12 Şubat 2020

,

Femonasyonalizm


Bir Kavşak Olarak Femonasyonalizm
Bugün sağ milliyetçi partiler, kimi önemli feministler/femokratlar ve muhtelif neoliberal siyasetçiler, İslam ve göçmen karşıtlığı denilen kavşakta bir araya geliyorlar. Bu kavşakta aktörler ve hareketler, özerkliklerini yitirmeden belirli bir mekânda buluşuyorlar, ama asla homojen bir yapı veya bir kimlik meydana getirmiyorlar.
Bugün birçok feminizm ve eşcinsel karşıtı sağcı parti, sağ siyasetçi ve neoliberal çevre, feminizme ve eşcinselliğe destek sunuyor. Bu desteğe, bazı feminist ve lubunya çevrelerinin İslam düşmanı ajandalara yönelik desteği eşlik ediyor.
Akademide bazı isimler, milliyetçilikle feminist/lubunya hareketleri ve neoliberalizm arasında yaşanan bu tür bir yaklaşmayı iki açıdan ele alıyorlar. İlk yaklaşım, bu yakınlaşmada araçsallaştırma ve istismar buluyor.
Örneğin sosyolog Eric Fassin ve ırk üzerine çalışan Liz Fekete, bu bağlamda, “cinsel milliyetçilik”ten ve “aydınlanmacı köktencilik”ten bahsediyor. Yazarlar, bu anlayış üzerinden, Avrupa bağlamında kadın ve LGBT haklarının İslam ve göçmen karşıtı kampanyalarda kullanılıyor oluşuna dair belirli bir izahat sunuyorlar.[1]
İkinci yaklaşım, “gizli anlaşma”ya veya ittifak”a odaklanıyor. Eşcinsel hareketler ve lubunya çalışan Jasbir Puar, “homonasyonalizm” ile ilgili çalışmasında bu yaklaşıma başvuruyor.[2] Yazar, eşcinsel hareketlerin yeni oluşan homonormatif çerçeveler dâhilinde, ırksallaştırılmış Ötekilere ve Müslümanlara karşı nasıl kullanıldıklarını açıklarken bu kavramı kullanıyor.
Femonasyonalizm, esasen yaşanan yakınlaşmanın bir sonucu. Bu bağlamda, birbirinden farklı hareketlerin, partilerin ve aktörlerin İslam ve göçmen karşıtı siyaset dâhilinde nasıl bir araya geldiklerini, bu birlikteliğin ideolojik saiklerini incelemek gerekiyor. Bu dinamikler, politik gündemlerine ait belirli yönleri riske atma pahasına böyle bir yola giriyorlar, dolayısıyla burada rol oynayan sebeplere bakmak şart.
Sağcı partilerin bahsi geçen kavşakta karşı çıktıkları dinamiklerle yan yana gelmeleri, esasen son dönemde yaşanan değişimle alakalı bir gelişme. İtalya ve Fransa’da sağcı hareket, etnik milliyetçilik alanından kültürel milliyetçilik alanına geçti; Hollanda’da ise beyazların üstünlüğü alanı terk edilip etnik milliyetçilik öne çıkartılmaya başlandı.[3]
Genel mânâda bu üç ülkedeki sağ siyaseti, artık “popülist” olarak nitelemek mümkün. Ama gene de “popülizm” kavramının bu partilerin kadın-erkek eşitliği meselesini yabancı düşmanlığı kampanyalarında neden kullandıklarını yeterince izah etmediğini söylemem lazım.
Popülizm, “biz ve onlar” ikiliğine dayanıyor. Sağcı güçler, Müslümanları ve Batılı olmayan Ötekileri Batı toplumlarının düşmanı olarak görüyorlar. Ama popülizm kavramı, bu sağcı partilerin bir yandan da Müslüman ve göçmen kadınları düşman olarak görmeyip onları neden kurtarmaya çalıştıklarını pek açıklamıyor.
Dolayısıyla, mevcut çelişkiyi açıklamak istiyorsak bizim, bilhassa postkolonyal feminizm ve eleştirel ırk çalışmalarının geliştirdiği milliyetçilik teorilerinden yararlanmamız gerekiyor. Bu noktada, aralarında Müslüman isimlerin de bulunduğu önemli bir dizi feminist entelektüel ve siyasetçinin, kadın örgütlerinin ve femokratın İslam karşıtı kampanyalar dâhilinde öne sürdükleri argümanlar incelenmeli.
Politik, teorik ve biyografik açıdan birbirinden çok farklı olan bazı feministler, İslam karşıtı bir duruş sergiliyorlar ve bu duruş temelde, Batı’daki cinslerarası ilişkilerin daha ileri olduğuna, ataerkil kültürlerinin insafına kalmış olan, fail olmayı beceremeyen nesneler olarak Müslüman kadınların eğitilmeleri gerektiğine dair kanaate yaslanıyor. Farklı politik çizgilere mensup feministler ve femokratlar, tam da bu sebeple toplumsal cinsiyet eşitliği ve İslamî uygulamaları karşı karşıya koyuyorlar.
Milliyetçileri neoliberal çevrelerle bir araya getirense sivil bütünleşme politikalarının hamurunda olan Batı’nın üstün olduğu fikri. Feministler, neoliberaller ve milliyetçiler, İslam karşıtlığı düzleminde tam da bu üstünlük fikri üzerinden yan yana geliyorlar. Bu programlarda esas unsursa neoliberal istihdam mantığı ve bireyin sorumluluğu anlayışı. Bu anlayış, Batılı ulusun homojenliği ve üstünlüğünü esas alan sağcı ideolojiyle ve “Batı merkezci” feministlerde görülen “çalışmak özgürleştirir” anlayışıyla harmanlanıyor.
“Sağcı milliyetçiler, feministler ve neoliberaller, kendi politik ajandalarını riske atma pahasına neden bir araya geliyor?” sorusunu Derrick Bell’in “çıkar yakınlaşması teorisi”nden yararlanarak cevaplamak mümkün.[4] Bu teoriye göre hâkim ırka mensup grup, kendisinden aşağıda gördüğü ırka mensup grubun eşit haklar mücadelesini ancak süreçte belirli kazanımlar elde edeceğini düşündüğünde destekliyor. Demek ki bu yakınlaşma dâhilinde milliyetçiler, feministler ve neoliberaller de bir kâr-zarar hesabı yapıyorlar ve belirli stratejik hesaplamalar içine giriyorlar.
Beyazlardan, Avrupalılardan, Batılılardan, Hristiyanlardan, medenilerden ve kadına dost kesimlerden oluşan bir "Biz"in karşısına beyaz, Avrupalı, Batılı olmayan, Müslüman, medenileşmemiş, kadın düşmanı ötekilerden meydana gelen bir "Onlar" çıkartılıyor. Bu, aşırı sağcı milliyetçi partilerin ekmeğine yağ sürüyor. Cinsiyet eşitliği ve insan hakları yeni ırkçı ve emperyalist dile örgütleniyor. Sağcı partiler bu yönelimleri milliyetçi projelerini pekiştirmek için istismar ediyorlar. Bu partiler mülteciler, bilhassa Müslümanlar arasında cinsiyet eşitliğinin bulunmaması meselesine sırf Batı Avrupalılar arasında yaygın olarak ırkçılığı beslemek için odaklanıyorlar.[5]
Kadın hakları mücadelesi adına ırkçılıkla İslam karşıtlığına yakın durmak, esasen feministlere ve femokratlara çok şey kaybettiriyor. Yani cinsiyet eşitliğinin Batılı olmayan kadınlar arasında yaygın olduğunu söylemek suretiyle İslam karşıtı feministler ve femokratlar, bugün Batı Avrupalı kadınları hâlen daha etkilemekte olan birçok eşitsizlik biçimine kimsenin eğilmemesine neden oluyorlar.
Neoliberal hükümetlerse bu fırsattan istifade ederek, cinslerarası adaletsizliği genel mânâda gidermeyi amaçlayan programlara aktarılacak paraları azaltmak için, kadın haklarını sadece göçmen/Müslüman kadınları ilgilendiren bir meseleye indirgiyorlar.[6] Kadın haklarının daha fazla görünür hâle gelmesine katkı sunmak yerine, bu alanı bir tür medeniyetler savaşı alanı olarak takdim etmek, kadın haklarını genel toplumsal sorunlardan kopartıyor ve onu salt “Batılı olmayan kadınlar” meselesine hapsediyor veya Beyaz ve Batılı olmayan Müslüman erkeklerden zulüm gören Batı Avrupalı kadınlara ait bir mesele olarak görüyor.
Derrick Bell, meseleyi benden farklı ele alıyor. Onun üzerinde durduğu çıkar yakınlaşması teorisi, bizim hiç de özgürlükçü olmayan kimi politik hareketlerin özgürlükçü projelere taktiksel düzeyde destek sunmalarını analiz etmemize katkı sunsa da Bell’in teorisi, özgürlükçü hareketlerle veya ezilen faillerle muhafazakâr partiler arasındaki yakınlaşmayı asla izah etmiyor.
Esasında Bell, özgürlükçü hareketlerin muhafazakârların önceden karşı çıktıkları veya inkâr ettikleri haklara bugün neden destek sundukları sorusuna cevap veremiyor. Başka bir ifadeyle, onun geliştirdiği çıkar yakınlaşması teorisi, kadın hakları adına bazı feministlerin ve kadınların eşitliğini savunan isimlerin İslam karşıtı argümanlara neden başvurduklarına bir açıklama getirmiyor. Bu argümanlara destek sunan kimi feministler ve femokratlar, cinsiyet eşitliğinin kamuoyunun gündemine taşınmasına katkı sunduğunu iddia ediyorlar. Oysa bana kalırsa, bunun tam tersi bir süreç işliyor.
Femonasyonalizme yol açan yakınlaşmayı İslamofobi ve ırkçılığı temel alan özgürlük düşmanı güçlerle patriarka ile cinsiyetçiliğe karşı yürütülen özgürlükçü mücadele arasındaki temel gerilimin ve çelişkinin bir sonucu olarak görmek mümkün.
Bu gerilim sayesinde femonasyonalizm güçleniyor ve yaygınlaşıyor, ama aynı zamanda kırılganlaşıyor. Ondaki gücün kaynağı, esasen Müslüman erkekleri zalim, Müslüman kadınları mağdur olarak ön plana çıkartan yaklaşım. Bu sürece eskiden Müslüman olan isimler, kadın siyasetçiler kadar önde gelen feministler ve femokratlar da katkı sunuyorlar.
İlgili süreçte İslam karşıtı söylem, milliyetçilerin ve ana akım medyanın karalama kampanyalarını besliyor. Cinsiyet eşitsizliğini ilk elden tecrübe eden feministler ve femokratlar, bu sayede söz konusu sürece dâhil oluyorlar.
Ayrıca bahsi geçen gerilim, femonasyonalizmin kırılgan bir yakınlaşma olarak vücut bulmasına sebep oluyor. Birbiriyle çelişki içerisinde olan bileşenleri karşı karşıya geldiklerinde bu birliktelik büyük ihtimalle zayıflayacak.
Benim yakınlaşmayla alakalı görüşüm, femonasyonalizm kampında varolan yarıklar, farklılıklar, kazanımlar ve kayıplar üzerinde duruyor. Burada daha çok femonasyonalizm denilen ideolojik alanı meydana getiren farklı toplumsal ve politik aktörler ile gündemler arasındaki ilişkilerin çoklu, çok anlamlı niteliğine, bu ilişkilerin faillerin niyetlerinden bağımsız oluşuna vurgu yapılıyor. Bu çelişkiler, derinlemesine idrak edildikleri vakit, cinsiyet eşitliği konusunda yaşanan bu yakınlaşmanın olumsuz etkileri konusunda sağlam bir eleştiri yapmak mümkün olacaktır.
Sara R. Farris
[Kaynak: In the Name of Women’s Rights: The Rise of Femonationalism, Duke University Press, 2017, s. 6-10.]
İlk Bölüm: Kadın Hakları Adına
Dipnotlar
[1] Eric Fassin, Fransa ve ABD’de cinsellik, cinsiyet, toplumsal cinsiyet eşitliği ve eşcinsel hakları gibi konu başlıklarının özel alandan kamusal/politik alana nasıl taşındığını inceliyor. Cinsel özgürlüklerin açık, kamusal tartışma konusu olarak gündeme gelmesi ve demokratikleşme, göçmenlerin, bilhassa Müslümanların bu süreçlere yabancı kişiler olarak tanımlanması pahasına gerçekleşiyor. Cinsel demokrasi veya demokrasinin cinselleştirilmesi, cinsel milliyetçiliğe hizmet edecek şekilde araçsallaştırılıyor. Bu noktada, göçmenlerin ve Müslümanların entegrasyonu öne çıkartılıyor ve geldikleri ülkelere sadakatleri o ülkelerin cinsel değerlerine bağlılıkları üzerinden sınanıyor (E. Fassin, “Sexual Democracy and the New Racialization of Europe”). Göçmenleri ötekileştirmek için sağcıların Batı kültürünü dogmatik ve dışlayıcı bir şekilde tarif ettikleri ortamda “kültürel köktencilik” anlayışından istifade eden 2006 tarihli makalesinde Liz Fekete, “aydınlanmacı köktencilik” terimine başvuruyor. Bu terim, Avrupa genelinde yabancı düşmanı kampanyalarda sağcı partilerin kadın haklarını ve eşcinsel haklarını kullanmasına, genelde Müslümanları ve göçmenleri hedef almak kaydıyla Batı Avrupa kültürünün temeli olarak görülen Aydınlanma geleneğine dönük başvurusuna atıfta bulunuyor. Fekete’ye göre aydınlanmacı köktencilik, 11 Eylül sonrasında epey güçlendi. Bu süreçte kendisini feminist olarak niteleyen birçok isim, sağcı sürüye katıldı (Fekete, “Enlightened Fundamentalism?,” s. 12). Bu noktada Fekete söz konusu feministleri paternalizmle suçluyor ve kadınların seçme hürriyeti adına başörtüsünü yasaklayan baskıcı politikalara destek verirken yüzleştikleri çelişkilere işaret ediyor. Fekete’ye göre sağcılar kadar feministler de kültürel açıdan köktenci kampanyalarda cinsiyet eşitliği temasını “istismar” ediyorlar. Öte yandan, Fassin’e benzer şekilde Hollandalı sosyologlar Paul Mepschen ve Jan Willem Duyvendak da “cinsel milliyetçilik” terimine başvuruyor ve bu terimi Hollanda’da Müslümanları cinsel özgürlüklere yönelik bir tehdit olarak gören yaklaşımları tartışırken kullanıyor. Yazarlar, milliyetçiliğin cinselleştirilmesi meselesini yurttaşların “kültürelleştirilmesi ve cinselleştirilmesi” bağlamında ele alıyorlar. Bu noktada Hollanda’da yurttaşlık giderek kültürel ve ahlakî kimlikler ve tanımlamalar üzerinden anlaşılıyor. Bu bağlamda yazarlar, Müslümanların ve diğer Batılı olmayan göçmenlerin Avrupa’daki belirli kültürel kimliklere ve cinsel özgürlüklere sadık olmadıkları için eleştirildiğinden bahsediyorlar. Sonuçta bu kültürel kimlikler ve cinsel özgürlükler, bugünlerde Batı tarihinin temeli olarak tanımlanıyorlar. Mepschen ve Duyvendak, bir yandan da Müslüman karşıtı ajanda dâhilinde cinsel özgürlüklerin popülist sağın elinde birer oyuncağa dönüştüğünden bahsediyor. Bu süreci ise temelde neoliberalizm hızlandırıyor. Neoliberalizmi yazarlar, “devletin otoritesinin ulusal yurttaşlığın ve politik öznelliğin üretimi ile emek piyasalarının düzenlenmesi ve kent hayatının kıyıya köşeye atılması süreci üzerinden restore edilmesi veya perçinlenmesi projesi” olarak anlıyorlar (Mepschen, Duyvendack ve Tonkens, “Sexual Politics, Orientalism and Multicultural Citizenship in the Netherlands”). Ayrıca bkz.: Mepschen ve Duyvendack, “European Sexual Nationalisms.”
[2] Daha çok 11 Eylül sonrası eşcinsel siyaseti ile ABD’li milliyetçiler arasındaki kesişmeye odaklanan Jasbir Puar, ayrımcı devleti, Batı medeniyetine olduğu kadar kadına ve yabancılara da düşman olan unsurlar olarak erkek ötekilere odaklanan bir ana gösterge şeklinde tanımlıyor. Puar, daha da özelde ABD’deki milliyetçilikle lubunyaların cinsel politikası arasındaki yakınlaşmayı homonasyonalizm temelinde ele alıyor. Homonasyonalizm, hem Amerika’daki milliyetçi çerçeve dâhilinde Müslümanlara ve diğer ırklara karşı eşcinsel hakların kullanılmasını, hem de ABD’nin terörle mücadele ajandası dâhilinde “homonormativite”nin yani evilleştirilmiş eşcinsel siyasetinin entegrasyonunu ifade ediyor. Puar’ın da ifade ettiği biçimiyle homonasyonalizm, ABD’li eşcinselleri ve lubunyaları diğer ırklardan ve cinsel ötekilerden kopartıyor, homoseksüalite ile Amerikan milliyetçiliği arasındaki çakışmayı öne çıkartıyor. “Bu yakınlaşma, hem yurtseverliği esas alan milliyetçiliğin hem de eşcinsel-lubunya öznelerin ürettiği bir olgu” (Puar, Terrorist Assemblages, 39). Puar, bu noktada, ABD devletinin istisnacılığına ve belirli kesimleri dışlama siyasetine işaret ediyor ve bu siyasetin eşcinsel hareketin belirli kesimlerini kendisine örgütlendiğini söylüyor. Milliyetçilik, bu aşamada eşcinsel harekete ait bazı temaları taktiksel açıdan istismar etmek veya araçsallaştırmak yerine, lubunya hareketlerinin bu yeni ırkçı yapıya destek vermeleri üzerinde duruyor. Puar’ın kitabı, akademisyenler arasında süren tartışmalarda epey etkili oldu. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin ve LGBT eşitliğinin Quebec ve Hollanda’da süren Müslüman ataerkisi ile ilgili tartışmalarda devreye sokulması meselesini ele alan Sirma Bilge ve Sarah Bracke de Puar’ın homonasyonalizm kavramını cinsel milliyetçiliğin geliştirdiği yeni bir hegemonik biçim olarak kullanıyor. Bilge, Quebec’te “devlet feminizmi”nin Müslümanları eşcinsel haklarına ve kadın haklarına yönelik bir tehdit olarak sunan yaklaşımında bu homonasyonalizm siyasetinin devreye sokulduğundan bahsederken Bracke, Hollandalı feministlerle sağcı yabancı düşmanı siyasetçilerin kurduğu ittifaka işaret ediyor ve bu kesimlerin Müslüman kadınları maruz kaldıklarını düşündükleri zulümden kurtarmaya çalıştıklarını, bir yandan da benzer bir kurtarıcılık dilini lubunya hareketlerine tatbik ettiklerini söylüyor. Bilge, feministler, LGBT ve İslam karşıtı söylem arasındaki yakınlaşma konusunda materyalist bir yaklaşım öneriyor ve bu noktada neoliberalizmi Quebec’te hüküm süren cinsel milliyetçiliğin ana zeminini teşkil ettiği, neoliberalizmin feminist hareketlerin ve LGBT hareketlerinin piyasalaşmasını sağladığı üzerinde duruyor. Bkz.: Bilge, “Mapping Quebecois Sexual Nationalism in Times of ‘Crisis of Reasonable Accommodations’ ”; ve Bracke, “Subjects of Debate.”
[3] Milliyetçi partiler olarak İtalya’da Kuzey Ligi, Fransa’da Ulusal Cephe 2000’lerin başından itibaren “Batı’nın üstünlüğü” ile ilgili kelimeleri ve ifadeleri kullanmaya başladı. Bu da onların kamuoyunda süren tartışma sürecine girip, orada sözlerinin daha fazla işitilmesini sağladı. Hollanda’daki Özgürlük Partisi ise başlarda Batı’nın “üstün” olan liberal değerleri karşısında özgürlük ve kadın düşmanı İslam’a yönelik kampanyalar yürüttü, ama zamanla şovenist ve milliyetçi bir alana doğru kaydı. Batı’nın üstünlüğü anlayışı ile ilgili bir tartışma için bkz. Bessis, Western Supremacy; ve Bonnett, “From the Crisis of Whiteness to Western Supremacism.”
[4] 1980 tarihli ünlü makalesinde Derrick Bell, ABD Yüksek Mahkemesi’nin “kamu okullarının ırklara göre ayrıştırılmasının anayasaya aykırı” olduğuna ilişkin 1954 tarihli kararını “çıkar yakınlaşması”na örnek olarak görüyor. Bell’e göre, Yüksek Mahkeme’nin Afro-Amerikalıların okullarda temel hakları için verdiği mücadeleye destek verme kararına esasen beyazların en azından hukuk alanında okulların ayrılması siyasetine son vermeyi politik ve ekonomik açıdan kazançlı gören yaklaşımı sebep oluyor. Bell, ilk olarak bu kararın “Amerika’nın üçüncü dünya halklarının kalplerini kazanma noktasında komünist ülkelere karşı mücadelede belirli bir itibar kazanmasını sağladığını söylüyor. İkinci olarak bu karar, İkinci Dünya Savaşı esnasında savunulan eşitlik ve özgürlük ilkelerinin henüz ülke içerisinde yürürlüğe girmemesi noktasında Amerikalı siyahlara bu ilkelerin uygulanacağı konusunda gerekli güvenceyi veriyor. Son olarak da temelde ayrımcılık, güneydeki eyaletlerde sanayileşme sürecinin önünde bir engel olarak görülüyor (Bell, “Brown versus Board of Education and the Interest-Convergence Dilemma,” s. 524–525).
[5] Hester Eisenstein, Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit the World. New York: Paradigm, 2010; Nicola Perugini ve Neve Gordon, The Human Right to Dominate. Oxford: Oxford University Press, 2015.
[6] Joyce Outshoorn ve Jantine Oldersma, “Dutch Decay: The Dismantling of the Women’s Policy Network in the Netherlands”, Changing State Feminism içinde, ed. Joyce Outshoorn ve Johanna Kantola, Basingstoke, UK: Palgrave Macmillan, 2007.

0 Yorum: