07 Şubat 2022

,

Daima Muhtaç

Daima Muhtaç, Daima Emniyette Ama Daha Az İnsan

Bu duruma üç önemli dönüm noktası üzerinden ulaştık. İlk dönüm noktası 11 Eylül 2001’di. Sırtı yere gelmeyen, yara nedir bilmeyen insan fantezisi, o günlerde uyduruldu.

İlkin şu “sırtı yere gelmeyen insan” meselesini ele alalım: Sıradan yolcu gibi uçağa binen bir grubun uçakları binalara çarptırması, iktidar ve halk tarafından bir tehdit olarak yorumlandı ve bu tehdidin kaynağının herkes olabileceği, onun her yerden gelebileceği üzerinde duruldu. Herkes şüphe altındaydı. Tehdit genele teşmil edilmek suretiyle güvenlik meselesi yüceleştirildi.

Bir de yaralanmama ihtimali meselesine bakalım: artık evlerinde kendilerini güvende ve korunaklı hissetmeyen Amerikalılar ve dünyanın kuzeyindeki diğer birçok insan, “kendi vatanımızda bizimle savaşmalarına mani olmak için gidip onların yurtlarında savaş çıkarmalıyız” fikrine sarıldılar. Tıpkı bugün olduğu gibi o gün de basit ikilikçi düşünce tarzı hâkim oldu. George W. Bush’un “Ya bizden yanasınız ya da teröristlerden” lafı, bugün Avustralya Kuzey Bölgesi Başbakanı Michael Gunner’ın “Kovid’le ilgili talimatlara uymuyorsanız demek ki siz aşı karşıtısınız” lafına dönüştü. Düşmanın yurduna gidip orada savaşma fikri ise bugün aşıya talip olmayan, ona pek ihtiyaç duymayan Afrika’ya aşı dayatma fikrine yerine bıraktı.

İkinci dönüm noktası olarak 2008-2009’daki finansal çöküş, elitlerin yetersizliğini ve çürümüşlüğünü ortaya koymakla kalmadı, aynı zamanda herkese giderek artan ve devasa boyutlara ulaşan eşitsizlikleri anımsattı.

Şirket teknokratlarının geliştirdikleri modellerin hatalı ama aynı zamanda tehlikeli oldukları görüldü. Bu teknokratlardaki içe kapalı, uzmanlara özel bilginin yaldızı döküldü ve bu kişilerin hilekâr oldukları anlaşıldı. “Adalet” sisteminin dayandığı iki temel sütunu herkes idrak etti, suçluların hiçbirisinin hapse tıkılmadığını öğrendi.

Söz konusu dönüm noktasının ardından elitleri endişelendiren iki güçlü hareket ortaya çıktı. İlk hareket zaman içerisinde sararıp soldu, diğeri ise seçim dönemlerinde önemli bir güç hâline geldi. İlki Wall Street’i İşgal Hareketi, ikincisi de Çay Partisi hareketiydi.

Wall Street’i İşgal Et Hareketi’nin dağılması ile birlikte solcular siyaset sahnesinde önemli yere sahip mevzileri birer birer terk ettiler ve bu mevzileri sağcılar ele geçirdiler. Sol, yolunu kaybedip kimlik siyasetinin dar ve dağıtıcı koridorlarına yöneldikçe işçi sınıfıyla, ulusun kendi kaderini tayin hakkıyla, ifade hürriyetiyle ve başka ülkelere müdahalelere yönelik itirazla alakalı politik bayrakları sağ eline aldı. Sağ solcu olurken, sol, milyarder oligarkların gündemlerine eklemlendi ve popülizm karşıtı duruşu dâhilinde gericileşti. Bir sonraki dönüm noktası için gerekli temeli ise “popülizm”in yükselişi teşkil etti.

Üçüncü dönüm noktası ise 2016’da Brexit’in kabulü, ardından da Trump’ın başkan olması idi. Bu iki olayın ardından muktedir elitler korkuya kapıldılar. O güne dek liberal demokrasi kitleleri pasifleştirme ve kontrol altına alma aracı olarak kullanılan bir ideolojiydi ve hiçbir zaman sisteme meydan okumak için gerekli bir silâh olarak ele alınmamıştı.

Bugün liberal demokrasinin kendisi tehdit hâline geldi, çünkü o sistemi tehlikeye sokacak unsurlara kapı aralamaktaydı. Kitlelerin ayaklanacağına dair uzun zamandır hissedilen korku, belirli adımların atılmasına neden oldu. 2016 yılından itibaren elitler alaycı bir ifade olarak dillerine doladıkları “popülizm” meselesini ortadan kaldırmak ve “popülist” ajandaları gündeme getirip birer “popülist” olarak seçimleri kazananları cezalandırmak için kolları sıvadılar. Bu noktada korku iklimi yaratmak adına birileri şeytanlaştırıldı, belirli günahlarla ilişkilendirilen bir öteki imal edildi ve bu öteki çuvalının üzerine beyaz milliyetçiliği, beyaz üstünlükçülüğü, ırkçılık, kadın düşmanlığı gibi etiketler yapıştırıldı. Kim küreselleşme karşıtı ise ona ırkçı damgası vuruldu. Kendi kaderini tayin hakkından kim dem vuruyorsa “beyaz üstünlükçülüğü” üzerinden eleştirildi. Aşılara karşı olanlarsa çıkından çıkartılan okların hedefi oldular.

11 Mart 2020’de başlatılan pandeminin önceden planlanmış bir şey olup olmamasının bir önemi yok aslında. Önceden planlanmış olmasına dair iddialar burada bizim ilgilendiğimiz önemli sorunlara bir cevap sunmuyor.

Tabii ki birileri bir pandemi beklentisi içerisindeydi. Yüz yıl içerisinde birkaç görülmüş olan pandemilerin bir yenisinin geleceğini herkes bekliyordu. Provaların, tatbikatların veya planlı tepkilerin bu süreçte örgütlenmiş olması, hiç de şaşırtıcı değil.

Bizi daha çok pandemiyle bağlantılı olarak atılan ve atılmakta olan adımlar ilgilendiriyor. Bugün elitler, popülizme karşı bir savaş yürütüyorlar. Bir yandan da otoriterizm için gerekli tarihsel temeller atılıyor.

Karayipler’in tarihi, kölelik ve plantasyon üzerine kurulu. Bu tarih, yöneticilerin geliştirdikleri tepkiler, dilin dayatılması, alınan tedbirler ve ortaya çıkan tehditlerle mücadele için gerekli zemini teşkil etti.

Kuzey Amerika’da tarih, Kızılderililerin ayrı okullara gönderilmesi, onlara yönelik ayrımcılık, yurttaşlık haklarından mahrum edilmeleri, yoğun misyonerlik faaliyetleri, “insani yardım” kılıfı ardında yapılan müdahaleler ve toplama kampları üzerine kurulu. Bugünkü politika ve uygulamalar bu tarihi temel alıyorlar.

Avustralya’nın tarihinde cezalandırma amacıyla kurulan koloniler yazılı. Bu koloniler, bugün dünyadaki en ağır kapanma tedbirleri ve en saçma kısıtlamalar formunda tekrar hayat buluyorlar.

Avrupa’daki faşizm ve sosyalist totaliterlik geleneği, yeniden can buldu. Bu süreçte dünya genelinde her bir ulus, kendi zulüm geleneğini ön plana çıkarttı.

Üçüncü Dünya Savaşı işte tam da bu. Burada savaş, uluslar arasında değil dünya genelinde tüm uluslar içerisinde cereyan ediyor. Bu savaşı yürütenlerin amacı ise pandemiyi halka karşı ne pahasına olursa olsun korumak.

Birçok politik lider, ilk başta söz konusu fırsattan istifade edemese de (ki “pandemi önceden planlandı” iddiasını çürüten bir durum bu) pandemi şu türden fırsatlar sundu:

a) Halkı cezalandırma fırsatı;

b) Halkı birbirine düşürme fırsatı ve

c) Halkı (yani emekçi nüfusu) disiplin ve kontrol altına alma fırsatı.

Esasen pandemi, her şeyden önce politik bir olgudur. Bu gerçeği görmeyi kabul etmeyenler, onu gizlemek için bilimi kullanıyorlar. Bu krizden çıkış yolunu gösteren bir bilim yok ortada. Karşımızda “bilgisiz” siyaset ve kanun yapıcılar yok.

Bu krizde kullanılan en önemli politik sermaye, olağanüstü hâl düzeni. Bu düzen, Hitler’den beri seçimle işbaşına gelmiş diktatörlerin en çok sevdiği silâh. Her türden fantezinin gerçekleştirilmesi için gerekli kudreti bahşediyor. Gözü dönmüş liderler kendinden geçerek her şeyi yapabilme imkânına kavuşuyorlar. Endişeli olan bu liderler coşkulu bir ruh hâliyle hareket edebiliyorlar, ama bu dehşet verici hâlin sürdürülebilir bir tarafı yok.

Esasen bugün, kimilerinin sandığının aksine, olağanüstü hâl rejimi, “halk sağlığı ile ilgili olarak ortaya çıkmış olan tehdidin basit bir tezahürü değil. Virüsle birçok farklı yöntemle mücadele etmek mümkünken nedense olağanüstü hâl düzenine geçiliyor.

Quebec’te “halk sağlığı ile ilgili acil durum” dâhilinde gözle görülür birçok hata yapıldı. Bu dönemde devletin halka güvenmediği, onun virüsün yayılması konusunda halkı sorumlu tuttuğu görüldü. Oysa bu suçlama, kuşların uçması konusunda halkı suçlamak kadar saçmaydı.

Acil durum düzeni, kendisine düşman yaratmak zorunda olan, savaşı esas alan bir konum aslında. Bu düzene geçiyorsa demek ki devlet, toplumsal konsensüse insanları ikna edemiyor, bu konsensüsü güvence altına alamıyor, çünkü halka hiç güvenmiyor.

Acil durum düzenine geçiliyorsa demek ki elitler meşruiyetlerini yitirdiklerini kabul ediyorlar. Devlet ve elitler psikolojik savaşa, korku tellâllığına, davranışların manipülasyonunu temel alan politikalara, sansüre ve tehditlere tam da bu sebeple başvuruyorlar. Burada amaç, halkı sürekli ve tümüyle devlete bağımlı kılmak. Böylece devlet, “koruma” görevi adına ebeveyn rolünü üstleniyor. “Halk sağlığı ile ilgili acil durum”da düzenin işleyişi devleti, aynı anda hem bir patrona, hem doktora,hem babaya, hem rahibe, hem öğretmene, hem de çocuk bakıcısına dönüştürüyor.

Buna karşılık halk ise yardıma ve danışmanlık hizmetine tabi, vesayete kul olan, izin almaksızın kılını kıpırdatmayan, hatta devletin kıyafet kanunu uyarınca giyinen bir tebaaya dönüştürülüyor.

Bu acil durumun kalıcılaştığı koşullarda halkı daima devlete muhtaç bir tebaa hâline getiren düzen, insanları nesneleştirip metalaştırıyor. İnsanlar, salt kollardan ibaret bir varlığa indirgeniyorlar.

Bugün hükümetler, kollara aşı yapma ustası hâline geliyorlar. İnsansızlaştırma ve insanı nesneleştirme pratiği, bizi ortada dolaşan mahlukatı “eski insan” olarak nitelemeye zorluyor. Eski insan ise QR kodunun izin verdiği yere gidebilen, bu iznin süresi ölçüsünde hareket edebilen, bu kod için akıllı telefon taşıyan bir nesneden başka bir şey değil.

Ortaya koyduğu ürünler savaş dönemi yürütülen propagandanın ürettiği ürünlere benzeyen medya ve akademinin bilgiyi kısıtlaması ile birlikte bilgi, ancak Google aracılığıyla yayılma ve paylaşılma imkânı bulabiliyor. Eskiden üniversite olan binalardaki sınıflarda eski insanlar, herkesin dogmayı doğru bir biçimde tekrarlamasını güvence altına almak için uğraşıyorlar.

Bu noktada “aşı” faydalı bir kaldıraç görevi görüyor. Korku ile çalışan bu makinenin “sağlık” için programlandığı iddia ediliyor. Büyü benzeri bir çözüm olarak takdim edilen, teknolojik bir sorunu gideren bir alet olarak gösterilen aşı, herkesin güvenliğini talep eden “sağlıkla alakalı acil durum”un dayatılmasıyla kendisine bir zemin buluyor. Güvenlik bu noktada emniyete işaret ediyor.

On dokuzuncu yüzyılda sorun düzendi, dolayısıyla yeni gelişen sosyal bilimlerin ana meselesi de oydu. Bugün sistem ancak düzensizlikle ayakta kalabiliyor, can bulabiliyor, gelişebiliyor, dolayısıyla sistem, sürekli düzensizliğin tohumlarını ekiyor.

Düzensizlik, geleneklerin yok edilmesini ve geçmişten kopma pratiklerini içeren İlerleme söyleminin doğal bir özelliği. Bugünse sorun, düzenin kendisi değil güvenlik. Her şeyin güvenliğin konusu kılındığı süreci en iyi, etrafı duvarlarla örülü cemaatler, alarm sistemleri, ülke insanının kapanma süresince gözetlenmesine dönük pratikler ve kampüslerdeki “güvenli alanlar” özetliyor. Güvensiz görülen her şey alarmı çalıştıracak bir davetsiz misafir olarak ele alınıyor.

Eski insanlar, bugün toplumsal gözetleme sisteminin birer bileşeni olarak hareket edecek şekilde programlanıyorlar. Deneyimin de ortaya koyduğu biçimiyle bu kontrol altındaki insanları harekete geçirmek, alarm durumuna sokmak çok kolay.

Maximilian C. Forte
26 Aralık 2021
Kaynak

0 Yorum: