17 Şubat 2020

,

Monroe Doktrini

Domenico Losurdo Söyleşisi

Konkret

31 Ekim 2017


Avrupa konusunda ne söylersin? Biraz da Avrupa’nın politik geleceğini konuşalım. Göç krizinin yaşandığı, aşırı sağcılığın yükselişe geçtiği koşullarda Avrupa’nın yüzünü sola nasıl döneceği konusunda sen ne düşünüyorsun?

Bence bazı kavramlara açıklık getirmek lazım. Ben, esasen belirli bir sol kesimle kavga içerisindeyim. Birinci ve ikinci dünya savaşı konusunda farklı düşünüyoruz. Her iki savaşta da emperyalizmin önemli bir rol oynadığı açık. Ama öte yandan Lenin, Birinci Dünya Savaşı’nı sömürgeci köle sahipleriyle sömürgelerdeki köleler arasındaki bir mücadele olduğunu söylüyor. İlk savaş esnasında bu köleler pasifler.

II. Dünya Savaşı ise oldukça farklı. Bu savaşta sömürgelerdeki köleler önemli, sonuca doğrudan tesir eden bir rol oynadılar. Savaşın sonucunu Sovyet halkının Nazi İmparatorluğu’na karşı verdiği mücadeleyi ifade eden Büyük Yurtsever Savaş üzerine düşünmeden anlamak mümkün değil. Bu yurtsever savaş, komünist partinin öncülük ettiği, sömürgecilik karşıtı bir savaştı.

Hitler’in Doğu Avrupa’da yapmak istedikleri ile Japon emperyalizminin Asya’da yapmak istedikleri aynı. Japon emperyalizmi, Çin’i ve Kore’yi sömürgeleştirip köleleştirmek için uğraştı. Ama Asya’da Çin halkı Japon işgaline karşı direndi. Bunlar iki sömürgeci savaş. Elbette sonrasında Vietnam’a, Küba’ya ve Cezayir’e tanıklık ettik. Başka bir ifadeyle, Nazilerin yenilgisi ardından dünya genelinde sömürgecilik karşıtı devrime tanık olduk.

Ne yazı ki savaşın hemen ardından Troçkistler “hepsinin emperyalist olduğunu” söylediler. Aynı kesim, milli bir savaşın imkânsız olduğu üzerinde durdu, ne Nazileri ne faşist İtalya’yı ne de sömürgecilik geleneğini radikalleştirme girişimi olarak Japon emperyalizmini anlayabildi.

Evet bugün bazıları, Amerika’nın emperyalist olduğunu söylüyor ama bazıları da Çin’in emperyalist olduğundan bahsediyor. Şimdi Çin’den bahsetmeyeceğim. Kanaatime göre öncülüğünü KP’nin üstlendiği Çin, emperyalizme karşı mücadelede önemli bir rol oynuyor.

Avrupa meselesine gelece olursak; Avrupa, ABD gibi değil. Amerika’nın Almanya ve İtalya’da askerî üsleri bulunduğunu unutmamalıyız. İtalya, tümüyle egemen bir devlet değildir. Nükleer silâhları bünyesinde barından bu üslerin tüm kontrolü Washington’dadır. Dolayısıyla İtalya ve Almanya gibi ülkelerin Washington’da alınan bir kararla savaşa girme ihtimali mevcuttur. Tabii bugün Rusya Avrupa’ya savaş açsa ABD Moskova’yı bombalar, Rusya da bu saldırıya cevap verir. Bir İtalyan olarak konuşmam gerekirse, İtalyan halkının Amerikan emperyalizmi için ölecek lüzumsuz bir kalabalık olması fikrinin hoşuma gideceğini söylemem lazım.

Peki bu Üçüncü Dünya Savaşı’nın çapı ve derinliği ne olacak? Somutu düşünmemiz lazım. Mesele, Merkel’in veya İtalya’nın Washington’a savaş açması değil. Asıl tehlike, ABD’nin Rusya’ya, Çin’e veya her ikisine birden savaş açması, ABD’nin Almanya’yı, İtalya’yı ve diğer Avrupa ülkelerini Çin’le ve Rusya’yla savaşmaya zorlamasıdır.

Dolayısıyla Avrupa’da asıl gereken, barış mücadelesidir ve bu mücadele, barış en büyük dava olduğu için değil, İtalya’nın ve Almanya’nın Amerikan emperyalizmine karşı bağımsızlığını savunmak için verilmelidir.

Geçmişte Palmiro Togliatti ile ilgili bir makale kaleme almıştım. Vaktiyle bu makaleyi Brezilya Komünist Partisi tercüme etti. Togliatti, Soğuk Savaş’ın yol açtığı tehlikelere, Üçüncü Dünya Savaşı tehdidine karşı mücadele etmiş, ama aynı zamanda ülkesinin ABD emperyalizminin prangalarından kurtulması için uğraşmış bir isimdi.

Bugünse durum farklı. Geçmişte, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, hatta ikinci savaştan sonra askerî planda farklı ittifaklar kuruldu. Bugün büyümeyi bir tek NATO bildi.

Geçmişte bu askerî ittifaklar birbirlerini eleştirir, ordularını büyütmekle suçlardı. Bugün tam tersi bir yaklaşım geçerli: ABD Almanya’yı, İtalya’yı ve diğer Avrupa ülkelerini ordularına çok az para harcadıkları için eleştiriyor. Washington, Avrupa’nın Rusya ve Çin’e karşı mevcut askerî kapasitesini artırması için baskı uyguluyor.

Bu noktada baş düşmanın ABD olduğunu söylememiz lazım. İtalyalı büyük komünist lider Palmiro Togliatti, komünist partinin ana vasfının kendisini baş düşmanı belirleme becerisi ve tüm enerjisini bu düşmana karşı mücadeleye hasretmesi olduğunu söylüyor. Bugün de bu ölçüt geçerli.

Baş düşman ABD’dir. Avrupa’yı bile ondan kopartmak mümkündür. Avrupa’nın alnında ABD’nin peşinden gitmek yazmamaktadır. Avrupa’da kendi dış politikası dâhilinde bağımsız bir yol yürümeyi tercih eden birçok güç mevcuttur.

Bu bağlamda Avrupa soluna ve sağına bakmak lazım. Bir kısım sol, bugün “Marine Le Pen’in sağcı” olduğunu söylüyor. Evet onun solcu olmadığı açıktır. Ama eski Fransız cumhurbaşkanı François Hollande’ın Marine Le Pen’in solunda konumlandığını söylemek mümkün müdür? Bu konuda benim şüphelerim var. Zira sağ, savaştan yanadır ve Hollande, Suriye’deki savaşa Marine Le Pen’den daha fazla destek vermektedir. Le Pen’i tabii ki desteklemeyeceğim ama Hollande’ı desteklemem, onun peşinden gitmem için de ortada bir sebep yok. İtalya için de benzer değerlendirmelerde bulunmak mümkün.

Dolayısıyla solla sağ arasında ayrım yapmak niyetinde isek bizim iki önemli mesele üzerinde durmamız gerekir: ilk mesele, neoliberalizmin dayattığı tasarruf tedbirleri ve sosyal refah devletinin yıkılması meselesi ise diğeri de dünya savaşı, yeni sömürgeci savaş riskidir. Bu savaşlara Libya, Irak, Yugoslavya ve Suriye’de tanık olunmuştur. Bunlar, yeni sömürgeci savaşlardır. Eğer bir parti bu savaşları savunuyorsa, o parti solcu değil sağcıdır.

2015’te Princípios dergisine verdiğin bir röportajda Brezilya’da iktidarın sağın eline geçmesinin büyük bir felâket olacağını söyledin. Bugün Michel Temer hükümeti, işçi haklarına her alanda ciddi saldırılar gerçekleştiriyor. Bu mesele hakkında ne düşünüyorsun, bir de Arjantin’de Cumhurbaşkanı Mauricio Macri örneğinde görüldüğü üzere, Latin Amerika’da sağın yaşadığı diriliş konusunda ne söylersin?

Bence bugün dünya genelinde ikinci sömürgeci karşı-devrime tanıklık ettiğimizi görmeliyiz. İlk karşı-devrimin altında Hitler’in imzası vardı. İkincisi, sadece Ortadoğu’da değil Latin Amerika’da da gerçekleştiriliyor. Burada amaç, Monroe Doktrini’nin yeniden tesis edilmesidir. Bugün elbette ki Brezilya, Arjantin, Venezuela gibi ülkelerde solcu hareket güçlü ama şunu da görmek lazım: ABD yeni bir saldırı gerçekleştiriyor ve bu saldırı, ikinci sömürgeci karşı-devrimin ayrılmaz parçası.

ABD, Monroe Doktrini’ni resmi olarak hiçbir zaman rafa kaldırmadı. Onun belirli dönemlerde ilgili doktrini dayatma imkânını bulamadığını görmek lazım. Kanaatime göre ABD, bugün Monroe Doktrini’ni yeniden yürürlüğe koymak için uğraşıyor.

Kaynak

0 Yorum: