20 Şubat 2020

Emperyalizmin Kur’an Tefsirleri


Giriş
İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’ı tefsir etmek, Kapital ve Komünist Manifesto gibi komünizmin kutsal metinlerini tefsir etmek gibidir. Fakat Kur’an’ın tefsirinde başka bir güçlük daha vardır: İslam âlimlerine göre Allah’ın dolaysız ve eşsiz kelâmı olarak Kur’an tercüme edilemez. Bu âlimler, Müslümanların dilbilim alanında ulaştığı muazzam başarının Arapçanın başka bir dile aktarılmasını imkânsız kıldığını söylemektedirler.
Ama gene de elimizde birçok Kur’an çevirisi var, tıpkı Marksist metinler gibi. İster tercüme edilmiş olsun isterse olmasın teorik metinler, tarihsel planda sayısız analize, revizyona, tefsire ve itirazlara maruz kalmış, doğuda ve batıda entelektüel ortamlarda ve yapılarda hâlen daha karşılık bulan tartışmaları tetiklemişlerdir. Tıpkı Marx’ın Leninizm, Maoizm, Troçkizm, İkinci Enternasyonal Marksizmi gibi farklı yorumlara sahip olmasında olduğu gibi Kur’an da farklı şekillerde tefsir edilmiş, (Şiilik, Sünnilik, Şafilik gibi farklı yorumlar dâhilinde) ortaya farklı İslam’lar çıkmıştır. Dolayısıyla ihtilafın çeviriyle alakalı olmadığını söylemek mümkündür. Muhtemelen ihtilaf, tefsirle ve kişilerin aynı metinleri okuyup yorumladıkları bağlam dâhilinde sahip oldukları tarihsel ve toplumsal deneyime dair anlayışlarıyla alakalıdır.
Tefsir sorununun yanı sıra aynı ölçüde önemli olan diğer bir husus da bu kutsal metinlerin tarihsel planda politik partiler, camiler, teşkilâtlar, dernekler, meslek birlikleri ve elbette devletlerle imparatorluklar gibi bir dizi aracı kurum üzerinden somuta taşınmasıdır.
Bu noktada tefsir meselesinin, kutsal metnin esasen belirli kişiler eliyle okunması, not tutulması, ardından vaazlar verilip içeriğin yayılması yoluyla o metni somuta taşıma girişimi olduğunu söylemek mümkündür. Hiç şüphe yok ki tefsir ve somuta taşıma meselesi, birbirinden ayrılması mümkün olmayan insanî faaliyetlerdir. Biz burada çıkış noktası olarak, fikri temrinler veya birbirinden ayrı şahsi uygulamalar değil, somuta taşıma girişimlerinin kurumsallaşıp örgütlenmiş olan biçimi üzerinde duracağız. Her şeyden önce tıpkı Marksizm gibi Kur’an da bireylere değil, gruplara veya sınıflara seslenme eğilimindedir.
Birçok kitaptan, makaleden ve toplumsal deneyimden Marksizmin Batı’da ve Doğu’da nasıl somuta taşındığını biliyoruz. Birçok Marksist aydının, sendikacının ve parti elemanının Marksizmi somuta taşıma tarzı, tümüyle Marx’a atfedilemez, onunla ilişkilendirilemez. Dile getirdiği son teorik ifadesinde yapısalcı Marksist Nicos Poulantzas’ın söylediği gibi, “Teori ile pratik, teoriyle gerçek arasında yapısal bir mesafe söz konusudur.”[1] Buna karşılık hepimizin aşina olduğu şey komünizmin gerçek hikâyesi, başka bir ifadeyle, “gerçekte varolan sosyalizm”dir. Biz ayrıca 1989’da komünist siyasetin Avrupa’da nasıl sonuçlandığını da bilmekteyiz. Dolayısıyla bizim burada üzerinde durduğumuz mevzu, Kur’an’ın somuta taşınması, daha da özelde emperyalizmin O’nu somuta taşıma tarzıdır. Peki bundan neyi kastediyoruz?
Belirlediğimiz amaçlar doğrultusunda ben, “somuta taşıma”yı anlatılan hikâyeyi somuta taşımak, gerçeği dönüştürmek için hikâye ile gerçek arasına giren çok sayıda kurumsal aracının teşkil ettiği sistem olarak tarif ediyorum.[2] Bu yaklaşım bizi, basit bir mesele olan tefsirin çok ötesine taşıyor, zira Kur’an’ın tarihsel planda ait olduğu dünya Doğu’dan, Batı’nın oryantalizminin hâkim olduğu o coğrafi kesitten oluşuyor.
Edward W. Said’in Şarkiyatçılık çalışması, bu anlamda Kur’an’ın somuta taşınmasındaki gizemi açığa çıkarma, aynı zamanda “medeniyetler çatışması” yalanını ortadan kaldırma noktasında önemli bir yere sahip. Kur’an, tam da Batı’nın kültürel ve politik emperyalizmi anlamında oryantalizm bağlamında somuta taşınıyor.
Önce ben, bu çalışmada Kur’an’daki sorunsalı, ihtilaflara yol açan üç ana konu ile ilişkili olarak ele alacağım. Ardından bu konuları Batı’nın Kur’an’ı yanlış yorumlama noktasında gerçekleştirdiği özel müdahalenin şifrelerini çözmek için Batı emperyalizminin tarihsel ve güncel politik bağlamına yerleştireceğim. Sonuç kısmında ise emperyalist Batı ile güç durumdaki Doğu arasında mevcut olan kültürel ve jeopolitik dengeyi bozabilecek yegâne makul seçenek olarak, Doğu ve Batı’da ılımlı İslam, Hristiyanlık ve Sol arasında politik bir ittifakın kurulması ile ilgili politika önerimi aktaracağım.
Her şeyden önce Ortadoğu’da ve Avrasya’da, tüm dinleri kucaklayacak bir anlayışın, sömürüyü, temsili ve doğrudan demokrasiyi, politika ve din teorisi, uygulamasını kapsayacak şekilde inşa etmek, mevcut gidişatı terse çevirmek için zaruri olduğu görülmelidir.
Kur’an’ı Okumak: Üç İhtilaflı Meseleden Oluşan Sorunsal
Burada “sorunsal” terimini, somut, semptomatik olmayan bir okuma sonrası idrak edilebilecek belirli bir hikâyenin ideolojik ve teorik bağlamını oluşturmak amacıyla kullanıyorum.[3] Somut okuma, zaman zaman metin içerisinde dağınık hâlde bulunan, zihinsel açıdan bağlantılı ve karmaşık cümleleri toplumsal ve tarihsel deneyim ışığında tekrar tekrar okuma, kıyaslama ve birkaç kez teorik yoruma tabi tutma yöntemi aracılığıyla teorik bir bağlama oturmayı ifade etmektedir.
Kapital’e olduğu gibi Kur’an’a da bu şekilde yaklaşmak, onları anlamaya katkı sunacaktır. Bu yaklaşım, metnin sorunsalına vakıf olabilmek için metni ileriye ve geriye doğru, kapsamlı bir şekilde okumayı gerekli kılar. Burada örnek olarak Kapital’in birinci ve üçüncü ciltlerinde karşımıza çıkan, değerin ürünün fiyatına dönüşmesi sorunuyla alakalı, o ünlü çelişki akla gelebilir.
Tıpkı Komünist Manifesto gibi Kur’an da insanları belirli toplumsal pratiklere yöneltme amacını güder. Kitap, tüm insanlar arasında eşitliğin tesis edilmesini söyler ve toplumdaki zayıf kesimlerin maruz kaldıkları adaletsizlikleri sert bir dille eleştirir. Tarihsel sürecin ve her tarihsel dönemin gündeme getirdiği modernleşme ile uyumlulaşma eğiliminin taleplerinin farkında değilmiş gibi, Kur’an, kendisinin her zaman ve her mekân için uygun olan, değiştirilmiş ve katışıksız bir yapısalcı metin olduğu iddiasında bulunur. Ama böyle olmadığı görülmüştür. Daha önce dile getirdiğimiz gibi, aşağıda da netliğe kavuşturacağımız üzere Kur’an, Muhammed sonrasında kimi isimlerin uygulamalarına ve tefsirlerine maruz kalmıştır. Sonuçta Kur’an’ın içerisinden şeriat denilen hukuk çıkartılmıştır.
Allah, Kur’an’ı 610 yılında Mekke dışındaki Hira Mağarası’nda Muhammed’e indirir.[4] Ardından Muhammed, peygamber ve vaiz olarak, metnin ilk somuta taşıma deneyiminin altına imza atar.
Ama bu Homeros’un dilinin hâkim olduğu bir dönemde gerçekleşmiş bir olaydır. Homeros, Lycurgus ve Solon gibi Elen dünyasının zihinsel yapısını inşa eden isimler din, bilim ve hukuk eğitimi almak için Mısır’ı ziyaret etmişlerdir. Ardından Büyük İskender, zenginliğiyle öne çıkan İskenderiye kentini inşa etmiş, Yakın Doğu içlerine yönelmiş, ama Arap yarımadasındaki çölleri ve bataklıkları geçememiştir.
Yine de temas sağlanmıştır: Kur’an’da hem Hristiyanlığın ve Yahudiliğin uygulamaları ve teorileri etkindir hem de bu kitap, bu uygulamalara ve teorilere karşıdır. Zaman içerisinde Kur’an, teorik ve politik düzlemde epey önemli hâle gelmiştir: putperest ve seküler Batı işgalcidir, işgalcilerse kâfirdir. Sonuçta bu güçler işgalci olarak görülmeselerdi, “kâfir” olarak nitelendirilmezlerdi.
Sonuçta Müslüman, kendisini emperyalist Batı’nın seküler putperestliğine karşı bir varlık olarak tarif etmiştir. Başka bir ifadeyle Batı, ta başından itibaren Kur’an’da yola çağrılanların gerçek ve hayali dünyasına, sonrasında gelen vaizlere ve lider isimlere bir biçimde müdahale etmiştir.
Bu noktada ihtilaflı üç temel meseleye bakmak gerekiyor: ilki savaş ve şiddettir, ikincisi kapitalizmle İslam’ın uyumlu olup olmadığı meselesidir, üçüncüsü ise kadınların durumudur.
Kur’an’ın fikri düzeyde şiddete destek verip vermediği meselesi incelenmelidir. Sonuçta İslam’da Müslümanlar arasında yaşanan değil, kâfirlere karşı verilen savaş cihad olarak nitelendirilmiştir.
Samuel Huntington gibi Batılı akademisyenler, Kur’an’ın ve diğer İslamî kaynakların şiddeti yasaklayan çok az sayıda ifadeye yer verdiğini, şiddete başvurmama kavramının İslamî öğretide ve uygulamada kendisine yer bulmadığını söylemiştir.[5]
Zahmet edip de Kur’an’dan ayet aktarma gereği duymayan Huntington’ın bu yorumu, “onları nerede yakalarsanız öldürün” diyen Bakara suresi 191. ayet gibi belirli ifadelere dayanmaktadır.[6] Oysa bu ayet bağlamından çıkartılmakta, bu sebeple temel sorunsal idrak edilememektedir. Aynı surenin 189. ayetten 194. ayete kadar uzanan kısmı şu şekildedir:
“İyi davranış, takva sahibi (Allah'a karşı gelmekten sakınan) insanın davranışıdır. Evlere kapılarından girin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz. Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır. Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler (saygı gösterilmesi gereken şeyler) kısas kuralına tabidir. O hâlde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın, (fakat ileri gitmeyin). Allah'a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.”
Görüldüğü üzere özel olarak savaşla ilgili olan bu ayetler, ne zaman ve neden savaşılacağı hususunda birçok kısıtlamalar getirmekte, savaşın ne zaman ve neden durdurulacağı konusunda hükümlere yer vermektedir. Örneğin kâfirler Mekke’de Müslümanlara saldıracak olurlarsa, Müslümanların savaşmasına veya öldürmesine izin verilmeyen bu şehirde Kur’an, Müslümanlara saldırıya uğradıklarında kendilerini savunma konusunda izin vermektedir.
Bunun dışında, metinden görüldüğü kadarıyla Kur’an, Müslümanların sadece kendilerini savunmak için savaşmalarına izin vermektedir (İkinci Enternasyonal’in siyaseti değil de toplam teorik birikim olarak ele aldığımızda Marksizm de tüm türevleriyle benzer bir konum alır).
Belirli surelerde Kur’an, ne zaman savaşılacağı meselesiyle birlikte mahrumlara, mazlumlara ve korumasızlara yardım etmek (4:75) gibi insanî görevlerden de söz eder. Başka bir surede ise savaşa ortada anlaşma yükümlülükleri bulunmadığı noktada izin verilir (8:72). Neticede, Abdulhalim’in de dile getirdiği biçimiyle, Kur’an’ın mesajının en belirgin özelliği, onun barış ve hoşgörü ile ilgili olmasıdır. Bu mesaj, Batı’da aydınlarca aktarıldığı biçimiyle, asla savaşa, nefrete ve hoşgörüsüzlüğe dair değildir.[7]
Öte yandan Kur’an kapitalizmi, ticareti ve finansı da aynı ahlakî tarz dâhilinde ele alır. Metnin takip ettiği hat boyunca ahengi ve adaleti esas alıyorsa ticaret hayırlıdır, sonuçta barışa ve refaha yol açar (Muhammed de ticaretle uğramıştır) ama öte yandan tefecilik yasaklanmıştır:
“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, ‘Alışveriş de faiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı onun olur. Durumu da Allah'a kalmıştır. (Allah, onu affeder.) Kim tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır. Allah, faiz malını mahveder, sadakaları(71) ise artırır (bereketlendirir). Allah, hiçbir günahkâr nankörü sevmez.”(2:274–6).
Nisâ suresinin 29. ayetinden 32. ayetine kadar uzanan kısmında ise şu söylenmektedir:
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helâk etmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim haddi aşarak ve zulmederek bunu yaparsa, onu cehennem ateşine atacağız. Bu, Allah'a pek kolaydır. Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız. Allah'ın, kiminizi kiminize üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri (haset ederek) arzu edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.”
Şurası açık ki Marksist analizden farklı olarak Kur’an, çelişkiyi sınıfsal üretim ilişkileri ve sınıf bağlamında ele alamaz, dolayısıyla “adil” ticari işlemlerle toplumsal barışa ulaşılabileceğini söyler. Ama buradan Maxime Rodinson’ın İslam ve Kapitalizm (1966) isimli çalışmasında yaptığı gibi “Muhammed sosyalist değildi” çıkarımında bulunulamaz.[8]
Mesele, göründüğünden daha karışıktır. Yukarıda alıntılanan pasajlar dikkatle okunduğunda Kur’an, ticarete, ekonomik ilişkilere ve işlemlere doğru şekilde müdahale etme ve onları denetleme noktasında mevzuatla alakalı gerekli çerçeveyi sunar.
Sonuçta kendine has İslamî tarzı dâhilinde Kur’an, “Smithçi” değil, “Keynesçi”dir. Bu da Kur’an’ın sosyal demokrat siyasete yakın durduğu anlamına gelir. Kur’an’ın her kelimesine sadık kalan Arap tüccarlar önemli oranda zenginleşmişlerdir. Felipe Fernandez-Armesto’nun tespitiyle:
“İslam, kültür içerisinde önemli bir bileşen olan Arap tüccarları eliyle, orduların bile erişemedikleri yerlere yayılmıştır. Ticaret sayesinde İslamî inanç şehirler arasında farklı biçimlerde somutlanmış, Müslümanları despotik inhisarcıların yanına liman denetçileri, gümrük memurları ve acenteler olarak iliştirmiştir. Misyonerler, aynı ticaret yollarını takip etmiş, yolda dini yayma yükümlülüğünü ifa etmek için âlimler himaye arayışına girmişlerdir. Doğaüstü yetenekleri ve zahitlere has çalımları karşısında gittikleri ülkenin şamanlarıyla karşılaşacakları kaygısına kapılan ‘manevi sporcular’, bu yol üzerinde dini uygulama imkânları bulmaya çalışmışlardır.”
Bankacılık sistemi ise faizsiz olarak faaliyet yürütmüştür. Bankalar, tefecilik kurumları olduğundan şeriat yıllar içerisinde finans ve bankacılık işlemlerinde faiz yönteminin kullanımını yasaklamıştır. Bu anlamda Kur’an ticari kapitalizmle uyuşmaz. Öğretinin Marksist veya başka türden bir analizin düzeyine ulaşamamış olması, o dönemde ekonomik ilişkilerin azgelişmiş olması ve sanayi kapitalizminin yokluğu ile alakalı bir meseledir.
Yukarıda ifade edildiği biçimiyle Kur’an’daki öğreti ve uygulamalarda Yahudi ve Hristiyan öğretilerinin ve uygulamaların etkisi vardır.[10] Dolayısıyla Kur’an’da kadınlara bahşedilen statü, Kitab-ı Mukaddes’te bahşedilen statüyle aynı olmasa da benzeşir. Ticaret ve tefecilik alanında olduğu gibi Kur’an’ın kadın algısı da o dönemde geçerli olan azgelişmiş toplumsal ve teknik işbölümünün bir tezahürüdür (Batı’da olduğu gibi o dönemde Doğu’da da kadınlara emek piyasasında yer verilmemekte, kadınlar daha az eğitim almaktadır.)
Abdulhalim’in yerinde bir yaklaşımla dikkat çektiği ayetler bağlamı dışında okunduğunda, Kur’an’ın kadınlara karşı cinsiyetçi bir tutum içerisinde olduğu düşünülecektir:
“Bazı âlimler, Bakara suresinin 282. ayetini bağlam dışında ele almakta ve orada kadınlara karşı ayrımcılık bulmaktadır. Bir borcun yazılı olarak kayıt altına alınmasını isteyen Kur’an, o ayette şunu söylemektedir: ‘Şahit olarak iki erkek çağırın. Eğer iki erkek yok ise o vakit şahit olarak onay verdiğiniz kadınlar içinden bir erkek iki kadın çağırın, böylelikle iki kadından biri diğerinin unuttuğunu ötekine hatırlatır.’ Birçokları bu görüşü, tüm başka durumlara ve tüm şahitlik uygulamalarına teşmil etmektedir. Bu ayet, kendi bağlamı içinde ele alınmalıdır. Kur’an, burada insanların mülkiyetinin korunmasını istemektedir. Takip eden sayfalarda zenginlerden sadaka vermeleri talep edilmektedir, ardından yukarıdaki ayete dönülmekte, böylece paralarının hileyle alınmaması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Zenginlerden Allah adına faizsiz kredi vermeleri istenmekte, her türden kredi anlaşmasının kayıt altına alınması üzerinde durulmaktadır. Arapça on iki satır tutan bu ayet, kitaptaki en uzun ayettir. Bu ayette yazılı anlaşmanın nasıl güvence altına alınacağına dair talimatlar verilmekte, şahitlerle birlikte borç verenin parasının kaybolmasına veya taraflar arasında ihtilafa mani olunmak istenmektedir. Kur’an, insanlardan tüm bunları parayla ilgili meselelere ve hesaplama faaliyetlerine kadınların erkeklere kıyasla çok az dâhil edildiği, okuma-yazma oranının daha düşük olduğu bir kültürel ortamda talep etmektedir. Modern müfessirler, bugünkü kültürel bağlamın farklı olduğu, kadınların erkek kadar, hatta ondan daha fazla eğitimli olabileceği anlayışını benimsemektedir. Dolayısıyla aynı müfessirler, bu ayeti kültürel bağlamla sınırlı tutmakta ve kadınların tek başına şahitlik etmelerine, hâkim olmalarına izin verilebileceği üzerinde durmaktadır.”[11]
Sonuçta Kur’an’daki sorunsal, Batı’daki barışçı dinlerin, ayrıca belirli Marksist ve sosyal demokrat yaklaşımların üzerinde durduğu sorunsala benzer. Buna karşın modern öncesi dönemden farklı olarak kitabın bugün somuta taşınmasına dönük pratiklere bir dizi içsel ve dışsal fail aracılık etmekte, bu failler kitabın mesajını tahrip etmekte, İslam, küresel din ve sol siyaset arasında belirli bir mutabakatın oluşma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
Emperyalizmin Kur’an’ı Mülk Edinmesi ve Somuta Taşıması
Batı Avrupa, bilhassa Soğuk Savaş esnasında, Hristiyan Demokrat partilerle solcu partiler arasında kurulan politik işbirliği örneklerini tecrübe etti. İtalya’da kurulan “tarihsel uzlaşma” hükümeti, bu konuda ele alınabilecek klasik bir örnek. Söz konusu hükümet, 1978’de Hristiyan Demokrat siyasetçi Aldo Moro’nun kaçırılıp öldürülmesi ile birlikte çöktü.
İtalya’da, hatta altmışlarda ve yetmişlerde Fransa’da kültürel açıdan Katoliklik ve komünizm (ilkinin sosyal demokrasiye, ikincisinin Avrupa komünizmine dümen kırmasıyla birlikte) toplumsal eşitlik ve kardeşlik gibi başlıklarda ortaklaşmaya, yolsuzluklardan arındırılmış bir politik sistem kurulması, toplumun daha iyi bir duruma getirilmesi gibi hedefler etrafında birleşmeye başladı.
İtalya Komünist Partisi içerisinde cattocomunisti (Katolik Komünistler) isimli bir grup oluştu ve böylelikle sol ile Katoliklik arasında kalıcı bir ittifak kurulması ihtimali açığa çıkartılmış oldu. Bunun dışında İtalya Komünist Partisi gibi İtalyan Kilisesi de Soğuk Savaş’ın dayandığı “bloklar mantığı”nı eleştirdi. Buna göre SSCB bir müminin benimseyemeyeceği, diktatöryel bir yapıydı, ABD ise liberal kapitalizmin kölesiydi ve sömürünün en uç biçimlerini savunuyordu.[12]
Bavyera’da Hristiyan sosyalistlerle muhafazakâr parti arasında bir ittifak kuruldu. İslam da dâhil tüm dinler içindeki müşterek kültürel unsurlar sayesinde bu kesimler sol teori ve pratiğe yakınlaştılar.
Irak, Türkiye, Orta Asya gibi yerlerde onlarca yıl solcu partiler içerisinde komünistler ve Müslümanlar birlikte siyaset yürüttüler.[13] Bu dinleri kesen birlikteliğin kültürel zeminine asıl mani olan politik güç ise Edward Said’in “oryantalizm” dediği şeydi. Daha doğrusu, oryantalizmin özel bir biçimiydi: bu biçimde Kur’an’ın emperyalistlerce mülk edinilmiş, somuta taşınmış hâli baskındı. Bu yorum ise Doğu ve Batı’daki politik kültürlerin ve din temelli medeniyetlerin kucaklanmasına engel oluyordu.[14] Peki bu tarihsel planda nasıl gerçekleşti ve söz konusu olguyu bugün teorik açıdan nasıl ele almalıyız?
Avrupa’nın Ortaçağ ve Bizans döneminin karanlığı ile cebelleştiği sıralarda Asya ekonomisi tüm canlılığı ile gelişmekte, birinci yüzyıldan da önce Hint ve Arap yarımadasına hâkim olan ticaret kapitalizminin gelişimine, Asya’daki ipek yollarının oluşumuna tanık olunmaktaydı.[15] Arap yarımadasındaki ticarete Müslümanlar hâkimdi. Esasen Kur’an, tüm Batı Asya’ya tam da ticaret, seyahatler ve savaşlar aracılığıyla yayıldı.
Kutsal toprakları Sarazenlerin elinden almak için Avrupa’nın düzenlediği sekiz haçlı seferi (1096–1271) başarısızlıkla sonuçlandı. Hristiyan Avrupa, bu süreçte sağlam bir teşkilâttan uzak, dağınık güçler eliyle yürütülen savaşlara imza attı. Nihayetinde Kudüs 1244’te Türklerin eline geçti ve 20. yüzyıla dek Müslümanların elinde kaldı. Osmanlı’nın (1453–1923) girişimleriyle hoşgörülü bir sistem teşkil edildi. Millet anlayışı oluşturuldu ama bu anlayış başarısız oldu. Nihayetinde Babıali çöktü.
Avrupa’nın genişleme süreci ve Aydınlanma’nın geliştirdiği milliyetçi öğretilerle birlikte imparatorluktaki etnik yapılar, imparatorluğu bir arada tutan politik tutkalı çözmeye başladı. 1400-1800 arası dönemde Batı Avrupa’nın ekonomi ve ticari faaliyetler açısından Asya ekonomilerini geride bırakması, sanayinin gelişmesi ve Batı Avrupa’da ulus devletlerin oluşması ile birlikte teknolojik üstünlük ve emperyalist tahakküm üzerine kurulu yeni bir sefer başlatıldı.
Avrupa emperyalizmi ilk olarak Osmanlı’yı dağıttı. On yedinci yüzyılda başlayan bu süreç 1923’te tamamlandı. Söz konusu süreç, Kur’an kaynaklı öğretilerin kültürel ve coğrafi temelde sahip olduğu birlikteliği de dağıttı. İlgili süreç şu türden sonuçlara yol açtı:
a. Balkanlar’da Hristiyan nüfus (Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar) ve başlarındaki elitler Osmanlı yönetimine karşı ayaklandılar. Yeni kurulan ama zayıf olan Balkan devleti olarak Yunanistan’ı kullanmak suretiyle İngilizler, Osmanlı’nın Anadolu’daki topraklarını ele geçirmeye çalıştı. Bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. 1923’te Kemal Atatürk’ün kurduğu modern Türkiye Cumhuriyeti sıra dışı bir devlet hâline geldi. Politik yönelim ve uluslararası ittifaklar açısından Batı yanlısı ve laik olan bu devlet, toplumsal yönelim ve dinî konular düzleminde İslam’ı bünyesinde tuttu.
b. Arap coğrafyasında Fransızlar ve İngilizler, böl ve yönet taktiğini kolayca uygulamaya koyamadılar. Churchill, Curzon, Clemenceau ve başka isimler, Arap yarımadasının, Mısır’ın, Ürdün’ün, Suriye’nin, Filistin’in ve Irak’ın sınırlarını tanımlama konusunda yoğun çaba sarf ettiler. Emperyalizm, Ortadoğu’daki jeopolitik çıkarlarını savunmak ve Müslüman-Arap nüfusu bölmek zorundaydı. Emperyalizmin o dönemde ana amacı, mezhepler temelinde Ortadoğu’yu farklı devlet bürokrasilerine ayrıştırmaktı. Britanya ve Fransa bu yönde adımlar attı ve Ortadoğu’yu Birinci Dünya Savaşı sonrasında böldü.
Bu süreçte emperyalizmin müdahalesi ve ayrıştırıcı girişimler üzerinden Kur’an, kültürel ve politik özerkliğini büyük ölçüde yitirdi. Batı’nın elindeki bilgi, siyaset, propaganda, kültürel emtia endüstrisi, İslam’ı ve Kur’an’ı nefretin ve şiddetin kaynağı olarak takdim etmeye başladı. Bu yaklaşım, Doğu konusunda yayılan Batı kaynaklı her türden bilgiye yön verdi. Edward Said’in ifadesiyle, “tarihte ilk kez İslam dünyası, kendisini Batı’da imal edilmiş imajlar, tarihler ve bilgiler üzerinden öğrenmeye başladı.”[16]
Bölgede Batı’nın beşinci kol faaliyetine dâhil olan, sınırları çizen efendilere her zaman sadakatini koruyan bürokrasiler teşkil edildi. Ama Batı’ya itaat etmeyenler şeytanlaştırıldılar veya aforoz edildiler. CIA eliyle bu tür hükümetler darbelerle devrildi veya Saddam örneğinde görüldüğü üzere ülkeler işgal edildi. Kukla bürokrasilerin genel amacı, kaynaklara ve kültürel ürünlere el koymak, böylece kendi amaçları doğrultusunda kullanmak, emperyalizmin sınıfsal çıkarlarına göre yönlendirmekti.
Oryantalizm, Batı’nın jeopolitik ve sınıfsal hedeflerinin tayin ettiği kültür emperyalizmidir. Bu sınıfsal hedefler kâr elde etme ve Arap halklarını sömürme fikri üzerine kuruludur. Klasik çalışması Şarkiyatçılık kitabının yirmi beşinci baskısı için kaleme aldığı önsözde Edward Said, Ortadoğu’da oryantalizmin sonuçlarını şu şekilde ele almaktaydı:
“Ortadoğu’nun Amerika karşıtlığına geçişi çok kolay oldu, dolayısıyla o, ABD’nin gerçekte bir toplum olarak ne olduğunu pek anlamadı. Hükümetlerin ABD’nin kendileriyle ilgili siyasetlerine etki edecek kudreti bulunmadığı için bu hükümetler enerjilerini kendi halklarını bastırıp kontrol altında tutma yönünde harcadılar. Bu da öfkeye ve bedduaya yol açtı. Söz konusu yaklaşım, insanlık tarihi ve insanî gelişim ile ilgili laik fikirlerin yerini yanlışlığın ve hayal kırıklığının aldığı, İslamcılığın ezberciliği güçlendirdiği, ötekini anlama anlayışına mani olduğu, laik bilginin rekabet etmesine izin vermediği, muhalif görüşlerin paylaşılmasının mümkün olmadığı bir toplumun kurulduğu sürece zerre katkıda bulunmadı. Zaman içerisinde İslamî içtihadın o sıra dışı geleneğinin ortadan kaybolmasıyla çağımızın en büyük kültürel felâketlerinden biri yaşandı. Sonuçta da modern dünyanın sorunlarıyla uğraşmayı ve eleştirel düşünceyi öne alan yaklaşım gözden kayboldu. Kitabîlik ve dogma her şeye hâkim oldu.”[17]
Kukla rejimlerin kurulmasına dönük girişimlerin ve masa başında imal edilmiş medeniyetler çatışması tezinin eşlik ettiği emperyalist müdahaleler ve savaşlar, Müslüman-Arap halkların Kur’an’ı esas alan gelenekleri tahrip etmesine neden oldu. Müslüman toplum, emperyalist müdahalelere savunmacı bir tepki geliştirdi ve bu tepki, kültürel ve politik açıdan belirli bir Kur’an anlayışından değil, Batı’nın kültürel ve politik müdahalesinden neşet ediyordu.
Süreç içerisinde oryantalizm, Doğu ile ilgili bir söylemin oluşmasını sağladı. Edward Said’in muazzam örneklerle aktardığı oryantalizmin kökleri, Aeschylus’un oyunu İranlılar’a kadar uzanmaktaydı.
Oryantalizm politik düzlemde iktidarı ele geçirdi, askerî üsleriyle ve kukla rejimlerle daha da kökleşti. Bu sayede Kur’an gibi Doğu’ya ait kültürel ürünler, Batı’nın mülkü hâline geldi ve sıradan bir Arap’ı kutuplaştıran ve öfkelendiren bir üslup üzerinden yorumlandı. Sonuçta Kur’an, hem Araplar hem de Batılılar tarafından yanlış bir tarz dâhilinde somuta taşındı.
Politik düzlemde bu pratiğin en yalın ifadesi, intihar saldırıları ve bu saldırılar sonucu öldürülen sivillerdi. Müslümanların emperyalizme karşı ortaya koydukları bu savunmacı pratikte Müslüman, bir bağnaza dönüştü ve sonuçta Kur’an’ı ya da Allah’ı kendi eylemini meşrulaştırmak için kullandı.
Oysa Kur’an şiddeti teşvik etmiyor, özsavunmanın bile çatışmayı tırmandıracak adımlardan sakınmak adına dikkatli bir üslupla icra edilmesi gerektiğini söylüyordu.
Bugün Arap topraklarının Batı’ya karşı savunulması için ortaya konulan pratiğin Haçlı Savaşları’nda ortaya konulan pratikle bir alakası yok. Kutsal toprakları ve şehirleri savunan Müslümanlar, esasen oryantalizmin vermesini istediği mücadeleyi veriyorlar. Çünkü bu mücadele, oryantalizmin genişleme ve maddi üretim davasına hizmet ediyor ve İslam, tam da Batı’nın emperyalist söylemi üzerinden somuta taşınıyor.
Kur’an’ın emperyalist tefsiri, sadece kukla rejimlere itaat etmeyi ve düşünce âleminin kontrol altında tutulmasını emretmekle kalmıyor, aynı zamanda zalimin mazluma belirli eylem biçimlerini dayatmasını mümkü kılıyor. Mazlumlar, bu eylemlerle zalimlerden kurtulabileceklerini düşünüyor, bir yandan da eylemleri için Kur’an’a yaslanıyor.
İnsanların öldüğü koşullarda zalimler, medeniyetler çatışması yalanının hükmünü yürütmesi karşısında duydukları sevinç ve memnuniyetle Batı’nın güvenlikle ve ekonomiyle ilgili çıkarlarına hizmet ediyorlar.
İslam ve Günümüzde Avrasya Siyasetinin Merkeze Oturması
Politik oryantalizm, İslam dünyasının kültürel ve politik yapısına sızdı ve bu yapıyı dağıttı. Bugün ondan kurtulmanın güç bir iş olduğunu görmek gerek. Burada Hegel’in bahsini ettiği efendi-köle ilişkisi geçerli. Bu ilişkide efendi, köleleri terbiye ve disipline etmek zorunda olduğu için asla özgür olamaz.
Sonuçta İngilizler Irak siyasetinden çekildiler ama geride büyük bir iktidar boşluğu kaldı. Bu noktada din, siyaset ve etnisite düzleminde mevcut olan tüm çatlaklar açığa çıktı.
Ayrıca bu noktada oluşan yarıklar ve ayrışma noktaları, bilhassa Sovyetler’in ve bağlantısızlar hareketinin ortadan kalkmasıyla açığa çıktı. Bu gelişme, Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında kafa karışıklıklarına yol açtı.
İlgili süreçte NATO, Hristiyan Sırplara karşı Bosna ve Arnavut Müslümanlarına destek vermek için müdahalede bulundu. Bu koşullarda Ortadoğu’da eski stratejisine bağlı kalan oryantalizm, Müslümanlara saldırmayı sürdürdü.
Suudiler ve Endonezyalılar, Bosnalı Müslümanlara yardım ettiler ve Anglosaksonların davasına sadık kaldılar ama bu tavrın Filistin’e, Afganistan’a ve Irak’a bir hayrı olmadı.
Ortadoğu’nun bölünmesi, sadece toprak veya bürokrasi temelli bir bölünme değildi. Kültür ve din temelinde de bölünen bölgede İslam ve Kur’an da rakip gruplar arasında tasnif edildi. Oryantalizmin böl-yönet stratejisi kafa karışıklıklarına, düşmanlıklara ve çatışmalara yol açtı. Bu strateji, aynı zamanda Hristiyanlıkla İslam arasında politik bir mutabakatın oluşmasına da mani oldu. Hristiyan Batı’nın Ortadoğu’yu istila etmesiyle kültürel yarık iyice büyüdü.
NATO’nun Bosna Müslümanlarına destek vermesiyle birlikte iki dinî yapı arasındaki kutuplaşma süreci hızlandı. Oysa ortak meselelere işaret eden, ortak dertleri bulunan İslam ve Hristiyanlığın toplumsal eşitsizliği ve şiddeti birlikte ele alması, gerekli çözümleri bulması mümkündü.
Batı’nın yürürlüğe koyduğu parçalama ve ayrıştırma stratejisine verilecek cevap, Doğu ve Batı’nın sosyal failleri arasında emperyalizme karşı duran bir mutabakatla verilebilir. Emekçiler, aydınlar, müminler, sol siyasetçiler, hayır kurumları, çevreciler, kadın hareketi ve toplumsal eşitlik için mücadele edenler bu mutabakatın parçası olmalıdırlar.
Oryantalizm, Kur’an’ı savaşçı ve intihar eylemcisi Müslüman kurgusu üzerinden yorumlar, dolayısıyla bu mantık Hristiyanlık, İslam ve sol arasında kurulacak ilerici ittifaklar etkisiz kılınmalıdır. Her ne kadar bu faaliyet, tüm dünya genelinde yürütülmek zorunda ise de hiç şüphe yok ki bu noktada Avrasya sahip olduğu önemle daha fazla öne çıkacaktır.
Fransa sahillerinden Japon adalarına, Stockholm’dan Kudüs’e, Lahor’dan Kalküta’ya uzanan Avrasya, stratejik açıdan en önemli kıtadır. Bu kıtada stratejik açıdan önemli bir konuma ve nüfuza sahip olamayan hiçbir büyük güç, dünya siyasetinde sahip olduğu konumu ve nüfuzu koruyamaz. Bir bütün olarak Avrasya,
i. dünyadaki en büyük brüt hâsılayı üretmektedir;
ii. dünyadaki en büyük nüfusa sahip olan bölge olarak en fazla tüketicinin bulunduğu yerdir;
iii. Rusya dâhil dünyanın en büyük üç devleti buradadır;
iv. Güneydoğu Asya’nın bir ucunda, Batı Avrupa’nın diğer ucunda durduğu bölge bünyesinde en gelişmiş ekonomileri barındırmaktadır.
Dahası Rusya, Ortadoğu ve Orta Asya petrol, doğal gaz gibi hammaddeler ve diğer hidrokarbon kaynaklarına sahiptir. Bu hammaddeler ve kaynaklar olmaksızın Batı Avrupa, Japonya, Çin ve ABD, en azından mevcut teknoloji temelinde, ekonomik açıdan anlamlı bir kalkınma ve modernizasyon programını yürütemez. Bu sebeple Avrasya, Batı ve güvenlik düzleminde ittifak kuran ABD, Avrupa, Japonya için çok önemlidir. Batı’nın Avrasyalıları teslim almak için oryantalizmi devreye sokmasının gerekçelerini burada aramak gerekir.
Analizimizin de ortaya koyduğu biçimiyle Batı’nın Kur’an’ı emperyalist çıkarlara göre yorumlama girişimi, oryantalizm stratejisinin bir parçasıdır. Bu stratejiyi boşa düşürmek için bizim, oryantalizmin uyguladığı şiddete cevaben, emperyalizm dışı öğretilere ve kitaplara geri dönmeli, bu şiddete karşı şiddet üretme yoluna başvurmamalıyız.
Bu noktada şu söylenmeli: Hristiyanlık, İslam ve sol arasında kurulacak politik ittifakın inşa süreci uzun bir geçmişe sahip ama onun daha yürüyecek çok yolunun olduğunu söylemek lazım.
Çıkarımlar
Bu makalede, Kur’an’la ilişkilendirilen, tartışmalara yol açan üç meseleyi ele aldım: Kur’an, şiddete fikri düzeyde destek sunmakta mıdır? İslam ve kapitalizm uyumlu mudur? Kadının İslam’daki yeri nedir?
Çıkarımıma göre belirli bir bağlama oturtulmuş, emperyalizmin güdümünden çıkartılmış bir İslam okuması, esasen Marksizm, Hristiyanlık ve solu ilgilendiren bir mevzudur. Geçmişte bazı mezhepler laik ve ilerici kesimlerle ittifaklar kurmuştur (İtalya’daki tarihsel uzlaşma ayrıca Irak Komünist Partisi buna örnektir).
Esas olarak Avrasya’da Hristiyanlık, İslam ve sol arasında ittifak kurulmalıdır. Bu ittifak bugün için imkânsızdır, çünkü oryantalizm buna mani olmaktadır. Ayrıca Doğu’nun ve Batı’nın aklında ve eylemlerinde emperyalizmin ve yeni emperyalizmin Kur’an yorumları hâkimdir.[18] Bu durum, Batı’nın güvenlikle ilgili çıkarlarına ve sınıfsal çıkarlarına uygundur, ama halkların çıkarlarının aleyhinedir. Bu halkları yöneten hükümetlerse Batı’nın emperyalist kontrolüne teslim olmuş zalimlerin hâkimiyetindedir.
Samuel Huntington gibi Batılı aydınların elinde Kur’an, lime lime edilip O’na el konulmaktadır.[19] Medeniyetler çatışmaları denilen yalan dâhilinde İslamî öğretinin anlamı tahrip edilmektedir. Öte yandan bir başka emperyalist tefsir daha vardır. Müslümanların düşünsel ve politik faaliyetlerine sinen bu tefsir, esasen teknolojik emperyalizme ve Batı’nın şiddetine cevap olarak üretilmiştir. Söz konusu şiddet, öfkeye ve nefrete yol açmıştır. Sonuçta da Müslümanlar, intihar eylemi gibi bir şiddet eylemini meşrulaştırmak için bu tefsire başvurmaya başlamıştır.
Bu tepki, esasen Batı’da bilgi ve güç konusunda uzman olan isimlerin bir tepkisidir.[20] Kanaatime göre bu tür bir tepki, emperyalizmin işine gelmekte, onun böl-yönet politikasına katkı sunmakta, öte yandan tüm Avrasya genelinde din ve ilerici siyaset arasında kurulacak politik mutabakatın zeminini ortadan kaldırmaktadır.
Bu kısa makalede tartışılan meselelerin ilerleyen süreçte derinleştirilmesi ve kapsamlı bir biçimde analize tabi tutulması gerektiği açıktır. Bu meselelerin Batı literatürüne ait konu başlıklarıyla ve sorunlarıyla ilişkili oldukları görülmeli, Avrupa modernitesini Doğu’nun azgelişmişliğini ve cehaletini karşıya atmak suretiyle yorumlamak için kullanıldıkları üzerinde durulmalıdır.
Doğu’nun tarihsel planda geri ve azgelişmiş olduğu tespiti, tümüyle yanlıştır. Bu tespitin yanlışlığına ilişkin kanıtları Marx ve Weber gibi teorisyenlerin çalışmalarında bulmak mümkündür.
Sonuçta Kur’an’ın beşerin ilerlemesine sunduğu katkıyı anlamak için bu sorunları ele almalı, onları darkafalı ve akılsızca bir tutumla elimizin tersiyle itmemeliyiz.
Vassilis K. Fouskas
[Kaynak: “The Imperial Reification of the Qur’an”, Journal of Communist Studies and Transition Politics, 2009, Sayı: 25:1, s. 32-47.]
Dipnotlar
[1] Nicos Poulantzas, L’Etat, le Pouvoir, le Socialisme (Paris: PUF, 1978), s. 24.
[2] Bu tanımın kaynağı, Georgy Lukacs’ın ilk çalışmalarından olan, ilkin 1922’de yayınlanan Tarih ve Sınıf Bilinci’dir. Burada Roney Livingstone’un yaptığı İngilizce çevirisine atıfta bulunulmaktadır: (Londra: Merlin Press, 1971), s. 83–222. Ancak okur, Kapital’in ilk cildine de bakmalıdır. Burada Marx ilgili meseleyi, genç Lukacs’ta görülen Hegelcilik yerine posthegelci bir tarzda ele alır.
[3] Gaston Bachelard’ın çalışmalarından yararlanan Althusser, bu terimi daha çok şeklen kullanır ve onu semptomatik okuma yoluyla idrak edilebilen, hem var hem de yok olan, sorunlarla yüklü bağlam olarak tarif eder. Bkz. Louis Althusser, For Marx (Harmondsworth: Penguin, 1969), s. 252–3.
[4] Kur’an’da 114 sure vardır ve bu sureler bir dizi ayetten oluşur. Burada Mekke ve Medine ayetleri arasında yapılan ayrım üzerinde durmayacağım. Ama kısaca şu söylenebilir: Medine ayetlerinde verilen mesajlar Medine’ye yapılan göç sonrasına aittirler. Bu dönemde artık Müslümanlar zulüm gören bir azınlık değil, Peygamber’in liderlik ettiği, belirli bir yapıya kavuşmuş dinî bir cemaattir. Burada daha çok Muhammed Esed’in 1980 tarihli çevirisi esas alınmıştır. Esed, sonradan Müslüman olmuş bir Avusturyalıdır. Kullanılan diğer bir meal de M.A.S. Abdulhalim’in mealidir: The Qur‘an (Oxford: Oxford University Press, 2004).
[5] Samuel P. Huntington, The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order (Londra: Simon & Schuster, 1996), s. 263.
[6] Alıntılar şu şekilde verilecektir: 2:191.
[7] Abdel Haleem, Understanding the Qur‘an: Themes and Style (Londra: I.B. Tauris, 2001).
[8] Bugün hâlâ Rodinson’ın çalışmasını doğru kabul eden akademisyenler de aynı hatayı yapmaktadır. Bir örnek için bkz. Mustafa Akyol, ‘Is Capitalism Compatible with Islam?’, Turkish Daily News, 19 Şubat 2007.
[9] Felipe Fernandez-Armesto, Civilizations (Londra: Pan Macmillan, 2000), s. 394.
[10] A.g.e., ayrıca bkz.: Edward W. Said, Orientalism, 25. Baskı (Londra: Vintage, 2003); Fernard Braudel, A History of Civilizations (Harmondsworth: Penguin, 1993), s. 48–9 ve başka yerlerde.
[11] Abdel Haleem, ‘Introduction’, The Qur’an, s. xxv–xxvi. Kadınla ilgili diğer bir ayet de Bakara suresi 228. ayettir. Orada “kocaların karıları üzerinde hakları vardır” denilmektedir. Oysa buradaki bağlam boşanma ile ilgilidir. Dolayısıyla burada sadece kadına veya sadece erkeğe değil, tüm eşlere atıfta bulunulmaktadır. Doğrudur, Kur’an kadınların toplumda ve hukukta eşit haklara sahip olduğunu söylemez ama Batı’da eşitlik meselesinin ancak İkinci Dünya Savaş’ından hemen önce gündeme geldiğini de hatırlamakta fayda vardır.
[12] Özellikle bkz. Giovanni XXIII, Mater et magistra (Vatikan, 15 Mayıs 1961); Giovanni Paolo II, Centessimo anno; La dottrina sociale della chiesa oggi (Vatikan, 1 Mayıs 1991). İtalya Komünist Partisi’nin Katoliklerle ilgili siyaseti konusunda bkz. Documentazione (İKP Okulu Belgesi), Comunisti e cattolici, stato e chiesa, 1920–1974 (Rome: PCI, 1974). İtalyan siyasetinin ve solun analizi konusunda bkz. Donad Sassoon, Togliatti e la via italiana al socialismo (Torino: Einaudi, 1980); Vassilis K. Fouskas, Italy, Europe, the Left: The Transformation of Italian Communism and the European Imperative (Aldershot: Ashgate, 1998).
[13] Irak konusunda Hanna Batatu’nun eşsiz çalışmasına bakılabilir: The Old Social Classes and the Revolutionary Movements of Iraq (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1978).
[14] Öte yandan bu konuda Marx ve Weber’in de sorumluluğu vardır. Avrupa’daki sanayileşmeden önce yaşanan modernleşme ve ekonomik kalkınma süreçlerini görmeyen iki isim, İslam’ı ve diğer Doğu dinlerini moderniteye ve kapitalist gelişmeye karşı yapılar olarak tanımlamıştır. Bu yanlış anlayış, son dönemde kaleme alınan çalışmalarda sıklıkla karşımıza çıkmaktadır: örneğin çığır açıcı çalışmasıyla Andre Gunder Frank, ReOrient: Global Economy in the Asian Age (Berkeley, CA: University of California Press, 1998).
[15] Gunder Frank’in ve başka isimlerin çalışmaları yanında şu çalışmaya da bakılabilir: Lionel Casson, The Periplus Maris Erythraei. Giriş, çeviri ve şerh: Lionel Casson (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1989). Dikkatimi bu kaynağa çektiği için New York Şehir Üniversitesi’nden Maritsa Poros’a teşekkür ederim.
[16] Edward W. Said, Uncovering Islam: How the Media and the Experts Determine How We See the Rest of the World (Londra: Vintage, 1981), s. 56.
[17] Said, Orientalism, s. xxvii–xxviii. İçtihat, hukuki kaynaklara dair bağımsız yorumlama girişimi ile hukuki kararlarda bulunmayla ilgili Şii pratiğine verilen addır. Bu sayede hukuki muhakeme gelişmiş, ama onuncu yüzyılda içtihat kapısı kapatılmıştır.
[18] Fransa ile Britanya’da somutlaşan emperyalizmle İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD eliyle inşa edilmiş olan yeni emperyalizm arasındaki ayrım ve farklılıklar konusunda bkz. Vassilis K. Fouskas ve Bülent Gökay, The New American Imperialism: Bush’s War on Terror and Blood for Oil (Westport, CT: Praeger, 2005).
[19] Bu noktada bilhassa Huntington’ın Medeniyetler Çatışması çalışmasından bahsedilmelidir.
[20] Jean Baudrillard’ın tespitiyle simüle edilmiş gerçekler, örneğin emperyalizmin somuta taşıma pratiği ile ürettiği gerçekler, herhangi bir göndergeye, zemine veya kaynağa sahip değildirler. Bunlar, temsil mantığının dışında işlerler. Kitlelerin bu gerçekleri bastırmak için bulduğu tek yöntemse apatidir. Burada Baudrillard’ın “kitlesel apati” tespitine atıfta bulunmuyorum, ama insanların emperyalist merkezlerde üretilmiş ve somuta taşınmış mesajları (göstergeleri) zihinde konumlandırma noktasında yaşadıkları zorlukla ilgili bu argümanın epey güçlü olduğunu düşünüyorum. Bu durum, kitle iletişim araçlarından yayılan mesajların deşifrasyonunu daha da zorlaştırmaktadır: bkz. Jean Baudrillard, ‘What are You Doing After the Orgy?’, Artforum (Ekim 1983), s. 42–6.

0 Yorum: