18 Şubat 2020

,

Bürokrat, Teknokrat, Diplomat


Wyman Bury isimli bir İngiliz casus, 1915 civarı Yemen’e yerleşiyor. Yetkililerden böcek bilimci olarak çalışma yürütmek üzere izin alıyor. Tüm ülkeyi geziyor, gördüklerini, duyduklarını, kendi yorumları ile birlikte, devletine rapor ediyor. Bury, o raporun sonunda şunu söylüyor:

“Kimse, Müslümanları Türkler kadar iyi yönetemiyor. […] Türkler, Müslüman milletlerin doğal yöneticileri. Sanki ellerinde bir asa ile doğmuşlar, sonra da onu kaldırıp atmışlar gibi.”[1]

Yüz yıl sonra o Türklere o asa yeniden teslim edilmiş olabilir mi? Ya da en azından devletin, bir eğilim olarak, bunu istediğinden söz edebilir miyiz?

Erdoğan’ı uzay boşluğuna fırlatıp, onu bağdan ve bağlamdan kopartan, tüm günahların yüklendiği, uçurumdan atılacak keçi gibi gösteren her yaklaşım, devlete hizmet ediyor. Suriye, Kürtler, ekonomik kriz, yolsuzluklar, çarpık kentleşme, doğal afetler, diplomatik gerilimler vs… Her şey, Erdoğan ve ailesinin işi olarak aktarılıyor, böylelikle devlet aklanıyor, devlet aklı korunuyor. Dolayısıyla, o devlete karşı “halkın devleti” temelinde bir örgütlenme pratiği ortaya konulamıyor. Aklımız, devlete teslim ediliyor. Sol, bu akılla devletin hizmetinde.

Peki başta aktardığımız hikâye bağlamında, İngilizlerin yerini ABD almışsa, ABD’nin dışında, ona karşı duran, politik, ekonomik, jeostratejik bir başka, özgül, özel bir “Türkiye”nin varlığından söz edebilir miyiz? Bağımsız, ulusal kurtuluşçu, devrimci bir Türkiye’nin varlığına inananlar, bu özgürlüğe ve özgüllüğe fazla anlam yüklüyorlar. Fahişenin çıldırmamak için içinde, rahminde bakir, saf, temiz kalan bir yer olduğuna inanmayı sürdürmesi gibi, bir yalanı örgütlüyorlar, bir yalana örgütleniyorlar.

Yani bugün Rusya ile ABD arasında salınıyormuş gibi görünen ülke, esasen bir pinpon topu olmayabilir mi? Zaten Trump’ın ardındaki iradenin Rusya’ya yanaşma eğilimi gösterdiği dönemde, Türkiye de buna uygun hareket ediyor olabilir mi?

* * *

Domenico Losurdo, Sovyetler’in yıkılması sonrası sömürgeci karşı-devrimin Rusya’yı sömürgeleştirmek istediğini, ülkenin buna direnç geliştirdiğini söylüyor.[2] Türkiye, o karşı-devrimin neresinde? Solu neresinde?

1998’de patlak veren ve NATO’ya yeni bir gerekçe temin eden Kosova Savaşı ile birlikte Rusya, 1993’te geliştirdiği askerî doktrinini güncelleme ihtiyacı duydu.[3] Bu açıdan, 1998’le birlikte Perinçek ve Yalçın Küçük gibi isimlerin “Avrasya” lafını dillerine dolamalarına şaşırmamak gerek. Asıl, “ordu kimin ordusu?” ve “bu ordu, Rusya’nın askerî doktrinindeki güncelleme girişimine neden cevap geliştiriyor?” soruları üzerinde durmak lazım.

Losurdo, bir de Hitler’in sömürgecilik emellerinden söz ediyor. Sömürgecilik ve köleleştirme pratikleri el ele ilerliyor. Hitler’in casusu Gehlen, ABD’ye gidiyor ve NATO bağlantılı casusluk faaliyetlerini yöneten isimlerden biri hâline geliyor. Gehlen, burada da birçok ismi ve kurumu yetiştiriyor.

Ülkede ve bölgede olan biteni Erdoğan’ın “kişisel hırslar”ı değil, NATO gibi güçler ve dayandığı sınıfsal zemin üzerinden okumak gerek. Demirtaş’ın “HDP’li hükümet seçeneğini tartışmalı” dediği, kendisini hükümete alması konusunda ricada bulunduğu devlet aklı, bu zeminde incelenmeli.[4] Soru şu: AKP, o aklın neresinde? Solu neresinde?

Birileri, “NATO ülkedeki faşizme müdahale etsin” diye mektup yazmadan önce RAND’ın raporu ardındaki aklı sorgulamalı. O raporda, “Türkiye’nin Hamas’la ilişkilerinin İsrail-Filistin barış sürecini ilerletme noktasında ABD’ye ve müttefiklerine katkı sağlayacağından” söz ediliyor.

Neticede Türkiye, Amerika için fizikî, kimyasal ve biyolojik bir araç olarak işgörüyor. Gerekli bağları kuruyor, gereksiz olanları kopartıyor. Türkiye, ABD sayesinde anlam ve değer kazanmaya çalışıyor. CHP’ye ve sola ise Hamas’la kurulan bağların Erdoğan yüzünden olduğunu söyleyip küfretmek, böylece devleti aklamak kalıyor.

* * *

Çeşitli gerekçelere bağlı olarak, 1997-98 gibi Türkiye, bölgesel planda “serbest” ve “kendince” hareket etme imkânına kavuştu. Bu dönemde “Büyük Türkiye” dosyası için raporlar hazırlatıldı. Bu raporlardan biri, Davutoğlu’na ısmarlandı. Hazırlatan, Demirel’di. Devlet aklı, belirli yönelimler içine girdi, gazı almak, zevahiri kurtarmak, içeriyi konsolide etmekse sola düştü.

Sonuçta uzun zaman İttihatçı kadroların kurduğu ilişkiler üzerinden bölge siyasetini yürütmüş olan devlet, dönüşüm süreci ile birlikte, İhvan gibi o eski ilişkilerin esasen uzantısı olan kesimlere yüzünü çevirdi. AKP’nin gündeme gelmesi, temelde bu bağlamda gerçekleşti. CHP’nin veya başka bir partinin ihtiyaçları karşılaması mümkün değildi.

Bu dönüşüm süreci, sosyalist hareketi de örgütledi. Kimileri (misal Otonom dergisi), “Osmanlı pazarının demokratik olduğunu” söyledi; kimileri (misal Birikim dergisi), burjuva devriminin nihayet gerçekleştiğini iddia etti. Bazıları (misal Teori ve Politika dergisi), aydınlanmayı eleştirdi. Bugün Suriye’de Esad yanlısıymış gibi görünen veya Erdoğan’ı eleştiriyormuş gibi yapan DSİP, ESP, EMEP gibi yapıların sekiz dokuz yıl önce El-Kaide kaynaklı örgütleri, rejim muhaliflerini destekledikleri unutulmamalı. Bazı örgütler, Rakka’ya hamle yapılacakken “ne duruyoruz, Şam’a girelim!” demişlerdi.

Bu örgütlerin yönelimlerini bölgeden, bölgedeki askerî gelişmelerden, ordunun siyasetteki karşılıklarından bağımsız ele almak mümkün değil. Son gelen haberlere bakılacak olursa, bu örgütlerdeki feminizm bile devletlûdür, askerîdir. “Kadın komandolar” haberi düştüğü günün ertesi, dişleriyle yılan, tavşan parçalayan Kürd kadın komandolar haberi geçildi.[5] Feminizm, devlete ve sermayeye örgütlü bir teşkilâttır. Tartıştığımız her konu başlığının askerle ilişkili bir yanı illaki vardır.

Kürt siyasetiyle iltisaklı yapılar, sömürgenin sömürgeciyle ilişkisini örtbas etme derdinde. Ordu siyasetiyle iltisaklı yapılarsa, sömürgecinin sömürgeyle ilişkisini gizleme çabasında. Bu iki kesim, birbirine küfretmekle ömür tüketiyor. Arka planda el ele ilerliyorlar. Hiçbirisinin de sömürüyle, sömürgeyle, sömürülen halkla bir ilişkisi yok.

* * *

İkinci Dünya Savaşı ile birlikte ABD’deki sendikaların sustuğu söylenir. Basit bir anlaşma söz konusudur. Aynı durum, İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri için de geçerlidir. Buradaki sendikalar, Afrika, Latin Amerika, Asya için susmuş, oradaki sömürüye ve zulme ses etmemişlerdir.

Zorlama bir analoji değildir: bugün Türkiye’de DİSK’in suskunluğu, Suriye ve Suriyelilerle ilgilidir. DİSK, “Büyük Türkiye” hayaline örgütlenmiştir. Bu hayal, AKP, CHP, HDP, MHP, tüm partilerin programının ana eksenini oluşturmaktadır. Herkes için asıl dert, denklemin içerisinde olmaktır.

Dolayısıyla artık örgütler, bu denklem dâhilinde kadrolarını birer proleter devrimci değil, bürokrat, diplomat ve teknokrat olarak yetiştirme gayretindedir. Artık her örgütte eğitim, dışişleri, ekonomi bakanlarından oluşan gizli bir kabine işbaşındadır! Sosyal medyalarına bakıldığında, bundan gayrı bir şey görülmemektedir. Bunların devrime işçi ve yoldaş olması mümkün değildir.

Sonuçta bu akıldan, sömürgecilik, faşizm ve emperyalizm arasındaki ilişkileri sorgulaması beklenemez. O, zaten bahsi geçen ilişkilerin bir ürünü, semeresidir. Sol’un bu akılla, Cezayir’deki Fransız valisinden, Hitler’in bir subayından veya CENTCOM’daki bir generalden farklı bir düşüncesi olamaz. O, yüz yıl önce “bu Müslümanları ancak Türkler yönetebilir” diyendir. Dolayısıyla Husilerin yalın ayaklarını, bellerindeki hançeri asla anlayamaz. O ayaklara ve o hançere asla örgütlenemez.

Eren Balkır
19 Şubat 2020

Dipnotlar:
[1] G. Wyman Bury, Arabian Infelix, Macmillan and Co., Limited, 1915, s. 204.

[2] Domenico Losurdo Söyleşisi, “New Colonial Counter-Revolution”, 20 Ekim 2017, Revista Opera. Türkçesi için bkz.: İştiraki.

[3] “Russia’s Quest for Multipolarity”, 19 Ekim 2007, European Security, Sayı. 10: 1, s. 51.

[4] Derya Okatan, “Selahattin Demirtaş Söyleşisi”, 15 Şubat 2020, +Gerçek.

[5] Ryan Fahey, “Female Peshmerga Soldiers”, 12 Şubat 2020, Daily Mail.

0 Yorum: