27 Şubat 2020

,

Demokratik Sosyalizm


Kimi insanlar, Bernie Sanders’ın önümüzdeki sene yapılacak başkanlık seçiminde Demokrat Parti’nin muhtemel adayı olarak gündeme gelişini meraklı gözlerle izliyor. Bu dönemde bir adım geriye çekilip Sanders’ın kullandığı demokratik sosyalizm tabirinin gerçekte neyi ifade ettiğini sorgulamak gerekiyor.
Aşağıda, 2009’da yayınlanmış, Çin kaynaklı bir değerlendirmeye yer veriliyor:
“Son yıllarda, bilhassa Çin Komünist Partisi’nin on yedinci ulusal kongresinin arifesinde demokratik sosyalist düşünce eğiliminin yükselişe geçtiğine tanıklık ediyoruz.
İnsanların demokratik sosyalizmin özünü anlamalarına katkıda bulunmak amacıyla Xu Chongwen, Zhou Xincheng, Zhang Quanling ve Zheng Keyang gibi isimlerden oluşan bir grup, meseleyle ilgili bir dizi makale kaleme alıp yayımladı.
Bu isimlerin de kabul ettiği biçimiyle demokratik sosyalizm, fiili hareketine kılavuzluk eden ideolojisi dâhilinde çeşitliliğe destek veren, kapitalizme ait bir reformist eğilimdir. Bu eğilim, Marksizmin öncülük konumunu redde tabi tutar, ekonomik sistemde özelleştirmeler yapılmasını talep eder, kamu mülkiyetinin hâkim bir konumda bulunması fikrine karşı çıkar.
Politik sistem noktasında ise demokratik sosyalizm, çok partili sistemi ve parlamenter demokrasiyi savunur, komünist partinin ve proleter diktatörlüğün öncülüğünü inkâr eder.
Belirlediği nihai hedef bağlamında demokratik sosyalizm, kapitalist reformizmden yana durur ve bu özelliğiyle kapitalizmin tarihsel açıdan geçici olduğu gerçeğini asla kabul etmez, insanlık tarihinin nihayetinde kaçınılmaz olarak sosyalizme ve komünizme doğru evrileceği fikrine karşı çıkar.
Bahsi geçen grubun bünyesinde yer alan akademisyenlerin makalelerinde vurguladığı biçimiyle Çin’e has özellikler taşıyan sosyalizm, Çin’in ulusal koşullarıyla yeni bir bilimsel sosyalizm biçimini cem etmektedir. Dolayısıyla Çin’e has özelliklere sahip sosyalizm yolunun ‘demokratik sosyalist yol’ olarak yorumlanması yanlıştır ve tümüyle temelsizdir.
Bu pasajın alındığı Marxist Studies in China [Çin’de Marksist Çalışmalar -2009] Çin’de sayısı giderek artan İngilizce Marksist araştırma dergilerinden biridir. Alıntı, derginin 97 ve 98. sayfalarından yapılmıştır.
Roland Boer
23 Şubat 2020

26 Şubat 2020

,

Tavsiye, Tasfiye, Tesviye

Devletin seçim gibi bir meselesi, demokrasi gibi bir derdi yok. Sol ise Halep-Efrin-İdlib arasına sıkışmış orduyu “Tayyip’in kaprisi ve hevesi” olarak okuyor, bu hamleyi seçim yatırımı olarak değerlendiriyor.

Çünkü seçimler, sadece sosyalist solun derdi, meselesi. Sosyalizm, artık sadece seçim meselesi. Küçük burjuvalar, kendi birey kurguları, kendilerini merkeze alan ölçü ve ölçeklerine göre bir hasım inşa ediyorlar ve bu konuda halkı ikna etmeye çabalıyorlar. Köşe başlarındaki isimler, bu yalanın ekmeğini yiyorlar.

Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da olan ordunun sivil uzantıları, burada seçimden, demokrasiden söz ediyorlar. Hepimizi bir kişinin kaprislerine, heveslerine düşman etmek için uğraşıyorlar. Yıllar öncesinden hesaplanmış harekâtlar, seçim ve demokrasi perdesi arkasına saklanıyorlar. Sonra da devlet aklına, “bizi de oyuna dâhil edin” diye yalvarıyorlar.

* * *

HDP’nin kongresinde “kriz”den, “yıkım”dan söz edilmesi mümkün değil.[1] Parti, “kayyım” lafını da sahiplenmek zorunda.[2] Hatta belki de HDP’nin bizatihi devletten kayyım talep ettiği üzerinde durmak gerek. Çünkü çıkartılmayan sesin, açığa çıkmayan öfkenin başka bir açıklaması yok. Muhtemelen bu kriz koşullarında en steril çözüm olarak, belediyeleri devlete teslim etmişler!

Sonuçta HDP, özüne, kuruluş gerekçelerine, kurulduğu devlet masasına mahkûm. Başka bir yerde inşa ve ihya edilemez. O, çözüm ve seçim sürecinin bir ürünü. Ondan başka roller oynamasını, başka şeyler söylemesini bekleyenler, halkı ve milleti kandırıyorlar. Görevleri bu. Bu yüzden parti kurullarında maaşa bağlanıyorlar. Sosyal medyada pohpohlanıyorlar. Hep birlikte şu gerçeği örtbas etmek için uğraşıyorlar: HDP, ait olduğu bağın ve bağlamın esiri.

* * *

Osman Kavala’nın eşi Ayşe Buğra, eşinin tutukluluğunu “Avrupa’dan kopma isteği” ile ilişkilendiriyor.[3] Sonra Garo Paylan çıkıp, Erdoğan’ın Kavala’yı çıkartmak istediğini, ama birilerinin buna mani olduğunu söylüyor.[4] Devamında Ahmet Şık, Kavala’nın Erdoğan’ın talimatıyla tahliye edildiği iddiasını dillendiriyor.[5] Aslında tüm sözler, dipte işleyen “çözüm süreci”nin tezahürleri olarak somutlaşıyorlar. “Gerici, yobaz, faşist, İslamcı Erdoğan”, birden Batı ile bağların hamisi, güvencesi olarak takdim ediliyor. Bazı sol örgütlerin Kavala’nın tutsaklık günlerini örgüt duvarlarına çentik atmasının, Odatv’den gelen Kavala övgülerinin sebebini burada aramak gerekiyor. Bu halkın tutsaklığı, onları hiç ilgilendirmiyor.

Çünkü kimsenin Batı’yla ilişkileri kopartmak gibi bir derdi yok. Herkes oraya bağlı, orada anlam ve değer kazandığını iyi biliyor. HDP de bu bilinçle hareket ediyor. Onun sömürüye ve zulme karşı halk sınıflarını örgütlemesi, doğası gereği, mümkün değil.

* * *

Batı, 11 Eylül ile birlikte bir saldırıya geçiyor. ABD’de Avanakyanizm dedikleri tarikat, muhtemelen örgüt şefinin istihbarat tarafından koopte edilmesi ile birlikte teşkil edildi. Maoist hareketin, 11 Eylül’deki savaş ilânının yol açacağı çelişkileri dünya genelinde örgütleme ihtimali, bizzat devlet eliyle ortadan kaldırıldı.

Tarikatın Türkiye bayii sorumlusu Emrah Cilasun, “ekonomik, politik, askerî kudretin hakikati dayatması”na karşı çıkıyor, “dünyanın kuvvetin her şeyi yoluna soktuğuna dair mantıktan kurtulması” gerektiğinden söz ediyor. Cilasun’un ezilenlerin kudretine, kuvvetine, mücadelesine göre düşünüp hareket eden Naksalcılara küfretmesinin sebebini burada aramak gerekiyor.[6] Yazar, kendi bireysel hakikati için kudreti heba ediyor.

İktidardan kaçış, sosyalist hareketi, dinden ve milletten azade, küçük burjuva aşkın bireyler derneğine dönüştürüyor. Sınır tanımayan solculuğun, Libya’da, Afganistan’da olan ordunun uzantısı, bağlaşığı olduğunu görmek gerekiyor. Millet ve din içindeki sınıflar mücadelesini görmeyen politika, asla hat açamıyor, kudret olamıyor.

* * *

1986’da Amerikan Baro Vakfı’nın dergisinde çıkan bir yazıda, Marksizmin krizde olduğundan söz ediliyor ve bu krizin temelde onun “iktidar ilişkilerinin ağına yakalanmış” olmasından kaynaklandığı üzerinde duruluyor.[7] Emperyalistler, Marksistlere seksenler boyunca tavsiyelerde bulunuyorlar. Sovyetler temelinde dillendirilen bu tavsiyeler, doksanlardaki tasfiye sürecini biçimlendiriyor.

Bu tavsiyelerde, “iktidar Marksizmi bozmuştur, ütopyadan ve akıldan uzaklaştırmıştır, yozlaştırmıştır” deniliyor. Doksanlarda ütopyanın ve aklın ekmeğini yemek isteyenler, bu önermelere ikna ediliyorlar. Sonuçta iktidarın çemberde kapanmaya yol açtığı, kapalı teorinin, sistemin ve pratiğin çürümeyi beraberinde getirdiği üzerinde duruluyor. Her yanı, açık toplumcular, özgür bireyciler sarıyor. Bu doksanlardaki tasfiye süreci, iki binlerde devreye giren, pürüzlerin giderilmesi, tüm örgütsel farklılıkların düzlenmesi, emperyalizm ve kapitalizm yanlısı teorinin ve pratiğin kolayca akacağı düzlemin oluşturulması bağlamında gerçekleşen tesviye sürecini koşulluyor.

Bahsi geçen Avakyancı yazar, bu pürüzsüzlükte konuşma imkânı buluyor. Kudretin, kuvvetin her şeyi yozlaştırdığını, bunlarla kirlenmiş geçmişi burjuvazinin aklı ve tarihi önünde diz çöktürülmüş “bilimsel komünizm” kurgusuyla arındırmak gerektiğini söylüyor. Özünde istihbarat masalarında imal edilmiş komünizm, dağlarda, ormanlarda, barikatlarda, fabrikalarda, kampüslerde verilen mücadeleyle örülen “kontrolsüz, kirli ve pürüzlü” komünizmi tasfiye etmek istiyor.

* * *

Bir gün bu Avakyancı tarikatın Türkiye (daha doğrusu Almanya) mümessiline “iyi sıhhatte olsunlar”, “ismi gizliler”, gelip iki sayfalık görev emrini teslim ediyorlar. Mümessil, soluğu hemen yeni Nurcuların eline geçmiş olan, adı bilinmeyen bir binada alıyor. Yere bırakılmış Mustafa Kemal portresine ağıt yakan eski “Kaypakkayacı”/yeni Avakyancı Emrah Cilasun, kendisi için açılan kapılardan girerek, kendisine sunulan raporlarla bir kitap kaleme alıyor. Herkes, nereden ekmek yiyeceğini iyi biliyor.

Linkte verilen söyleşide[8] Cilasun ve arkadaşı, izleyicileri üzerinden Avrupa devletlerine “sizin İslam, yabancı ve mülteci düşmanı siyasetinize hizmet ederiz” sözü veriyor. Ettikleri hakaretler, bu minvalde değer ve anlam kazanıyor. Dolayısıyla, onun son nargileci katliamına veya AfD’ye laf etmesi mümkün değil. Çünkü onun aklına göre, tüm devlet katliamları, tüm sömürü ve zulüm, “dinci gericiliğin eseri”.

Avrupa’da oluşmuş bir Neonazi ağı var. Buradaki unsurları Ukrayna’daki çatışmalarda da görüyoruz. Geçmişte Ötekiler Postası gibi ortamlarda bu unsurların Meydan’da başlattıkları gösterilere verilen desteğe tanıklık etmiştik. Bunun sebebi, o Neonazilerin IŞİD’li değil, Müslüman öldürmek için Rojava’ya yollanmış olmaları idi. Dolayısıyla, bugün sol örgütler, son nargileci katliamına asla ses çıkartamazlar.

* * *

Ayşe Düzkan, seksenlerdeki tavsiye, doksanlardaki tasfiye, iki binlerdeki tesviye sürecinin bir ürünü. Yazılarında büyük harf kullanmaması, onun iktidar ve hiyerarşi alerjisiyle ilişkili. Tavsiye-tasfiye-tesviye sürecinde en çok da bu iki kavrama düşmanlık esas. Fukoculuk gibi eğilimlerin popüler olması, iktidar eleştirisi, tahakküm eleştirisi, “sömürü”nün gerici bir kavram olarak kodlanması, hep Marksizm içine yönelik akınlarda başvurulan taktikler. İlgili alerji sonucu, ayrımlar ve ayıraçlar da hükmünü yitiriyorlar. Aslında Düzkan da yazısında bahsini ettiği, HDP kongresinde dillendirilen, “demokrasi olsa dış sermaye gelir” lafına destek veriyor. O harfler, tam da o akış için küçülüyor.

Büyük harf kullanılmayınca anlam da siliniyor. İktidar ve hiyerarşi lügatten silinince politik mücadele anlamsızlaşıyor. Vegan, feminizm, LGBT pratikleri, bu bağlamda istismar ediliyorlar. Bunlar, tavsiye-tasfiye-tesviye sürecinin ana bileşenleri. Akış, güvence altına alınmak zorunda. Bu noktada akışın kutsanması için gerekli ayinse sol mabetlerde icra ediliyor. Sol, yeni dönemin “ezen dini” olarak örgütleniyor. Buradan o, ezilenlerin dinine küfrederek varolabileceğini iyi biliyor.

Eren Balkır
26 Şubat 2020

Dipnotlar:
[1] Ayşe Düzkan, “Halayın Başı ve Peşi”, 26 Şubat 2020, +Gerçek.

[2] Mehveş Evin, “HDP ve Yeni Bir Dil”, 25 Şubat 2020, +Gerçek.

[3] Ezgi Başaran, “Ayşe Buğra Söyleşisi”, 14 Şubat 2020, Duvar.

[4] Osman Kavala İddiası, 19 Şubat 2020, Halktv.

[5] “Kavala İddiası”, 20 Şubat 2020, T24.

[6] İshak Baran, Ajith: A Portrait of the Residue of the Past, Aralık 2014.

[7] Costas Douzinas ve Ronnie Warrington, “Domination, Exploitation, and Suffering”, American Bar Foundation Research Journal, s. 801.

[8] Kitap Söyleşisi: Emrah Cilasun, 31 Ocak 2016, Youtube.

25 Şubat 2020

, ,

Dinin Rasyonalist Eleştirisi


Bilimciliğin önemli bir vasıf olarak öne çıktığı koşullarda Avakianizmin din konusunda aşırı rasyonalizm batağına saplandığını görmek, asla şaşırtıcı değil. Bu konuda Bob Avakian şunları söylüyor:
“İpin ucunu tutup çektiğinizde karşınıza din ve dinî despotizm tüm çıplaklığıyla çıkıveriyor. Hristiyan faşistlerin kafasına çekiçle vururken esasen şu argümana yaslanıyorum: ‘Kitabı Mukaddes’te geçen bir husus yanlışsa tüm kitap çöpe atılmalıdır.’ Bu noktada bir uyarıda bulunmam lazım! Eğer meseleye iyi niyetli yaklaştığımı düşünüyorsanız meselenin henüz özünü kavramamışsınız demektir: ‘Benim konuyla ilgili düşünsel stratejim, Hristiyan faşistlerin kitle tabanına ulaşmak için o tabanın dayandığı temellerin yıkılması ve ideolojik düzeyde o kitleye sürekli vurulması üzerine kuruludur.”[1]
Bu yaklaşım uzun zamandır kabul görüyor. “İdeolojik düzeyde dine saldırma” meselesi, rasyonalizmin ve yüzlerce yıldır rasyonalizmi savunanların benimsedikleri “düşünsel strateji”dir. Sadece ipin şu veya bu ucunu çekiştirerek değil, her şekilde dine saldırıp duruyorlar. Kitabı Mukaddes’te ve diğer dinî metinlerde geçen tek bir mesele değil her şey yanlışlandı. Oysa hâlâ din ve dinî despotizm “tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkıvermiş” değil. Hatta aksine, son dönemde mesele daha da “Arap saçına döndü”!
Marksizmin dinle ilgili anlayışını Marx’ın şu ifadesi gayet iyi izah etmektedir:
“Din bu dünyanın genel teorisi, ansiklopedik özeti, halkta karşılık bulan mantığı, manevi koşulu, şevki, ahlakî tasdiki, kutsal tamamlayıcısı ve teselli ile meşruiyetin genel zeminidir. Din, herhangi bir hakiki gerçekliğe kavuşmamış olan insanî özün hayalî düzlemde gerçekleşmesidir. Dolayısıyla dine karşı mücadele, dolaylı olarak manevi havası din olan dünyaya karşı mücadeledir. Dinî ıstırap, aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, zulüm gören mahlûkun iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz şartların ruhudur. Din halkın afyonudur.”[2]
Bu cümleler, dinin maddi ve manevi dayanaklarını bilimsel açıdan gayet güzel kavramaktadırlar. Burada “dinî inanç ancak rasyonel bir argümanla çürütülür” diyen yaklaşıma karşı belirli bir uyarıda bulunulmaktadır.
Dinin oynadığı role dair bilimsel anlayış, farklı sahalarda yürütülen çalışmalarla derinleştirilmiştir. Dinin ahlakın oluşturulması ve geliştirilmesinde, toplumsal bağlarda ve insan beyninde bıraktığı izlerde oynadığı rol, artık herkesin daha fazla bilincinde olduğu hususlardır. Bu bilgiler, Marksizmin din anlayışının doğru olduğunu ortaya koymuştur. Ama bir yandan da bu bilgiler, Marksistlerin üzerinde durdukları, dini yönetici sınıfların çıkarları üzerinden güvence altına alınmış ve cehalet üreten bir şey olarak ele alan basit tanımın ötesine geçmelerini talep etmektedir.
Görünüşe göre Bob Avakian, dinin maddi zeminini pek fazla dert edinmez. Materyalist bir açıklama sunmaya çalıştığı bir iki yerde ise din konusunda mekanik bir tutum benimser ve dini salt ideolojik açıdan ele alır.
Bu açıklamaların birinde Avakian, proleterleşmeyle birlikte dinin alanının daralacağını iddia eder. Ona göre dine, bilhassa dinî köktenciliğe kitlelerin yüzünü dönmesinin ana sebebi, küreselleşme koşullarında belirli kesimlerin proleter olmaktan çıkmalarıdır.[3]
Bu tespitin gerçeklere aykırı olduğunu görmek gerekmektedir. Sayısı giderek artan proletarya sınıf mücadelesine girip sendikalaşsa bile, proletaryanın büyük bir kısmı dindar kimliğini muhafaza etmektedir. Bunun dışında söz konusu Avakiancı tezin proletarya bünyesinde laiklerin sayısındaki azalmanın sebeplerini kavramamıza mani olduğunu görmek gerekmektedir. Bu, küreselleşmenin ortaya çıkışından çok önce yüzleştiğimiz bir olgudur.
Kitleler, proleter olmaktan çıkmak suretiyle laik ve ilerici olma eğilimi içerisine girmemektedirler. Bilâkis, dinî ihyacılık ve köktencilik, laik ve ilerici kesimin yaşadığı zayıflama ile oluşan boşlukta gelişmektedir.
Bu mesele gerektiği şekilde idrak edildiği takdirde, köktencilik ve ihyacılık türünden dinî olguların özellikleri anlamlı bir analizle ele alınabilecektir. Eğer “proleter olmaktan çıkış süreci, dinî köktenciliğin artışına sebep oluyor” olarak özetlenebilecek kaba materyalist tez kabul edilecek olursa, bu önemli görev yerine getirilemez.
İlgili sahada yüzleştiğimiz ideolojik görevlerin belirli özgün yanları redde tabi tutulmamalıdır. Her şeye “çekiçle saldırmak” her meseleye kolay yoldan tek bir çözüm yolu sunmaktan gayrı bir anlam ifade etmez. Oysa bize militan materyalizmin dinî düşünceyi açığa çıkartan yaklaşımı lazımdır. Mevcut dinî olguların Marksist eleştirisi bu yaklaşıma muhtaçtır.
Dinî köktenciliğin maddi zeminini ele alırken Avakian, Üçüncü Dünya’da küreselleşmenin istikrarsızlaştırıcı etkisine işaret eder. Avakian’a göre, “bu istikrarsızlaşma süreci ile birlikte kentlerde birçok insan enformel ekonomi sahasına akmış, bu insanlar yersiz yurtsuzlaşma ve altüst oluş dâhilinde bir dayanak noktası bulmak adına dinî köktenciliğe yüzlerini çevirmişlerdir.”[4]
Bu söylediklerine biraz daha yakından bakalım. Avakian’ın tarif ettiği koşullar, solun güçsüzleştiği ortamda ezilenler arasında dinî inancın neden güçlendiğini izah eder belki ama bu insanların yüzlerini neden köktenciliğe çevirdiğini ve bazı dinî eğilimleri neden benimsediklerini izah etmez. Avakian’ın zihninde bu tür hususlara yer yoktur. Zira Avakian, dini ve dinî despotizmi aynı kefeye koymaktadır.
Avakian’daki rasyonalizm, Irak ve Afganistan’daki İslamî direniş hareketlerini “sömürgeleştirilmiş, zulme uğrayan insanlık dâhilinde tarihsel açıdan miadını doldurmuş ‘gerici bir kutup’ olarak” görüp çöpe atan yaklaşımında karşılık bulur. Avakian’ın benimsediği bu konum, esasen emperyalist ekonomizmle maluldür.
Bu noktada meselenin bazı teorik yönlerini incelemekte fayda var. İslamî köktencilik, kesinlikle tarihsel planda miadını doldurmuş bir ideolojidir. Peki ama bu ideolojinin tarihsel planda eskimiş bir toplumsal katmanı temsil ettiğini söyleyebilir miyiz? Hayır söyleyemeyiz.
İslamî köktencilik, tekil bir varlık değildir. Bazı İslamî köktencilik akımları, eğitim düzeyinde alabildiğine küçük burjuva, köylü ve kentli hatta “modern” özellikler gösterebilir. Ezilen bir ülkenin küçük burjuvazisi, önemli bir milli güçtür. Ama bu güç gerici bir rol oynayabilir. Öte yandan bu sınıfın tarihsel açıdan miadını doldurmuş bir sınıf olduğunu söyleyemeyiz.
Köktenci hareketlerin geniş kitlelerle bağ kurmasının ve meşru direniş zırhını kuşanmasının ana nedeni, ülkenin sahip olduğu bu küçük burjuva sınıfsal bileşimdir. Eğer Maoistler, bu güçlere karşı koymak ve mücadelenin liderliğini ele geçirmek istiyorlarsa küçük burjuvaların programındaki gerici içeriği ifşa etmekle yetinemezler. Maoistler, genel anlamda ilerici olan ama miadını doldurmuş, gerici bir ideolojiyi şevkle savunan ve milli direnişi bu ideoloji üzerinden temsil eden modern sınıftaki sırrı ele alıp ifşa etmelidir.
İlk olarak, bu yapıları “geleneksel ilişkilere, âdetlere, fikirlere ve değerlere yönelip bunları intikamcı bir yaklaşımla tatbik eden güçler”[5] olarak tarif etmek yerine Maoistler, köktenciliğe faşist niteliğini kazandıran özelliklerini açığa çıkarmalıdır.[6]
İkinci olarak, şu tespit yapılmalıdır: son dönemde Üçüncü Dünya’da ortaya çıkan veya güçlenen tüm İslamî direniş hareketleri köktenci veya ihyacı değildir. İdeolojik harmanlanma sürecine maruz kalan Müslümanlar, din sahasında da bu sürecin etkilerini bilfiil yaşamaktadırlar. İslam, henüz pratikte kurtuluş teolojisi temelli eğilimlere tanıklık etmese de reformist yönelimleri bağrından çıkartmayı bilmiştir. Bu yönelimlerin belirli bir kısmı, Batı demokrasisine ve modernleşme sürecine meftundur. Söz konusu gelişme, esasen küreselleşmenin orta ve alt sınıflarda yol açtığı yanılsamaların bir tezahürüdür. Bu kesimler, Batı demokrasisini ve modernleşmeyi ekonomik kalkınma için bir fırsat olarak değerlendirmektedirler. Bu, küreselleşme bünyesinde işleyen dinamiklerin yol açtığı bir başka sonuçtur.
Bazı İslamî reformizm akımlarında görülen Batı yanlısı politik duruş, anti-emperyalizmin köktenci kesimlerce benimsenmesini mümkün kılmaktadır. Böylece söz konusu akımlar, gerçek İslam’ı kendilerinin temsil ettiği iddiasında bulunmakta ama bu tutum, süreç içerisinde İslam inancının demokratikleşmesine mani olmaktadır.
Yol almak istiyorsa Maoizm, tüm bu meselelere ideolojik açıdan müdahale etmeyi bilmelidir. Şurası açık ki Avakian’ın fikriyatında bu tür karmaşık meseleler, kendilerine asla yer bulamamaktadır.
Son olarak, Avakian’ın dile getirdiği argümanlar, Üçüncü Dünya’da köktenciliğin yaşadığı gelişmede milliyetçi duyguların ve kültürün oynadığı önemli rolü görememekte, onu belirli bir yere oturtamamaktadır. Konuyla ilgili olarak Avakian şu kanaattedir:
“Tüm bu sürece Üçüncü Dünya dâhilinde katkı sunan bir husus da yaşanan kapsamlı ve hızlı değişimler, insanların yersiz yurtsuzlaştığı süreçlerdir. Bu gelişmeler ise emperyalistlerin hâkimiyeti ve sömürüsü bağlamında gerçekleşmektedir. Burada asıl mesele, ülkedeki yönetici sınıfların ekonomik ve politik açıdan emperyalizme bağımlı ve tabi olması, insanların bu sınıfları yabancı bir gücün yozlaşmış ajanları, ‘Batı’nın çürümüş kültürü’nü yayan unsurlar olarak görmeleridir. Kısa vadede bu durumun, yereldeki yönetici sınıfların bağlı oldukları Batı kaynaklı çürüme ve yozlaşmaya, ayrıca bu sınıfların minnettar oldukları emperyalistlere muhalefet eden köktenci dinî güçlerin ve liderlerin elini kuvvetlendirmesi muhtemeldir. Bu noktada söz konusu güçler ve liderler, geçmişten kök alan ve sömürünün-zulmün uç biçimlerini bünyesinde barındıran geleneksel ilişkilere, âdetlere, fikirlere ve değerlere yönelip bunları intikamcı bir yaklaşımla tatbik edeceklerdir.”[7]
Bu mantık üzerinden bakıldığında karşımızda, halkta yabancı bir güce ve uşaklarına karşı gelişen öfkeyi kullanan bir avuç gericiden başka bir şey durmamaktadır. Dolayısıyla “geçmişten kök alan geleneksel ilişkilerin, âdetlerin, fikirlerin ve değerlerin neden bu şekilde öne çıktıklarını ve bunların köktenciler tarafından bu modern çağda neden kabul edilir kılındıklarını anlamaya çalışmak için zerre çaba sarf edilmez. Köktenciliğin milli bir söylem olarak dillendirildiği, yaygınlaştığı ve özümsendiği asla görülmez.
Oysa köktencilerin hiçbir direnişle karşılaşmadan satha yayılma imkânı bulmalarının sebebini tam da burada aramak gerekir. Köktencilerin sömürü ve zulmün uç biçimlerini kendi bünyelerinde barındırdıkları elbette ki doğrudur. Fakat bu durum, onların ilgili kültürün parçası olma vasıflarını ortadan kaldırmaz.
Bu noktada belirtmek gerekir ki Avakian’ın yaptığı hatanın kaynakları, esasen ondaki rasyonalizmin sınırlarını aşar ve bu hata, temelde millet meselesi konusunda benimsediği ekonomist görüşlere dayanır. Dolayısıyla yukarıda söylediklerinin teorik sonuçlarını derinlemesine incelemek gerekmektedir.
Köktenciliğin “milli” olma iddiası konusunda geliştireceğimiz anlayış, bizim Maoistlerin ezilen ülkelerde milli hareketin öncülüğünü elde edememeleriyle ilgili hatasını belirli bir zemine oturtmamıza katkı sunacaktır. Buna göre, ezilen ülkelerde öncülük bir yönüyle, komprador modernleşme sürecini onu güçlendiren sebeplerden biri olarak toplumun laikleştirilmesi süreci ile tanımlayan bir yaklaşımla pekiştirilmediği için elde edilememektedir. Laikleşme süreci de komprador modernleşme kadar önemlidir. Laikleşme sürecinin nüfuz alanı Üçüncü Dünya’nın sınırlarını aşmakta, emperyalist ülkelerdeki ilericilerin önemli bir kısmını içine almaktadır. Hatta bu süreç Maoist kampı bile kuşatmıştır.[8]
Bunun dışında, köktenciliğin “milli” olma iddiası konusunda geliştirilecek bir bilinç, bizim “köktenciliğin kapladığı manevi alanın kurtuluşu, zinde bir milli, laik kültürü ve yeni bir sömürüsüz toplumu temel alan aydınlanmacı bir yaklaşımla geri kazanılır mı kazanılmaz mı veya köktenci direnişin kapladığı fizikî alan, bugün Maoistlerin zaferler elde ettikleri halk savaşında göğe yükseltilen devrimci bayraklar altında yeniden ele geçirilir mi geçirilmez mi sorularına cevap bulmamıza katkı sunacaktır.”[9] Bugün bu sorulara şunu da eklemek gerekmektedir: “Avakiancılığı layıkıyla redde tabi tutmadan Maoistler, dünyanın herhangi bir yerinde bu görevleri yerine getirme noktasına gelebilirler mi gelemezler mi?”
Ajith
[Kaynak: Against Avakianism, Yayınlayan: Christophe Kistler, Utrecht, 2017, s. 143-149.]

Dipnotlar
[1] Bob Avakian, Observations on Art, Culture, Science and Philosophy, Insight Press, Şikago, Eylül 2005, s. 77.
[2] Karl Marx, “Introduction”, A Contribution to the Critique of Hegel's Philosophy of Right.
[3] Avakian meseleyi şu şekilde ortaya koyuyor: “Belirli sınırlara tabi olan ama aynı zamanda önemli görüşlere sahip bulunan Mike Davis, bir makale kaleme almış. Bu makalede Davis kapitalizmin doğduğu ülkelerde insanların topraktan uzaklaştırıldığı, eşitsiz biçimde, belirli engelleriyle birlikte proletaryayla bütünleştiği on dokuzuncu yüzyılı ve yirminci yüzyılın başlarını ele almış. Bu insanların proleterleşmesi dinin etkisinin azalmasına yol açmış. Ne var ki bugün dünyada dinin bir olgu olarak sahip olduğu önem çok farklı. Bugün taşradan kentlere sürülen, proletaryanın kucağına doluşan insanlar gecekondulara tıkılıyorlar, bahsi bile edilmeyen şartlara maruz kalan bu insanların mevcut hâlleri dinin yükselişine tanıklık ediyor, yüzler dine bilhassa dinî köktenciliğe çevriliyor.” (Bob Avakian, The Basis, The Goals, And the Methods of the Communist Revolution, “Changing Material Conditions and the Growth of Religious Fundamentalism”, a.g.e., Revcom.)
[4] Bob Avakian, Why Is Religious Fundamentalism Growing in Today's World—And What Is the Real Alternative?, Revcom.
[5] A.g.e.
[6] Islamic Resistance, the Principal Contradiction and the War on Terror isimli çalışma bu yönde atılmış ilk adımdır. 2007’de yayımlanan bu makale Avakian’ın iki miadını doldurmuş olgu” ile ilgili tezi üzerine kuruludur. Avakiancılar bu makaleyle henüz meşgul olmuş değiller.
[7] “Religious Fundamentalism ... “, a.g.e.
[8] Üçüncü Dünya’da Batılılaşmış kentli orta sınıftan veya elitlerden kaynaklanan “modernist” dünya görüşü üzerine kurulu sanat eserlerini eleştirmeyen hatta göklere çıkartan ilerici düşünceye ait ifadeler bu eğilime örnek olarak verilebilir.
[9] Islamic…,a.g.e.
,

Türkiye Devriminin Yolu

Örgütsel Sorunlar
Örgütsel sorunlar konusunda devrimci arkadaşlar arasında geniş çapta hatalı eğilimler devam etmektedir. Bunun en önemli sebebi, devrimci mücadelede uzun dönem tartışma ve polemik konusu olan parti meselesinin, soyutlanarak pratik çalışmaya ışık tutacak bir görüş hâlinde somuta indirgenmemesidir.
Hâlâ devrimci saflarda ideolojik farklılık içindeki birçok fraksiyonların ortaya koydukları parti anlayışlarındaki temel ayrımlar ciddiyetini devam ettirmektedir ve gitgide politik ağırlık kazanan gruplar bu davranışlarını devam ettireceklerdir. Onun için T.H.K.O.’nun parti ve örgütlenme konusundaki görüşünü açıklarken, hatalı parti anlayışlarının politik çizgi ve ideolojilerine de değineceğiz. Zira hatalı parti anlayışı ve çalışma tarzı, temelde farklı ideolojinin varlığından gelir. Günümüze dek süregelmekte olan ideolojik kavgaların temelini, farklı politik çizgilerin parti anlayışları ve çalışma tarzları teşkil etmiştir. Bu meselenin detayın inmeden önce, T.H.K.O.’nun politik çizgisinden ve parti meselesi üzerindeki görüşünden bahsedeceğimiz broşürümüzün şimdiye kadarki kısmında genel ilkeleriyle açıklığa kavuşturduğumuz M.D.D. ve halk savaşı konusunda görüşümüz, işçi sınıfının örgütsel sorunlarını ve parti anlayışımızı belirteceğiz.
T.H.K.O’nun politik mücadelesi, kırsal bölgeleri temel alan ve kırdan şehre doğru bir rota çizecek olan strateji içinde gelişecektir. Ordumuzun silahlı mücadeleye başlaması ideolojik bir zorunluluktur.
Mücadelemizin kısa tarihi içinde, örgütsel gelişmemiz silahlı mücadele öncesi ortamın oluşturduğu devrimcilerin saflarımıza katılması şeklinde devam ettiğinden, ideolojik birlik ve politik görüşümüzde ayrılık yaratabilecek farklı ideolojilerin çıkması ihtimali yoktur. Aynı durum belirli süre devam edecek ve ordumuzun saflarına katılan savaşçıların çoğunluğu işçi sınıfı ideolojisini kabul etmiş kişiler olacaktır. Buna bağlı olarak mücadelede yeni olduğumuz ve henüz halk kitleleriyle ilişkilerimizin sağlam olmadığı bu dönemde T.H.K.O, parti ve ordu fonksiyonunu bünyesinde taşımaktadır. Zira pratik sorunlarımız, örgütümüzün parti-ordu ikilemi ayrımına girmesine ihtiyaç göstermemektedir.
T.H.K.O, doğru politik çizgisi ışığında silahlı mücadelesine devam edecektir. Halk kitlelerinin aktif desteğinin sağlayıp, örgütsel ilişkilerin hızlandığı ortama girince, mücadelede işçi sınıfı savaşçısı durumuna gelmiş savaşçılar, partinin ilk kadrolarını oluşturacaklardır.
Kırsal bölgeler temel alındığı için, partinin kuruluş döneminde yoğun çalışması, tarım proletaryası ve yoksul köylü arasında olacaktır. İlk bakışta bu durum anormal görülebilir ve İşçi Sınıfı Partisi’nin mücadelenin başından itibaren sanayi proletaryasına ağırlık verilecek gelişebileceği ileri sürülebilir. Bu görüş, parti meselesini politik mücadeleden soyutlamadır. Örgütlenme ve parti meselesinde temel belirgin unsur, izlenecek politikadır. Parti meselesi, politik mücadelenin stratejisi içinde bir gelişim seyri izleyecektir. Aksi halde işçi sınıfı şehirlerdedir ve örgütlenmeye oradan başlamalıdır demek, soyut bir örgütlenme anlayışı içinde, politik mücadelenin önemini küçümsemek ve doğal olarak işçi sınıfı örgütünü ekonomik düzeyde ele almak olur. Bu mesele ileride ele alınacaktır.
T.H.K.O’nun savaşçıları işçi sınıfı ideolojisini kabul ettikleri içindir ki, politik mücadelede sağlam bir düşünce-davranış bütünlüğü içine girenler, partinin ilk çekirdeği olacaklardır. Halk kitlelerinde örgütsel bağlar geliştikçe, T.H.K.O. saflarına küçük-burjuva ideolojisini taşıyanlar girecektir. O zaman bir taraftan partinin ordudan örgütsel farklılığı zorunluluk hâline gelecek, diğer taraftan da küçük-burjuva ideolojisini ordu içinde de olsa tasfiye etmek ve savaşçıların işçi sınıfı ideolojisini benimsemelerini sağlamak şart olacaktır.
Halk savaşının gelişim süresinde, ordu içinde farklı ideolojilerin varlığı kaçınılmazdır. Partinin görevi işçi sınıfı ideolojisinin hâkimiyetini devam ettirmek ve başka ideolojilerin mevcudiyetini minimuma indirgemektir. Bu genel tutum halk savaşının başından sonuna kadar izlenmesi gereken bir tutumdur.
Bazı arkadaşlar, silahlı mücadeleye başlarken parti olarak ortaya çıkmayışımızı, bir parti anlayışımız olmadığı, politik mücadelede askeri sorunları ön planda tuttuğumuz veya silaha insandan daha çok önem verdiğimiz şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu suçlamalar karşısında fazla bir şey söylemeye gerek yoktur. İçinde bulunduğumuz şartlarda, mevcut politik güçlerin hepsi, açıkça söylemeseler bile kendilerini parti olarak görmektedirler. Böyle bir durumda, parti olduklarını iddia eden birçok örgüt görüyoruz. Farklı politik çizgilerin ortaya koyduğu parti anlayışlarını şu genel ilke içinde değerlendirmek gerekir. Kırsal bölgeleri ve şiddet politikasını, milli cephedeki sınıflar ittifakı içinde temel almayan bir örgütlenme ve parti anlayışı, özünde küçük-burjuva ideolojisini içerir, hatta örgütün içinde işçiler çoğunlukta olsalar bile…
Halk savaşını inkâr eden veya onun ciddi hazırlığı içinde olmayan hatalı bir görüşün örgütlenme ve parti meselesinde doğru davranış içinde olması, devrimci teorinin ruhuna aykırıdır. Parti meselesinde ileri sürülen hatalı görüşleri daha iyi anlayabilmek için geçmişe bir göz atalım.
12 Mart öncesi, yurdumuzda gelişen devrimci mücadele, çeşitli fraksiyonların çıkmasına sebep olmuştur. Devrimci güçlerin dağınıklığı ve politik mücadeleyi yürütecek bir partinin olmayışı, parti meselesini acil sorun hâline getirmiştir. O şartlar içinde ileri sürülen ve devamlı değiştirilen parti görüşlerinin genel karakteri şöyle idi: Devrimde halk ordusunun önemi hemen hemen hesaba katılmıyor ve halk savaşı bir temenni olmaktan öteye gidemiyordu. Politik mücadele sadece parti yapısı içinde düşünülüyordu. Böyle olunca barışçıl şartlar içinde legal veya illegal olarak ve kimine göre ise sanayi proletaryasına ağırlık verilerek örgütlenmeye gidilecektir. Temelde aynı politikayı içeren bu parti görüşleri sık sık değiştiriliyor ve bir gün bir fraksiyonun savunduğu görüşü, ertesi gün bir başka fraksiyon tarafından savunulabiliyordu. Pratikte ise uzun dönemli hiçbir çaba gerçekleşmiyor ve parti meselesi her fraksiyon için, mevcut devrimci güçleri o şartlara özgü bir disiplin altına alma düzeyine indirgeniyordu. Bu görüşlerin birçoğunun artık gerçekleşme olanağı kalmamıştır, fakat görüş olarak hâlâ savunanlar mevcuttur. Emperyalizmin kontrolü altındaki yurdumuzda bir partinin legal ya da illegal olması önemli değildir. Esas olan politik çizgidir.
Ordumuzun bu gelişim düzeyinde parti ve ordu şeklinde bir ayrım yapılmayacaktır. Gücümüz, halletmek zorunda olduğumuz meseleler ve örgütsel sorunlarımız açısından şimdiden ayrıma gitmek hatalıdır. Böyle bir ayrım, silahlı mücadeleye ideolojik bir zorunluluk olarak girmiş olan örgütü, şeklî bürokrasi mantığı içinde sunî bir ayrıma tabi tutmak olur. T.H.K.O.’nun örgütlenmesi illegal olmasına rağmen, kırsal bölgelerde mücadele yoğunlaştıkça ve parti kadroları oluştukça, silahlı mücadelenin temel olması yanında diğer politik çalışma yöntemleri de ihmal edilmeden uygulanmalıdır. Bilhassa yoksul köylülere ağırlık verilecek ideolojik ve politik çalışmalara hız, silahlı mücadeleyi sıhhatli bir gelişim düzeyine sokabilmek için, gerilla savaşı halk kitlelerinin ekonomik mücadeleleri ile bir bütünlük içine sokulmalıdır. Kırsal bölgelerdeki politik mücadelenin önemli çalışma yöntemlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Askeri planda somut düşmana karşı gerilla savaşı,
2. Halk kitlelerinin mahalli çelişkilerine ağırlık vermeli, ekonomik mücadelesine politik nitelik kazandırmalıdır. Kırsal bölge halkını sömüren ve ezen ağa, tefeci ve mütegallibe takımına karşı verilecek mücadeleye, mahalli çelişkiler keskinleşecek ve halk kitleleri politik mücadeleye, aktif rol alacak şekilde katılacaklardır. Halkın ekonomik mücadelesine ağırlık vermek, kitlelerin kendi tecrübeleri ile pişmelerini sağlayacaktır. Halk kitlelerinin kendi tecrübeleri olmadan mücadelede aktif rol almaları çok zordur.
3. Yukarıda belirttiğimiz mücadele yöntemlerini de kapsayacak şekilde geniş politik ve ideolojik propaganda çalışmaları yapmak. Bu çalışmalar, imkânlara ve şartlara göre birçok araçlar kullanılarak yürütülmelidir. Hatta birçok zamanlar bu tip çalışmalar legal metodlar kullanılarak gerçekleştirilebilir.
Genel hatlarıyla açıkladığımız bu tip mücadelenin sağlayacağı örgütlenme, ordumuzun güçlenmesini, köy komitelerinin ve milislerin yaratılmasını ve kırsal bölgelerde geniş bir haberleşme, destek ve üs bölgelerinin kuruluşunu sağlar. Kırsal bölge içinde belli noktalarda toplanmış olan maden ve sanayi işçileriyle ilişkiler kurmalı ve parti kadroları geliştirilmelidir. Bu çalışmaya mücadelenin başından itibaren gereken önem verilmelidir. Bu bölgelerdeki işçilerin henüz köylülükle bağlarını koparmamış olmaları ve çoğunlukla bölgenin yerli halkını teşkil etmeleri, ilişki kurulmasını kolaylaştıracak çok önemli bir avantajdır. Kısa vadede örgütsel yararı olmasa dahi, hareket bölgesi içine giren şehir ve kasabalarla sağlam ilişki ağı kurulmalıdır.
Kırsal bölgelerdeki çalışmalarımızın detaylarını şimdiden kesin olarak bilmek mümkün değildir. Mücadelenin pratiği ve deneyleri doğru çalışma tarzını öğrenmemiz için en sağlam alternatiftir. Dikkat edilecek husus, genel devrimci ilkelerde hata işlenmemesidir.
T.H.K.O., kırsal bölgelerde yürüteceği politik mücadelesine gerilla savaşıyla devam edecektir. Ve gerilla savaşı, halk savaşımızın bu aşamasında stratejik meselemizdir. Merkez durumdaki birkaç büyük şehirde ise gücünün bir kısmını şehir gerillasına ayırmıştır. Şehir gerillasının kısa dönemdeki çalışması, şehir gerillasının görevi, kır gerillasını takviye etmektir. Ve çalışma metodları da bu amacı içerecektir. İleri dönemlerde şehir gerillasının politik çalışması, kırsal bölgeye bağlı olarak sanayi proletaryasına kaydırılmalıdır.
Devrimci mücadelemizde, halk kitlelerini örgütlemek için parti ve halk ordusu vazgeçilmez iki araçtır. Fakat bugünkü örgütlenme düzeyimizde parti ve ordu fonksiyonunu T.H.K.O. olarak tek başına gerçekleştirmektedir. Bu mesele ise politikamız içinde, ordumuzun kuruluşuyla ve savaşçılarının yapısıyla ilgili bir meseledir. Önemli olan, temel politikamız ve ideolojik birliğimizdir. Dikkat etmemiz gereken en önemli husus budur. Karşımıza çıkabilecek önemli iki tehlike, mücadeleden taviz vermek veya örgütsel hatalardan ve tecrübesizlikten gelecek büyük kayıplardır. Bu ikili tehlikeden taktik hatalar, çalışmalarımıza büyük zararlar getirdi. Aynı şeyin tekrar etmemesi için kadrolar içindeki politik çalışmaya hız verilmeli ve devrimci ilkeleri örgütümüz içinde eksiksiz uygulamalıyız. Tek tek savaşçılar eksikliklerini gidermeli ve hatalarından çok iyi dersler çıkarmalıdır ve gerçek olan şey, çok iyi dersler alabileceğimiz hatalar işlemiş olmamızdır.
Bugünkü çalışmamız dünkünden çok daha zor olacaktır. Ordumuz içindeki devrimci ahlâk, devrimci dayanışma ve devrimci ilişkileri kuvvetlendirmeliyiz. Eleştiri ve öz-eleştiri metodunu daima birliğimizi güçlendirecek tarzda ihmal etmeden uygulamalıyız. Tüm düşünce ve davranışlarımızda Türkiye devrimine karşı sorumluluğumuzu bir saniye dahi unutmadan örgütümüz içindeki görevimize başarıyla devam edelim.
Yurdumuzda mevcut birçok fraksiyonun ortaya koydukları parti anlayışlarının ortak ve önemli olan hatalı yanı şudur: Şehirleri temel alan ve sanayi proletaryasına yönelen bir çalışma tarzını, parti anlayışı olarak iddia etmektedirler. Şiddet politikası ve devrim stratejimizde zorunlu olan sınıflar ittifakı (temelde işçi-köylü) ihmal edilmektedir. Bu durum, pratikte halk savaşını ihmal etmek ve halk ordusunun devrimdeki fonksiyonunu önemsememektir.
Pratikte böyle bir parti anlayışı, politik mücadelede oportünist bir çizgi hâline gelmektedir. Bu görüşün savunucuları ve pratikteki uygulayıcıları, parti meselesini amaç edinmekte (amaç devrimdir) ve partisiz devrim olmaz ilkesini, partisiz mücadele olmaz mantığına indirgemektedirler. Silahlı mücadele içinde olmadıkları için politik çalışmaları ya barışçıl bir temele kaymakta ya da emperyalizmin baskıları ve terörüyle yok olmaktadır. Onun için böyle bir parti anlayışında olanlar, mücadelenin başından itibaren partiyi yaşatmayı genel ilke hâline getirmekte ve düşmanın sert tutumu karşısında geri çekilerek oportünizmin ve pasifizmin batağına saplanmaktadırlar. Örgütün nicel yapısını korumak ve geliştirmek için, düşmanın tayin ettiği sınırlar içinde hapsolmakta ve mücadele, politik özünü yitirerek, ekonomik düzeydeki bir örgütlenmeden öteye gidememektedir.
Kısaca açıkladığımız böyle bir parti anlayışı (görüşü) ve politikası, Sovyet devrimindeki parti çalışma tarzının ve gelişmiş kapitalist ülkelerde geçerli olan parti anlayışının, yurdumuza taktik değişikliklerle ithalidir. Bilhassa Sovyetler Birliği Bolşevik Partisi’nin büyük oranda etkisinde kalınarak, çalışma tarzı ve yöntemleri aşağı yukarı aynen uygulanmaya çalışılmaktadır. Sovyetler Birliği devrim modeli ile Türkiye devrim modeli çok farklıdır ve doğal olarak devrim stratejisi ve politik mücadele yöntemleri de farklı olacaktır. Bolşevik Partisi’nin çalışma tarzını ve politikasını yurdumuz şartlarında politik bir görüş olarak uygulamak, mücadelenin başından oportünizmin batağına saplanmasıdır.
Son zamanlarda böyle bir parti anlayışı şehir gerillası ile birleştirilerek halk savaşı teorisi çıkarılmıştır. Bizler politik mücadelede şehir gerillasının temel alınmasını hatalı bir savaş stratejisinin uygulanması olarak görüyoruz. Fakat şehir gerillasının bu şekilde hatalı bir parti anlayışı ile bütünleştirilerek politik çizgi hâline getirilmesi, politik mücadelede farklı iki ideolojinin örgütsel ittifak içine girmesidir. Ve bu görüşün ışığında verilecek mücadele, içinde daima iki ideolojinin hâkim olacağına bağlıdır. Parçalanma ise eşikteki tehlikedir.
Şehir gerillasını bu parti anlayışından ayırarak düşünürsek, bu konudaki görüşümüz şudur: Yurdumuzda şehir gerillasının uygulanacağı merkezlerde, halk savaşının sağlam temellerini nicelik ve nitelik olarak atmak imkansızdır. Şehir gerillası, sanayi proletaryası ve şehir küçük burjuvazisini kısmet örgütlese dâhi, halk kitlelerinin içinde bulunduğu koşullar ve şehir gerillasının hareket alanı göz önüne alınırsa gelişme olanağı bulamaz ve belirli bir süre sonra kısır bir döngü içine girer. Mücadeleyi yürüten örgüt, halk ordusu yerine işçi sınıfı örgütü şeklinde belirir.
Bu durum, politik çizgisi gereği köylü yığınlarını başından itibaren ihmal eden bir çalışma tarzının doğal sonucudur. Latin Amerika ülkelerinde yürütülen şehir gerillası, yurdumuzun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik yapı, farklı üretim biçimleri ve ona bağlı olarak ortaya çıkan sınıflar ittifakı açısından temel politik mücadele yöntemi olamaz.
Halk savaşımızın henüz sağlam kadrolar çıkarmadığı ve silahlı mücadelenin yeni olduğu günümüz şartlarında karşı karşıya bulunduğumuz önemli tehlike, tarihî oportünizmdir. Tarihî oportünizmin, emperyalizmin hegemonyası altındaki ülkelerde büründüğü iki önemli kılık vardır.
1. Eğer o ülkede şeklî bir demokrasi varsa, legal mücadeleye sınırlı imtiyazlar tanınmışsa, ‘’legaliteyi kullanalım’’ sloganı altında legaliteyi temel kural hâline getirmekte ve barışçıl şartlar içinde bir politik mücadele önermektedir.
2. Şayet o ülkede legal mücadele imkanları yoksa ve faşist bir politika uygulaması bulunuyorsa, silahlı mücadeleye karşı ‘’erkendir’’ veya ‘’halka rağmen verilmektedir, halk kitlelerini örgütlemeden silahlı mücadele sol sapmadır’’ sloganı ile ortaya çıkmaktadır. ‘’Silahlı mücadele, halk kitlelerini örgütlemek için politik mücadele olmasına rağmen silahlı mücadeleye başlamak için halkı örgütlemek şarttır’’ şeklinde ortaya atılan görüş, özünde sınıf mücadelesinin inkârıdır ve halk kitlelerinin kurtuluşu için verilen silahlı mücadeleye alternatif olarak barışçıl şartları temel alan oportünist ve pasifist bir politikayı önermektedir.
Türkiye’de 1971 başlarından bu yana uygulanan faşist politika, bu görüşlerin gelişme şansını yok etmiştir. Zaten bu tip hatalı görüşlerin birçoğu 12 Mart öncesi legal ortamının yapısından geliyordu. Faşizmin baskı ve terör politikası, bu görüşü savunanların politik ağırlıklarını korumaları engellemiştir.
Türkiye’de 12 Mart muhtırası ile uygulamasına girişilen faşist politikanın sınıfsal temelini anlayabilmek için, gerici sınıfların ve emperyalistlerin uzun vadeli bir plan içindeki politikalarının (sebep-sonuç) amacını bilmek lâzımdır. Genel olarak bu politika, hâkim sınıfların çıkarlarını devam ettirmek için uyguladıkları bir politikadır demek mümkündür, fakat gericileri bu politikaya zorlayan sebepleri ve uzun dönemde sağlamaya çalıştığı çıkarlar açısından, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir meseledir. Zira faşist politikanın temelinde, emperyalizmin Orta-Doğu’daki çıkarlarının devamı, işbirlikçi burjuvazinin Avrupa Ekonomik Topluluğu’nda olan yıllar sonrasına ait planları da yatmaktadır.
Orta Doğu Sorunu
Orta-Doğu, yukarıda anlattığımız genel yapı içinde [Örgütsel Sorunlar] emperyalizmin sömürü alanı durumundadır. İngiliz ve Fransız emperyalizminin Orta-Doğu’da tutunamayarak çekilmeye mecbur olması, bir taraftan milli iktidarların kurulmasını, diğer taraftan da Amerikan emperyalizminin Orta-Doğu’daki petrol yatakları üzerinde kısmî hakimiyet kurmasını sağlamıştır. Orta-Doğu ülkelerindeki halklar içinde Arap halklarının çoğunluk teşkil etmesi, anti-emperyalist mücadelenin yayılmasını hızlandırmış ve ilerici iktidarlar arasında daha sağlam bir dayanışma kurulmasını sağlamıştır. Birçok ülkede gerici rejimler, yerlerini ilerici iktidarlara bırakmak zorunda kalmıştır.
Bu iktidarların oluşumu, hemen hemen her yerde radikal güçlerin askerî darbelerle iktidarı almaları şeklinde olmuştur. Emperyalizmin sömürü ve zulüm politikası; bu iktidarların yıkılması yerine güçlü bir dayanışma içine girmelerine ve Arap halklarının bir birlik oluşturmalarına sebep olmuştur.
Orta-Doğu’daki genel durumu şöyle belirtebiliriz: Genel özellikleriyle milli bir politika izleyen devletler: Suriye-Irak-Güney Yemen ve Mısır’dır. Emperyalist saldırı karşısında bu devletler milli bir birliğe zorlanmışlardır. Ve bu birlik Orta-Doğu’yu da aşarak Libya, Sudan ve Cezayir’i de içine almıştır.
Devletler dışında Arap halklarının ulusal kurtuluş mücadelelerine öncülük eden Filistin Kurtuluş Örgütleri ve Basra Körfezi Kurtuluş Cephesi gibi örgütler, Amerikan emperyalizmi için ciddi tehlike olmaya başlamışlardır.
Geriye emperyalizmin kontrolü altındaki Orta-Doğu ülkeleri olan İran, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Lübnan kalmaktadır. Bu devletlerden Ürdün, Lübnan ve Suudi Arabistan, Arap halklarının uyanışı karşısında kendi gerici politikalarını devam ettirmek için kısmî tavizler vermeye mecbur olmaktadırlar.
Savaşın devam ettiği Filistin meselesinin her an büyüyerek tüm Orta-Doğu’yu kapsaması, uzak bir ihtimal değildir. Amerikan emperyalizmi Orta-Doğu’daki çıkarlarını devam ettirmek için İsrail, İran ve Türkiye’yi karşı-devrimci birer üs olarak takviye etmektedir. Türkiye, NATO ittifakı içinde Avrupa ve Amerika’ya, CENTO ittifakı içinde İran ve Pakistan’a askerî ve ekonomik yönleriyle bağlıdır.
Hem Orta-Doğu’daki çıkarları açısından, askerî bakımdan ve hem de Sovyetler Birliği’ne karşı tampon bir devlet olarak emperyalizm için Türkiye, stratejik öneme haizdir. Bu yüzdendir ki emperyalistler Türkiye’yi Orta-Doğu’da ve özel olarak da Türkiye’de kontrolü sağlayacak ve gerektiği zaman çıkarlarını korumak için müdahalelere müsait askerî bölge olarak seçmişlerdir. Ekonomik yönüyle Amerikan emperyalizmine bağımlı olan Türkiye, stratejik önemi ve karşı-devrimci bir üs olma özelliğini koruması açısından, emperyalistlerin üzerinde ciddiyetle durmalarına sebep olmaktadır.
Diğer taraftan askerî ve ekonomik ittifaklarla emperyalizmin sağlam bir müttefiki olan Türkiye, Orta-Doğu halklarının Müslüman olmaları yüzünden de önem taşımaktadır. Ve Amerika’nın Orta-Doğu’daki çıkarlarını korumak için iyi bir arabulucudur.
Doğal olarak emperyalistler ve uşakları, Türkiye halkının devrimci mücadelesini bastırmak ve ne pahasına olursa olsun Türkiye’nin Orta-Doğu’daki gerici politikasına devam etmesi çabasındadır. Yurdumuzdaki Amerikan üslerinin ve nüfusumuza oranla normal büyüklükte olan Türk ordusunun yapısı (kara harekât ordusu) gelişigüzel değildir. Türkiye’de Amerikan emperyalizminin kontrolünün azalması veya kalkması, Orta-Doğu çıkarlarını büyük oranda etkileyeceği için doğal olarak devrimci mücadeleye karşı tutumunu da çıkarlarının tümü açısından belirlemektedir.
İçinde bulunduğumuz bu ortamda Türkiye’deki Amerikan askerî gücü daha çok Filistin meselesine bağlı olarak Arap halkları için tehlikelidir. Bu yüzden halk savaşımızın bu döneminde, Orta-Doğu’daki her patlamaya Türkiye’deki gericiler el atacaklardır. Ve bu durum aynı dış düşmana karşı mücadele veren Orta-Doğu halkları ve Türkiye halkı arasında sağlam bağlar kurulmasını sağlayacaktır. Bazı arkadaşlar Orta-Doğu sorununun bu gelişimini hesaba katarak Orta-Doğu Devrimci Çemberi veya Bölgesel Savaş tezlerini ortaya atıyorlar.
Bu iki tez, ulusal kurtuluşumuz savaşımız içinde taktik bir sorun olarak iddia edilirse doğru, fakat stratejik bir hâline sokulursa kökten hatalıdır. Zira dış düşmanın tek olması ve Orta-Doğu’da savaşın bölgesel bir savaş hâlini alması, Türkiye devrimini bir dış etken olarak azami ölçüde etkileyecektir. Fakat Türkiye devriminin temel belirleyici unsuru toplumumuzun iç dinamizmidir. Orta-Doğu meselesi, Türkiye devrim sürecini etkilese dahi halk savaşı birçok zikzaklar çizecektir, iç ve dış etkenler rol oynayacaktır ve stratejik bir sorun olmayacaktır. Buna rağmen, Orta-Doğu halkları ve onların mücadelelerine öncülük eden örgütler sağlam bir dayanışma içine girmeye ve birbirlerine destek olmaya mecburdurlar.
Hüseyin İnan

22 Şubat 2020

, ,

Ben Malcolm X’im


Ağustos 2011’de Kahire’deki bir kitapçı, Ahbar gazetesine şunu söylüyordu: “Mübarek’in devrildiği günden beri dükkânda en çok Che Guevara’nın ve Malcolm X’in hatıratı satıldı.”
Arap isyanları, altmışların ruhunu yeniden diriltti. O yılın Ocak ayında Tahrir Meydanı’nı binler işgal ettiği vakit Brüksel’den Doha’ya birçok şehirde Arapça yayın yapan radyolar saatlerce Ümmü Gülsüm çaldılar. Bu yayın, sadece duygularını aktarmak isteyen dinleyicileri telefona bağlandığı anlarda kesildi.
Mısır’ın kültür ikonası Ümmü Gülsüm, bir şarkısında “halkım ben, imkânsız nedir bilmem” diyordu o titreyen hançeresiyle ve şöyle devam ediyordu şarkısına: “ebediyetten gayrısı tatmin etmez beni.”
Sonuçta ülkede sömürgelik günlerinin son bulduğu zamana geri dönülmüştü. Gençlik, Batı’nın desteklediği zalim devlet sistemine karşı ayağa kalkmıştı. Bu süreçte Müslüman gençlik, kılavuzluğuna başvurmak için yüzünü Che Guevara, Frantz Fanon, Seyyid Derviş, Ali Şeriati ve Malcolm X gibi isimlere çevirdi.
“Acaba Ali Şeriati olsa Sünni-Şii çatışması hakkında ne derdi? Malcolm X, Müslüman Kardeşler’in iktidara gelişi hakkında ne düşünürdü?” türü soruları soran gençlik, her sorusunda bu isimlerden bahsediyordu artık.
Ama Amerikan diplomasisi, bu devrimci ruhu yok etmek için hemen hamle yaptı. Mayıs 2011’de Tunus’taki ABD büyükelçiliği, halka açık bir hitabet yarışması tertipledi. Yarışmada konuşmacılara, “kim Malcolm X olmak istiyor? Yeni Martin Luther King sen misin? Yeni Nasır sen olabilir misin? Malcolm X kim olmak ister? Sözlerinle insanlara ilham verip onları harekete geçirebilir misin?” türü sorular soruldu.
Hatta o dönemde Dışişleri Bakanlığı, Arap isyanlarına saygı temalı rap konserleri düzenledi. Altmışların ruhunu aksettiren bu konserler, panafrikacılık fikrini temel almaktaydı. Konserlere çıkanların şarkı sözlerinde şu tür ifadelere rastlanıyordu: “Devrimci ve ılımlıdır Compton şehri, onlar Garvey’nin Marcus’u, Bob Marley, Sékou Touré, Patrice Lumumba, Malik Shabazz, Kwame Nkrumah / Devrim beni Muhammed Buazizi gibi özgürleştirdi!”
Bu yeni halk demokrasisinin diğer bir ilginç yanı da Malcolm X’ten radikalleştirici etkiye sahip bir isim olarak bahsedilmesi. Amerikan hükümetinin Malcolm’a ilgisi ise esasen John Walker Lindh vakası ile birlikte açığa çıkmıştı.
Ekim 2001’de Afganistan’daki çatışmalarda bu genç, Taliban saflarında savaşırken yakalandı. Hükümetin üzerinde durduğu soru şuydu: Bu Martin kasabasında doğup büyümüş, orta sınıftan bir aile içerisinde yetişmiş olan genç, nasıl olmuştu da Taliban’a katılmıştı?
Lindh’in internette paylaştığı yazıları inceleyen uzmanlar, yakaladıkları ipin ucunu takip ettiler ve oradan da hip-hop sohbet odalarına ulaştılar. Oralarda kendisini siyah olarak takdim eden, “Dudu” veya “Profesör” takma adını kullanan Lindh, bir yerde şunu söylüyordu: “Beyazların bizden nefret etmelerine sebep olan şey bizdeki siyahlık değil aslında, onlardaki nefretin sebebi, sahip oldukları ırkçılık.”
Bu gencin radikalizme doğru seyreden yolculuğunu incelerken uzmanlar, ta 12 yaşındayken başına gelen bir olay üzerinde durdular. O yaşlarda annesi kendisini sinemaya götürmüştü. Sinemada Spike Lee’nin Malcolm X filmi (1992) oynamaktaydı. Filmi seyrettikten sonra Lindh, filmin beslendiği Alex Haley’nin Malcolm X’in Otobiyografisi (1965) isimli kitabını okudu. Hatta aynı dönemde hip-hop dinlemeye başladı.
Bunun üzerine Amerikalı ve Avrupalı yetkililer, Malcolm X’in Müslüman gençlerin politikleşme sürecinde merkezî bir konuma sahip olduğunu gördüler ve “risk altındaki” Müslüman gençleri koruma noktasında “ılımlı” bir Malcolm X” hikâyesinin anlatılması ve ona dair ılımlı bir anlayışın geliştirilmesi gerektiği tespitinde bulundular.
Malcolm X, Müslüman gençler nezdinde çok farklı şeyleri temsil ediyor. Eğer İslam, hip-hop kültürünün gayrıresmi dini ise Malcolm X de onun elçisi veya koruyucu azizidir. Onun konuşmaları şarkı sözlerinde alıntılanır, kıyafetleri ve hareketleri taklit edilir.
Hip-hop, dışlananların ayağa kalkışını göklere çıkartan bir müziktir. Dolayısıyla dolandırıcı iken tüm dünyanın bildiği biri hâline gelen, devletleri ayaklarının altına alan, milliyetçiliğin ve efendilerin “yurtsever” tutumlarının ayaklara taktığı prangaları kırıp atan, sadece Allah’tan korkan Malcolm X’in Müslüman olsun ya da olmasın gençleri kendisine bağlaması gayet doğaldır. Malcolm, gecekondularda devletin hâkimiyetinin dayandığı temelleri aşındıran, o devletin uzantısı olarak hapishaneleri sarsan bir isimdir. Onda İslam ve siyahların tarihi iç içe geçer. Malcolm, bu iki gücün zindeliğinin ve kesintisizliğinin kanıtıdır.
Sonuçta Karl Marx’ın yazıları farklı düşünce okullarının kurulmasını sağlamış, ortaya “Marksoloji” denilen saha çıkmıştır. Bu anlamda “Malcolmoloji” diye bir sahadan söz edilebilir ve bu saha, Malcolm’ın konuşmalarına, mülâkatlarına ve hayatındaki belirli olaylara dair farklı yorumlardan oluşur.
Bazı araştırmacılara göre İslam Milleti’nden ayrıldığı dönemde Malcolm X, hakların “her tür araçla” elde edilmesi gerektiği üzerinde duran bir isimdir. Bazı araştırmacılar ise onun Mekke sonrası edindiği Sünni evrenselci kimliğine odaklanırlar. Genç Müslümanları asıl cezbedense Malcolm’daki radikal enternasyonalizm ve ulus-devleti aşan politik kimliktir. Yaşlı entegrasyoncu Müslümanlarsa Malcolm’ın “Oy Sandığı mı Mermi Sandığı mı?” konuşmasını yaptığı hayatının son döneminde Amerika ve ulus-devlet ile uzlaştığını söylerler.
Müslüman gençler arasında görülen devlet karşıtı yaklaşımlar konusunda endişelenen yazar Sherman Jackson, “Malcolm bugün yaşasaydı, Sünni bir Müslüman olarak, vicdanî bir yaklaşımla, eskiden her şeye itiraz eden üslubunu geride bırakıp, zerre tereddüt etmeden, ‘evet ben Amerikalıyım’ derdi” tespitinde bulunuyor, devamında da şunu söylüyor: “Sonuçta Afro-Amerikan lider, bildiğimiz Malcolm X olmaktan çıkıp İbni Teymix olurdu.”
Amerikalı ve İngiliz devlet yetkililerin asıl dikkatini, Obama’nın 2008’in seçim zaferi sonrası El-Kaide’nin yayınladığı video çekti. O videoda El-Kaide, Malcolm X’in militanlığını övüyor, yeni seçilen başkanı “ev kölesi” olarak tarif ediyordu.
Bunun üzerine Amerikan elçilikleri, Siyahların Tarihi veya Malcolm’ın doğum günü gibi etkinliklere destek olmaya, Obama’yı ve Hac sonrası Malcolm’ı birlikte göklere çıkartmaya, bu iki kişinin beynelmilel isimler hâline gelişine övgüler düzmeye, İslam’la ilişkileri üzerinde durmaya başladı. Bu etkinlerde asıl söylenense şuydu: “Malcolm X, Obama’nın mümkün kıldığı özgür ve hayat dolu Amerika’nın sembolüdür.”
İngiliz hükümeti de benzer adımlar atarak, Malcolm X’in “ılımlı” anlayışı üzerinde duran Müslüman örgütlere para akıttı. Bu örgütlerin etkinliklerinde asıl üzerinde durulan husus ise Malcolm’ın Hac sonrası yaşadığı dönüşümdü.
Hillary Clinton’ın Siyaset Planlaması ekibinde yer alan siyaset bilimci Peter Mandaville’e göre Britanya’da Müslüman hip-hopçuların kaleme aldıkları saldırgan, cepheleşmeyi esas alan şarkı sözlerinde de görüldüğü üzere, Malcolm’a yönelik ilgideki artış, ulusal güvenlik konusunda olumsuz sonuçlar doğurabilecek bir meseleydi.
Bu değerlendirmesinde Mandaville, İngiliz hükümetinin radikalleşme karşıtı projeye para ve destek sunmasına övgüler düzmekteydi. Bahsini ettiği proje ise geleneksel İslamî görüşlerle toplumsal malumatı hip-hopa has hassasiyetlerle bir araya getirmekte, Britanya’daki Müslüman gençleri İslam Milleti’nden kopmuş, dünyayı gezme fırsatı bulmuş Malcolm’da görülen kozmopolit fikirler etrafında toplamaya çalışmaktaydı.
“Ben Malcolm X’im” adını taşıyan bu radikalleşme karşıtı girişime hem İngiliz hükümeti hem de Londra’daki ABD büyükelçiliği destek verdi. Bu çalışmaya ABD ve Birleşik Krallık’tan birçok Müslüman rap şarkıcısı katıldı. İnsan hakları hareketi lideriyle ilgili bu etkinlik farklı tepkilere yol açtı.
Bu etkinlik kapsamında, Mart 2009’da Londra’da gerçekleştirdiği performansında Amerikalı hip-hop elçisi Kumasi, gösterisine Kelime-i Şehadet’i dâhil etti. Şarkıcı, “Allah’tan başka ilah yoktur” dedikten sonra geri kalan kısmı, “Muhammed de onun kulu ve elçisidir” ifadesini seyirciye söylettirmek isteyince Atlantik’in iki yakasında birçok kişinin öfkelenmesine neden oldu.
Boston’da yaşayan Amerikalı imam ve eski hip-hop DJ’yi Suhaib Webb, “Müslüman hip-hop” fikrini sorgulayan bir isim olarak, Londra’da Kelime-i Şehadet’e şarkısında yer veren Amerikalı şarkıcıların (1985 tarihli hip-hop filmi) “Krush Groove’laştırılan, sulandırılmış bir İslam”ı temsil ettiklerini söyledi. “Kur’an ve hip-hop harmanlamaz” diyen Webb’e karşı çıkan bazı isimlerse esas olarak, Malcolm X’in iyice serbestleştirilmiş, zıvanadan çıkartılmış “Müslüman hip-hopu”nu meşrulaştırmak için kullanılması üzerinde durdular.
O dönemde katılımcılardan birisi sosyal medya hesabında şunu yazdı: “Hayatım boyunca birinin sahneye çıkıp arkasında onca enstrümanla ‘Lailaheillallah’ derken dans edeceğini göreceğim aklıma bile gelmezdi. Oradaki herkes, ‘bunda sorun yok, yapılan şey sonuçta Malcolm X, Müslüman sanatçılar ve Müslüman organizatörler adına yapıldı.” Başka bir katılımcı ise cazdan ve Lindy Hop dansından hoşlansa bile Malcolm’ın Hac sonrası Kur’an ile hip-hopun cem edilmesine karşı çıkacağını” söyledi.
Dışişleri Bakanlığı’nın desteklediği hip-hop elçilerinin yolu, sonradan selefileşmiş olan Suudi destekli Loon ve Napoleon gibi rap şarkıcılarıyla kesişti. Bunlar, Avrupa’daki Müslümanları örgütlemek için uğraşan isimlerdi.
Bu tür çalışmalarda Amerika kaynaklı tasavvuf siyaseti ile Suudi Arabistan kaynaklı selefi stratejisinin tuhaf bir biçimde yan yana geldiğini görüyoruz. ABD Dışişleri Bakanlığı, Müslüman, çoğunlukla selefi olan insanlardaki militanlıkla, sakinlikle malul İslam tasavvufunu karşı karşıya getiriyor. Öte yandan Suudi Arabistan ise sonradan Müslüman olmuş, selefileşmiş Amerikalı isimleri tasavvufçuluğun, Şiiliğin ve genel olarak hip-hop kültürünün karşısına çıkartıyor.
Amerikalı müzik elçileri, müzikten yana duran, çokkültürcü bir Malcolm X resmi çiziyorlar. Suudi selefi çizgideki isimlerse Malcolm’ın Hac sonrası dönemine odaklanıp onun müziği aştığı iddiası üzerinde duruyorlar.
Devletler ve toplumsal hareketler, Malcolm X’in mirası konusunda yoğun bir mücadele yürütüyorlar. Her iki kesim de altmışların başında gündeme gelen, siyah enternasyonalizmi üzerinde hak iddia etme derdinde. Bilindiği üzere, Soğuk Savaş’ın zirveye ulaştığı bu dönemde birçok devlet ve hareket, onu kendi safına çekmek için uğraşmıştı.
Hişam D. Aidi
[Kaynak: Rebel Music: Race, Empire, and the New Muslim Youth Culture, Pantheon Books, 2014.]