07 Şubat 2020

, ,

Kapitalizm, Komünizm, Hristiyanlık

Roland Boer Söyleşisi


Culture Matters


Söyleşinin başında biraz kendinden ve Marksizme uzanan yolculuğundan bahsedebilir misin?

Marksizme uzanan yolculuğum dini, bilhassa Protestanlığın reform sürecine tabi kılınmış kısmını (Kalvinizmi) keserek ilerledi. Yani ben Marksizme din üzerinden ulaştım. Genelde Terry Eagleton, Louis Althusser, David McLellan gibi isimler Roma Katolikliği üzerinden Marksizme ulaşmışlardır, dolayısıyla benim yolculuğum biraz garip gelebilir. Ben daha çok Friedrich Engels ve Kim Il Sung ile ortaklaşıyorum.

Peki bu süreç nasıl işledi? Ailem, ellilerde Hollanda’dan Avustralya’ya göç etmişler. Savaş sonrası dönemde yaşanan resesyonun izlerinin ağır biçimde hissedildiği bu ülkede babam Avustralya Reform Kilisesi’nde vaiz olmuş. Sonrasında Presbiteryan Kilisesi’nde çalışmaya başlamış. Vaiz çocuğu olmanın birçok faydasını ve zararını gördüm. Hristiyan inancı gündelik hayatın parçasıydı ki bu, bugün tanık olduğumuz bir şey değil. Hayatımızın, önermelerimizin ve dünyayı deneyimleme yollarımızın genel dokusunu bu inanç oluşturuyordu.

Fikir düzleminde bu durum, benim tüm kaçınılmazlığıyla ilahiyat çalışmamı sağladı. Lâkin bu eğitimi (Yunanca, Latince ve Sanskritçe dillerinde yazılmış) Avrupa klasikleri üzerine aldığım eğitimi tamamladıktan sonra alabildim. Seksenlerde Sidney Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okurken Siyasi İlahiyat ve Kurtuluşçu İlahiyat isminde bir ders aldım. Gözlerimdeki perdenin kalmasını sağlayan bu ders sayesinde Marksizm ve din arasındaki etkileşimi görme imkânı buldum. Sonraki çalışmalarımı bu ders epey etkiledi. Marx ve Hegel ile ilgili yüksek lisans tezi ardından Montreal Üniversitesi’nde Kitab-ı Mukaddes’in Marksist edebi eleştirisini konu başlığı olarak seçen doktora tezimi tamamladım.

Sonrasında bir dizi işte çalıştım: kilisede vaizlik, ilahiyat fakültesinde okutmanlık yaptıktan sonra ve üniversitede araştırmacı kadrosu dâhilinde çalışma imkânı buldum. Gelgelelim bu türden kurumlara ve taleplerine hep itiraz eden bir yanım vardı. Sürekli bir ayağımı dışarıda tuttum ve başka bir yol aradım.

Esasen bir tür arayış içerisindeydim. Tüm Marksist geleneği farklı yönlerden ele almaya çalıştım. Batı Avrupa bağlamında Marksizmin Hristiyanlıkla kurduğu karmaşık ilişkiyle ilgilenmeye başladım. Batı Avrupa’daki kültürler ve gelenekler, birçok yönden Hristiyanlığın ve Yahudiliğin biçimlendirdiği olgulardı. Marx ve Engels’ten başlayarak birçok Marksist, tam da bu sebeple dinle temas kurdu. Benzer bir durum, Rus Marksizmi için de geçerliydi. Oysa bu ülkede Doğu Ortodoks Hristiyanlığı baskındı ve ayrı teolojik gelişmelere tabiydi.

Rus Marksizmi çalışması kapsamında yeni şeyler öğrendim: Lenin’in de birçok kez dile getirdiği biçimiyle, komünist devrim üzerinden iktidarı almak nispeten kolay bir şey, asıl zor olan sosyalizme düşman olan bir ortamda sosyalizmi inşa etmeye çalışmak. Bu noktada Ekim sonrası dönemle ilgilenmeye başladım. Komünist partilerin iktidarda iken yapıp ettikleri çalışılması gereken sıra dışı bir alandı ki zaten bu, pek çalışılan bir alan da değildi. Sosyalizmi iktidarda iken hiç görmemiş olan Marx ve Engels’in öngöremeyeceği yeni bir dizi soruna tanık olundu. Dolayısıyla yeni çözümler bulunmalı, yeni teorik konumlar geliştirilmeliydi.

Bu yol beni Çin’e ve Kuzey Kore’ye götürdü. Komünist partilerin iktidarda oldukları bu ülkelerde ben, yaşanan gerçeği görmezden gelmek yerine ciddiye almayı tercih ettim. Asıl mesele, buralarda ne türden pratik ve teorik gelişmelerin yaşandığı idi. Üzerinde durduğum bir soru da Batı Avrupa ve Rusya’dan farklı olan kültürel ve tarihsel bağlamların Marksizmdeki gelişmeleri nasıl etkilediği sorusuydu. Şurası açıktı: Dinle kurulan ilişkilerin tarihi buralarda çok farklı bir seyir izlemişti, dolayısıyla olan biteni anlamak için her şeye baştan başlamak gerekiyordu.

Dolayısıyla bugün ben, başka isimlerle birlikte, Sosyalizm İktidarda adını taşıyan bir proje üzerine çalışıyorum. Ayrıca Çin’deki Marksist felsefeyle ilgileniyorum ki bu ilgi sayesinde ben Çince öğreniyor, ilgili felsefenin sahip olduğu o zengin birikimle ve onun geleneksel Çin felsefesi ile kurduğu ilişkiyle bağ kurmak zorunda kalıyorum. Beni esas olarak sosyalist devlet, Çin Marksizminin insan haklarına yaklaşımı, Çinlilerin ütopya kavramı ile ilişkileri, bu yaklaşımların Marksizm ışığında nasıl yorumlandıkları, hatta Çinlilerin sosyalist piyasa ekonomisi kavramına yükledikleri anlam türünden konu başlıkları üzerinde duruyorum.

Culture Matters’da farklı konu başlıklarında bir dizi yazın yayınlandı. Bu noktada şunu sormak isterim: Marx, Engels ve Lenin’in din ile ilgili yorumları hakkında neler söylemek istersin?

İlk başta şu “halkın afyonu” tabirinden başlamak gerek. Henüz yirmili yaşlarında olan genç Marx için afyon sadece duyguları uyuşturan bir uyuşturucu değil, o aynı zamanda bugünkü sefaleti ve acıları unutturan bir şey. Bu anlamda on dokuzuncu yüzyılda afyon bir mecaz olarak farklı anlamlara sahip. Bir açıdan afyon, ucuz ve herkesin kolayca temin edebildiği, yoksulların ulaşabildiği bir ilâç. Bir açıdan da afyon, zaman içerisinde lanetli bir şey olarak da görülüyor. Tıp otoriteleri bağımlılık konusunda uyarılarda bulunuyorlar. Ayrıca büyük olasılık, afyon insanların inandığının aksine iyileştirici bir özelliğe sahip değil. O dönemde Britanya, Çinlileri afyona alıştırıyor, bu sayede de ülkenin hazinesini boşaltıyor. Hâsılı afyon, farklı anlamlara sahip bir mecaz: hem nimet hem lanet, hem ilâç hem tehlikeli bir uyuşturucu, hem İngilizlerin zenginliği hem sömürgelere uygulanan zulüm. “Din afyondur” lafı işte bu çifte anlamı dine aktarıyor.

Çifte anlam konusunda bize asıl kılavuzluk edecek isimse Engels. Komünizm uğruna verdiği yoğun mücadelenin ardından Reform dönemine ait inancını terk etmiş olmasına karşın Engels, dine yönelik ilgisini ömrü boyunca hiç kesmedi. Dini gerici bir lanet olarak sık sık eleştirip onun antikalar müzesine kaldırılması gerektiğini söylese de Engels, dindeki devrimci potansiyeli de görüyor. Bu değerlendirmesini de ilk kez 1850’de kaleme aldığı Alman Köylü Savaşı çalışmasında aktarıyor. Bu çalışma, Thomas Müntzer ve Kitab-ı Mukaddes’in radikal bir yorumundan ilham alan 1525 tarihli Köylü Ayaklanması ile ilgili.

Bu, sonrasında Kautsky gibi isimlerin Hristiyan komünizmi olarak andıkları hareketlerden bahseden ilk Marksist çalışma. Lâkin burada şunu vurgulamak gerekiyor: Engels bu kitabında teolojik dili zarf ve kılıf olarak ele alıyor ve mazrufta ekonomik ve politik meselelerin durduğunu söylüyor. Gelgelelim Engels dinle işini bu kitapla bitirmiyor. Ölmeden önce, 1895 yılında ilk dönem Hristiyanlıkla ilgili bir makale kaleme alıyor. Burada Marksist veya Hristiyan, tüm isimlerin karşısına dikiliyor ve ilk dönem Hristiyanlığın devrimci olduğunu söylüyor. Peki ama bunu neden söylüyor?

İlk dönem Hristiyanlık, ağırlıklı olarak köleler, köylüler ve işsiz şehirli yoksullar arasında örgütleniyor. Kendi dönemine ait komünist hareketin birçok özelliğini içselleştiriyor. Nihayetinde Roma İmparatorluğu Hristiyan oluyor. Tam da bu noktada Kautsky gibi Marksistlerin sorduğu, “Hristiyanlık nasıl imparatorluğun dini hâline geldi?” sorusu üzerinde durmak gerekiyor.

Lenin’in dini anlamak için belirli görüşlere sahip olduğundan söz edebilir miyiz? Genelde Lenin, Ortodoks Kilisesi çökmekte olan çar otokrasisinden yana olduğu için ona karşı çıkıyor. Öte yandan Lenin’in Ekim Devrimi’nden sonra belirli Hristiyan tarikatları ve mezhepleriyle ilgilendiğini belirtmek lazım.

Bu noktada iki tespiti dile getirelim: ilki, Lenin’in Alman Sosyal Demokrat Parti’nin geliştirdiği politik konumu benimsediği ile ilgili. Bu yaklaşıma göre dinî inanç, bir kişinin komünist partiye katılmasına mani değil. Marx ve Engels de Birinci Enternasyonal’de bunu ifade ediyor. Peki ama neden? Çünkü din ana mesele değil. Asıl hedef, ekonomik ve toplumsal sömürü. Esasında bu ilkeye o günden beri neredeyse tüm komünist partilerce uyulduğunu söylemek lazım (bu konuda Çin Komünist Partisi bir istisnayı ifade ediyor.)

İkinci tespitse şu: Lenin, Marx’ın halkın afyonu ile ilgili değerlendirmesini yaygın kanaatin aksine halk için kullanılan bir afyon değil, bir tür “manevi içki” olarak yorumluyor. Rus kültüründe bu terim, Ortodoks ilahiyatından tutun da Rus toplumunda votkanın sahip olduğu role kadar uzanan farklı anlam katmanlarına sahip. Burada, ilk elden reddetmek değil, dinin karmaşık yapısını gönülsüz de olsa kabul etmek var.

Peki din ve kapitalizm başlığı ile ilgili neler söyleyebilirsin?

Bu noktada meselenin özüne bakalım. Ayrıca kapitalizmi bir tür “din” olarak görmeye dönük yüzeysel çabaları bir kenara bırakalım. Dinin kapitalizmde nasıl işlediğine dair en kapsamlı analizi Marx’ın fetiş düşüncesi sunuyor.

Marx, kırk yıl süreyle bu düşünce üzerinde duruyor. Meselenin dinî boyutlarının farkında olan Marx, bir yandan da Aufhebung anlamında dönüştürerek kavramı sermayenin ana işlevlerini anlama noktasında faydalı bir yöntem hâline getiriyor. Bu görüşü Kapital’in üçüncü cildinde buluyoruz. Fetişizmin kapitalizmin her özelliğinde mevcut olduğunu söyleyen Marx, en önemli fetişe işaret ediyor: para parayı, sermaye veya faizin bizatihi kendisini üretiyor. Bunu şu formülle ortaya koyuyor: M–M1.

Peki bu, neden ana fetiş? Hem gerçek hem değil, hem mistik hem de somut çünkü. Bir yandan emeğin ve üretimin üzerini örtüyor, parayı bizzat para tarafından üretildiğine dair bir izlenim oluşturuyor; bir yandan da tüm gerçekliğiyle alabildiğine baskıcı. Bunu bugün piyasanın finansallaşması olarak görmek mümkün. Marx, “gündelik hayat dini” derken bunu kastediyor.

Culture Matters için Hristiyan komünizmiyle ilgili bir e-kitap kaleme aldın. Hristiyan komünizminin kutsal kitap bağlamında ne tür köklere sahip?

Önce sosyo-ekonomik durum üzerinde durmak lazım. Zira birçok din gibi Hristiyanlık da budünyada ekonomik adaletsizliğe ve zulme yönelik bir cevap olarak varoluyor. Doğu Akdeniz’de Roma emperyalizmi tarımı yeniden biçimlendiriyor, vergi yükünü iyice arttırıyor, borçlar artıyor, yereldeki ekonomik ilişkiler, köyler, kültürler hatta sıtma üzerinden sağlık bu süreçte kötü yönde etkileniyor.

Romalılar, Doğu Akdeniz’i ele geçirdiklerinde karşılarında sömürgeciler açısından aslında iyi işlediğini söyleyebileceğimiz bir sistem buluyorlar. Yunanlıların yüzlerce yıl içerisinde inşa ettiği yapıya sahip çıkıyorlar ve onu kendi tercihlerine göre değiştiriyorlar. Şehir üzerine kurulu olan bu sistem, yabancıların sömürgeci pratiklerinin damgasını taşıyor. Polis denilen bu şehirlerde Yunanca konuşuluyor, Yunan kültürü, Yunan kurumları ve şehir planlaması hüküm sürüyor.

Her şeyin ötesinde Romalılar, şehirlerin ihtiyaç duyduğu her şeyi kora denilen civar bölgeden sağlıyorlar. Tüm somut niteliğiyle bu ihtiyaç ilişkisi, zamanla civar bölgenin ekonomik yapılarını dönüştürüyor.

Kora aslında sömürgecilik koşullarında Yunanistan’da olduğu gibi, şehrin etrafındaki ekilebilir alanlar değil. Kora, tüm köylerden, arazilerden ve o arazilerde çalışan köylülerden oluşuyor. Bu insanlar yerelin dilini konuşuyorlar, kendi geleneklerine ve pratiklerine bağlılar, sömürgeci şehirleri ise yabancı kabul ediyorlar. Şehirlerin yoğun talepleri ile birlikte köylülerin de hayatı değişiyor. Köylüler mecburen sıtmanın yoğun olarak görüldüğü düzlüklere taşınmak zorunda kalıyorlar. Buralarda insan ömrü kısa, ortalama yaşam süresi ise 30 civarında.

Roma orduları isyanları cezalandırmak adına, kırsal alanlarda sık sık boy gösteriyorlar. Kitlesel köleleştirme pratiklerine tanık olunuyor, süreç içerisinde kırsal alandaki işgücü niceliksel olarak azalıyor. Kısa süre önce Christina Petterson ile birlikte kaleme aldığımız kitapta [Time of Troubles] “sömürgeci” olarak nitelediğimiz bu rejim dâhilinde Romalılar, kendilerine miras kalan sistemi zaman içerisinde dönüştürüyorlar. Her ne kadar kültürel açıdan şehirler eski Yunan niteliğini muhafaza etseler de bu şehirler de yüklü miktarda hububat yanında çok sayıda köle temin etmek zorunda kalıyorlar.

Sömürünün ve zulmün hâkim olduğu bu bağlamla alakalı olan ve devrimci umut, yönergeler ve tavsiyeler olarak yorumlanabilecek mesellere ve hikâyelere dair örnekler verebilir misin?

Günümüz okurlarının anlam veremediği iyileştirme hikâyelerinden bahsedebiliriz bu noktada. Bugünden bakıldığında “inançla iyileştirme” denilen bu tür pratikler, bir miktar büyüyle alakalıymış gibi görünüyor. Ama bu hikâyeleri iki ayrı düzlemde okuyabiliriz. İlk düzlem, hastalıkların mahvettiği hayatlarla alakalı. Daha önce bahsettiğim gibi, bu dönemde sivrisineklerle yayılan sıtma hastalığı ciddi bir tehlike. Sıtma insanı hemen öldürmese de onu başka hastalıklara açık hâle getiriyor. İyileştirme hikâyeleri bu gerçeğe dair bir cevap sunuyor.

Sembolik düzeyde ise bu hikâyeler, bir yandan da sefaletin, sömürünün ve akrabalık ilişkilerindeki kopmaların görüldüğü gerçekliğe yönelik birer cevap. Bir yönüyle meselenin şu boyutunun farkında olmak lazım: Yunanlılar ve Romalılar köylüleri çirkin, şekilsiz görüyorlar (ki bunlar, sınıfsal bilinçle ilgili diğer meselelerle bağlantılı bir husus). Bugün İncillerde geçen ve “engelli” olarak anılan insanları köylüler olarak tasavvur etmek mümkün. Dolayısıyla iyileştirme hikâyelerinin bu türden köylü karşıtı sınıf bilincini altüst ettiğini söyleyebiliriz.

Öte yandan İncillerde imparatorluğa bağlı sömürgelerin sömürülmesi, emperyalizm pratiği ve Romalılardaki özel mülkiyet algısına itiraz eden sözlere ve olaylara tanık oluyoruz. Bu başlıklara dair örnekler vermek mümkün:

Kitaplarda Romalıların milattan önce ikinci yüzyılda hukukî bir kategori olarak icat ettikleri özel mülkiyete yönelik itirazlara rastlanıyor. Bir yerde İsa müritlerine, “bir zenginin cennete girmesinin bir devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zor” olduğunu söylüyor.

Emperyalizme itiraz konusunda şu örnek verilebilir: İsa, “paranın üzerinde kimin resmi var?” sorusuna, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” diyor. Başka bir ifadeyle İsa, imparatorluğun bir hiç, Tanrı’nınsa her şey olduğunu söylüyor. İsa ayrıca “Roma bize ne verdi?” sorusunu soruyor ve kendi sorusuna “hiçbir şey” cevabını veriyor.

Kilisedeki komünyon ayininin merkezinde duran dua, esasen emperyalist sömürü konusunda verilebilecek en iyi örnek. Her hafta akşam duasında Luka İncili’nde geçen Hz. Meryem’e ait şu sözü dua niyetine okuyoruz: “Muktedirleri tahtlarından indirip kemterleri tahta çıkartan o; güzel yiyeceklerle açların karnını doyuran, zenginleri boş midelerle kapı dışarı eden o.” Galiba iki bin yıl tekrarlana tekrarlana bu sözlerdeki devrimci anlam silinip gitmiş.

Ayrıca ilk dönem Hristiyanların pratik yaşam tarzının temelde komünist olduğu da artık görülmüyor. Paylaşmak ve ortak mülkiyet, bu insanların sömürü ve zulüm denilen sorunlara buldukları çözümler: Elçilerin İşleri’nde mesele bu şekilde tarif ediliyor:

“Artık inananlardan oluşan tüm cemaat tek yürek ve tek candır, artık kimse herhangi bir mal veya mülk üzerinde özel mülkiyet iddiasında bulunamaz, ellerindeki her şey ortaktır. […] Her şey ihtiyacı olan herkese dağıtılmıştır.”

Peki bu “komünist” gelenek nasıl devam etti, yönetici sınıflar bu geleneği nasıl ezdi ve kendi çıkarına uygun hâle getirdi?

“Hristiyan komünizmi” tespitini ilk dillendiren kişi, ikinci Marksist kuşağının önde gelen aydını Karl Kautsky. Modern Sosyalizmin Ecdadı ismini taşıyan ve sadece İngilizceye çevrilmiş olan bu muazzam çalışmada Kautsky ve yoldaşları, tüm Avrupa Hristiyan komünizmi geleneğini tanımlıyor. 2019’un başlarında yayımlanan Kızıl İlahiyat isimli kitabımın ilk bölümünde bu çalışmayı analiz ediyorum. [Kautsky]

Kautsky, Hristiyan komünizmini teşvik eden temel unsuru İncillerdeki birçok sözde buluyor. O, esas olarak Elçilerin İşleri’ndeki iki kısa pasaj üzerinde duruyor. İlkini yukarıda aktarmıştık. İkincisinde şu ifadeye yer veriliyor: “İnanan herkes birliktedir ve her şey onlar için ortaktır.” Kautsky’ye göre çağlar boyunca yankılanan Hristiyan komünizmi, esasen bu tür ifadelerden ilham alıyor.

Kautsky, bir yandan da bu komünist itkinin iktidarlarca yardımlaşma ve sadaka toplama adı altında temellük edildiğini söylüyor. Hristiyanlık yayıldıkça kendisini imparatorluğu yöneten iktidar yapısına uyarlıyor. Burada esas dönüm noktası, Constantine’in Hristiyanlığı imparatorluk dini yapma konusunda aldığı karar. Radikal metinler muhafaza edilse de yumuşatılıyor ve sadaka verme, aile hayatı ve basit yaşama ile ilgili nasihatler dâhilinde manevi bir düzleme taşınıyor.

Ama gene de tam anlamıyla temellük edilip bastırılamıyor. Bu süreçte manastır hareketi ortaya çıkıyor. Bu hareket, iktidarın ve zenginlerin tuzaklarına karşı çıkıp iktidar merkezlerinin uzağında Hristiyan hayatının başta sahip olduğu basitliğe ulaşmaya çalışıyor.

Batı’da Hristiyan komünizmi bağlamında ne tür örnekler verilebilir?

Manastır hareketi dışında daha birçok örnekten söz edilebilir. Hristiyan komünizmi bir biçimde ölüme direniyor. Tekrar tekrar ortaya çıkıyor, statükoya meydan okuyor ve kilisenin imparatorluğun değerlerini geleceğe taşıyan bir vekil olmasına itiraz ediyor. Söz konusu örneklerin Hristiyanlığın temel dinamiğine dayandığını görmek lazım. İlk Hristiyan cemaatine geri dönmek adına birbirinin peşi sıra kimi hareketler ortaya çıkıp kiliseyi içeriden ve dışarıdan reforma tabi tutmaya gayret ediyor.

Hristiyan komünizminin iki bin yıllık büyüleyici bir tarihi var. Bu noktada karşımıza iki akım çıkıyor: a. Her şeyin ortak olduğu komünal hayat; b. Statükoya yönelik devrimci eleştirinin ve zulmün yol açtığı devrimci ayaklanmalar. Hareketin komünal ifadesini Fransiskanlar, Dilenciler (Beguines), Moravya İhvanı, İngiltere’deki Düzleyiciler ve Kazıcılar, Pantisokrasi türünden birçok ütopya komünü ve ilhamını Étienne Cabet’den alan cemaatlerde bulmak mümkün.

Devrimci itki karşımıza ilk olarak Dolcinocularda çıkıyor. [Fra Dolcino] Dolcinocular, on dördüncü yüzyılın başlarında silahlanıyorlar. Ardından devrimci harekete, bilhassa ilk dönem kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte tüm Avrupa genelinde tanıklık ediyoruz: Bohemya’da Taborcular, İngiltere’de Köylü Devrimleri, Avrupa’da Thomas Müntzer (1525) ve Münster’deki Anabaptist Devrimi (1534-1535).

Yakın dönemde Hristiyan inancı temelinde hareket eden sosyalistler konusunda Keir Hardie ve Tony Benn örnek verilebilir.

Dünyanın diğer bölgelerinde Hristiyan komünizmi ne tür örnekler sundu?

Eski Müminler, Duhoborlar (Ruh Savaşçıları), Molokanlar gibi tarikatları ile Rusya, Hristiyan komünizmi konusunda uzun bir geçmişe sahip. Bu hareketler, toprağın Tanrı’nın olduğunu söylüyorlar. Bu akımın savunucularından olan Tolstoy, toprağın ortak olduğu köy komünü üzerinde duran bir isim.

Rus devrimi esnasında özel bir biçim açığa çıkıyor: Tanrı İnşacıları. Sovyetler’in eğitim ve kültür bakanı olan Anatoly Lunaçarski’ye göre tanrılar, insanların uğruna mücadele ettikleri idealleri temsil ediyorlar. Bu bağlamda Lunaçarski, sosyalizmin bu yaklaşımı eğitim, sanat, kültür alanına, özellikle devrim üzerinden yedirebileceğini söylüyor.

Günümüzde ise Kuzey Kore’deki Hristiyan kilisesi, sosyalizmin inşasına dönük çabalara destek sunuyor. Bu kiliseler, Kuzey Kore karşıtı önyargıları aşmaya dönük uluslararası çalışmalara ve ülke içerisindeki sosyal faaliyetlere aktif olarak katılıyorlar.

Yirminci yüzyılın başlarında Çin’de açığa çıkan Hristiyan komünizmi geleneği ise en ilginç olanı.

Hem Hristiyan hem de Marksist-Leninist olmaktan söz eden Wu Yaozong, hareketin ana teologlarından. Wu, 1951’de Üç Benlikli Yurtsever Hareket Kilisesi’ni kuruyor, hükümete destek sunuyor ve zamanla 38 milyon üyesi ile dünyanın en büyük Protestan örgütü hâline geliyor.

Vatikan bile Çin devletinin sosyalizm mücadelesi ile İncil’in pratiğe dökülmesi arasında mevcut olan doğal bağları görüyor. Hatta kısa süre önce Vatikan, Çin devletinin kamu yararını esas alan yaklaşımının Batı’daki liberal demokrasilerde gördüğümüz bireyciliğe kıyasla Katoliklikteki sosyal öğretiye daha yakın olduğunu söyledi. Ayrıca sosyalist sol dâhil birçok kesimi şaşırtan, Vatikan ve Çin hükümeti arasında imzalanan anlaşmaya da bakmak lazım.

Piskoposları Çin hükümetinin mi yoksa Vatikan’ın mı atayacağına ilişkin yüzlerce yıllık sorunu çözmeye çalışan anlaşma ile ilgili açıklamalar önemli. Bugüne dek Çin’de iki Katolik kilisesi vardı, birini Vatikan diğerini Çin hükümeti tanıyordu. 2018’de yapılan anlaşmayla bu sorun çözüldü. Bu noktada Vatikan, kendi açısından önemli kimi tespitlerde bulundu.

İlk olarak 2016 yılına Papa Francis şunu söyledi:

“Birçok kez söylendi, ben de hep Hristiyan gibi düşünen birileri varsa onların da komünistler olduklarını söyledim. İsa’nın sözünü ettiği toplum, yoksulların, zayıfların, dışlanmışların karar verme hakkına sahip olduğu bir toplumdu.”

İkinci tespit ise Villanova Üniversitesi’nden Massimo Faggioli’ye ait. Faggioli 2018’de şunları söyledi:

“Katolikliğin Batılı ideolojilere hizmet eden ideolojik bir vekil güç olarak kullanılması yeni bir şey değil, ama Papa Francis’in Katoliklik anlayışının bu çizgiyle çatıştığını görmek gerekiyor. Söz konusu çizgi, Vatican ile Çin arasında ilişkilerin kurulduğu bu önemli momenti anlamamızı imkânsız kılıyor.”

Başka bir ifadeyle kilise, kendi gündemine sahip ve Batılı liberal ideolojinin gündemine teslim edilecek bir şey değil.

En önemli tespitse Papalık Sosyal Bilimler Akademisi başkanı Piskopos Sorondo’ya ait. Sorondo 2018’de şu tespiti yaptı:

“Bugün Kilise’nin sosyal öğretini en iyi uygulayanlar Çinliler. […] Onlar kamu yararını gözetiyorlar, her şeyi tüm insanların ortak çıkarı önünde diz çöktürüyorlar. […] Orada insanın haysiyeti korunuyor. […] Liberal fikriyat ise kamu yararı anlayışını tasfiye etti, onu dikkate bile almadı ve onun kimsenin çıkarına olmayan, boş bir fikir olduğunu söyledi. Buna karşılık Çinliler çalışmaya ve kamu yararına odaklanıyorlar.”

Az sayıdaki Batı ülkesinde beslenip büyütülen Çin düşmanlığı dikkate alındığında bu, sıra dışı bir gelişme. Vatikan, Katolikliğin sosyal öğretisinin o uzun tarihi dâhilinde kendi gündemine sahip, o da toplumun hayrına olan şeyleri öne çıkartıyor. Vatikan’a göre Çin kamu yararına odaklanan bir güç.

Çin’de çok sayıda kilise var. Müslümanlar da sayıca güçlü. Hui ve Uygur azınlıkları on milyonları buluyor. Ayrıca Budistler de var. Çinliler bazı şeyleri doğru yaptığını söylemek gerek.

Çin deneyiminden bir şeyler öğrenilebilir. Hristiyan kiliseleri sosyalizmin inşasına katkı sunuyor mesela.

Hristiyanlığın ve komünizm tarih boyunca, dünya genelinde birbirlerine birçok kez destek sunmuş. Ama bir yandan da birbirlerine karşı çıktığı örneklere de tanık olunmuş. Batı’daki sosyalist politika ve politik partiler bu gerçekten ne tür dersler çıkartabilirler?

Kiliseler, camiler, tapınaklar ve meditasyon merkezleri, dinin sadece ötedünyaya odaklanan özel bir manevi hayatla alakalı olmadığını hatırda tutmalı. Sömürünün, adaletsizliğin ve eşitsizliğin hüküm sürdüğü bu dünya da oldukça önemli. Tüm geleneklerin de kabul ettiği biçimiyle inanç müşterektir ve birleştiricidir, toplumsal niteliğimizin temel bir parçasıdır.

Dolayısıyla sosyalizmin temel istekleri konusunda başkalarıyla çalışılabilir. Herkes, sömürü ve zulümden kurtulmak için yürütülen kültürel demokrasi hareketinin bir parçası olabilir. Maddi dünyanın dönüştürülmesi mücadelesine herkes iştirak edebilir.

Şu tarz önerilerde bulunmak mümkün: Öncelikle Batı’daki kiliseler, liberalizmle ve Avrupa-Amerika kaynaklı proje ile birlikte gerçekleştirdikleri o rahat yürüyüşlerini gözden geçirmekle işe başlayabilirler. Burada liberalizmi Amerika’da verilen anlamıyla kullanmıyorum. Kelime orada ilerici bir anlama sahip. Ben daha çok liberalizm derken neoliberalizmi, yani modern kapitalizmin ana ideolojik çerçevesini kastediyorum. Liberalizm, kamu yararına dair her türden anlayışı çöpe atan, toplumsalı görmezden gelen, bireyi yücelten yaklaşımı ifade ediyor. Bu ideolojiyle yan yana gelmek Batı kiliselerini öldürüyor, Pazar günleri kilise sıralarını boşaltıyor. Aranan cevap, pentekostçu kiliselerde ve başkalarında görülen liberalizm değil. Asıl cevap, Hristiyanlığın kamu yararını yeniden savunan yaklaşımda aranmalı.

Bu süreç Hristiyanlık içinde işlemeli: inanç, ilmihal, ibadetler ve görüşler kamu yararı esasına göre biçimlenmeli. Hristiyan komünist gelenek bu tür yaklaşımlardan neşet eder. Bu tespitler hiç dinî inancı olmayıp esasen dini saçma bulanlara (örneğin Yeni Ateist harekete) tuhaf gelebilir. Oysa ilhamın kaynağı burası. Egemenler radikalizmden uzaklaşmamızı sağlayacak “maneviyat zemini”ni bu tür fikirlerin yokluğunda oluşturuyorlar.

Çinli Hristiyan komünist Wu Yaozong, kendi yaklaşımının komünistlere fırsatçı bir yaklaşımla tavizde bulunmasının değil, inancının, ibadetinin ve dinî görüşlerinin bir ürünü olduğunu söylüyor. Wu’nun kurulmasına katkı sunduğu Üç Benlikli Yurtsever Hareket Kilisesi bugün faaliyetlerine dinine derinlemesine bağlı bir biçimde devam ediyor. Ayrıca Çin hükümetiyle yaptıkları anlaşmanın gerekçelerini sunarken kullandıkları ifadelerde Vatikan da dayandıkları temelin teolojik ve dinî pratiklerle ilgili olduğunu söylüyor.

Bu arada şunu söylemek lazım: Hristiyanlığın insanları dine kazanma yönünde yaptığı çağrı bireysel bir çağrı değil. Yunancada metanoia kelimesiyle karşılanan ihtida, aklın ve kalbin değişmesi anlamını taşıyor. Yürünen yönün değiştiği, hayatın başka bir yola girdiği, yeni bir yolun açıldığı bu değişim, esasen kolektif bir nitelik arz ediyor.

Peki bu değişim neleri şart koşuyor?

Yeniden dirilişe tanıklık eden komünist partilerin Hristiyan komünist geleneği anımsamaları gerekiyor. Bu gelenek, Batı’da komünizmin yaşadığı gelişmeler açısından çok önemli. Her şeyden önce ilkin Marksistlerin tanımladığı bu hareket, bize Hristiyanlığın sadece gerici ve muhafazakâr bir güç olmadığını söylüyor.

Birleşik Krallık bağlamında söz konusu hareketin Corbyn’li bir İşçi Partisi hükümetine etkide bulunması mümkün. Britanya işçi sınıfına ait gelenekler, Hristiyan geleneğinden beslenen Keir Hardie ve Tony Benn’den ilham almak suretiyle önemli bir rol oynayabilirler. Ama şunu da görmek gerekiyor: böylesi bir hükümet iktidara geldiğinde, radikal ajandasını sumen altı edebilir. Bu nedenle ben, etkide bulunmasından veya radikal ajandayı önde tutup onu sola doğru itmekten söz ediyorum. Burada hareket, ilerici hareketlerle çalışmalı ama kendisini tümüyle onlarla tanımlamamalı. Belki en iyi slogan şu olacak: “Sosyalizm içinde kalalım, sosyalizm için çalışalım ama sosyalizmin hesap vermesini sağlayalım.”

Hareket, kültürel demokrasi denilen dinamiğin parçası da olabilir. Kültürel demokrasi, kültürü patronlar yerine halka teslim etmek, onu kâr güdüsünün pençesinden kurtarmak derdinde. Culture Matters gibi mecralardaki yazarların da dile getirdiği biçimiyle sanat, spor, medya kadar kiliselerin, camilerin ve tapınakların da demokratik kontrole girmesi, toplumsal mülkiyet hâline gelmesi gerekiyor.

Bunun nedeni, kültürün sosyalist projenin ayrılmaz parçası oluşu. Kültür aynı zamanda sağlıklı, mesut bir insanî varlığın temel bileşeni. Din gibi kültürel faaliyetlere katılım, kamu yararının bireysel ve kolektif düzeyde somutlaştığı sürecin parçası hâline gelmeli, kapitalizm gibi kâr peşinde koşan ekonomik sistemleri gözardı etme, görmezden gelme veya meşrulaştırma aracı olarak iş görmemeli, ticari kâr elde etme pratiklerinin konusu olmamalı.

Okurlara Noel ile alakalı olarak söyleyeceğin bir şeyler var mı?

Evet var. Hz. İsa’nın doğuşu ile ilgili hikâyenin kendisi bile radikal bir hikâye! İsa’nın ailesi yoksul. Muhtemelen bir ahırda veya sokakta geliyor dünyaya, doğduktan sonra da bir yalağın içine konuluyor. Peki bunun sebebi ne? Hancı aileyi kovuyor, sonrasında Kral Herod’un saldırısına uğruyor. Hz. Meryem’in Meryem’in Ezgisi isimli ilahide aktarılan sözlerini yeniden anımsayalım:

“Muktedirleri tahtlarından indirip kemterleri tahta çıkartan o; güzel yiyeceklerle açların karnını doyuran, zenginleri boş midelerle kapı dışarı eden o.”

Noel ve ertesi günü esas alan geleneklere bakıldığında “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” olarak ifade edilen komünist şiarın esasen Elçilerin İşleri’nde geçen “Ellerindeki her şey ortaktır. […] Her şey ihtiyacı olan herkese dağıtılmıştır” sözünden kaynak aldığını hatırda tutmak gerek. [Sovyet Anayasası]

Kaynak

0 Yorum: