İran’da, devrim öncesinde, komünistlerin örgütlediği
işçi evlerinin çok kısa sürede Humeyni’nin partisi İslamî Cumhuriyet
Partisi’nin kontrolüne girmesini sağlayan bir slogan bu. “Allah İşçidir” yazılı
pankartla ilk kez 1 Mayıs’a gelen parti, devrime uzanan kısa süre zarfında,
işçiler arasında da örgütlenmeyi biliyor. Sloganın bütünüyle hakkının verildiği
ya da gereğinin yapıldığı elbette ki şüpheli ama söz tarihe çentiğini atıyor
bir kere.
Bizim solumuz ise döne dolaşa “Allah aydındır” diyor
ve her kitap okuyan, Allah’lığını ilân ediveriyor. Aydın olmak ise önü sonu ya
bir esnaf ya da zanaatkâr pratiği olarak somutlanıyor. Her iki eğilim, sonuçta
akademi denilen localarda örgütleniyor ve üniversiter bir nitelik arz ediyor.
Sol, bile isteye kendisini bu alana hapsediyor.
“Allah işçidir” sloganı, yaratım pratiğine, ibdaya,
vurgu yapıyor. Onun kolektif niteliğini öne çıkartıyor. Aydını Allah bilense,
pazarda emtia üzerinden sürekli rekabet etmek zorunda hissediyor kendisini.
Asla kolektivize olamıyor. Sadece kendi başlattığını biliyor, sadece kendisinin
sonlandırabileceği bir sürece imza atabiliyor.
Geçen TV’de sol ile ilgili tartışmada da aynı rüzgâr
esiyor. Komünist olduğu iddiasındaki partinin şefi, Kürd’ün savaşı için “biz
sosyalistler başlatmadık ki bu savaşı” diyor. Ona, “peki siz sosyalistlerin
başlattığı ya da en azından başlatmayı düşündüğü bir savaş var mı?” diye sormak
gerekiyor. Bu şef, kendisi gibi olanları arayıp bulmayı sosyalistlik ya da
politiklik zannediyor. Ancak kendisinin başlattığını ve bitirdiğini tanıyor.
Sadece kendisine işaret ediyor. Başkasıyla iş yapmak gibi derdi asla yüklenemiyor.
Solun bu rekabet piyasasında sürekli kendisini öne
çıkartması ve kendi örgütünün diğerlerinden daha iyi, devrimci, örgütlü ya da
bilgili olduğunu haykırması da aydın olmayı Allahlık bir şey olarak görmesi ile
ilişkili. Yani aslında bir kişi, diyelim, kendisini örgütleyen kişiden daha
sosyalist olduğunu her durumda ispatlamaya çalışıyorsa, o kişinin dışa dönük,
kolektif bir iş yapma derdinde olmadığını görmek gerekiyor. Kişi başka bir
kişiyle uğraşmayı iş zannediyorsa, bu, o kişinin aslında kendi huzurlu dünyasına
çekilmeye çalıştığını gösteriyor. Kendisini örgütleyen şey ya da kişi neyse,
kişi kendisini “reset”leyip, bir anlamda fabrika ayarlarına dönerek arınmak
istiyor. Fabrika ayarlarına dönmek fabrikada işçi olmayı da siliyor. Birlikte
iş yapması gereken kişinin tırnak uzunluğuna gözü takılan kişinin işin
kendisine yabancı, hatta düşman olduğunu artık görmek gerekiyor. Eğer mesele
gerçekten tırnak uzunluğu ise işin yapılması esnasında bir tırnak makası bulup
getirmek mümkünken, tırnak işin kendisini kökünden söküp atabiliyor.
Bu silme, arınma pratiği doğalında her şeyi düzlüyor.
Kişi bir ânda liberal, bir ânda faşist olabiliyor. Liberallik burjuvazinin
değnekçisi, faşist ise değneği olmak demek oluyor. Teorisini, ideolojisini ve
politikasını ilerlemeciliğe bağlamış kişi, ister istemez, değnek ya da değnekçi
olmak zorunda kalıyor. Mülkiyet ve rekabet bunu emrediyor.
Oysa dışarı dönük, öne doğru, düşmanı hedef alan,
ortak iş üretmek ve yapmak isteyen bir öznenin böylesi kişisel takıntıları
olamaz. Böylesi bir öznenin yanındaki öznenin fizikî varlığından rahatsız
olması mümkün değil. Ortak iş gereği bu fizikî varlığın nasıl kolektivize
edilebileceği tartışması yapılabilir sadece ki bu tartışma bile talidir.
Yukarıda bahsi geçen partinin şefi, doğal olarak,
sosyalizmi esnaf-zanaatkâr bilinciyle parlatıp vitrinine koyuyor. Kadrolarını
ve birilerini saf, ari ve duru bir ürüne ikna etmeye çalışıyor. Onca
milliyetçileşme girişiminden sonra, onca partideki Kemalistlerle tartışan
komünist yoldaşlarını partiden uzaklaştırdıktan sonra, bugün birilerini
sosyalizm masalıyla uyutabileceğini zannediyor.
Sol, birkaç sene evvel İran rejimini eleştirmek için
çekilen Persepolis filmini savunan bir yerde durmayı matah bir şey
zannediyor örneğin. Filmde orta sınıftan bir kadın, filmin ana karakteri olan
genç kızın annesi, devrimden sonra hastaneye gidiyor, hastane müdürüne bir işi
düşüyor, müdür İslamcı olduğundan kadınla başını eğerek konuşuyor. Anne o
esnada müdürün devrimden önce evlerine temizliğe gelen adam olduğunu fark
ediyor. Sonra bu kadın, üstelik solcu, söz konusu olayı arkadaşlarına
anlatırken, “bu nasıl olabilir, bize temizliğe gelen adam şimdi hastanenin
müdürü olmuş!” diye hayretle ve öfkeyle tepkisini ifade ediyor. Sol, tam da bu
kadının küçük burjuvalığına örgütlenmek demek oluyor. Devrimin camları silen
emekçiyi müdür yapabileceğini unutuyor. Lenin’in Fransa’da banka memurluğu
yapan bir kişiyi maliye bakanı yaptığını duymazdan geliyor. Lenin’i ve Ekim
Devrimi’ni kendisinin sonradan okuduğu kitapları okumamış olmak üzerinden
eleştiriyor. Buna “teorik üretim” adını veriyor.
Sol, kendinden menkul üst bir kimlik olarak
örgütlenmek suretiyle aydın oluşunu Allah’ın yerine koyanların eline geçiyor.
Tencere ve kapak buluşuyor. Ancak başkasıyla, o da biraz, tam olabilmeyi
öngörmüş kişileri değil, tam olduğuna ikna edilmiş, kimlik sahibi, sistemin
bütünlüğüne lâyık ve laik özneleri görebiliyor.
Sol, kendisine biçilen rol gereği, nereye elini atsa,
sırtını yasladığı sınıfın çıkarlarına uygun hareket ediyor. Kadını küçülterek
onun gücünü eziyor, doğayı öne çıkartarak ondaki kudreti makulleştiriyor, işçi
sınıfına vurgu yaparak ondaki azameti ufaltıyor.
Yukarıda atıfta bulunulan TV tartışmasında “demokrasi
sosyalizme içseldir” ve “hayır sosyalizm demokrasiye içseldir” diyen iki ayrı
yaklaşım öne çıkıyor. Biri demokrasiyi, diğeri sosyalizmi öne, önceye alıyor.
Ama her ikisi de tarihsel planda burjuva pratiğini başlangıç noktası olarak
belirliyor. Burjuva devrimi bilgileri üzerinden birileri, “ben daha burjuva bir
devrimciyim” diyor, diğer kesimse “ben daha devrimci bir burjuvayım” demiş
oluyor.
Sonuçta bu kayıkçı dövüşünden kurtulmanın yolu, önceye
Allah’ı koymaktan geçiyor. Yurttaş bile sayılmayan, neslin biyolojik
devamlılığı açısından döl aktarıcısı olarak iş gören, bu nedenle Latince döl
anlamına gelen “proles” sözcüğünden türemiş proletaryayı, sosyalizm
edebiyatıyla devlete, demokrasi edebiyatıyla öteki devlet olarak demokrasiye
bağlamak yerine, ezele yazmak gerekiyor. Sömürülenlerin ve mazlumların kendini
Allah zanneden aydınlara değil, kolektif mücadelenin bayraklaşmış ruhu olan bir
Allah’a ihtiyacı bulunuyor.
Eren Balkır
30 Nisan 2013
0 Yorum:
Yorum Gönder