13 Şubat 2020

, ,

İran


ABD İran’dan Neden Bu Kadar Çok Nefret Ediyor?
ABD, Şah döneminde (1941-1979) İran’dan bu kadar nefret etmiyordu. 1951-1953 arası dönemde Muhammed Musaddık isimli bir milliyetçi, iktidara gelip petrol endüstrisini millileştirince CIA, Şah ve ordunun General Fazlullah Zahidi liderliğindeki sağ kanadı Musaddık’a karşı harekete geçti. O gün bile asıl tehdit İran halkı değil komünistler olarak görülüyordu. O dönemde Suudi kralları ve İran şahı, halk hareketlerine ve komünistlere karşı mücadeleyi ortak dava hâline getirmişti. Şii-Sünni ayrımı henüz onları rahatsız eden bir olgu değildi.
ABD’yi, Suudileri ve Körfez ülkelerini asıl öfkelendiren gelişme ise yetmişlerin sonunda bölge genelinde yükselen dalgaydı. 1978’de Afganistan’da, 1979’da İran’da yaşanan devrimler, İslamabad’da ABD elçiliğinin ele geçirilmesi (1979) ve Suudi Arabistan’da Kâbe’nin işgal edilmesi (1979) bu dalganın önemli bileşenleriydi. ABD ve Suudiler, şah karşıtı hareketlerden ve komünist faaliyetlerden epey rahatsız oldular. Bu akımlar yok edilmek zorundaydı.
Batı ve Körfez, Eylül 1980’de İran’a tam da bu sebeple saldırdı. İran’ı derinden sarsan İran-Irak Savaşı 1988’e dek sürdü. Savaş boyunca Tahran’da Cuma namazlarını çoğunlukla Ali Hamaney kıldırdı. 17 Ocak 2020 günü kılınan Cuma’da Hameney, o savaşı içi burkularak andı. İranlılara Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin ve ABD’nin Saddam’a para ve silâh temin ettiği o savaşın ardından Batı’ya nasıl güveneceklerini sordu.
Savaş esnasında Humeyni, bakanı Muhsin Refikdust’a hardal gazı üretiminin yasaklanmasını, hatta nükleer silâh lafının ağza bile alınmamasını söyledi. Humeyni bakanına, “kimyasal silâh üretirsek Saddam’la benim aramda ne fark kalır?” dedi. Ekim 2003’te Ali Hamaney, Humeyni’nin bu sözünü kitlesel imha silâhları karşıtı bir fetva olarak tekrar dile getirdi. Hameney, İran’ı nükleer silâh geliştirmekten alıkoyanın Batı değil İran’ın kendisi olduğunu birkaç kez söyledi ve bu kararı dinî temelde aldıklarını aktardı.
Temel mesele, İran’ın nükleer ajandasının olup olmadığı değildi. Asıl üzerinde durulması gereken mesele, İran’a diz çöktürmek, onun dişlerini sökmek ve ülkeyi Batı Asya’daki tüm bağlarından mahrum kılmaktı.
Peki İran kendisini yaşanan hibrit savaştan nasıl korudu?
2001-2003 arası dönemde ABD, İran’ın düşmanları olan Taliban’a ve Saddam’a karşı iki ayrı savaş yürüttü. Bu güçlerin yenilmesi ile birlikte İran, kanatlarını tüm bölge üzerine germe imkânı buldu. Bu savaşlarda yüzleşilen stratejik hatayı gören ABD, sonrasında İran’ı kendi sınırlarına çekmeye dönük hamleler yapmaya başladı. Bu noktada 2005 tarihli Suriye’nin Hesap Vermesiyle İlgili Kanun (ve 2011’de Suriye’ye açılan savaş) üzerinden İran ile Suriye arasındaki bağı zayıflatmaya çalışan ABD, 2006’da İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısı ile Lübnan’daki politik güç olarak Hizbullah’ı yok etmek istedi. Ama bu plan işe yaramadı. 2006’de ABD, İran’ın nükleer enerji programı üzerinden kendince bir krizi tetikledi. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve ABD, bu süreçte İran’a yönelik yaptırımlara imza attı. Bu da işe yaramadı, bunun üzerine 2015’te ABD, bugünlerde Trump’ın karşı çıktığı nükleer anlaşmasını İran’la imzalamayı kabul etti. İran halkının çilesini çektiği zemherinin sonu gelmiş miydi artık? Hayır. Hibrit savaş, hâlen daha devam etmekteydi.
1980’de İranlılar Kudüs Gücü’nü kurdular. Bu gücün ana meselesi, kuşatma altındaki İran için bölgesel bağlar kurmaktı. İlk başta Kudüs Gücü, Batı’nın çıkarlarıyla çelişen, hatta bölgedeki solu da karşıya atan kimi operasyonlar içine girdi (örneğin Afganistan’daki Muhammed Necibullah’ın başında bulunduğu komünist hükümete saldırılar düzenlendi). Ama son on yıl içerisinde Tümgeneral Kasım Süleymani’nin ve eski İran-Irak Savaşı gazilerinin liderliğinde hareket eden Kudüs Gücü, daha net bir gündeme sahip oldu.
İran’da liderler, ABD’nin ve müttefiklerinin saldırısına karşı koyamayacaklarını biliyorlardı. ABD’nin elindeki güdüm füzeleri ve bombalar, İran için ciddi bir tehditti. Bu türden bir savaştan kaçınmak zaruri idi.
Kuzey Kore’den farklı olarak İran, nükleer saldırılara karşı herhangi bir zırha sahip değil, hatta nükleer silâha sahip olmayı istemiyor. Ancak öte yandan kitlesel imha zırhını terk eden Libya ve Irak, caydırıcı bir güç olarak nükleer silâha sahip olmayan ülkelerin başına nelerin gelebileceğine dair çok şey söylüyor. Oysa Irak da Libya da Batı’yı tehdit etmiyordu, buna karşın iki ülke de imha edildi.
İşte Kudüs Gücü, Batı’nın İran’a yönelik saldırılarına karşı caydırıcı bir güç olarak iş görüyor. Süleymani liderliğinde Kudüs Gücü, Lübnan’dan Afganistan’a kadar uzanan bölgede İran yanlısı örgütlerle ilişkiler kuruyor ve onları milis teşkilâtları inşa etme konusunda teşvik edip bu konuda söz konusu örgütlere destek sunuyor.
Suriye’deki savaş, bu örgütlerin sınandığı bir saha. Bu örgütler, İran’ın saldırıya uğraması durumunda ABD hedeflerine saldırı yapma konusunda hazırlık yürütüyorlar. Süleymani suikastı sonrası İranlılar, saldırıya uğradıkları takdirde Dubai’yi (Birleşik Arap Emirlikleri) ve Hayfa’yı (İsrail) yok edeceklerini söylediler. İran’ın elinde bulunan kısa menzilli füzelerin Dubai’yi vurması mümkün. Öte yandan Hayfa’yı asıl vuracak güçse Hizbullah. Bu da demek oluyor ki ABD ve müttefikleri İran’a bombalar yağdırıldığı noktada geniş ölçekli bir bölgesel gerilla savaşı ile yüzleşecekler. Bu milis teşkilâtları, İran’ın caydırıcı gücü. Trump’ın tereddüt etmesinin sebebi de bu. Muhtemelen daha uzun süre eli kolu bağlı oturacak.
İran’ın siyasetini asıl tarif eden unsur, ABD’nin ve bölgedeki İsrail ve Suudi Arabistan gibi müttefiklerinin ülkeye uyguladığı yoğun basınç. 1979 İran Devrimi tüm o genişliği ve kapsamı ile İran solunu da içeriyordu ama sol, artık devrimin parçası değil.
Irak’ta komünistler çekimser bir tutumla tekrar sahneye çıktılar ve 2011’den beri IMF’nin dayattığı politikaları uygulayan hükümete karşı süren isyanlarda yer aldı. Son gösterilerde Iraklılar “vatanımızı istiyoruz” sloganını attılar. Bu slogan, Lübnan’dan Afganistan’a kadar birçok ülkede insanların dilinde.
İran Devrimi esnasında solcu bir örgüt, Adalet Bakanlığı’nın duvarlarına şunu yazmıştı: “Özgürlüğün şafağı söktü ama özgürlüğün yeri boş kaldı” (dar tulu-e azadi, ja-ye azadi khali). İsyan yaşandı ama devrimin vaadi tümüyle askıya alındı.
Vijay Praşad
23 Ocak 2020

0 Yorum: