilen Kürd’ü, Alevî’yi, köylüyü ve ne kadar mümkünse Müslüman’ı defterden silmek zorundadır. Bunlara sus payı niyetine demokratik payeler dağıtılır ve bir devlet biçimi olarak demokrasi, her şeyi düzleyerek yoluna devam eder.

TİP’in kutsal halesi, gençliğin, işçinin ve aydının bir arada durabildiği bir zemini örgütleyebilmiş olmasıdır. Buraya ricat etmek, gençliğin hurucunu yanlış bulmaya mecburdur.

Demek ki bu kadar “yerlilik” vurgusu şaibelidir. Zira yerlilik, tam da mücadeleye tabidir. Mücadele eden özne, kendisini yere yedirme zorunluluğu hisseder. Basit anlamda “elde başarılı bir örnek var, onun gibi biz de yerlileşelim” denildiğinde, oynanan bir fars, resmedilen bir karikatür olur. Yetmişlerde sırf bu yerlilik edebiyatının pazarlamacılığını yapmak için kurulmuş “Birikim” dergisinin bu ulaştığı sonuç kulaklara küpe olmalıdır. “Yerlileşin” diye emreden mücadele değil de mücadele kaçkınları ise bu emir, “mevcut egemenlerin önünde yere kapaklanın” anlamına gelir.

SDP başkanının “yerlilik”ten anladığı, nedense “özgürlükçü laiklik” olmaktadır. “Özgürlükçü” takısı getirildiğinde kendi laikliğinin Kemalizmden ayrışacağını zannetmektedir. Laiklikle bu ülkenin sahibi olanlara işmar edilmekte, özgürlükle yeni devlete bağlanmak isteyenlere selâm çakılmaktadır. Yani “solun kalıbı Kemalizm, İslamî hareketlerin kalıbı antikomünizm” denildiğinde seksen sonrası ülkeye dışarıdan hücum eden antikomünist gevezeliklere kanıldığı ve pratikte döne dolaşa Kemalist cumhuriyetin kabul edildiği gizlenmiş olmaktadır.

Sosyalizmin ancak demokrasiyi tamamlayan bir sıfat olabildiği bir teorik kurgunun temel dayanaklarının batılı, hiç de yerli olmayan antikomünist odaklar olduğu görülmelidir. “İşçi sınıfı demokrasi terbiyesinden geçmezse biz de dâhil herkesi ezer” korkusu üzerine inşa edilmiş sosyalist demokrasi tezlerinin bizzat o işçi sınıfını batıda iğdiş etmek isteyenlerce üretildiğini anlamak gerekir.

Antikomünist gevezeliklere kanmak şudur: “12 Eylül’den çıkartılması gereken ders, proletarya diktatörlüğünün, iktidarın bizi yenilgiye uğratmasıdır.” Bu tespit, söz konusu dönemeçte devrim için öne çıkmamanın günahını mücadelenin kendisine yüklemektir. Düşman da her gün “başkaldırırsan başın ağrır” diye korku yaymaktadır. Kendi korkusunu genelleştirmek, herkesi o korkuya örgütlemek, politika yapmak değildir. “Bu dinciler içtiğim rakıyı yasaklarsa” korkusu üzerine politika inşa etmek saçmalıktır. Mesele, bir Tunuslunun memelerini teşhir etme özgürlüğünü savunmak değil, o dinciyi kerhaneleri destekleyen, kadını köleleştiren burjuva ahlâkını müdafaa eden devlete karşı örgütlemektir. Yerlileşmekse mesele, onun bu eylemlilikte tanımlı olması gerekir.

Örgütlerin mevcut korkularıyla yerlileşmeye çalışmaları daha da dışlanmakla sonuçlanacaktır. En fazla din dışına çıkmak üzere olanlara rahat yastıklar takdim edilecektir. “Bu çelişkiler ben varım diye var” diyen kişileri politik olarak intihara sürükleyecektir. Yerlileşmenin önkoşulu olan mücadele araba olarak atın önüne alınacak, zamanın sahibi olduğunu söyleyenlerin eline teslim edilecektir. Yerlileşme, enisonu yersiz-yurtsuzlaşmayla sonuçlanacak, egemenlerin sınırlarına teslim olunacaktır.

6 Nisan’da Ankara, 13 Nisan’da İstanbul’da yapılacak Din Sempozyumları da yerlileşmenin bir gereği olarak yapılmakta ama sonuçta laik solun ortaklaşa bir tavır geliştirme ihtiyacı üzerinden biçimlenmektedir.[2] Müslümanların bir kısmı ile sosyalistlerin bir kısmı, kendi aralarına döşedikleri liberalizm denilen hava yastığını test etme imkânı bulacaklardır. Sonuçta kazanan, Kemalist laiklik olacaktır.

İşçi sınıfını, Kürd’ü, Türk’ü, Müslüman’ı gerici ve geri, kendisini ilerici ve ileri olarak kodlamış olan solun yerlileşme niyeti, bu gericiliği ve geriliği egemenler için makul düzeye çekebilmekten ibarettir. Solun ilericiliği ve ileriliği, düşmanın ve mücadelenin sahasından kaçmasının bir kılıfı, bahanesidir. İstiklal Caddesi’nde erkek yoldaşlarına önlük taktırıp yerleri süpürtmek, eninde sonunda “Ben Bilmem Eşim Bilir” yarışmasının ahlâkına ve felsefesine bağlanır. Geri Türk erkeği ileriye çekilmek istenirken, onun katlettiği kadının kini susturulmaktadır. Demokrasicilik, faşist, zorba nizamın sürdürülmesi için ilerici ve ileri olup mücadelenin önünü kesmektir.

Eren Balkır
3 Nisan 2013

Dipnotlar:
[1] Rıdvan Turan Röportajı, Bektaş Hacıoğlu, 2 Nisan 2013, Adil Medya.

[2] Din Sempozyumu, 25 Mart 2013, Temel Demirer.

, ,

Maoist ve Devrimci Örgütlere Mektup


İtalya Komünist Partisi (Maoist), Maoist örgütlerin uluslararası bir toplantı dâhilinde bir araya getirilmesi için kısa süre önce bir çağrıda bulundu. Bu çağrı, Devrimci Enternasyonalist Hareket'in (DEH), ABD Devrimci Komünist Partisi (DKP-ABD) ile Nepal Birleşik Komünist Partisi (NBKP) gibi iki öncü örgüt içinde yaşanan revizyonist gelişmenin aşikâr bir hâl alması ardından çökmesini takip eden bir dönemde yapılıyor.

Yoldaşlar! RKP-ABD ve NBKP liderliğinden dünyaya yayılan revizyonizmden kesin bir biçimde kopalım ve bu kopuşu bir bayram misali kutlayalım. Bunu yaparken, sınıf mücadelesi deneyimine dayanan ve damıtılarak Marksizm-Leninizm-Maoizm biçimini alan, bizi tanımlayıcı birlik noktalarımızı yeniden teyit edelim.

Bu noktalar aşağıdaki hususları içermektedir:

- Tüm tarih, sınıflar arasında, üretim araçlarının gelişimi ve bu araçların mülkiyeti ve kullanımına ilişkin olarak yaşanan mücadelenin bir sonucudur.

- Kapitalizm koşullarında emek, kâr etmek için faydalanılan bir husustur. Birikmiş artık emek olarak sermaye, işçi kitlelerine karşıt bir niteliğe sahiptir.

- Kapitalist-emperyalizm, halkın çoğunluğunun hâkim tekelci sermaye tarafından doğrudan ve dolaylı olarak sömürülmesini zorunlu kılar ve kapitalizmin fıtratında olan, giderek genişleme kaydeden çelişkileri açığa çıkartır.

- Emperyalizmin süregiden barbarlığının yegâne alternatifi, sosyalizm ve komünizm için verilecek mücadeledir. Daha kapsamlı bir ifadeyle, halk savaşları ve birleşik cepheler, komünizm mücadelesi için en acil ve en güvenilir araçlardır.

- Sosyalizm, iktidarın proletarya tarafından zorla ele geçirilmesini zorunlu kılar. Ancak sosyalizm, mücadelenin sonu demek değildir. Sosyalizm koşullarında yeni yönetici sınıf olarak kendisini tesis etmenin yollarını arayacak olan “yeni burjuvazi”nin gelişimi için belirli koşullar mevcuttur. Bu eğilime karşı koymak için sosyalizm koşullarında sınıf mücadelesinin, komünizmin geliştirilmesi suretiyle, bıkıp usanmaksızın yürütülmesi gerekir.

Bunlar, tüm Maoistlerin kabul edebilecekleri noktalardır. Ancak bu noktalar, bugünün dünyasına ait tüm önemli özellikleri yansıtamamaktadır.

Yoldaşlar! Emperyalizm koşullarında sınıfın doğasına ilişkin bir söyleme ve mücadeleye çok fazla ihtiyaç duyulmaktadır.

Devrimci Anti-Emperyalist Hareket’in ortaya koyduğu çizgi, emperyalist ülkelerdeki halk kesimlerinin ağırlıklı bir bölümünün burjuvalaştığına ilişkin bir anlayışı içermektedir.

Bu burjuvalaşma, sıklıkla sömürgecilik ve yerleşimci sömürgeciliğin tarihi içinde cereyan eden ulusal baskı etrafında oluşmaktadır. Ancak bu, çoğunlukla geniş Üçüncü Dünya periferisindeki sömürülen işçilerle emperyalist merkez ülkelerde bulunan asalak işçiler arasındaki süregiden küresel bir ayrım olarak yorumlanmaktadır.

Her ne kadar işçi sınıfı içindeki bu ayrışmaya ilişkin anlayışı “işçi aristokrasisi” kavramı ile popülarize eden Lenin olmuş ise de bu olgu, ilk kez Karl Marx’a yazdığı mektupta Friedrich Engels tarafından dillendirilmiştir:

“İngiliz proletaryası, hâlihazırda giderek daha fazla burjuvalaşıyor, böylelikle tüm ulusların en burjuvası olan bu sınıfın nihai amacı, burjuvazi ve burjuva aristokrasi yanında bir burjuva proletarya olarak mülk sahibi olmak şeklinde somutlanıyor. Bir milletin tüm dünyayı sömürdüğü koşullarda bu husus, elbette belli ölçüde meşruluk kazanıyor.”

Kimi istisnalar dışarıda tutulacak olursa, Marksistler, esas olarak ihtilaflı olan “işçi aristokrasisi teorisi”nin ideolojik etkilerine odaklanmış ve bu etkileri tartışmışlardır. Ne yazık ki “işçi aristokrasisi”nin ekonomik boyutlarına çok az önem verilmiştir.

Emperyalist dünya ekonomisi içinde Birinci Dünya işçileri (dünya üzerinde azınlığı teşkil eden işçiler), tüm emek değerine ait mali oranı aşan bir ücret almaktadırlar. Aslına bakılırsa, Birinci Dünya işçileri, toplumsal emeğin somutta sarf ettiklerinden daha fazlasını tükettikleri gerçeğine bağlı olarak, küçük burjuvaziye ait bir kesimdir. Bu ayrım, Üçüncü Dünya işçilerine dönük aşırı sömürü koşullarına bağlı olarak yapılmaktadır. Emek gücü bedellerini içeren tüm fiyatlar değerlerden türediğinden, bu durum, Birinci Dünya şirketlerinin hâlihazırda “işçilerine” emek değerinin tüm mali oranı üzerinde bir ücret öderken, bir yandan onların eşdeğer oranlarda kâr elde etmesine imkân vermektedir. Birinci Dünya işçilerinin tüm emek değerine ait mali oranın üzerinde ücret almaları aynı zamanda bir tür yatırımdır, yani artı değerin periferinin aleyhine merkezde yoğunlaşmasını ve yutulmasını sağlayan, yapısal bir araçtır.

Birinci Dünya işçilerinin ekonomik seviyelerinin yapısal anlamda yükseltilmesi, ayrıca komünizm mücadelesi için de esaslı bir dizi anlama sahiptir.

Halk arasındaki en tehlikeli ve tahrip edici niteliğe sahip yanlış anlamalardan biri de toplumsal ve politik reformların, Üçüncü Dünya işçilerinin Birinci Dünya işçilerinin ulaştığı seviyeye ulaşması için, onların maddî hayat standartlarını yükseltebileceğine inanılmasıdır.

Üçüncü Dünya halklarının muhtelif reformlar aracılığıyla emperyalist ülkeleri “yakalayabilecekleri”ne ilişkin yanılsama, nesnel planda Birinci Dünya işçilerinin bir sınıf olarak sömürüldüklerine dair Birinci Dünyacı yaygın ama yanlış inanç tarafından da desteklenmektedir.

Eğer Birinci Dünyacı çizginin belirttiği kadarıyla, Birinci Dünya işçileri, reformist sınıf mücadelesi ve gelişmiş teknoloji aracılığıyla yüksek ücretler almışlarsa, o vakit Üçüncü Dünya işçileri de “gelişmiş kapitalist ülkeler”in ardından modellenmiş kapitalizme uzanan benzer bir güzergâhı takip etmelidirler. Birinci Dünya işçilerinin ekseriyetinin sömürülen proleterler oldukları iddiası üzerinden Birinci Dünyacılık, tüm işçilerin kapitalizmi alaşağı etmeksizin, kendileri için benzer bir pay tahsis edebilecekleri yanılsamasına yol açmaktadır. Üçüncü Dünya işçilerinin emperyalist mânâda sömürülmesi ile Birinci Dünya işçilerinin burjuvalaşması arasındaki temel ilişkiyi karartmak suretiyle Birinci Dünyacılık, fiiliyatta uluslararası planda işleyen proleter devrimin yükselişinin engellenmesine hizmet etmektedir.

İşçilerin dünya üzerindeki ayrışmasının uzun vadede belirginleşecek kimi başka sonuçları da mevcuttur: dünyanın en zengin %15-20’sinin keyfini çıkardığı kibirli küçük burjuva hayat tarzları, kimi ekolojik sonuçlar doğurmaktadır. Birinci Dünya işçileri, bugün ekolojik açıdan sürdürülebilir olmaktan çıkan bir tüketime ve atık üretimine yol açmaktadırlar. Birinci Dünya işçilerinin gelecekte oluşacak sosyalizm koşullarında bile daha fazla tüketim kapasitesine sahip olması gerektiğini söyleyen (yani Birinci Dünyacı işçilerin hâlihazırda toplumsal üründen aldıkları paydan daha fazlasını almasını şart koşan) Birinci Dünyacı çizgi, uzun vadede sadece proletaryanın yanlışa sevk edilmesinden başka bir anlamı olmayan ve giderek aşikâr bir hâl alan bazı ütopik niteliklere sahiptir.

Güvenle söylenebilir ki, Birinci Dünyacılık, Devrimci Komünist Partisi-ABD ve Nepal Birleşik Komünist Partisi’nde ortaya çıkmış sorunların temel nedenidir.

ABD proletaryası olarak gördüğü şeyi örgütleme noktasında yaptığı nihai hatayı telafi etmek için kimi olumlu yönler edinmeyi arzulayan DKP-ABD, muhtelif uluslararası meselelere müdahale etme yolunu seçmiştir. Bu ise genellikle proleter mücadeleye zarar vermekle sonuçlanmıştır. Bugünlerde DKP-ABD, yoğun olarak Bob Avakyan’ı ve onun Yeni Sentez isimli çalışmasını yüceltip durmaktadır. Parti, Bob Avakyan ve onun revizyonist Yeni Sentez’i, uluslararası proletaryanın yüzleştiği sorunların önemli bölümüne sırtını dönen bir tür oyalanmadan ibarettir.

NBKP ise dünya sosyalizminin ve komünizminin mevcut yolunu terk etmiştir. Parti, bunun yerine, sınıfsal anlamda saflaşmamış bir gelişme için kimi koşullar elde etme umuduyla, emperyalizmle uzlaşma ve gizliden anlaşma yoluna gitmiştir. NBKP, ahmakça bir yolu takip ederek, tekelci sermayenin kendisinin hiçbir şey değilse bile “kızıl” birer komprador olmasına imkân vereceğini ya da Nepal’in hiçbir şey değilse bile yoğun emek sömürüsü için gerekli bir kaynak olmasına izin vereceğini varsaymaktadır. NBKP, bağımsız bir ekonomik temel ve sosyalist bir dış siyaset teşkil etme görevini terk etmiştir. Parti, bunun yerine, hatalı biçimde ülkede ilerici kapitalist gelişmenin önünü açacağına inandıkları yol üzerinden, tekelci sermaye ile el ele tutuşmayı seçmiştir.

DKP-ABD ve NBKP’nin ortaya koydukları örnekler üzerinden bakıldığında, Birinci Dünyacılığın ismen Maoist olanları bile yozlaştırarak, en gerici revizyonist politikaların uygulayıcıları hâline getirmekte olduğu tüm çıplaklığı ile görülmektedir. DKP-ABD’nin kendisinin ABD proletaryasını örgütlediğine ilişkin iddiası, tümüyle aldatıcı ve yanlıştır. Gerçekte parti, ABD’deki küçük burjuva kitleler lehine uluslararası komünist hareketi baltalamaktadır. Liderliği hatalı biçimde emperyalizmin kılavuzluğunda gerçekleştirilen kapitalist kalkınmanın Nepalli kitleler için olumlu maddî etkiler yaratacağına inanan NBKP ise sosyalizm ve komünizm mücadelesini terk etmiş durumdadır. DKP-ABD, yanlış biçimde, kendisinin sömürülen ABD proletaryasını temsil ettiği iddiasındadır. NBKP de hatalı bir iddia üzerinden, sömürülen Birinci Dünya proletaryasının elde ettiği maddî zenginlik düzeyinden ilham aldığını düşünmektedir.

Yoldaşlar! Analizimiz, “Bizim düşmanımız kim?” ve “Bizim dostlarımız kim?” gibi sorularla başlamak zorundadır. Bu sorular en önce, yapı bağlamında (yani grupların temelde sermaye birikim süreci ile nasıl ilişkilendikleri sorusuna verilecek cevap üzerinden), ardından da tarih bağlamında (yani bu türden sınıfsal ayrışmalar ve bu ayrışmaların bugüne ilişkin anlamlarına dönük olarak tarih bize ne söyleyebilir sorusuna cevap bularak), son olarak da politik açıdan (yani en geniş mânâda proletaryanın devrimci çıkarlarını geliştirmek için sınıf ittifaklarını en iyi nasıl örgütleyebiliriz meselesine çözüm bularak) cevaplanmalıdır.

Birinci Dünyacılık, ölümcül bir hatadır. O, hem egemenlerin “sol” içinde anlatıp durdukları bir hikâye hem de reformizmin, revizyonizmin ve şovenizmin alamet-i farikasıdır. Ne yazık ki Birinci Dünyacılık, uluslararası Maoizm içinde ortak ve yaygın bir özellik hâlini almıştır.

Yoldaşlar! Birinci Dünyacılığa karşı yürütülecek tutarlı bir mücadele, hem sosyal şovenizm hem de üretici güçler teorisine karşı komünist mücadelenin genişletilmesini ifade eder. Bu nedenle Birinci Dünyacılığa karşı mücadele etmek, tüm gerçek komünistlerin bir görevidir.

Yoldaşlar! Birinci Dünyacılık, hâlihazırda uluslararası planda güçlerimize yeterince zarar vermiş durumdadır. Şimdi geçmişin hatalarından kararlı bir biçimde kopup Birinci Dünyacılığa karşı mücadele etmenin zamanıdır.

“Bizim düşmanımız kim?” ve “Bizim dostlarımız kim?” gibi soruların önemi asla azalmaz. Aksine bu sorular üzerinden belirli bir anlayış geliştiremeyenler, daha büyük sapmalar içine girme eğiliminde olurlar. Durdurulmadığı takdirde Birinci Dünyacılık, komünizm mücadelesinin ilerleyişine mani olacaktır.

Yoldaşlar! Umarız, emperyalizm koşullarında sınıf ve Birinci Dünyacılığa karşı mücadelenin gerekliliği gibi konu başlıkları, ileride Maoist örgütler içerisinde ve bu örgütler arasında gerçekleşecek tartışmada özellikle ele alınacak noktalar olarak gündeme gelir. Bu soruların sorulması ve Birinci Dünyacılığın kesin bir biçimde çürütülmesi, uluslararası komünizm için niteliksel bir ilerlemeye işaret edecektir.

Emperyalizme Ölüm!

Yaşasın Halk Savaşlarının Zaferleri!

Devrimci Anti-Emperyalist Hareket
3 Nisan 2013
Kaynak