16 Şubat 2022

,

Sol ve Kovid


Küresel pandeminin muhtelif aşamaları boyunca, insanların epidemiyolojik stratejiler açısından tercihleri, siyasi yönelimleriyle yakından örtüşme eğiliminde olagelmiştir. Donald Trump ve Jair Bolsonaro, Mart 2020’de bir izolasyon stratejisinin hikmetine ilişkin şüphelerini dile getirdiklerinden beri, liberaller ve çoğu sosyalist de dâhil olmak üzere, Batı’daki siyasi yelpazenin solunda duranlar, halkın gözü önünde izolasyon stratejisine, dolayısıyla aşı pasaportu fikrine bağlı olduklarını dosta düşmana ispatlamak için türlü taklalar attılar.

Avrupa genelinde aşısızlara yönelik katı kısıtlama politikalarının yürürlüğe konduğu bugünlerde, genel manada ayrımcılığa uğrayan azınlıkları savunma noktasında sesi çok çıkan solcular, nedense o derin sessizlikleriyle dikkat çekiyorlar.

Kendimizi hep solda konumlandıran yazarlar olarak bu gidişattan rahatsızlık duyuyoruz. Son araştırmalar, aşılı ve aşısızlar arasında bulaşma açısından yok denecek kadar küçük bir fark olduğunu ortaya koyarken, sağlıklı bireylerin karantinaya alınması konusunda gerçekten ilerici tek bir eleştiriye bile rastlanmıyor. Solun Kovid’e tepkisi, bugünlerde, sol siyasette ve düşüncede en az otuz yıldır devam eden daha geniş bir krizin parçası olarak somutluk kazanıyor. Bu sebeple, bu tepkinin biçimlendiği süreci tespit etmek gerekiyor.

Pandeminin ilk aşamasında, karantinalar döneminde görüldü ki kültürel ve ekonomik sağa meyilli olanların, karantinalardan kaynaklanan sosyal, ekonomik ve psikolojik zararı vurgulama ihtimali daha yüksek. Bu arada, Donald Trump’ın başlangıçta izolasyona ve kapanmalara yönelik şüpheli tutumu, kültürel ve ekonomik sola meyledenlerin çoğu için bu pozisyonu savunulamaz hâle getirdi. Sosyal medya algoritmaları, sonrasında bu kutuplaşmayı daha da körükledi. Bu nedenle, Batılı solcular çok hızlı bir şekilde, “yaşamdan yana” ve “kolektiften yana” bir seçim olarak görülen izolasyonu teorik planda halk sağlığını veya toplumsal sağlık hakkını savunan bir politika olarak benimsediler. Bu arada sokağa çıkma yasağına yönelik her türlü eleştiri, “sağcı”, “ekonomi yanlısı” ve “birey yanlısı” bir yaklaşım olarak eleştirildi, ayrıca eleştiri sahipleri, “kâr”ını ve “iş”ini insanların hayatından üstün tutmakla suçlandılar.

Özetle, onlarca yıllık siyasi kutuplaşma, tutarlı bir sol tepkinin ne olacağı konusunda herhangi bir tartışmaya izin vermeden, mevcut halk sağlığı sorununu anında siyasallaştırdı. Aynı zamanda, solun konumu, onu her türlü işçi sınıfı tabanından uzaklaştırdı, çünkü düşük gelirli işçiler, devam eden izolasyon politikalarının sosyo-ekonomik etkilerinden en ciddi şekilde etkilenenler ve aynı zamanda en çok işsiz kalanlar oldu.

"Laptop sınıfı" ise Zoom’dan yararlandı. Aynı siyasi fay hatları, aşının piyasaya sürülmesi sırasında ve şimdi de Kovid pasaportları aşamasında ortaya çıktı. Direniş sağla ilişki kurarken, ana akım soldakiler genellikle her iki önlemi de destekliyor görünüyorlar. Muhalefet, bilim karşıtı irrasyonalizm ile bireyci özgürlükçülüğün bir karışımı olarak takdim edilip şeytanlaştırılıyor.

Peki ama ana akım sol, neredeyse tüm Kovid önlemlerini destekleme noktasına neden geldi? Sağlık ve ekonomi arasındaki ilişkiye dair, refah ve sağlık sonuçlarının ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gösteren onlarca yıllık (sol eğilimli) sosyal bilim araştırmalarını taşkalaya alan bu kadar basit bir görüş, nasıl ortaya çıktı? Eşitsizliklerdeki muazzam artışı, yoksullara, yoksul ülkelere, kadınlara ve çocuklara yönelik saldırıyı, yaşlılara dönük acımasız muameleyi ve bu politikalardan kaynaklanan, en zenginlerin ve şirketlerin servetinde yaşanan muazzam artışı sol neden görmezden geldi?

Aşıların geliştirilmesi ve piyasaya sürülmesiyle ilgili olarak sol, söz konusu para göz önüne alındığında, BioNTech, Moderna ve Pfizer’in Kovid'den saniyede 1.000 ABD dolarının üzerinde para kazandığı koşullarda, aşı üreticilerinin 'halkın iyiliğini düşünme'nin yanında başka motivasyon kaynakları olabileceğini söyleyenleri neden alaya aldı? Dahası, devlet baskısına maruz kalan solun, bugün Kovid pasaportlarının endişe verici etik ve politik sonuçlarından habersiz görünmesi nasıl mümkün olabilir?

Soğuk Savaş, dekolonizasyon dönemi ve küresel bir ırkçılık karşıtı siyasetin yükselişi ile aynı zamana denk gelirken, Soğuk Savaş’ın sonu, sömürgesizleştirme siyasetinin sembolik zaferi ve Apartheid'ın sona ermesiyle birlikte sol siyaset için varoluşsal bir krize yol açtı. Neoliberal ekonomik hegemonyanın yükselişi, küreselleşme ve kurumsal ulusaşırıcılık, hep birlikte, solun bir yeniden dağıtım motoru olarak devlete dair tarihsel görüşünün altını oydu. Bununla birlikte, Brezilyalı teorisyen Roberto Mangabeira Unger’in iddia ettiği gibi sol, her zaman en büyük kriz zamanlarında başarılı oldu: Rus Devrimi Birinci Dünya Savaşı’ndan, refah kapitalizmi İkinci Dünya Savaşı’ndan istifade etmişti. Bu tarih, solun bugünkü konumunu kısmen açıklayabilir: Krizi büyütmek ve onu bitmeyen kısıtlamalar yoluyla uzatmak, bazıları tarafından onlarca yıllık varoluşsal krizden sonra sol siyaseti yeniden inşa etmenin bir yolu olarak görülüyor olabilir.

Solun neoliberalizmin doğasına ilişkin kusurlu anlayışı, onun krize tepkisini de etkilemiş olabilir. Soldaki çoğu insan, neoliberalizmin devletin piyasa lehine “geri çekilmesini” veya “oyulması”nı içerdiğine inanıyor. Bu nedenle sol, pandemi boyunca devletin faaliyetlerini, kendilerine göre, potansiyel olarak neoliberalizmin sözde devlet karşıtı projesini tersine çevirme potansiyeline sahip, memnuniyetle karşılanan bir “devletin dönüşü” durumu olarak yorumladı. Diyelim ki bu argümandaki şüpheli mantığı kabul ettik, bu durumda argümandaki sorun ortadan kalkmış olmaz: İlgili argüman, neoliberalizmin sönümlenmesine ihtiyaç duymamaktadır. Bilâkis, devletin gayrisafi yurtiçi hâsıla içerisindeki yüzdelik payı neoliberal dönem boyunca artmaya devam etti.

Üstelik bu gelişme kimseyi şaşırtmadı. Neoliberalizm, en az “Keynesçilik” kadar kapsamlı devlet müdahalesine dayanır. Aradaki tek fark, neoliberalizmde devletin işçi sınıfını gözetim altında tutmak, büyük bankaları ve şirketleri iflastan kurtarmak gibi büyük sermayenin çıkarına olan adımların daha da güçlü atılması için sürece müdahale etmesiyle ilgilidir.

Aslında bugün sermaye, birçok yönden devlete her zamankinden daha fazla bağımlıdır. Shimshon Bichler ve Jonathan Nitzan’ın belirttiği gibi:

“Kapitalizm geliştikçe, hükümetler ve büyük şirketler giderek daha fazla iç içe geçiyorlar. […] Kapitalist iktidar tarzı ve onu yöneten egemen-sermaye koalisyonları küçük hükümetlere ihtiyaç duymazlar. Aslında birçok açıdan daha büyüklerine ihtiyaçları var.”

Neoliberalizm, çoğu kez iddia edilenin aksine, küçük, devletten ari piyasacı kapitalizmden çok bugün devletçi-tekelci kapitalizm biçimine veya şirketokrasiye benziyor. Bu, onun bugün neden giderek daha güçlü, müdahaleci ve hatta otoriter devlet aygıtları ürettiğini açıklamaya yardımcı olacaktır.

Solun var olmayan bir “devletin dönüşü” fikrine tezahürat yapması, utanç verici ölçüde çocukça bir davranıştır. Asıl kötüsü de solun bu hatayı daha önce de yapmış olmasıdır. 2008 mali krizinin ardından bile birçok solcu, büyük bütçe açıklarını “Keynes'in dönüşü” olarak selamlamıştı. Aslında bu tedbirlerin, hükümet harcamalarının tam istihdam hedefine ulaşmak için kullanılmasını tavsiye eden Keynes ile pek de ilgisi yoktu, daha çok, krizin suçlusu olan büyük bankaları desteklemeyi amaçlıyordu. Dahası bu tedbirleri, Avrupa genelinde sosyal yardım sistemlerine ve işçi haklarına yönelik eşi benzeri görülmemiş saldırılar takip etti.

Kovid testleri, kişisel koruyucu ekipmanlar, aşılar ve şimdi aşı pasaportu teknolojileri için devlet ihaleleri (genellikle kayırmacılık kokan şaibeli anlaşmalar yoluyla) ulus ötesi şirketlere dağıtılıyor. Dolayısıyla 2008 krizi sonrası döneme benzer adımlar bugün de atılıyor. Bu arada, vatandaşların yaşamları ve geçim kaynakları “yeni normal” tarafından alt üst ediliyor. Solun bundan tamamen habersiz görünmesi, özellikle kafaları gerçekten karıştıran bir mesele.

Neticede hükümetlerin neoliberal gündemi daha da sağlamlaştırmak için krizleri sömürme eğiliminde olduğu fikri, son dönemde sol literatürün temel unsurlarından biri olagelmiştir. Örneğin Pierre Dardot ve Christian Laval, neoliberalizm koşullarında krizin bir “yönetim yöntemi” hâline geldiğini savunuyor.

Nispeten daha ünlü olan çalışma, Naomi Klein’ın 2007’de kaleme aldığı Şok Doktrini’dir. Klein kitabında, “felâket kapitalizmi” denilen meseleyi inceler. Yazarın temel tezi, halkın korkması ve yön bulamaması durumlarında toplumları yeniden yapılandırmanın daha kolay olduğu fikri üzerine kuruludur: normalde politik olarak imkânsız olan mevcut ekonomik düzende önemli değişiklikler, halk neler olup bittiğini anlamak için gerekli zamanı dahi bulamadan, hızlı bir şekilde, art arda empoze edilir.

Bugün de benzer bir dinamik işliyor. Örneğin, koronavirüs salgınıyla mücadele için hükümetler tarafından getirilen yüksek teknolojili gözetim önlemlerini, dijital kimlikleri, halka açık gösterilere yönelik baskıları ve yasaların hızlı takibini ele alalım. Yakın tarihin bir anlamı varsa, hükümetler, 11 Eylül sonrası birçok anti-terör yasasında olduğu gibi, olağanüstü hâl kurallarının çoğunu kalıcılaştırmanın bir yolunu mutlaka bulacaktır.

Edward Snowden’in de belirttiği üzere: “Özellikle bugün olağanüstü hâl tedbirlerinin, uygulamaya konulduğu andan itibaren kalıcı bir nitelik arz edeceğini hep birlikte göreceğiz. Olağanüstü hâl, neticede hep genişleme eğilimindedir.” Bu aynı zamanda, kapanma karşıtı konumu nedeniyle ana akım sol tarafından karalanan İtalyan filozof Giorgio Agamben’in “istisna hâli”yle ilgili fikirlerini de doğruluyor.

Nihayetinde, bir hükümetin herhangi bir adımı ve faaliyeti, gerçekte neyi temsil ettiğine göre değerlendirilmelidir. İşçilerin ve azınlıkların haklarını ilerletmeye, tam istihdam yaratmaya, önemli kamu hizmetleri sağlamaya, şirketlerin gücünü dizginlemeye, piyasaların işlevsizliklerini düzeltmeye, kamu yararına önemli endüstrilerin kontrolünü ele geçirmeye hizmet ediyorsa, hükümet müdahalesini destekliyoruz. Ancak son 18 ayda bunun tam tersine tanık olduk: ulusötesi şirket devlerinin ve onların oligarklarının, işçiler ve yerel işletmeler pahasına benzersiz bir şekilde güçlendiğine şahit olduk. Geçen ay Forbes dergisinde paylaşılan ve belirli verilere dayanan bir rapor, pandemi sırasında yalnızca Amerika’nın milyarderlerinin servetlerinde 2 trilyon ABD doları artışa tanıklık edildiğini ortaya koyuyor.

Gerçekliğin çöpe attığı bir diğer solcu vehim de pandeminin onlarca yıllık neoliberal bireyciliğin üstesinden gelebilecek yeni bir kolektif ruh anlayışını başlatacağı fikridir. Bilâkis, pandemi, aşılı ve aşısız, akıllı çalışmanın faydalarından yararlanabilenler ve yararlanamayanlar türünden başlıklar üzerinden, toplumdaki çatlakları daha da derinleştirdi. Dahası, travma geçirmiş, sevdiklerinden koparılmış, birbirini potansiyel hastalık taşıyıcısı olarak görüp birbirlerinden korkmaya zorlanmış, fiziksel temastan korkmuş bireylerden oluşan bir keşmekeş, kolektif dayanışma için pek iyi bir üreme alanı değildir.

Belki de solun tepkisini kolektif değil de birey kavramı üzerinden ele almalıyız. Klasik psikanaliz teorisi, haz ve otorite arasında açık bir bağlantı olduğunu öne sürer: büyük haz deneyimini (haz ilkesini doyurma) genellikle ego veya “gerçeklik ilkesi” tarafından ortaya konan yenilenmiş otorite ve kontrol arzusu takip eder. Bu, gerçekten de altüst edilmiş bir haz biçimi üretebilir.

Küreselleşmenin son yirmi yılı, giderek artan ulusötesi küresel liberal sınıf tarafından paylaşılan “deneyim hazzında” büyük bir artışa tanık oldu. Bu sınıfın bir kısmı, şaşırtıcı bir biçimde, kendisini solcu olarak tanımlıyordu. Üstelik bu kesim, geleneksel işçi sınıfı kitlesi içerisinde sahip olunan belirli mevkileri giderek ele geçirdi.

Liberal sınıftaki bu haz ve deneyim artışına giderek güçlenen laikleşme/dünyevileşme ve kabul edilmiş her türden ahlakî kısıtlama veya otoriteden muaf olma hâli eşlik etti.

Psikanaliz perspektifinden bakıldığında, bu sınıfın “Kovid önlemleri”ne verdiği destek şu şekilde izah edilebilir: Kovid önlemleri, otoriter önlemler dâhilinde hazzı kısıtlama amaçlıdır. Haz, önceden mahrum olunan ahlakî yasanın eleştirisi dâhilinde kısıtlanabilir.

Solun “Kovid önlemleri”ni benimsemesini açıklayan bir diğer faktör de “bilime” körü körüne olan inancıdır. Bu inancın kökleri, solun rasyonalizme olan geleneksel inancında yatmaktadır. Gelgelelim, bilimsel yöntemin yadsınamaz erdemlerine inanmak bir şey, muktedirlerin gündemlerini uygulayabilmek için “bilim”i sömürme yöntemlerinden bihaber olmak başka bir şeydir.

Politika tercihlerini haklı çıkarmak için “sağlam bilimsel verilere” başvurma becerisi, hükümetlerin elinde inanılmaz derecede güçlü bir araçtır ki aslında bu, teknokrasinin özünü teşkil eder. Esasen hükümetler, kendi gündemlerini destekleyecek “bilim”i dikkatle elekten geçirirler ve sahip oldukları bilimsel değer ne olursa olsun, alternatif görüşleri saldırgan bir üslupla marjinalleştirirler.

Bu, esasen ekonomi alanında yıllardır tanık olduğumuz bir durumdur. Tıp açısından bugün böyle bir kurumsal ele geçirmenin gerçekleştiğine inanmak hiç de zor değildir.

Stanford Üniversitesi’nde tıp ve epidemiyoloji profesörü olan John P. Ioannidis, zor olmadığını düşünenlerden. Ioannidis, 2021’in başlarında bazı meslektaşlarıyla birlikte, karantina uygulayan ve uygulamayan ülkeler arasında epidemiyolojik terimler açısından pratik bir fark olmadığını iddia eden bir makale yayınladığında manşetlere çıktı. Bilim insanları, makaleye yer veren gazeteye ve yazara şiddetli bir dille saldırdılar.

Son dönemde Ioannidis, tam da bu sebeple kendi meslektaşlarını ağır bir dille eleştiriyor. “Salgın Bilimin Normlarını Nasıl Değiştiriyor” başlıklı makalesinde Ioannidis, çoğu insanın, özellikle solcuların, bilimin Mertoncu ortakçılık (bilimin ürünlerinin herkese ait olması ilkesi), evrenselcilik, tarafsızlık ve örgütlü şüphecilik normlarına dayalı olarak işlediğini düşündüğünü ifade ediyor. Devamında da bilim cemaatinin gerçekte bu şekilde çalışmadığını söylüyor. Pandemi ile birlikte kurumlar arasında yığınla çıkar çatışması yaşandığı, ama bu çatışmalardan bahsedenlerin lanetlendiği tespitinde bulunan Ioannidis, devamında şu tür bir değerlendirmede bulunuyor:

“Şirketler ve hükümet arasındaki istişarelerden milyonlarca dolar kazanan danışmanlara prestijli pozisyonlar, güç ve kamuoyu övgüsü verilirken, karşılıksız, tek kuruş almadan çalışan, ancak hâkim anlatıları sorgulamaya cesaret eden, sözlerinde zerre çelişki bulunmayan bilim insanlarının ‘çelişkili’ olduğu söylendi. Örgütlü şüphecilik, halk sağlığı için bir tehdit olarak görüldü. İki düşünce okulu arasında, otoriter halk sağlığı ile bilim arasında bir kavga yaşandı. Bu kavgada kaybeden bilim oldu.”

Nihayetinde, solun insanların (izolasyon, aşılar veya Kovid pasaportları ile ilgili) meşru endişelerini bariz bir şekilde göz ardı etmesi ve bu endişelerle dalga geçmesi, gerçekten utanç verici. Bu endişeler, yalnızca gerçek zorluklara dayanmakla kalmıyor, aynı zamanda şirket çıkarları tarafından inkâr edilemez bir şekilde ele geçirilen hükümetlere ve kurumlara karşı anlaşılabilir bir güvensizlikten de kaynaklanıyor. Bizim gibi, gerçekten ilerici-müdahaleci bir devletten yana olan herkesin bu endişeleri elinin tersiyle itmek yerine, onları ele alması gerekiyor.

Gelgelelim Kovid kısıtlamalarının Küresel Güney’de derinleşen yoksullukla ilişkisi konusunda solun ortaya koyduğu tepki, alabildiğine yetersiz. Devlet İstatistik Kurumu’nun karantinalar sırasında insanların yüzde yirmisinin işini kaybettiğini öne sürdüğü Nijerya’da çocuk evliliklerindeki muazzam artış, okullaşmadaki çöküş ve kayıtlı istihdamın yok edilmesi hakkında gerçekten söylenecek hiçbir şey yok mu yani? Peki ya 2020 için en yüksek Kovid ölüm rakamlarına ve aşırı ölüm oranına sahip ülkenin, dünyada kapanma politikasını en katı şekilde uygulamış olan Peru olduğu gerçeğine ne demeli?

Sol, bu türden gerçekler konusunda tek laf etmedi. Bu pozisyon, milliyetçi siyasetin dünya sahnesindeki üstünlüğü ile bağlantılı olarak da ele alınmalı. Zira Jeremy Corbyn gibi sol enternasyonalistlerin seçimde yaşadığı başarısızlık ve Batı Solu’nun Kovid-19’a yönelik genel tepkisi dikkate alındığında, halkların kapsamlı küresel meselelere yönelik ilgisinin nispeten daha düşük olduğu görülüyor.

Salgının yönetilme biçimine ve sürecin içeriğine karşı çıkan radikal sol ve sosyalist hareketlerin aykırı kimi tutumlar aldığını da belirtmek gerek. Bu listede, New York’taki Siyahların Hayatı Önemlidir Hareketi, Birleşik Krallık’ta Sol Kapanma Şüphecileri, Şili solu, İtalya’da Wu Ming ve şu anda İsveç’i yöneten Sosyal Demokrat-Yeşiller ittifakı gibi sol yapılar var.

Ancak, kısmen solcu medya kuruluşlarının az sayıda olması ve aynı zamanda muhalif görüşlerin her şeyden önce ana akım sol tarafından marjinalleştirilmesi nedeniyle sol görüşün tüm yelpazesinin göz ardı edildiğini söylemek lazım.

Kovid sürecine gerekli cevabı üretmemiş olması, solun feci sonuçlar doğuracak, tarihsel bir hatası olarak görülmelidir. Bugün her türden halk muhalefeti biçiminin (aşırı) sağın hegemonyası altına girmesi ihtimali mevcuttur, bu ihtimal gerçekleşecek olursa, solun sağın hegemonyasını alt edebilmesi için ihtiyaç duyduğu kitleyi kazanma şansı da ortadan kalkacaktır.

Diğer yandan şu da görülmelidir: Sol, uzmanların teknokrasisine bel bağlamaktan başka bir şey yapmıyor. Oysa bu uzmanların pandemiyi sosyal ilerlemecilik üzerinden ele alan yaklaşımlarının felâketle sonuçlandığını hep birlikte gördük. Yaşama ve tercih edilme imkânı bulunan bir sol, giderek geçmişin tozlu raflarına kaldırılıyor. Dolayısıyla her türden demokratik sürecin özünü teşkil eden tartışma ve muhalefet denilen olgular da yitip gidiyor.

Toby Green
Thomas Fazi
23 Kasım 2021
Kaynak

0 Yorum: