27 Şubat 2022

,

Ukrayna Krizinin Kronolojisi

Rusya, kimilerine göre Ukrayna'ya işgal harekâtı, kimilerine göreyse “özel bir operasyon” düzenliyor. Bu anlamda, bugün, buraya nasıl geldiğimizi özetlemek için iyi bir fırsat sunuyor.

Ukrayna'daki tarihsel, siyasi ve etnik bölünmeler, yüzyıllar olmasa da onlarca yıl öncesine dayanıyor, ancak burada konuyu böylesi bir derinlikle ele alacak yerimiz yok. Şimdilik, bu süreci üç temel bölüm dâhilinde ele alacağız: Viktor Yanukoviç’in düşüşü, Kırım referandumu ve ardından yaşanan ve bölgeyi bugünkü olaylara uzanan yola sokan iç savaş.

Kovid hakkındaki “30 Gerçek” gibi, bu makale de arkadaşlarınızın ve yakınlarınızın, Ukrayna'nın yakın tarihi hakkında bilgi edinmelerine yardımcı olacak hızlı bir referans kılavuzu, o döneme ait kaynakların kullanışlı bir indeksi veya ayrıntıları unutanlar için hafızayı tazeleyen bir ders olarak tasarlanmıştır.

Artık başlayalım.

1990
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Almanya'nın yeniden birleşmesinin ardından, birçok Batılı lider, NATO’nun topraklarını doğuya doğru genişletmeyi planlamadığı konusunda o zaman Sovyet lideri Mihail Gorbaçov'a hem yazılı hem de sözlü güvenceler veriyor.

ABD Dışişleri Bakanı James Baker’ın şu sözünü anımsayalım:

“Madem ABD Almanya’daki varlığını NATO çerçevesi dâhilinde sürdürecek, o vakit sadece Sovyetler Birliği değil, diğer Avrupa ülkelerine de NATO’nun mevcut askeri yetki alanının doğuya doğru bir santim bile genişletilmeyeceği hususunda güvence verilmesi önem arz etmektedir.”

1997
Özel Ortaklık Anlaşması, hem NATO hem de Ukrayna temsilcileri tarafından imzalanıyor. Bu belge, Ukrayna'nın kademeli olarak NATO ile işbirliğine geçeceği ve sonunda üye olacağı uzun vadeli bir anlaşmayı ifade etmektedir. İlgili anlaşma, yukarıda verilen güvenceleri doğrudan ihlal etmektedir.

2002
NATO, NATO-Ukrayna Eylem Planı'nı yayınlayarak, Ukrayna ile "daha yakın ilişkilere" olan bağlılıklarını yeniden teyit ediyor ve Ukrayna’nın “Avrupa-Atlantik dünyasıyla tam anlamıyla entegre olabilmesi”ni sağlamak için bu ülkede yapılması gereken “reformlar”la ilgili uzun vadeli planın genel çerçevesi oluşturuluyor.

2008
ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice ve Ukrayna Dışişleri Bakanı Volodimir Ohrizko, ABD-Ukrayna Stratejik Ortaklık Anlaşması’nı imzalıyor. Anlaşma, "ABD'nin NATO ile Ukrayna arasındaki gelişmiş katılımı destekleme konusundaki kararlılığına vurgu yapıyor".

ŞUBAT
Bölgeler Partisi lideri Viktor Yanukoviç, devlet başkanlığı seçimini kazanıyor ve Ukrayna'nın dördüncü Cumhurbaşkanı seçiliyor. Yanukoviç, doğduğu bölge olan Donetsk'in eski valisidir ve etnik olarak Rus olan doğu Ukrayna'da büyük bir oy oranına ulaşarak cumhurbaşkanı seçiliyor.

MAYIS
Devlet Başkanı olarak ilk icraatı, Rusya ile bir anlaşma imzalayarak, Kırım’daki Karadeniz deniz üssünün kira sözleşmesini en az 2042 yılına kadar uzatmak oluyor. Bu karar, Batı basınında sert eleştirilerle ve şaşkınlıkla karşılanıyor. O günlerde bir gazete şu soruyu soruyor:

“Ukrayna'nın AB’ye entegrasyon süreci sona mı erdi?”

Guardian'da yazan Luke Harding şu tespiti yapıyor:

“Bu karar, Ukrayna'nın, Yanukoviç’in Şubat ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazandığı zafer sonrasında onun Rusya'nın nüfuzu altına yeniden girdiğinin şimdiye kadarki en somut delili.”

Ayrıca Harding, "kira süresini uzatma kararı, muhtemelen Ukrayna'nın batı eyaletlerinde Yanukoviç’e karşı muhalefeti artıracak” yorumunda bulunuyor.

BIR PEW anketi, Ukraynalıların çoğunluğunun NATO'ya katılmaya karşı olduğunu ortaya koyuyor.

HAZİRAN
Ukrayna parlamentosu, ülkenin herhangi bir askeri bloğa katılmasını yasaklayan yeni bir tasarıyı oyluyor. Bu, BBC'nin o zaman belirttiği gibi, Ukrayna'nın NATO'ya katılma olasılığını fiilen sona erdirerek, Batı'nın 13 yıldır üzerinde çalıştığı bir planın suya düşmesine neden olacak bir adım.

2012
Yanukoviç’in Bölgeler Partisi parlamento seçimlerinde zafere ulaşıyor ve sandalye sayısını artırıyor. En en büyük rakibi Arseniy Yatsenyuk’un Batkivşçina (Anavatan) partisi, seçimde meclisteki 55 sandalyesini kaybediyor.

Ancak seçimlerde Ukrayna parlamentosuna ilk kez aşırı sağcı bir milletvekili giriyor. Oleh Tyahnibok'un Svoboda (Özgürlük) partisi, yüzde 10’un üzerinde oy alarak meclise 37 vekil sokuyor (Bu vekillerin tamamı, ülkenin etnik olarak Ukraynalı olan batı bölgesinden gelmiştir.)

O dönem basında çıkan haberler ve Open Democracy (Açık Demokrasi) türünden düşünce kuruluşları, Ukrayna'da "aşırı sağ siyasetin" "endişe verici" yükselişine dikkat çekiyorlar.

EYLÜL
Ukrayna kabinesi, uzun zamandır imzalanması beklenen Ukrayna-AB Ortaklık Anlaşması'nın taslağını oybirliğiyle onaylıyor. Genel beklenti, Yanukoviç’in anlaşmayı AB'nin 28-29 Kasım'da Vilnius'ta düzenleyeceği "Doğu Ortaklık Zirvesi"nde resmen imzalaması yönünde.

Ukrayna'ya en fazla kredi sağlayan ve en büyük ticaret ortağı olan Rusya, bu anlaşmanın "kaosa neden olacağı", Ukrayna ile Rusya arasındaki mevcut antlaşmanın şartlarını bozacağı ve Ukrayna ekonomisinin çökmesine yol açacağı konusunda uyarıda bulunuyor. Bu uyarı ile birlikte Rusya, Ukrayna'nın Avrasya Ekonomik Birliği ile yeni bir anlaşma imzalamasını öneriyor.

KASIM
Ukrayna hükümeti, ortaklık anlaşması hazırlıklarını askıya alan bir kararname yayınlıyor. Başbakan Yardımcısı Yuriy Boyko, anlaşmanın mevcut şartlarının "ekonomiye ciddi zarar vereceği" konusunda uyarıda bulunuyor.

Kararnamenin yayınlanması ardından, birkaç gün sonra Maydan meydanında "Avrupa yanlısı” gösteriler başlıyor. Kyiv Post tarafından yapılan bir ankette, AB’ye katılıma verilen destekle Avrasya gümrük birliğine katılıma verilen desteğin aşağı yukarı aynı olduğu görülüyor: ilkine verilen destek yüzde 39, ikincisine verilen destekse yüzde 37 düzeyinde.

Yanukoviç, ayın 28'inde Doğu Ortaklık Zirvesi'ne katılmasına karşın Ortaklık Anlaşması'nı imzalamayarak Ukrayna, Rusya ve AB arasında yeni bir anlaşma öneriyor. Rusya böyle bir anlaşmayı müzakere etmeye açıktır, ancak AB bu teklifi tamamen reddediyor.

Yanukoviç basına verdiği demeçte, ortaklık anlaşmasını imzalamamalarına rağmen Ukrayna'nın AB ile daha yakın ilişkiler için hâlen daha çalışmak niyetinde olduğunu söylüyor: "Ukrayna'da reformlar yapma seçeneği ve Avrupa ile entegrasyon seçeneği diye iki ayrı seçenek yok. Biz bu yolda yürüyoruz ve ondan asla sapmıyoruz.”

Başbakan Mikola Azarov da aynı şeyi söylüyor: "Ortaklık Anlaşması üzerindeki müzakere sürecinin devam ettiğini ve ülkemizi Avrupa standartlarına yaklaştırma çalışmalarının tek bir gün bile durmadığını tüm yetkimle teyit ediyorum."

Bununla birlikte, bu durum Batı medyasında Yanukoviç’in "Rusya ile daha yakın ilişkiler lehine ortaklık anlaşmasını imzalamayı reddettiği"ne dair haberler çıkmaya başlıyor.

Binlerce insan, Maydan Meydanı'nda toplanıyor. Bazı insanlar Kiev Belediye Binası'nı işgal ediyorlar. Muhalif siyasiler Yanukoviç’in "vatana ihanet" ettiğini konuşurken protestolar yoğunlaşıyor, yeni seçimlere sadece 18 ay kalmış olmasına rağmen eylemciler, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yeniden başlatılması çağrısında bulunuyorlar.

29 Kasım'da protestocular, Viktor Yanukoviç’in derhal istifası da dâhil olmak üzere ilk "resmi" taleplerini sunuyorlar.

1 Aralık 2013

"Devrim" sloganları atan binlerce protestocu, çevik kuvvet polisinin diktiği metal bariyerlere hücum ediyor. Protestocular Molotof kokteyli atıyorlar:

Polis meydandan çekiliyor. Yüzden fazla polis memuru da dâhil olmak üzere iki yüzden fazla kişi yaralanıyor.

2 Aralık 2013

Protestocular Maydan çevresine barikatlar kuruyor, hükümet binalarına erişimi engelliyor ve Cumhurbaşkanlığı konutuna saldırmaya çalışıyor. Guardian bile polisin geri çekildiğini yazıyor.

Aşırı sağcı milletvekili Oleh Tyanibok düzenlediği basın toplantısında, bunu resmen "devrim" olarak nitelendirerek, polis ve ordu mensuplarının kendi saflarına geçmelerini istiyor.

12.03.2013

New Republic’te (Yeni Cumhuriyet) yazan Julia Ioffe, özellikle polise Molotof atılmasını gerekçe göstererek Maydan protestocularını övüyor:

“Polis geldiğinde, Moskova yanlılarının aksine, ayrılmadılar. Zincir salladılar, Molotof kokteylleri attılar ve sokaklara barikatlar kurdular. Belediye binalarını ele geçirdiler. Şehir merkezindeki Lenin heykelini devirdiler. Milli marşı söylediler ve ‘Devrim!’ diye slogan attılar.”

8 Aralık 2013

Protestocular Lenin heykelini deviriyorlar. Duvarlara "Yanukoviç sıra sende" yazıları yazılıyor. Kaddafi’nin kesik başını temsil eden bir kukla meydanda "Yanukoviç oyun bitti!" tezahüratlarına taşınıyor. Kyiv Post, Molotof kokteyllerinin hazırlandığına dair haber geçiyor.

10 Aralık 2013

Berkut denilen çevik kuvvet polisi barikatları yıkmaya ve meydanı temizlemeye çalışıyor. Göz yaşartıcı gaz kullanılıyor. Eylemciler bu saldırıya cevap veriyorlar.

11 Aralık 2013

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland ve ABD Büyükelçisi Geoffrey Pyatt protestocuları ziyaret ederek muhalefet liderleriyle konuşuyor. El sıkışırken ve yiyecek dağıtırken fotoğraflanıyorlar:

Aynı gün, Dış İlişkiler Konseyi'nin resmi yayını olan Foreign Affairs, "Yanukoviç Gitmeli" başlıklı bir makale yayınlıyor.

Yine aynı gün, eski Cumhurbaşkanı Leonid Kravçuk, krizi sonlandırmak amacıyla, tüm partilerin üyeleri ve Ukrayna'nın geçmiş cumhurbaşkanlarıyla "yuvarlak masa" etrafında siyasi bir tartışmaya ev sahipliği yapıyor. Bu toplantıya Yanukoviç destek sunuyor ama muhalefet katılmayı reddediyor.

13 Aralık 2013

ABD'li Senatör John McCain Kiev'i ziyaret ediyor ve kalabalığa "Haklı davanızı desteklemek için buradayız" diyor.

Daha sonra aşırı sağcı Svoboda partisinin lideri Oleh Tyahnibok ile el sıkışırken fotoğraflanıyor:

İngiltere'nin Channel 4 "Ukrayna protestolarının merkezindeki aşırı sağcı grup ABD'li senatörle buluşuyor" haberini yapıyor.

2014
OCAK
14 Ocak 2014

Noel/Yeni Yıl dönemindeki durgunluktan sonra protestolar kaldıkları yerden devam ediyor.

15 Ocak 2014

ABD Senatosu Dışişleri Komitesi toplantısında, Dışişleri Bakan Yardımcısı Thomas Melia, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın "Ukrayna'ya yardım etmek" için 5 milyar dolar harcadığını itiraf ediyor.

Bu rakam, hâkimler, milletvekilleri ve siyasi partiler için hazırlanan geliştirme programlarına harcanan 180 milyon doları da içeriyor.

16 Ocak 2014

Haftalarca süren çıkmazın ardından Ukrayna parlamentosu on yeni kanun tasarısını kabul ediyor. Bir bütün olarak "Protesto Karşıtı Yasalar" olarak bilinen bu yasalar, şiddeti teşvik eden milletvekillerinin meclis dokunulmazlığının kaldırılması ve kamu yollarını engellemek için araç kullananların ehliyetlerinin kaldırılması da dâhil olmak üzere protesto faaliyetlerine sıkı bir darbe indirilmesine imkân sağlıyor.

19 Ocak 2014

Hruşevskoho Caddesi'nde çevik kuvvet polisleri ile protestocular arasında çıkan çatışmalarda, protestocuların çoğunun Svoboda ve Sağ Sektör gibi aşırı sağ gruplara mensup insanlardan oluştuğu, bu kişilerin neo-nazi sembollerini kullanıp aşırı sağcı sloganlar attıkları görülüyor.

25 Ocak 2014

Cumhurbaşkanı Yanukoviç, muhalefet liderlerine ulaşarak, onlara Yatseniyuk'u Başbakan, Vitaliy Klitçko'yu da yardımcısı olarak atayacak bir güç paylaşımı anlaşması teklif ediyor. Muhalefet, teklifi reddediyor.

28 Ocak 2014

Uzlaşma jesti olarak, parlamento, on protesto yasasının dokuzunu yürürlükten kaldırıyor, eylemlere katılan herkese af tanıyan yeni bir yasa çıkartarak, hükümet binalarındaki işgalin sonlanmasını sağlıyor. Muhalefet bu şartlara da karşı çıkıyor.

ŞUBAT
7 Şubat 2014

Nuland ve Pyatt arasında kaydedilen ve “AB'yi siktir et!” lafının geçtiği telefon konuşmasının kaydı basına sızdırılıyor.

28 Ocak tarihli konuşmada Nuland ve Pyatt, Yanukoviç gittikten sonra Ukrayna kabinesinin yapısını uzun uzadıya tartışıyor. Yanukoviç’in iktidardan uzaklaşmasına daha 25 gün var.

Aynı gün Kyiv Post tarafından yayınlanan bir ankette, Maydan protestolarına destek verenden daha fazla Ukraynalının eylemlere karşı çıktığı ortaya konuluyor.

16 Şubat 2014

Bir başka uzlaşma girişiminde hükümet, protestolar sırasında tutuklanan tüm mahkûmları serbest bırakıyor, bu kez muhalefet bir cevap geliştiriyor ve Kiev Belediye Binası'nda üç aydır süren işgale son veriyor.

19 Şubat 2014

Cumhurbaşkanı Yanukoviç, üç ana muhalefet liderinin imzaladığı ortak bildiride "ateşkes" ilân ediyor. Bildiride, kalıcı bir barış için müzakere taahhüdünde bulunuluyor.

20 Şubat 2014

Keskin nişancılar, Maydan Meydanı'ndaki kalabalığa ateş açıyorlar, saldırı sonucu en az altmış kişi ölüyor. Hem protestocular hem de polis memurları hayatlarını kaybediyorlar. EuroNews'in haberine göre "ateşkes, imzalandıktan sadece birkaç saat sonra bozuluyor.”

21 Şubat 2014

Kan dökülmesine rağmen müzakereler devam ediyor ve tüm taraflarca imzalanan "Ukrayna'daki siyasi krizin çözümü anlaşması" ile sonuçlanıyor.

Anlaşma, 2014 sonuna kadar, yeni cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından, geçici bir "Ulusal Birlik Hükümeti" kurulmasını gerekli kılıyor. Ayrıca, önceki gün Maydan'da meydana gelen silâhlı saldırılarla ilgili bir soruşturma açılması çağrısında da bulunuluyor.

Yanukoviç, hükümetin olağanüstü hâl ilân etmeyeceğine veya orduyu aramayacağına ve protestocuların tüm kamu binalarını ve yasadışı silâhları teslim etme karşılığında tüm polisi protestoların yapıldığı yerden geri çekeceğine söz veriyor.

Neo-Nazi Sağ Sektör örgütünden Dmitriyo Yaroş da dâhil olmak üzere militan protestocuların liderleri anlaşmayı reddediyorlar ve Yanukoviç’in derhâl istifa etmemesi hâlinde Parlamento ve Başkanlık Konutu'nu basmakla tehdit ediyorlar.

22 Şubat 2014

Polis, anlaşmanın şartlarına uymak yerine, protestocuları geri çektiğinde hükümet binalarını basıyor ve Kiev'in kontrolünü ele geçiriyor. Yanukoviç, Ukrayna'nın doğusundaki Harkiv şehrine kaçıyor.

O dönem Time dergisinde çıkan bir makalede şu habere yer veriliyor:

“Ukrayna'nın kuşatılmış Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç, protestocuların Ukrayna'nın başkentinin kontrolünü tamamen ele geçirdiği Cumartesi günü Kiev'den kaçtı. Eylemciler, Avrupa Birliği destekli bir barış anlaşmasının imzalanmasından sadece birkaç saat sonra üç aylık kriz bağlamında dramatik bir dönüş yaşanacağına dair işaret vermiş oldular. [...] Polis, başkent genelindeki görev yerlerini terk ederken, muhalefet kilit kavşaklar üzerinde kontrol kurdu ve Başkanlık sarayını ele geçirerek Yanukoviç’in eski konutunun etrafını kuşattı.”

Şehrin ele geçirilmesi sonrası parlamento, Yanukoviç’in görevden alınması ile ilgili bir oylama gerçekleştiriyor. 120 vekilin katılmadığı oylamada 328 kişi görevden alma kararına onay veriyor. Anayasaya aykırı olan bu oylama, aslında yasal anlamda herhangi bir bağlayıcılığı olmayan bir azille neticeleniyor.

Doğudaki Harkiv kentinde bulunan Yanukoviç televizyona çıkarak bir konuşma yapıyor ve hâlen daha "Ukrayna'nın meşru seçilmiş cumhurbaşkanı" olduğunu, ülkeden kaçmaya niyeti olmadığını söylüyor.

24 Şubat 2014

Parlamento, Ukrayna Anayasa Mahkemesi'nin üçte birini görevden alıyor, Cumhurbaşkanı Yanukoviç hakkında tutuklama emri çıkartıyor.

25 Şubat 2014

Yanukoviç’in üyesi olduğu Bölgeler Partisi, parlamentoda onun başkanlığına onay vermiyor, Yanukoviç hayatının tehlikede olduğunu iddia ederek Rusya'ya kaçıyor.

27 Şubat 2014

Arseniy Yatsenyuk, başbakanlığı, Mayıs 2014'teki seçimler sonrası resmileşmesi kaydıyla, geçici başbakan oluyor.

Vitaly Klitçko Kiev Belediye Başkanlığı'nın bir alt kademesine çekilirken, Oleh Tyahnibok basit bir milletvekili olarak görevine devam ediyor.

Ukrayna'nın yeni hükümeti, Nuland'ın 28 Ocak'taki telefon görüşmesinde öngördüğü gibi şekilleniyor.

Aynı gün NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, basına Ukrayna'nın askeri bloğa katılması için "kapının hâlâ açık olduğunu” söylüyor.

28 Şubat 2014

İngiltere'deki güncel olayların aksettirildiği akşam programı Newsnight'ta "Yeni Ukrayna'daki Neo-Nazi Tehdidi" başlıklı bir bölüme yer veriliyor.

MART
Kalabalığa ateş eden keskin nişancıların Ukrayna hükümeti tarafından görevlendirilmedikleri, kaos çıkarmak amacıyla her iki tarafa da ateş ettiği ile ilgili kanıtlar ortaya çıkartılıyor.

Bu kanıt, Estonya Dışişleri Bakanı Urmas Paet tarafından AB'nin Dış Politika Şefi Catherine Ashton'a bir telefon görüşmesi esnasında iletiliyor. Sonrasında basına sızdırılan bu görüşmenin doğru olduğunu Estonya hükümeti de teyit ediyor.

Ne AB ne de Ukrayna'nın yeni hükümeti, bu kanıtları araştırmak ya da katilleri adalete teslim etmek için herhangi bir çaba ortaya koyuyor.

21 Mart'ta Ukrayna'nın geçici hükümeti, tartışmalara yol açmış olan, AB ile birleşme anlaşmasıyla ilgili kanunu imzalıyor.

EKİM
2014 parlamento seçimlerinin ardından, beş partili koalisyon hükümeti NATO'ya katılım meselesini resmen “ulusal öncelik” hâline getiriyor.

* * *

Viktor Yanukoviç’in düşüşüne yol açan önemli olayların kronolojisi bu şekilde. Ortada gerçekten bir halk devrimi mi yoksa NATO destekli bir darbe mi var, siz karar verin.

Kit Knightly
24 Şubat 2022
Kaynak

26 Şubat 2022

,

Donbas

Rusya Donbas Cumhuriyetlerini Neden Tanıdı?

Bugün savaş ve emperyalizm karşıtı net bir tutuma sahip olabilmeleri için sınıf bilinçli işçilerin Rus Federasyonu’nun 21 Şubat tarihli, Donbas cumhuriyetlerini tanıma kararının önemini kavramaları gerekmektedir. Rusya, Donetsk ve Lugansk cumhuriyetlerini, Ukrayna’dan bağımsızlıklarını ilân etmelerinin üzerinden yaklaşık sekiz yıl geçtikten sonra, bağımsız ve egemen ülkeler olarak tanımıştır.

Rus Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısının TV’den canlı yayınlanması sonrası Putin, “Donetsk Halk Cumhuriyeti’nin ve Lugansk Halk Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ve egemenliğini acilen tanıma kararını, o aslında uzun zaman alınması gereken kararın alınmasını gerekli görüyorum” dedi.

Putin, cumhuriyetleri tanıyan cumhurbaşkanlığı kararnamelerini imzaladı, bu cumhuriyetlerle imza edilecek dostluk ve karşılıklı işbirliği anlaşmasının zeminini hazırladı, ayrıca Rus arabuluculara istendiğinde Donbas’a gitme yetkisi verdi. Donetsk lideri Denis Puşilin ve Lugansk lideri Leonid Paseçnik de kendi ülkeleri adına kararnamelere imza attı.

Bu gelişme karşısında ABD ve onun müttefikleri kararı kınadı.

Rusya’nın kararı, Ukrayna ordusunun bu iki küçük cumhuriyete yönelik saldırılarının tırmandığı birkaç günlük sürecin ardından alındı. Ukrayna’nın NATO tarafından silâhlandırılıp eğitilmiş olan ordusunun üçte ikisi, Rusya yakınındaki Donetsk ve Lugansk’a yaklaşık 300 kilometre uzaktaki bir hatta konuşlandırıldı. Diğer yandan, 175.000 NATO askeri de Rusya’nın batı sınırına gönderildi.

Ukrayna, 17 Şubat’tan veri Donbas bölgesine topçu saldırısı düzenliyor. Bu bölgedeki insanlara ateş açılıyor, burada terörist eylemlere imza atıyor. Bu süreçte Donbas Halk Milisleri üyesi birçok insan ve sivil öldürüldü ya da yaralandı, evler yıkıldı, su arıtma tesisleri, doğal gaz boru hattı ve okullar gibi önemli yerlere saldırılar gerçekleştirildi.

Donetsk ve Lugansk’ta halkın tahliye süreci 18 Şubat’ta başladı. Herkes, Ukrayna’nın kısa süre sonra bölgeyi işgal edeceğini görürken, gerçeğe gözlerini kapatmış olan Biden yönetimi, bıkıp usanmadan, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeyi planladığını söyledi.

Donetsk’e düşen bombalar bir ara susmuşken, Rusya’nın açıklamasından kısa bir süre sonra tekrar atılmaya başlandı. 22 Şubat günü bu bombalardan biri Donetsk televizyon binasına düştü, ayrıca Ukrayna’ya ait bir tanksavar füzesi iki Lugansklı sivili öldürdü.

Washington Ne İstiyor?

Kasım 2021’den beri Washington, Ukrayna’ya Donbas’a büyük bir saldırı gerçekleştirmesi yönünde hiç durmadan baskı uyguladı. Burada amaç, NATO’nun genişlemesi için gerekli bahaneyi elde etmesini sağlamak adına, Rusya’yı savaş alanına çekmek ve onun Batı Avrupa’ya yaptığı petrol ve doğal gaz ihracatını kesmekti.

21 Şubat günü yaptığı konuşmada Putin’in de dile getirdiği gibi, ABD kapitalizmi otuz yıldır, baştaki o iki büyük partisiyle Rusya’yı bölüp parçalamak ve Washington’ın kontrolü altına almak istiyor.

22 Şubat günü Biden ve Savunma Bakanı Lloyd Austin, binlerce Amerikan askerinin, saldırı helikopterlerinin ve savaş uçaklarının Doğu Avrupa’ya konuşlandırılmasını emretti.

Biden ise Donbas cumhuriyetlerinin tanınması kararına destek veren parlamenterlere yaptırım uygulanması dâhil kapsamlı ve yeni bir dizi yaptırıma onay verdi. Diğer emperyalist ülkeler ve ABD’ye bağlı kukla rejimler, hızla bu karara uyum gösterdiler.

Belki de bu bağlamda yaşanan en önemli gelişme de 22 Şubat günü Almanya’nın yeni tamamlanan ve Rusya’dan Avrupa Birliği’ne doğal gaz akışını artıracak olan II. Kuzey Akım doğal gaz boru hattına yetki vermeyeceğini açıklamasıydı.

Washington’ın Rusya karşıtı harekâtının asıl amacı, Avrupa ile Rusya arasındaki bağları kopartıp, Avrupa’yı ABD’nin elindeki ve kontrolündeki kaynaklardan petrol ve doğal gaz almaya zorlamak, böylece kâr akışının yönünü ABD bankalarına doğru çevirmekti. Sanki bu tezi doğrulamak istercesine, 23 Şubat günü petrol ve doğal gaz fiyatları rekor seviyelere yükseldi, petrolün varil başına fiyatı 100 dolara çıktı.

NATO üyesi tüm emperyalist ülkeler içerisinde Almanya, ABD’nin savaş çıkartma arzusuna en fazla ayak direyen ülke oldu. Ama bunun bir önemi yok, çünkü AB içerisindeki en büyük ekonomik güç olsa da Almanya, Pentagon’un işgali altında, ayrıca 120 ABD üssüne sahip emperyalist dostu Japonya’dan sonra 119 üslü ikinci sırada.

Tanıma Kararının Önemi

Rusya’nın Donetsk ve Lugansk cumhuriyetlerini tanıma kararı, Ukrayna’nın sekiz yıldır yürüttüğü savaşla ve uyguladığı yaptırımlarla uğraşmak zorunda kalmış, bu süreçte 14.000’ten fazla insanını kaybetmiş Donbaslılar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Önemli olan şu ki geç de olsa bu iki cumhuriyette yaşayan insanların 11 Mayıs 2014 tarihinde düzenlenen referandumda aldıkları demokratik karar kabul görmüş, NATO ve Neonazi güçlerinin saldırılarını savuşturmak için yaptıkları fedakârlıklar, ciddiye alınmış oldu.

Donbas bölgesini “temizlemek” isteyen Ukraynalı faşistler gibi bu insanlar da Kiev’in ileride yapacağı bir saldırının artık Rusya’yla askerî çatışma ihtimalini gündeme getireceğini biliyorlar. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski de bundan korkuyor, Washington’a gönüllü kuklalık yapan bir isim olarak ülkesinin direnecek gücü olmadığını da görüyor.

Öte yandan Rusya’nın da bu adımı atmaktan başka çaresinin olmadığını görmek gerekiyor. Sekiz yıldır, 2014’teki ABD destekli darbeden beri Moskova, Rus güçlerini Ukrayna’yla savaşa sokma amacını güden Batı kaynaklı bir dizi girişimi savuşturmasını bildi. Ama o da kendisine başka bir seçenek bırakılmadığını, hareket alanının kalmadığını gördü.

Rus halkının büyük kısmı Donbas halkının arkasında. Dolayısıyla bu iki cumhuriyeti yüz üstü bıraktığı takdirde Putin hükümetinin geleceği kuşkulu hâle geleceği açık.

Putin’in TV’den yayınlanan konuşması sonrası Rusya’nın çatışma içine çekilmesiyle birlikte yüzleştiği risklere dair analizlere, bir de Sovyet karşıtlığı ile Rus milliyetçiliğinin tahrif ettiği Ukrayna tarihine dair analizler eşlik etti. Dürüstçe kabul etmeliyiz ki bu durum, Rus ve Ukraynalı işçiler arasında dayanışma zemininin yeniden oluşturulması önünde bir engel teşkil ediyor.

Gene de Rusya’nın Donetsk ve Lugansk halk cumhuriyetlerini tanıma kararının önemini başka bir açıdan ele almak gerekiyor. Bu tanıma kararı ile birlikte Sovyetler Birliği’nin dağılmasının üzerinden otuz yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün hâlâ o çokuluslu Sovyet işçi sınıfı içerisinde antifaşizmin ve enternasyonalizmin köklü bir geleneğe sahip olduğunu görüyoruz.

Bugün ABD’nin ve dünyanın tüm işçileri ve ezilenleri, Washington’ın, Wall Street’in ve şirket medyasının yalanlarına karşı çıkmalı ve şu talepleri dillendirmelidir: “Rusya’yla savaşa hayır! Biden, Donetsk ve Lugansk’ı tanı! ABD Ukrayna’dan defol!”

Greg Butterfield
24 Şubat 2022
Kaynak

25 Şubat 2022

,

Korkuluk


Özgürlük Hareketi İçerisindeki Korkuluk Olarak “Faşizm”

Avustralya’nın politik tarihi, ulaştığı kitle bakımından en büyük gösteriye şahitlik etti. 12 Şubat günü kitlesel eylemle ve parlamento binasına yapılan yürüyüşle sonuçlanan Özgürlük Konvoyu eylemi, Kanberra’da iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalığın oluşmasını sağladı.[1]

Toplam sayı konusunda tahminde bulunmak güç. Ama en azından şunu biliyoruz: Polis, Kahramanlar Parkı’nda kamp kuran insan sayısının 800.000’e ulaştığını, o gün başkent topraklarına giren araç sayısının 1,4 milyonu bulduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Bazı araçların elli ya da daha fazla insan taşıyan otobüsler olduğunu düşünürsek, rahatlıkla aşı pasaportunu ve aşı ile ilgili dayatmaları yürürlükten kaldırmaya kararlı insan sayısının en az bir-iki milyon olduğunu güvenle söyleyebiliriz. Kitlenin en çok attığı slogansa siyasetçiler için dillendirilen “Hepsini sepetleyin!”di.

Öte yandan, “on bin kadar aşı karşıtı eylem yaptı” diyen ana akım medya[2] artık tahammül edilemez bir hâl alan zorbalık ve zulüm karşısında boyun eğmeyen kitlelerin ayaklanmasının önünü almaya çalışan, eski dünyanın bir parçası olarak müesses nizamın sözcülüğünü yaptığını bir kez daha ortaya koydu.

Özgürlük Hareketi Dünyaya Yayılıyor

Kanberra hedefiyle yola koyulan Özgürlük Konvoyu’nun ilham kaynağı, Kanada’da, kışın ortasında, sıfırın altına inen soğuk bir havada başkent Ottawa’ya giden, yol boyu binlerce insanın sevgi gösterisinde bulunduğu on binlerce kamyoncunun o oyunları bozan Özgürlük Konvoyu idi. Kanada-ABD sınırını geçip eylem yapmalarını sağlayan kıvılcımı aşı direktifleri olsa da aslında kamyoncular “artık yeter” demek için bu eylemi yapmışlardı. Kitle hareketi en yoğun baskıyı, Kanada’da ticaretin en yoğun aktığı yol olan Elçi Köprüsü’nde gördü.[3]

Yeni Zelanda’da ise Özgürlük Konvoyu eylemcileri, aşı direktiflerine karşı kararlı bir eylem ortaya koymak adına, Wellington’daki meclis binası karşısında toplandılar. Polisin sert müdahalesi sonucu elli kişi gözaltına alındı, tüm Kovid kısıtlamaları kaldırılana dek orada kalmaya yemin etmiş olan insanların kamp çadırları zorla söküldü.[4]

Aynı hafta sonu Özgürlük Konvoyu, Paris yoluna koyuldu. Devlet, şehre yedi bin polis konuşlandırmak zorunda kaldı. Göstericiler yolları tuttular, Fransa ve Kanada bayrakları sallayarak “QR Kodu, Bir Daha Asla!”, “Özgürlük” ve “Aşı Pasaportuna Hayır!” diye bağırdılar.[5]

Özgürlük Hareketi, temel demokratik haklar, yurttaşlık hakları ve insan hakları ile ilgili olsa da onu tek başına hak talebine indirmek doğru olmaz. Aşı direktifleri ise milyonlarca işçinin hayata son verebilecek deneysel bir ilâcı alması koşuluyla çalışmasına izin verilmesiyle alakalı.

“Liberal demokratik” denilen, ama aslında emperyalist olan devletlerin tüm anayasalarına, insan hakları sözleşmelerine, mevzuatına ve her türden burjuva hukuka bile aykırı olan, soykırımın önünü açan, istihdamla ilgili bu türden talimatları hükümsüz kılmaya çalışan bir kitle hareketi, gayet de sanayi ile alakalı bir mesele. Dahası, “aşısızlar”ın toplumdan dışlanması, ırk ayrımcılığının dehşet verici ve eşi benzeri görülmemiş bir biçimi olarak tarif edilmeli.

Kovid Solu Teslim Oluyor

Modern tarihin en büyük politik hareketi, liberal demokrasiyi faşizmle ikame etme yönünde açık bir hamle yapmış olan hükümetin uyguladığı baskılara karşı kesintisiz bir eylemlilik süreci içine girmesine rağmen, eskiden kapanmacı olan Kovid solu, işçi sınıfına ihanet etmeyi, üstelik bu ihaneti katmerleyip başka bir seviyeye taşımayı tercih etti.

Daha önce de dile getirdiğimiz biçimiyle, görünüşte solcu olan partilerin Kovid konusunda yaptıkları kahpelik, 4 Ağustos 1914’teki kahpeliği bile geride bıraktı. O dönemde tüm “sosyalist” partiler, “kendi ülkelerindeki” yönetici sınıfa destek sunmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda açılan siperlere koşmuştu.[6]

Bugün de Kovid solu, büyük finans sermayesinin başlattığı iç savaşın ta başından itibaren “kendi” emperyalizminin safında yer aldı, bir yandan da Kovid faşizmine karşı harekete geçen milyonlarca işçiyi ve ezileni “aşırı sağcı” veya “faşist olarak damgalayıp paylamaya çalıştı. Süreç dâhilinde Kovid solu, sadece Marksizme saldırmakla kalmadı, aynı zamanda onu çürütüp un ufak etti.

Örneğin ilkokul çocuklarının eve kapanmalarını, okul kapılarına kilit vurulmasını hararetle savunan ve bu yönde kampanya yürüten Sosyalist Eşitlik Partisi (SEP), bugün Ottawa’daki Özgürlük Konvoyu’nu “aşırı sağcı ve faşist eylemcilerin gerçekleştirdiği bir işgal” olarak görüp kınayabiliyor.[7]

Avustralya’da faaliyet yürüten Sosyalist Seçenek (SÇ) ise büyük önem taşıyan ve belirli bir nizam dâhilinde örgütlenen Özgürlük Hareketi’ne en fazla saldıran örgüttü. Gene aynı şekilde bu hareketi “faşist, aşırı sağcı ve sağlık düşmanı” olarak eleştiren SÇ[8] Irkçılığa ve Faşizme Karşı Kampanya adı altında bir çalışma başlattı, ama kendi dışındaki Kovid solunu bile harekete geçirmeyi başaramadı. SÇ’nin örgütlediği, sınırlı sayıda insanın katıldığı yürüyüş, Özgürlük Hareketi’nin yüz binleri örgütleyen eylemleri yanında ihmal edilecek düzeyde kaldı. Neticede bir tarafta elli, diğer tarafta yüz bin, bir başka eylemde ise bir tarafta en fazla bin kişi diğer tarafta ise dört yüz bin kişi vardı. Asıl merak edilmesi gerekense, yüz binlerce insanın katıldığı eylemi protesto eden ve onun yüz binde biri kadar insanın katıldığı eylemdeki bir insanın aklından ne geçtiğiydi!

Kısmen itibarlarını korumayı bilmiş olan Dayanışma isimli örgütse bugünlerde, Özgürlük Hareketi’ni “faşist” olarak damgalayıp eleştirmek ve ona karşı eylemler yapmak yerine, “pandemi” güçlerine yönelik sol muhalefetin oluşması gerektiğinden söz ediyor. Söylem düzeyinde de kalsa örgüt, en azından aşı direktiflerine karşı çıkan sol eylemlerin örgütlenmesi çağrısı yapıyor, ama muhtemelen bunu da “sağcı” özgürlük hareketinin altını oymak için yapıyor.

Esasında Dayanışma örgütü, az çok makul laflar ediyormuş gibi görünse de Kovid solunun dostlar alışverişte görsün diye eyleme katılmış üyeleri olarak arz-ı endam etmek istiyor, ama aslında dertleri, “eskinin faşist örgütleri özgürlük hareketi içerisinde yer alıyor, tek tek Neonaziler örgütlenme sürecine sızdı” diyebilmek.[9] Buna karşın örgüt, Özgürlük Hareketi’nin bileşimi ile ilgili iddialarını kanıtlayacak tek bir şey öne süremiyorlar. Kimse de bu arkadaşlara, “örgütlenme sürecinin içinde yoksunuz, onun bileşimini nereden biliyorsunuz?” diye sormuyor.

Sosyalist İttifak (Sİ), dergileri Yeşil Sol’da çıkan bir haber ile kimlik politikası ödülünü hak ediyor. Dergide yer alan haberde, 12 Şubat’ta Kanberra’da yapılan mitinge katılanların büyük bir kısmının “orta yaşlı ve İngiliz-Avrupa kökenli” olduğu söyleniyor, sonrasında ise biraz da gönülsüzce, mitinge birçok insanın aileleriyle ve çocuklarıyla katıldığından bahsediyor. İşin garip yanı Sİ de tıpkı burjuva basın gibi mitinge sadece “on bin kişi”nin katıldığını söylüyor.[10] Avustralya tarihinin şahit olduğu en büyük yürüyüşü “aşı karşıtı” diyerek alaya almaya çalışan dergi, Özgürlük Hareketi’nin ana taleplerinin aşı karşıtlığıyla değil, aşı direktifleriyle ve dayatmalarıyla alakalı olduğunu, yani aslında hükümetin insanların tercihlerini sormadan onlara zorla aşı yaptırmasına, işten çıkartılıp masaya bir tabak yemek koyamama, başını sokacak bir eve sahip olamama ihtimaline karşı çıktıklarını görmüyor. Kovid süreci başladığından beri “sol” denilen kesimin büyük bir kısmının karşı çıktıklarını iddia ettikleri kurumlardan yana saf tuttuğuna şahit oluyoruz.

Kimlik politikasının diğer bir savunucusu olan Troçkist Platform (TP), elitlerin, zenginlerin kucağına koşma konusunda daha da acul davranan bir örgüt. Örgütün tespitine göre aşıya, maskeye ve sosyal mesafe kurallarına karşı çıkanlar, itirazlarını esasen “aşırı bireycilik” üzerinden yapıyorlar, bu anlamda sosyalist hareket ile sendika hareketinin dayandığı kolektivist ruha karşı çıkıyorlar.[11]

İşçilere yönelik bu türden bir nefretin ne vakit, nerede başladığını bilmiyoruz. Bu örgütteki kişilerin, sarı sendikacılıktaki kalleşlikten ayrı ve bağımsız duran her türlü siyasetten uzak olduklarını söylemek gerekiyor.

Kovid dinine kapitalist siyasetçilerden bile fazla inandığını ispatlamak adına Avustralya Sendikalar Konseyi (ACTU) kısa süre önce ücretsiz yapılan Hızlı Antikor Testi talebini dillendirmek amacıyla grev kararı alabileceğini söyledi.[12] İnsan, en azından “Marksist” olduğunu iddia eden bir örgütün alabildiğine muhafazakâr olan bir sendika bürokrasisinin solunda konumlanmasını bekliyor, ama bu istek TP gibi örgütler için fazla. Bu noktada TP’ye şunu sormak gerekiyor: “Eğer ileride Avustralya Sendikalar Konseyi yöneticileri çıkıp ‘aşısızlar’ işten atılsın talebinde bulunurlarsa TP onlara destek verecek mi?” Böylesi bir durumda bile örgütün o derin uykusundan uyanabileceğini sanmıyoruz.

Pratikte Stalinist olan, kendilerinin “Marksizm-Leninizm”i temel aldıkları iddiasında bulunan yapılar da tıpkı (sahte) “Troçkist” partiler gibi aynı telden konuşarak işçi hareketinin dağarcığından tüm klasikleri silmekle meşgul.

Avustralya Komünist İşçi Partisi (CWPA), Avustralya’da bulunan Viktorya eyaletinin başbakanı, diktatör Daniel Andrews’le aşı dayatmaları konusunda aynı safta buluşan sendika yöneticilerinin ihanetine karşı tepkilerini ortaya koyan İnşaat Ormancılık, Madencilik, Denizcilik ve Enerji Sendikası üyesi işçileri kınamaktan geri durmadı. Parti, işlerini kaybeden işçilere yönelik ağır sözler sarf etti.[13]

Avustralya Komünist Partisi (CPA) ise nispeten daha kontrollü bir tavır sergiledi ve Özgürlük Hareketi’nin “zararsız olarak görülmesinin doğru olmadığını, dipten derinden kendi içinde aşırı sağcılığı barındırdığını” söyledi.[14] Sürecin başından beri parti, kapanma karşıtlığını ve özgürlük hareketini “faşist ideolojinin hareketi” olarak görüp eleştirdi.[15]

Tamam, bizim Stalinizme yönelik genel bir itirazımız söz konusu, ama gene de bu partilerin tüm üyelerinin liderlerinin büyük medya kuruluşları, büyük ilâç tekelleri, büyük teknoloji devleri, yani toplamda aşırı zenginler önünde diz çökme eğilimi içerisine girmelerini sorgulamadıklarına inanmadığımızı söylemek istiyoruz.

Eski ve Yeni Faşizm

Her şeyin ötesinde faşizm, kapitalist devletle özel şirketler arasındaki kaynaşmayı ifade eder. Bunun en yalın ifadesi, büyük medya kuruluşlarının, büyük ilâç tekellerinin ve büyük teknoloji devlerinin taraf olduklarını gizlememeleri, Kovid ile ilgili farklı görüşleri sansürlemeleri, hatta en ünlü kardiyologların, doktorların ve virologların bile seslerini susturmalarıdır.

Zenginlerin peşinden giden Kovid solu, şirketlerin en tepelerinde ve hükümet koltuklarında oturanlardan farklı görüşleri olan solcularla veya sıradan insanlarla tartışma fikrine bile karşı çıkıyorlar. Bir yandan uyum talep ederken bir yandan da çeşitlilik vaazları veriyorlar. Dahası Kovid solcuları, bizim kendi düşünceleri önünde eğilmemizi istemekle kalmıyorlar, ayrıca parlamentarist usulleri birer süs gibi görüp onlardan kurtulma sürecine girmiş, yani özünde faşizme yüzünü çevirmiş kapitalist devletlere boyun eğmemizi bekliyorlar.

“Bir liberalin üzerindeki yaldızı kazıyın, altından bir faşist çıkar.” Altmışlarda edilmiş olan bu laf, bugüne daha fazla uymaktadır. Yirminci yüzyılda bir faşisti kolayca tanıyabilirdiniz. O, Nazi Partisi yanlısıydı, siyah veya kahverengi gömlek giyerdi veya aşırı milliyetçiliğin herhangi bir biçimine bağlı olurdu. Kovid döneminde faşiste “faşist” denmiyor, yapıp ettikleri ve tüm davranışları farklı bir ambalaja sarılıyor. Bugün faşizmi insanî ilkelerden, çoğulculuktan ve “halk sağlığı”ndan yana olduğunu söyleyen “ilerici” liberaller arasında aramak gerekiyor.

Onlar psikolojik düzeyde kendilerinin “ilerici” olduklarına inanıyorlar. Yüzeyden bakıldığında kimse bu insanlara “faşist” demez, ama davranışlarına bakıldığında, onların faşizme benzeyen, hatta faşizmle birebir aynı olan şeylere imza attığı görülür.

Bu noktada akla, otuzlarda Nazi totaliterizmini iktidara askerlerin değil, doktorların ve bilim insanlarının taşıdığı gerçeği gelmeli. Öjeni, “üstün ırk”, “istenmeyen kişilerin imha edilmesi” gibi başlıkların, bugün “aşısızlar”ın toplumdan dışlanması istemiyle arasındaki benzerlik gün gibi ortada.

Kovid solunun işçi sınıfına karşı işlediği günahları örtbas etmek için günah keçilerine ihtiyacı var. Tersten kendi konumlarını birilerine ispatlamak adına Kovid solcuları, bugün Kanada’da, ABD’de, Avrupa’da, Avustralya’da ve başka ülkelerde yönetici sınıfları ümitsizce hedef alan Özgürlük Hareketi’nin yok edildiği takdirde selamete ereceklerini düşünüyorlar. Bu noktada harekete en ağır iftiraları atıyor, hayal dünyalarında “faşist” diye bir korkuluk imal ediyor, sonra ellerindeki dövizlerle onları öldürüp işçi sınıfını “aşırı sağ”a karşı uyarmak suretiyle “sosyalistler” olarak görevlerini ifa edeceklerini düşünüyorlar.

Özü biçimden ayırmayı beceremeyen bu solcular, birçok liberalin, “Marksist”in, anarşistin, barış eylemcisinin, sendikacının ve kendi dar gruplarının, sosyal demokrat, çevreci ve muhafazakâr politik partilerle tek bir politik blok meydana getirdiklerini görmüyorlar. Bir kâbustan uyanıp diğerine daldıkları koşullarda akletme ve idrak etme melekelerini yitiren sol, söz konusu bloğun Kovid dönemindeki “sağlık” faşizminin politik ve ideolojik temelini attığını anlamıyor. Yönetici sınıf, Kovid dönemi için hazırladığı ajandayı yürürlüğe koyma konusunda tam da bu bloğa güveniyor. Bu ajanda ise açıktan yürütülen iç savaş dâhilinde alınan tedbirler üzerinden, işçi sınıfının en ağır şekilde ezilmesi hedefi üzerine kurulu.

Öte yandan, Bill Gates, Jeff Bezos, Klaus Schwab, Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler gibi küresel elitlerin “sosyalizm”i ve “komünizm”ine karşı mücadele ettiği vehmine kapılsa bile Özgürlük Hareketi, elindeki o milliyetçi bayrağa rağmen, nesnel açıdan Batı kapitalizminin mevcut aşamasına (Kovid döneminin “sağlık” faşizmine) karşı direniyor. Ayrıca Özgürlük Hareketi faşizmle mücadele ettiğinin de bilincinde. Tam da bu yüzden o, “faşizme ve komünizme karşı mücadele ediyoruz” diye bağırıyor. Ne var ki hareket, en genel manada faşizmin kapitalizmle bağlantılı olduğunu, kapitalizmin faşizmi doğurduktan sonra belirli bir noktada dizginleri ona teslim ettiğini göremiyor. Kovid döneminin “sağlık” faşizmi, bahsini ettiğimiz sınıflı toplumun gelişim kanunu karşısında bir istisnayı ifade etmiyor.

Hiç şüphe yok ki Özgürlük Hareketi’ndeki milliyetçilik (Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Fransa gibi ülkelerde yapılan gösterilerde o ülkelerin bayraklarının bol miktarda dalgalandırılması) özgürlük yanlısı Marksistlerin sabırla ve davranış inceliği ile bertaraf etmesi gereken, önemli bir meseledir.

Bugün işçi sınıfı, tüm hükümetlerin, politikanın sağının solunun, neredeyse tüm politik partilerin kendisine ihanet ettiğini düşünüyor ki bu düşüncenin yanlış olduğunu kimse söyleyemez.

Böylesi bir gerçekliğe rağmen gerçek devrimciler Özgürlük Hareketi’ne katılmalı, zulme karşı ayaklanan kitlelerle omuz omza dövüşmeli, bir yandan da sınıf bilinci olan işçileri, gerçek özgürlüğün ancak, temelleri çatırdamış kapitalist rejimleri tasfiye edecek ve yeni işçi cumhuriyetleri kuracak işçi devrimleriyle geleceğini söyleyen bakış açısına örgütlemeye çalışmalıdır.

Bu bakış açısı, devrimcilerin sırtına önemli bir sorumluluk yüklemektedir: Onlar, Leninist Troçkizmin temel dayanaklarına sıkı sıkıya bağlı bir işçilerin öncü partisini kurmalı, yeni bir sosyalist düzenin zemini olarak bölgesel düzeyde bütünleşmiş, kolektivizmi ve planlamayı esas alan ekonomiler aracılığıyla dünya kaynaklarını dağıtmak için mücadele etmelidirler.

İşçilerin Birliği
17 Şubat 2022
Kaynak

24 Şubat 2022

,

Fikirlerin Savaşı

Fikirlerin Savaşı ve Ona Öncülük Eden Organik Aydınlar


Kenya’da burjuvaziye çalışan aydın sınıfı, Jomo Kenyatta, Daniel Arap Moi ve bunların neoliberalizm yanlısı çocuğu Uhuru Kenyatta gibi diktatörlerin miraslarını temize çıkartmak için tarihi kendilerince yazıyor, böylelikle zulme hizmet ediyor. Aynı sınıf, tarihyazımı bağlamında Bildad Kaagia ve Pio Gama Pinto gibi özgürlük savaşçılarını ise tarihten silmeye çalışıyor.

Kenya’nın bağımsızlık mücadelesini yürüten Mau Mau Merkez Komitesi’nin üyesi olan Kaagia, öncülüğünü sonrasında 1963 yılında ülkenin başına geçecek olan büyük Kenyatta’nın yaptığı Afrikalı elitlerin başlattığı arazi hırsızlığına karşı çıkan bir isimdi. Kaagia’nın yakın arkadaşı, aynı zamanda özgürlük savaşçısı olan Pinto da toprağın ve servetin eşitsiz dağıtılmasına karşı çıktı.

Pinto, hükümetin herkesin temel ihtiyaçlara ve haklara sahip olmasını güvence altına alacağı özgür ve adil bir topluma inancını hiç yitirmeyen, fedakâr bir insandı. O, böylesi bir topluma kavuşalım diye dövüştü.

Biz, Kaagia ve Pinto gibi isimlerin hikâyelerinin halk tarafından bilinmesini isteyen bir grup Kenyalı genç entelektüeliz. Pinto bizim için özel olarak önemli bir isimdir, çünkü o, bağımsızlık sonrası katledilen ilk Kenyalı politik liderdir.

Pinto, 1965 yaşında henüz 35 yaşında iken katledildi. Onun hikâyesi, aynı zamanda kolektif olarak yayımladığımız ilk kitap olan Kenya’nın Organik Aydınlarının Pio Gama Pinto’nun Mirasına Dair Düşünceleri’nin de ana konusunu teşkil ediyor.

Pio Gama Pinto, 31 Mart 1927’de Kenya’nın başkenti Nairobi’de dünyaya geldi. O kısacık ömründe özgürlük savaşçısı, gazeteci, yazar ve siyasetçi olarak çalışmalar yürüttü. 1964’te iktidardaki Kenya Afrika Ulusal Birliği partisine yakın olan Pinto, milletvekili seçilerek meclise girdi. Bağımsızlığın kazanılması sonrası Kenya’yı İngiliz sömürgeciliğinin elinden kurtarmış olan özgürlük savaşçılarının ihanetine ve küçük bir azınlığın bağımsızlık sonrası büyük servetler elde etmesine tanık oldu.

O, açık sözlülüğü yüzünden öldürüldü. Nairobi’deki evinin garajından arabasıyla çıkarken, kapının açılmasını beklediği sırada vuruldu. Kızı da arabadaydı.

Kenya’nın ilk politik şehidi olarak Pinto, sosyal adalet mücadelesinin önemini bize anımsatan birçok isimden biri. Pinto’nun Jomo Kenyatta hükümeti eliyle katledilmesinin üzerinden epey bir zaman geçti. Bugün gençler, onun katkısı üzerine kafa yoruyor, bu tür katkılar temelinde, neoliberal kapitalizmin uyguladığı şiddete karşı alternatif bir yöntem geliştirebilmek için mücadele veriyor.

Pinto gibi devrimci mücadelenin yiğitleri tarihsel değerlendirmeler dâhilinde sansürleniyorlar. Bu sansüre neoliberalizme hizmet eden bilgilerin üretilip dağıtıldığı üniversiteler ve medya kuruluşları gibi araçlar alet oluyorlar. Bizi etkisiz, eli kolu bağlı bir halk hâline getiren tahrif edilmiş tarih ve yorumlarla mücadele etmemiz yasaklanıyor.

Seksenlerin başlarında Cumhurbaşkanı Daniel Arap Moi’nin ülkeyi yönettiği dönemde radikal addedilen Marksistler ve ilerici kalemler, üniversitelerden kovuldular. Maina Wa Kinyatti ve Ngugi wa Thiong’o gibi radikal akademisyenler öğrencilerine gerçek tarihi anlattıkları için gözaltına alındılar, öte yandan, devlet kimin ne öğrettiğini daha yakından takip edebilmek için üniversitelere ajanlar yerleştirdi. Neoliberalizme hizmet eden bilginin ve bilincin hâkimiyeti, kapitalizmin yarattığı krizleri maskelemenin yanında, düşünce yapımızı da büyük ölçüde etkiledi.

29 Mayıs 2021’de Nairobi’de Cheche Kitabevi’nde toplanan 14 yazar, Organik Aydınlar Ağı’nın ilk toplantısını gerçekleştirdi. Ağın amacı, sosyal adaleti savunan hareket içerisinde yeni yazarlar ve düşünürler yetiştirmek.

Biz, farklı geçmişlere sahibiz. Ukombozi Kütüphanesi gibi farklı sosyal adalet merkezlerinde yetiştik. Bizi bir araya getirense, Kenya’da sosyal adalet ve devrimci değişim mücadelesine katılma ihtiyacıdır.

Kitabevi’nde gerçekleştirdiğimiz tartışma, toplumumuzu araştırmalar yoluyla en iyi nasıl inceleriz, ayrıca hâkim sınıf kaynaklı bilgileri söküp atmak için yazma becerilerimizi nasıl kullanabiliriz sorularına odaklanıyordu. Biz de oturup, Kenya’nın müstesna özgürlük savaşçılarından olan Pinto ile ilgili bir kitap yazmaya karar verdik.

İtalyan yazar ve eylemci Antonio Gramsci’nin mirasından ilham alan bir grup olarak bizim amacımız, hâkim sınıfa hizmet eden eğitim sisteminin sansürünü ortadan kaldıracak çalışmalar yürütmek, ayrıca sıradan insanların mücadelesinden kök alan bilgiler üretip toplumu analiz etmek amacıyla tarihsel ve diyalektik materyalizmin sunduğu araçları kullanarak değişim konusunda gerekli ilhamı verebilmektir.

Biz bu kitabı, bilhassa gençler için kaleme aldık. Bu genç kuşak, kendi döneminde ilerici siyasetin temsili ve direnişin sembolü olmuş olan Pinto’dan habersiz. Biz, Pinto’nun yalnız hareket etmediğini tabii ki biliyoruz. Onun mirasını öne çıkartmak istememizin sebebi, bugünün siyasetinde ideolojik bir boşluk olduğunu tespit etmemiz.

Bu kitap, aynı zamanda bugünle de bağlantılı bir çalışma. Kitap, günümüzde faal olan muhtelif toplumsal hareketleri anlatıp, bizim Pio Gama Pinto’nun hayatıyla bağlantılı deneyimlerimize atıfta bulunmakla kalmıyor, ayrıca eldeki belgeleri, sosyal adalet merkezlerinde ve içinde yer aldığımız diğer toplumsal hareketler bünyesinde oluşturulmuş çalışma hücrelerinde sürdürülmekte olan politik eğitimlerde kullanılacak önemli bir materyal hâline getiriyor.

Kitabı Daraja Yayınevi bastı. Önsözünü Pio’nun kızı Linda Gama Pinto, giriş bölümünü ise bize ve düşüncelerimize ilham vermiş olan Pio Gama Pinto: Kenya’nın İsimsiz Şehidi isimli kitabın yayın yönetmeni Şiraz Durrani kaleme aldı.

Bizim kitabımız yanında Pinto’nun hatırasını diri tutmaya çalışan başka projeler de var. Pinto’nun hikâyesini İngilizce ile Svahili dilini harmanlayan Şeng dilinde aktaran “Herkes Özgür Olana Kadar” başlıklı dijital ses dosyası (podcast) bunlardan biri. Ayrıca Mathare Sosyal Adalet Merkezi, Pinto’yu katledildiği gün olan 24 Şubat’ta mezarı başında anacak. Aynı törende, ayrıca hayatına dair konuşmalar da yapılacak.

Aylar süren kitabımızı, Kenya’da cumhuriyet günü (bağımsızlık günü) olarak kutlanan 12 Aralık 2021’de okurla buluşturduk. O günü seçmemizin nedeni, kitlelerle hiç bağı olmayan hükümetin Uhuru Kenyatta’ya yönelik övgülerine karşı koymaktı.

Pio Gama Pinto, “Uhuru”nun (özgürlüğün) halkın sömürü ve yoksulluktan gerçek manada kurtulmasını ifade ettiğine inanıyordu. O, birçok insanı topraksızlaştıran hükümetin toprak konusunda uyguladığı zulme ve yaptığı adaletsizliğe ses çıkartma cesareti gösteren nadir insanlardan biriydi.

Bu anlamda biz, Cumhuriyet Günü’nü devrimci anlamda anıyoruz, böylece Pinto’nun fikirlerinin ve bakış açısının hâlen daha canlı olduğunu, onun açtığı yolda binlerce sosyalistin yürüdüğünü dosta düşmana göstermek istiyoruz.

Biz dünyaya karşı kayıtsız olmayı reddetmiş, kapitalistlerin oturdukları masalardan dökülen kırıntıları kabul etmeyen bir kuşağız. Dünyadaki zenginlikleri işçiler ürettiğine göre bugüne vurup yarını kuracak, zulmün olmadığı, üretim araçlarının işçilere ait olduğu bir gelecek inşa edecek güç bizde. Bunu yapacak kudret aklımızda, yüreğimizde, bileğimizde.

Kenya Organik Aydınlar Ağı, toplumsal hareketler içerisinde kendisini geliştirecek yeni yazarlar için bir zemin olmaya devam edecek. Ayrıca Nairobi’de kapitalizmin krizi ile ilgili yazılarımıza Mathare Sosyal Adalet Merkezi’nin internet sitesinde yer veriyoruz. İşçi hareketi içerisinde çalışma yürüten STK’ların yol açtığı umutsuzluğa dair düşüncelerimizi ileride kaleme alacağız. Bugünkü çalışma pratiğimiz daha çok Issa Şivci’nin STK Söylemindeki Sessizlik: STK’ların Afrika’da Oynadığı Rol ve Geleceği isimli kitabına yoğunlaşıyor.

Lena Grace Anyuolo
Nicholas Mwangi
18 Şubat 2022
Kaynak