Wyman Bury isimli bir İngiliz casus, 1915 civarı
Yemen’e yerleşiyor. Yetkililerden böcek bilimci olarak çalışma yürütmek üzere
izin alıyor. Tüm ülkeyi geziyor, gördüklerini, duyduklarını, kendi yorumları
ile birlikte, devletine rapor ediyor. Bury, o raporun sonunda şunu söylüyor:
“Kimse,
Müslümanları Türkler kadar iyi yönetemiyor. […] Türkler, Müslüman milletlerin
doğal yöneticileri. Sanki ellerinde bir asa ile doğmuşlar, sonra da onu
kaldırıp atmışlar gibi.”[1]
Yüz yıl sonra o Türklere o asa yeniden teslim edilmiş
olabilir mi? Ya da en azından devletin, bir eğilim olarak, bunu istediğinden
söz edebilir miyiz?
Erdoğan’ı uzay boşluğuna fırlatıp, onu bağdan ve
bağlamdan kopartan, tüm günahların yüklendiği, uçurumdan atılacak keçi gibi
gösteren her yaklaşım, devlete hizmet ediyor. Suriye, Kürtler, ekonomik kriz,
yolsuzluklar, çarpık kentleşme, doğal afetler, diplomatik gerilimler vs… Her
şey, Erdoğan ve ailesinin işi olarak aktarılıyor, böylelikle devlet aklanıyor,
devlet aklı korunuyor. Dolayısıyla, o devlete karşı “halkın devleti” temelinde
bir örgütlenme pratiği ortaya konulamıyor. Aklımız, devlete teslim ediliyor.
Sol, bu akılla devletin hizmetinde.
Peki başta aktardığımız hikâye bağlamında,
İngilizlerin yerini ABD almışsa, ABD’nin dışında, ona karşı duran, politik,
ekonomik, jeostratejik bir başka, özgül, özel bir “Türkiye”nin varlığından söz
edebilir miyiz? Bağımsız, ulusal kurtuluşçu, devrimci bir Türkiye’nin varlığına
inananlar, bu özgürlüğe ve özgüllüğe fazla anlam yüklüyorlar. Fahişenin
çıldırmamak için içinde, rahminde bakir, saf, temiz kalan bir yer olduğuna
inanmayı sürdürmesi gibi, bir yalanı örgütlüyorlar, bir yalana örgütleniyorlar.
Yani bugün Rusya ile ABD arasında salınıyormuş gibi
görünen ülke, esasen bir pinpon topu olmayabilir mi? Zaten Trump’ın ardındaki
iradenin Rusya’ya yanaşma eğilimi gösterdiği dönemde, Türkiye de buna uygun
hareket ediyor olabilir mi?
* * *
Domenico Losurdo, Sovyetler’in yıkılması sonrası
sömürgeci karşı-devrimin Rusya’yı sömürgeleştirmek istediğini, ülkenin buna
direnç geliştirdiğini söylüyor.[2] Türkiye, o karşı-devrimin neresinde? Solu
neresinde?
1998’de patlak veren ve NATO’ya yeni bir gerekçe temin
eden Kosova Savaşı ile birlikte Rusya, 1993’te geliştirdiği askerî doktrinini
güncelleme ihtiyacı duydu.[3] Bu açıdan, 1998’le birlikte Perinçek ve Yalçın
Küçük gibi isimlerin “Avrasya” lafını dillerine dolamalarına şaşırmamak gerek.
Asıl, “ordu kimin ordusu?” ve “bu ordu, Rusya’nın askerî doktrinindeki
güncelleme girişimine neden cevap geliştiriyor?” soruları üzerinde durmak
lazım.
Losurdo, bir de Hitler’in sömürgecilik emellerinden
söz ediyor. Sömürgecilik ve köleleştirme pratikleri el ele ilerliyor. Hitler’in
casusu Gehlen, ABD’ye gidiyor ve NATO bağlantılı casusluk faaliyetlerini
yöneten isimlerden biri hâline geliyor. Gehlen, burada da birçok ismi ve kurumu
yetiştiriyor.
Ülkede ve bölgede olan biteni Erdoğan’ın “kişisel
hırslar”ı değil, NATO gibi güçler ve dayandığı sınıfsal zemin üzerinden okumak
gerek. Demirtaş’ın “HDP’li hükümet seçeneğini tartışmalı” dediği, kendisini
hükümete alması konusunda ricada bulunduğu devlet aklı, bu zeminde
incelenmeli.[4] Soru şu: AKP, o aklın neresinde? Solu neresinde?
Birileri, “NATO ülkedeki faşizme müdahale etsin” diye
mektup yazmadan önce RAND’ın raporu ardındaki aklı sorgulamalı. O raporda,
“Türkiye’nin Hamas’la ilişkilerinin İsrail-Filistin barış sürecini ilerletme
noktasında ABD’ye ve müttefiklerine katkı sağlayacağından” söz ediliyor.
Neticede Türkiye, Amerika için fizikî, kimyasal ve
biyolojik bir araç olarak işgörüyor. Gerekli bağları kuruyor, gereksiz olanları
kopartıyor. Türkiye, ABD sayesinde anlam ve değer kazanmaya çalışıyor. CHP’ye ve
sola ise Hamas’la kurulan bağların Erdoğan yüzünden olduğunu söyleyip
küfretmek, böylece devleti aklamak kalıyor.
* * *
Çeşitli gerekçelere bağlı olarak, 1997-98 gibi
Türkiye, bölgesel planda “serbest” ve “kendince” hareket etme imkânına kavuştu.
Bu dönemde “Büyük Türkiye” dosyası için raporlar hazırlatıldı. Bu raporlardan
biri, Davutoğlu’na ısmarlandı. Hazırlatan, Demirel’di. Devlet aklı, belirli
yönelimler içine girdi, gazı almak, zevahiri kurtarmak, içeriyi konsolide
etmekse sola düştü.
Sonuçta uzun zaman İttihatçı kadroların kurduğu
ilişkiler üzerinden bölge siyasetini yürütmüş olan devlet, dönüşüm süreci ile
birlikte, İhvan gibi o eski ilişkilerin esasen uzantısı olan kesimlere yüzünü
çevirdi. AKP’nin gündeme gelmesi, temelde bu bağlamda gerçekleşti. CHP’nin veya
başka bir partinin ihtiyaçları karşılaması mümkün değildi.
Bu dönüşüm süreci, sosyalist hareketi de örgütledi.
Kimileri (misal Otonom dergisi), “Osmanlı pazarının demokratik olduğunu”
söyledi; kimileri (misal Birikim dergisi), burjuva devriminin nihayet
gerçekleştiğini iddia etti. Bazıları (misal Teori ve Politika dergisi),
aydınlanmayı eleştirdi. Bugün Suriye’de Esad yanlısıymış gibi görünen veya
Erdoğan’ı eleştiriyormuş gibi yapan DSİP, ESP, EMEP gibi yapıların sekiz dokuz
yıl önce El-Kaide kaynaklı örgütleri, rejim muhaliflerini destekledikleri
unutulmamalı. Bazı örgütler, Rakka’ya hamle yapılacakken “ne duruyoruz, Şam’a
girelim!” demişlerdi.
Bu örgütlerin yönelimlerini bölgeden, bölgedeki askerî
gelişmelerden, ordunun siyasetteki karşılıklarından bağımsız ele almak mümkün
değil. Son gelen haberlere bakılacak olursa, bu örgütlerdeki feminizm bile
devletlûdür, askerîdir. “Kadın komandolar” haberi düştüğü günün ertesi,
dişleriyle yılan, tavşan parçalayan Kürd kadın komandolar haberi geçildi.[5]
Feminizm, devlete ve sermayeye örgütlü bir teşkilâttır. Tartıştığımız her konu
başlığının askerle ilişkili bir yanı illaki vardır.
Kürt siyasetiyle iltisaklı yapılar, sömürgenin
sömürgeciyle ilişkisini örtbas etme derdinde. Ordu siyasetiyle iltisaklı
yapılarsa, sömürgecinin sömürgeyle ilişkisini gizleme çabasında. Bu iki kesim,
birbirine küfretmekle ömür tüketiyor. Arka planda el ele ilerliyorlar.
Hiçbirisinin de sömürüyle, sömürgeyle, sömürülen halkla bir ilişkisi yok.
* * *
İkinci Dünya Savaşı ile birlikte ABD’deki sendikaların
sustuğu söylenir. Basit bir anlaşma söz konusudur. Aynı durum, İngiltere ve
diğer Avrupa ülkeleri için de geçerlidir. Buradaki sendikalar, Afrika, Latin
Amerika, Asya için susmuş, oradaki sömürüye ve zulme ses etmemişlerdir.
Zorlama bir analoji değildir: bugün Türkiye’de DİSK’in
suskunluğu, Suriye ve Suriyelilerle ilgilidir. DİSK, “Büyük Türkiye” hayaline
örgütlenmiştir. Bu hayal, AKP, CHP, HDP, MHP, tüm partilerin programının ana
eksenini oluşturmaktadır. Herkes için asıl dert, denklemin içerisinde olmaktır.
Dolayısıyla artık örgütler, bu denklem dâhilinde
kadrolarını birer proleter devrimci değil, bürokrat, diplomat ve teknokrat
olarak yetiştirme gayretindedir. Artık her örgütte eğitim, dışişleri, ekonomi
bakanlarından oluşan gizli bir kabine işbaşındadır! Sosyal medyalarına
bakıldığında, bundan gayrı bir şey görülmemektedir. Bunların devrime işçi ve
yoldaş olması mümkün değildir.
Sonuçta bu akıldan, sömürgecilik, faşizm ve
emperyalizm arasındaki ilişkileri sorgulaması beklenemez. O, zaten bahsi geçen
ilişkilerin bir ürünü, semeresidir. Sol’un bu akılla, Cezayir’deki Fransız
valisinden, Hitler’in bir subayından veya CENTCOM’daki bir generalden farklı
bir düşüncesi olamaz. O, yüz yıl önce “bu Müslümanları ancak Türkler yönetebilir”
diyendir. Dolayısıyla Husilerin yalın ayaklarını, bellerindeki hançeri asla
anlayamaz. O ayaklara ve o hançere asla örgütlenemez.
Eren Balkır
19 Şubat 2020
Dipnotlar:
[1] G. Wyman Bury, Arabian Infelix, Macmillan and Co., Limited, 1915, s.
204.
[2] Domenico Losurdo Söyleşisi, “New Colonial
Counter-Revolution”, 20 Ekim 2017, Revista Opera. Türkçesi için bkz.: İştiraki.
[3] “Russia’s Quest for Multipolarity”, 19 Ekim 2007, European
Security, Sayı. 10: 1, s. 51.
[4] Derya Okatan, “Selahattin Demirtaş Söyleşisi”, 15
Şubat 2020, +Gerçek.
[5] Ryan Fahey, “Female Peshmerga Soldiers”, 12 Şubat
2020, Daily Mail.
0 Yorum:
Yorum Gönder