26 Şubat 2020

,

Tavsiye, Tasfiye, Tesviye

Devletin seçim gibi bir meselesi, demokrasi gibi bir derdi yok. Sol ise Halep-Efrin-İdlib arasına sıkışmış orduyu “Tayyip’in kaprisi ve hevesi” olarak okuyor, bu hamleyi seçim yatırımı olarak değerlendiriyor.

Çünkü seçimler, sadece sosyalist solun derdi, meselesi. Sosyalizm, artık sadece seçim meselesi. Küçük burjuvalar, kendi birey kurguları, kendilerini merkeze alan ölçü ve ölçeklerine göre bir hasım inşa ediyorlar ve bu konuda halkı ikna etmeye çabalıyorlar. Köşe başlarındaki isimler, bu yalanın ekmeğini yiyorlar.

Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da olan ordunun sivil uzantıları, burada seçimden, demokrasiden söz ediyorlar. Hepimizi bir kişinin kaprislerine, heveslerine düşman etmek için uğraşıyorlar. Yıllar öncesinden hesaplanmış harekâtlar, seçim ve demokrasi perdesi arkasına saklanıyorlar. Sonra da devlet aklına, “bizi de oyuna dâhil edin” diye yalvarıyorlar.

* * *

HDP’nin kongresinde “kriz”den, “yıkım”dan söz edilmesi mümkün değil.[1] Parti, “kayyım” lafını da sahiplenmek zorunda.[2] Hatta belki de HDP’nin bizatihi devletten kayyım talep ettiği üzerinde durmak gerek. Çünkü çıkartılmayan sesin, açığa çıkmayan öfkenin başka bir açıklaması yok. Muhtemelen bu kriz koşullarında en steril çözüm olarak, belediyeleri devlete teslim etmişler!

Sonuçta HDP, özüne, kuruluş gerekçelerine, kurulduğu devlet masasına mahkûm. Başka bir yerde inşa ve ihya edilemez. O, çözüm ve seçim sürecinin bir ürünü. Ondan başka roller oynamasını, başka şeyler söylemesini bekleyenler, halkı ve milleti kandırıyorlar. Görevleri bu. Bu yüzden parti kurullarında maaşa bağlanıyorlar. Sosyal medyada pohpohlanıyorlar. Hep birlikte şu gerçeği örtbas etmek için uğraşıyorlar: HDP, ait olduğu bağın ve bağlamın esiri.

* * *

Osman Kavala’nın eşi Ayşe Buğra, eşinin tutukluluğunu “Avrupa’dan kopma isteği” ile ilişkilendiriyor.[3] Sonra Garo Paylan çıkıp, Erdoğan’ın Kavala’yı çıkartmak istediğini, ama birilerinin buna mani olduğunu söylüyor.[4] Devamında Ahmet Şık, Kavala’nın Erdoğan’ın talimatıyla tahliye edildiği iddiasını dillendiriyor.[5] Aslında tüm sözler, dipte işleyen “çözüm süreci”nin tezahürleri olarak somutlaşıyorlar. “Gerici, yobaz, faşist, İslamcı Erdoğan”, birden Batı ile bağların hamisi, güvencesi olarak takdim ediliyor. Bazı sol örgütlerin Kavala’nın tutsaklık günlerini örgüt duvarlarına çentik atmasının, Odatv’den gelen Kavala övgülerinin sebebini burada aramak gerekiyor. Bu halkın tutsaklığı, onları hiç ilgilendirmiyor.

Çünkü kimsenin Batı’yla ilişkileri kopartmak gibi bir derdi yok. Herkes oraya bağlı, orada anlam ve değer kazandığını iyi biliyor. HDP de bu bilinçle hareket ediyor. Onun sömürüye ve zulme karşı halk sınıflarını örgütlemesi, doğası gereği, mümkün değil.

* * *

Batı, 11 Eylül ile birlikte bir saldırıya geçiyor. ABD’de Avanakyanizm dedikleri tarikat, muhtemelen örgüt şefinin istihbarat tarafından koopte edilmesi ile birlikte teşkil edildi. Maoist hareketin, 11 Eylül’deki savaş ilânının yol açacağı çelişkileri dünya genelinde örgütleme ihtimali, bizzat devlet eliyle ortadan kaldırıldı.

Tarikatın Türkiye bayii sorumlusu Emrah Cilasun, “ekonomik, politik, askerî kudretin hakikati dayatması”na karşı çıkıyor, “dünyanın kuvvetin her şeyi yoluna soktuğuna dair mantıktan kurtulması” gerektiğinden söz ediyor. Cilasun’un ezilenlerin kudretine, kuvvetine, mücadelesine göre düşünüp hareket eden Naksalcılara küfretmesinin sebebini burada aramak gerekiyor.[6] Yazar, kendi bireysel hakikati için kudreti heba ediyor.

İktidardan kaçış, sosyalist hareketi, dinden ve milletten azade, küçük burjuva aşkın bireyler derneğine dönüştürüyor. Sınır tanımayan solculuğun, Libya’da, Afganistan’da olan ordunun uzantısı, bağlaşığı olduğunu görmek gerekiyor. Millet ve din içindeki sınıflar mücadelesini görmeyen politika, asla hat açamıyor, kudret olamıyor.

* * *

1986’da Amerikan Baro Vakfı’nın dergisinde çıkan bir yazıda, Marksizmin krizde olduğundan söz ediliyor ve bu krizin temelde onun “iktidar ilişkilerinin ağına yakalanmış” olmasından kaynaklandığı üzerinde duruluyor.[7] Emperyalistler, Marksistlere seksenler boyunca tavsiyelerde bulunuyorlar. Sovyetler temelinde dillendirilen bu tavsiyeler, doksanlardaki tasfiye sürecini biçimlendiriyor.

Bu tavsiyelerde, “iktidar Marksizmi bozmuştur, ütopyadan ve akıldan uzaklaştırmıştır, yozlaştırmıştır” deniliyor. Doksanlarda ütopyanın ve aklın ekmeğini yemek isteyenler, bu önermelere ikna ediliyorlar. Sonuçta iktidarın çemberde kapanmaya yol açtığı, kapalı teorinin, sistemin ve pratiğin çürümeyi beraberinde getirdiği üzerinde duruluyor. Her yanı, açık toplumcular, özgür bireyciler sarıyor. Bu doksanlardaki tasfiye süreci, iki binlerde devreye giren, pürüzlerin giderilmesi, tüm örgütsel farklılıkların düzlenmesi, emperyalizm ve kapitalizm yanlısı teorinin ve pratiğin kolayca akacağı düzlemin oluşturulması bağlamında gerçekleşen tesviye sürecini koşulluyor.

Bahsi geçen Avakyancı yazar, bu pürüzsüzlükte konuşma imkânı buluyor. Kudretin, kuvvetin her şeyi yozlaştırdığını, bunlarla kirlenmiş geçmişi burjuvazinin aklı ve tarihi önünde diz çöktürülmüş “bilimsel komünizm” kurgusuyla arındırmak gerektiğini söylüyor. Özünde istihbarat masalarında imal edilmiş komünizm, dağlarda, ormanlarda, barikatlarda, fabrikalarda, kampüslerde verilen mücadeleyle örülen “kontrolsüz, kirli ve pürüzlü” komünizmi tasfiye etmek istiyor.

* * *

Bir gün bu Avakyancı tarikatın Türkiye (daha doğrusu Almanya) mümessiline “iyi sıhhatte olsunlar”, “ismi gizliler”, gelip iki sayfalık görev emrini teslim ediyorlar. Mümessil, soluğu hemen yeni Nurcuların eline geçmiş olan, adı bilinmeyen bir binada alıyor. Yere bırakılmış Mustafa Kemal portresine ağıt yakan eski “Kaypakkayacı”/yeni Avakyancı Emrah Cilasun, kendisi için açılan kapılardan girerek, kendisine sunulan raporlarla bir kitap kaleme alıyor. Herkes, nereden ekmek yiyeceğini iyi biliyor.

Linkte verilen söyleşide[8] Cilasun ve arkadaşı, izleyicileri üzerinden Avrupa devletlerine “sizin İslam, yabancı ve mülteci düşmanı siyasetinize hizmet ederiz” sözü veriyor. Ettikleri hakaretler, bu minvalde değer ve anlam kazanıyor. Dolayısıyla, onun son nargileci katliamına veya AfD’ye laf etmesi mümkün değil. Çünkü onun aklına göre, tüm devlet katliamları, tüm sömürü ve zulüm, “dinci gericiliğin eseri”.

Avrupa’da oluşmuş bir Neonazi ağı var. Buradaki unsurları Ukrayna’daki çatışmalarda da görüyoruz. Geçmişte Ötekiler Postası gibi ortamlarda bu unsurların Meydan’da başlattıkları gösterilere verilen desteğe tanıklık etmiştik. Bunun sebebi, o Neonazilerin IŞİD’li değil, Müslüman öldürmek için Rojava’ya yollanmış olmaları idi. Dolayısıyla, bugün sol örgütler, son nargileci katliamına asla ses çıkartamazlar.

* * *

Ayşe Düzkan, seksenlerdeki tavsiye, doksanlardaki tasfiye, iki binlerdeki tesviye sürecinin bir ürünü. Yazılarında büyük harf kullanmaması, onun iktidar ve hiyerarşi alerjisiyle ilişkili. Tavsiye-tasfiye-tesviye sürecinde en çok da bu iki kavrama düşmanlık esas. Fukoculuk gibi eğilimlerin popüler olması, iktidar eleştirisi, tahakküm eleştirisi, “sömürü”nün gerici bir kavram olarak kodlanması, hep Marksizm içine yönelik akınlarda başvurulan taktikler. İlgili alerji sonucu, ayrımlar ve ayıraçlar da hükmünü yitiriyorlar. Aslında Düzkan da yazısında bahsini ettiği, HDP kongresinde dillendirilen, “demokrasi olsa dış sermaye gelir” lafına destek veriyor. O harfler, tam da o akış için küçülüyor.

Büyük harf kullanılmayınca anlam da siliniyor. İktidar ve hiyerarşi lügatten silinince politik mücadele anlamsızlaşıyor. Vegan, feminizm, LGBT pratikleri, bu bağlamda istismar ediliyorlar. Bunlar, tavsiye-tasfiye-tesviye sürecinin ana bileşenleri. Akış, güvence altına alınmak zorunda. Bu noktada akışın kutsanması için gerekli ayinse sol mabetlerde icra ediliyor. Sol, yeni dönemin “ezen dini” olarak örgütleniyor. Buradan o, ezilenlerin dinine küfrederek varolabileceğini iyi biliyor.

Eren Balkır
26 Şubat 2020

Dipnotlar:
[1] Ayşe Düzkan, “Halayın Başı ve Peşi”, 26 Şubat 2020, +Gerçek.

[2] Mehveş Evin, “HDP ve Yeni Bir Dil”, 25 Şubat 2020, +Gerçek.

[3] Ezgi Başaran, “Ayşe Buğra Söyleşisi”, 14 Şubat 2020, Duvar.

[4] Osman Kavala İddiası, 19 Şubat 2020, Halktv.

[5] “Kavala İddiası”, 20 Şubat 2020, T24.

[6] İshak Baran, Ajith: A Portrait of the Residue of the Past, Aralık 2014.

[7] Costas Douzinas ve Ronnie Warrington, “Domination, Exploitation, and Suffering”, American Bar Foundation Research Journal, s. 801.

[8] Kitap Söyleşisi: Emrah Cilasun, 31 Ocak 2016, Youtube.

0 Yorum: